265- ARZ ارض : (Erz) (Küre-i Arz) Yeryüzü, toprak, zemin, dünya. *Aşağı ve alçak. *Memleket, ülke. *Küre. *İklim. *Davarın ayağının altı. (Bak: Dünya)

Küre-i arza ait coğrafî malumat, (Dünya) maddesinde verildiğinden burada dinî cihetten bazı bilgiler verilecektir. Şöyleki:

«Dağların aslı, hilkaten bir madde-i mâyiadan incimad etmiş taşlar olduğu fennen sabittir. Tesbihat-ı Nebeviyeden olan:

1سُبْحَانَ مَنْ بَسَطَ اْلاَرْضَ عَلَى مَاءٍ جَمَدْ kat’i delâlet ediyor ki: Asl-ı hilkat-i Arz şöyledir ki: Su gibi bir madde, emr-i İlahî ile incimad eder, taş olur. Taş, izn-i İlahî ile toprak olur. Tesbihteki Arz lafzı, toprak demektir. Demek o su çok yumuşaktır, üstünde durulmaz. Taş çok serttir, ondan istifade edilmez. Onun için Hakîm-i Rahîm, toprağı taş üstünde serer, zevilhayata makarr eder.» (S.251)

266- Kur’an (15:27) âyetinde insanlardan önce nar-ı semumdan halk edildiği bildirilen cân (cin) yaratıldığı zaman, küre-i arzın şiddetli ateş durumunda olduğunu bazı tefsirler bildiriyor. (Bak: 591.p.)

Bu mânâyı teyiden İşarat-ül İ’caz tefsirinde de şu izahat veriliyor:

« (2:30) وَاِذْ قَالَ رَبُّكَ لِلْمَلٰٓئِكَةِ اِنّ۪ى جَاعِلٌ فِى اْلاَرْضِ خَل۪يفَةًۜ

خَلِيفَة : Bu tabir, arzın insanların hayatına elverişli şeraiti haiz olmazdan evvel arzda idrakli bir mahlukun bulunmuş olduğuna ve o mahlukun hayatına o zamandaki arzın evvelki vaziyetleri muvafık ve müsaid bulunduğuna işarettir. خَلِيفَة tabirinin bu mânâya delâleti, mukteza-yı hikmettir. Amma meşhur olan mânâya nazaran, o idrakli mahluk, cinlerden bir nev’imiş, yaptıkları fesaddan dolayı insanlar ile mübadele edilmişlerdir.» (İ.İ.201)

267- «Küre-i arz’ın tabakat-ı seb’asına dair bazı ehl-i keşfin, Kitab ve Sünnet’in mizanıyla tartmadan beyan ettiği tasvirat, yalnız coğrafya nokta-i nazarındaki maddi vaziyetten ibaret değildir.

Meselâ, demişler: “Bir tabaka-i Arz, cin ve ifritlerindir. Binler sene genişliği var.” Halbuki bir-iki senede devredilen küremizde, o acib tabakalar yerleşemez. Fakat âlem-i mânâ ve âlem-i misalde ve âlem-i berzah ve ervahta küremizi bir çamın çekirdeği hükmünde farzetsek, ondan temessül ve teşekkül eden misalî şeceresi, o çekirdeğe nisbeten koca bir çam ağacı kadar olduğundan, bir kısım ehl-i şuhud, seyr-i ruhanîlerinde, Arz’ın tabakalarından bazılarını âlem-i misalde pek çok geniş görüyorlar. Binler sene bir mesafe tut-tuklarını görüyorlar. Gördükleri doğrudur; fakat âlem-i misal sureten âlem-i maddîye benzediği için, iki âlemi memzuc görüyorlar; öyle tabir ediyorlar.» (M.82)

268- Bir sual: «Hocalar diyorlar: Arz, öküz ve balık üstünde duruyor. Halbuki arz, muallakta bir yıldız gibi gezdiğini Coğrafya görüyor. Ne öküz var ve ne de balık?

Elcevab: İbn-i Abbas (R.A.) gibi zatlara isnad edilen sahih bir rivayet var ki, Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselâm’dan sormuşlar: “Dünya ne üstündedir?” Ferman etmiş: عَلَى الثَّوْرِ وَالْحُوتِ2 Bir rivayette bir defa عَلَى الثَّوْرِ demiş, diğer defa da عَلَى الْحُوتِ demiştir.

Muhaddislerin bir kısmı, İsrailiyattan alınma ve eskidenberi nakledilen hurafevari hikâyelere bu Hadisi tatbik etmişler. Hususan Benî-İsaril âlimlerinin müslüman olanlarından bir kısmı, kütüb-ü sâbıkada “sevr ve hut” hakkında gördükleri hikâyeleri, Hadise tatbik edip, Hadisin mânâsını acib bir tarza çevirmişler...

İşte Sevr ve Hut namıyla iki büyük melek, bir teşbih-i latif-i kudsî ile ve manidar bir işaretle Sevr ve Hut namıyla tesmiye edilmişler. Kudsî, ulvi lisan-ı Nübüvvetten umumun lisanına girdikçe, o teşbih hakikata inkılab etmiş, adeta gayet büyük bir öküz ve dehşetli bir balık suretini almışlar...

...Sualin cevabına şimdilik “üç vecih” söylenecek:

269- Birincisi: Hamle-i Arş ve Semevat denilen melaikenin birinin ismi “Nesir” ve diğerinin ismi “Sevr” olarak dört melaikeyi, Cenab-ı Hak, Arş ve Semavata saltanat-ı Rububiyetine nezaret etmek için tayin ettiği gibi, semavatın bir küçük kardeşi ve seyyarelerin bir arkadaşı olan Küre-i Arza dahi iki melek, nâzır ve hamele olarak tayin etmiştir. O meleklerin birinin ismi “Sevr” ve diğerinin ismi “Hut”tur.

Ve o namı vermesinin sırrı şudur ki:

Arz iki kısımdır: Biri su, biri toprak. Su kısmını şenlendiren balıktır. Toprak kısmını şenlendiren, insanların medar-ı hayatı olan ziraat, öküz iledir ve öküzün omuzundadır. Küre-i Arza müvekkel iki melek, hem kumandan, hem nâzır olduklarından, elbette balık taifesine ve öküz nev’ine bir cihet-i münasebetleri bulunmak lâzımdır.

Belki, وَالْعِلْمُ عِنْدَ اللّٰهِ o iki meleğin âlem-i melekût ve âlem-i misalde sevr ve hut suretinde temessülleri var.3 İşte bu münasebete ve o nezarete işareten ve Küre-i arzın o iki mühim nevi mahlukatına imaen lisan-ı mu’ciz-ül beyan-ı Nebevî, َاْلاَرْضُ عَلَى الثَّوْرِ وَالْحُوتِ demiş, gayet derin ve geniş bir sahife kadar meseleleri havi olan bir hakikatı, gayet güzel ve kısa bir tek cümle ile ifade etmiş.

270- İkinci Vecih: Meselâ: Nasılki denilse: “Bu devlet ve saltanat hangi şey üzerinde duruyor?” Cevabında: عَلَى السَّيْفِ وَ الْقَلَمِ denilir. Yani “Asker kılıncının şecaatine, kuvvetine ve memur kaleminin dirayetine ve adaletine istinad eder.” Öyle de: Küre-i Arz madem zihayatın meskenidir ve zihayatın kumandanları da insandır ve insanın ehl-i sevahil kısmının kısm-ı azamının medar-ı taayyüşleri balıktır ve ehl-i sevahil olmıyan kısmının medar-ı taayyüşleri, ziraatle öküzün omuzundadır. Ve mühim bir medar-ı ticareti de balıktır. Elbette devlet, seyf ve kalem üstünde durduğu gibi; Küre-i Arz da, öküz ve balık üstünde duruyor denilir. Zira ne vakit öküz çalışmazsa ve balık milyon yumurtayı birden doğurmazsa, o insan yaşıyamaz, hayat sukut eder, Hâlik-ı Hakîm de Arzı harab eder.

İşte Resul-i Ekrem Aleyhissalatû Vesselâm, gayet mucizane ve gayet ulvi ve gayet hikmetli bir cevab ile اْلاَرْضُ عَلَى الثَّوْرِ وَالْحُوتِ   demiş. Nev-i insanînin hayatı, ne kadar cins-i hayvanînin hayatıyla alâkadar olduğuna dair geniş bir hakikatı iki kelime ile ders vermiş.

271- Üçüncü Vecih: Eski Kozmoğrafya nazarında Güneş gezer. Güneşin her otuz derecesini, bir burç tabir etmişler. O burçlardaki yıldızların aralarında birbirine rabtedecek farazî hatlar çekilse, birtek vaziyet hasıl olduğu vakit, bazı esed (yani arslan) suretini, bazı terazi mânâsına olarak mizan suretini, bazı öküz mânâsına sevr suretini, bazı balık mânâsına hut suretini göstermişler. O münasebete binaen o burçlara o isimler verilmiş. Şu asrın kozmoğrafyası nazarında ise, Güneş gezmiyor. O burçlar boş ve muattal ve işsiz kalmışlar. Güneşin bedeline Küre-i Arz geziyor. Öyle ise; o boş, işsiz burçlar ve yukarıdaki muattal daireler yerine, yerde arzın medar-ı senevîsinde küçük mikyasta o daireleri teşkil etmek gerektir.

Şu halde buruc-u semaviye, Arz’ın medar-ı senevîsinden temessül edecek. Ve o halde Küre-i Arz her ayda buruc-u semaviyenin birinin gölgesinde ve misalindedir. Güya Arz’ın medar-ı senevîsi bir ayine hükmünde olarak semavî burçlar, onda te-messül ediyor.

İşte bu veçhile Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselâm, sabıkan zikrettiğimiz gibi bir defaعَلَى الثَّوْرِ bir defa عَلَى الْحُوتِ demiş. Evet mu’ciz-ül beyan olan lisan-ı Nübüvvete yakışır bir tarzda gayet derin ve çok asır sonra anlaşılacak bir hakikata işareten bir defa عَلَى الثَّوْرِdemiş. Çünki Küre-i Arz, o sualin zamanında Sevr Burcu’nun misalinde idi. Bir ay sonra yine sorulmuş,عَلَى الْحُوتِ demiş. Çünki o vakit Küre-i Arz, Hut Burcu’nun gölgesinde imiş.

İşte istikbalde anlaşılacak bu ulvi hakikata işareten ve Küre-i Arz’ın vazifesindeki hareketine ve seyahatına imaen ve semavî burçlar, Güneş itibariyle muattal ve misafirsiz olduklarına ve hakiki işliyen burçlar ise, Küre-i Arz’ın medar-ı senevîsinde bulunduğuna ve o burçlarda vazife gören ve seyahat eden Küre-i Arz olduğuna remzenعَلَى الثَّوْرِ وَالْحُوتِ demiştir.

وَاللّٰهُ اَعْلَمُ بِالصَّوَابِ

Bazı kütüb-ü İslâmiyede sevr ve huta dair acib ve hâric-i akıl hikâyeler, ya İsrailiyattır veya temsilattır veya bazı muhaddislerin tevilatıdır ki, bazı dikkatsizler tarafından Hadis zannedilerek Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselâm’a isnad edilmiş.» (L.90-94)

272- «Küreviyet-i arz ve yerin yuvarlaklığına; muhakkikîn-i İslâm -eğerçi ittifak-ı sükutîyle olsa- ittifak etmişlerdir. Eğer bir şübhen varsa “Makasıd” ve “Mevakıf”a git; maksada vukuf ve ıttıla’ peyda edeceksin ve göreceksin: Sa’d ve Seyyid, top gibi küreyi ellerinde tutmuşlar, her tarafına temaşa ediyorlar.

Eğer o kapı sana açılamadı; “Mefatih-ül Gayb” olan İmam-ı Râzi’nin geniş olan tefsirine gir ve serir-i tedriste o dâhî imamın halka-i dersinde otur, dersini dinle.

Eğer onun ile mutmain olamadın; arzı, küreviyet kabına sığıştıramadın; İbrahim Hakkı’nın arkasına düş, Hüccet-ül İslâm olan İmam-ı Gazalî’nin yanına git, fetva iste... De ki: “Küreviyette müşahhat var mıdır?” Elbette diyecek: “Kabul etmezsen müşahhat vardır.” Zira tâ zamanından beri şöyle bir fetva göndermiş: “Kim küreviyet-i arz gibi bürhan-ı kat’iyle sabit olan bir emri, dine himayet bahanesiyle inkâr ve reddetse; dine cinayet-i azîm etmiş olur. Zira bu, sadakat değil, hıyanettir.”

Eğer ümmisin fetvayı okuyamıyorsun, bizim hem-asrımız ve fikren biraderimiz olan Hüseyn-i Cisrî’nin sözünü dinle!.. Zira yüksek sesle münkir-i küreviyeti tehdid ettiği gibi, hakikat kuvvetiyle pervasız olarak der: “Kim dine istinad ile, himayet yolunda müdevveriyet-i arzı inkâr eder ise sadîk-ı ahmaktır, adüvv-ü şedidden daha ziyade zarar vermiş olur.» (Mu.49)

273- Hem küre-i arzın yevmî ve senevî hareketleriyle hasıl olan neticeler, arzın küreviyetine ve dairevî hareketine bağlıdır. Aksi halde kesret ve müşkilat yolu ortaya girer ve hikmete zıd düşerdi. Yani: «Küre-i Arz Zat-ı Ferd-i Vahid’in bir memuru, bir neferi olduğundan, yalnız o birtek nefer, o tek zatın tek emrini dinlediği için, mevsimlerin husulü ve gece ve gündüz vaktilerinin vücudu ve semavattaki ulvi ve haşmetli harekâtın zuhuru ve sinemavari semavi levhaların tebdili gibi neticeleri istihsal için arz gibi birtek nefer, bir tek zatın birtek emrini almakla, o vazifenin neşesinden gelen bir cezbe ile meczub mevlevi gibi semâa kalkar, bütün o muhteşem neticelerin husulüne ve zuhuruna vesile olur. Güya o tek nefer, kâinat yüzündeki muhteşem manevraya bir kumandanlık eder. Eğer hâkimiyet-i Uluhiyeti ve saltanat-ı Rububiyeti umum kâinatı ihata eden; ve hüküm ve emri umum mevcudata geçen bir Zat-ı Ferd’e verilmezse; o halde o neticeleri, o semavî manevrayı ve arzî mevsimleri tahsil etmek için Küre-i Arz’dan bin defa büyük milyonlarla yıldızlar ve küreler, milyonlar sene uzun bir mesafeyi her yirmidört saatte, herbir senede gezmekle o neticeler gösterebilir.

İşte Küre-i Arz gibi bir tek memur, meczub bir mevlevî gibi mihveri ve medarı üstünde iki hareketle hasıl olan o haşmetli neticelerin husulü ise, vahdette ne derece hadsiz sühulet olduğuna bir misal olması gibi, aynı neticeleri kazanmak için milyonlar defa o hareketten daha müşkil ve hadsiz uzun yollar ile o neticeleri kazanmak ne derece müşkilatlı, belki muhal olduğuna; şirk ve küfrün yolunda ne derece muhaller, bâtıl şeyler bulunduğuna misaldir.» (L.323)

274- Hem küre-i arz, mahlukatın ekmeli olan insanın meskeni olmasıyla büyük bir ehemmiyet ve kıymet kazanmıştır. Çünki «beşer, şecere-i hilkatin en son cüz’ü olan meyvesidir. Mâlumdur ki, bir şey’in semeresi en uzak, en cem’iyetli, en nâzik, en ehemmiyetli cüz’üdür. İşte bunun için semere-i âlem olan insan en câmi, en bedi’, en âciz, en zaif ve en lâtif bir mucize-i kudret olduğundan, beşiği ve meskeni olan zemin, âsumana nisbeten maddeten küçüklüğüyle ve hakaretiyle beraber mânen ve sanaten bütün kâinatın kalbi, merkezi, bütün mucizat-ı sanatın meşheri, sergisi ve bütün tecelliyat-ı esmâsının mazharı, nokta-i mihrakıyesi ve nihayetsiz faaliyet-i Rabbaniyenin mahşeri ve ma’kesi ve hadsiz Hallakıyet-i İlahiyenin, hususan nebatat ve hayvanatın kesretli enva-ı sagiresinde cevvadane icadın medar ve çarşısı ve pek geniş âhiret âlemlerindeki masnuatın küçük mikyasta nümunegâhı ve mensucat-ı ebediyenin sür’atle değişen taklidgâhı ve besatin-i dâimenin tohumcuklarına sür’atle işliyen tezgâhı ve menazır-ı semediyenin sür’atle sünbüllenen dar ve muvakkat mezraası ve terbiyegâhı olmuştur. İşte arzın4 bu azamet-i mâneviyesinden ve ehemmiyet-i san’aviyesindendir ki, Kur’an-ı Hakim, semâvata nisbeten, büyük bir ağacın küçük bir meyvesi hükmünde olan arzı, bütün semâvata denk tutuyor. Onu bir kefede, bütün semâvatı bir kefede koyuyor. Mükerreren  رَبُّ السَّمٰوَاتِ وَ اْلاَرْضِ der. (13:16)

Hem arzın şu mezkûr hikmetlerden neş’et eden sür’atli tahavvülü ve devamlı tagayyürü iktiza eder ki; sekenesi de ona göre mazhar-ı tahavvülat olsun. Hem şu mahdud arz, hadsiz mucizat-ı kudrete mazhar olduğundandır ki, en mühim sekeneleri olan ins ve cinnin kuvâlarına, sair zihayatlar gibi fıtrî bir had ve hulkî bir kayıt konulmadığı için nihayetsiz terakki ve nihayetsiz tedenniye mazhar olmuştur. Enbiyadan, evliyadan tut, tâ nemrudlara, tâ şeytanlara kadar uzun bir meydan-ı imtihanları peyda olmuştur.» (S.177-178)

274/1- «Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan büyük bir ölçüde tekrar ettiği ihya-yı arz ve toprak unsuruna nazar-ı dikkati celbettiğinden kalbime şöyle bir feyiz damlamıştır ki: Arz, âlemin kalbi olduğu gibi, toprak unsuru da arzın kalbidir. Ve tevazu, mahviyet gibi maksuda isal eden yolların en yakını da topraktır. Belki toprak, en yüksek semavattan Hâlik-ı Semavat’a daha yakın bir yoldur. Zira kâinatta tecelli-i rububiyet ve faaliyet-i kudrete ve makarr-ı hilafete ve Hayy u Kayyum isimlerinin cilvelerine en uygun topraktır. Nasılki arş-ı rahmet su üzerindedir. Arş-ı hayat ve ihya da toprak üstündedir.

Toprak, tecelliyat ve cilvelere en yüksek bir âyinedir. Evet kesif bir şeyin âyinesi ne kadar lâtif olursa, o nisbette suretini vâzıh gösterir. Ve nuranî ve latif bir şeyin de âyinesi ne kadar kesif olursa, o nisbette esmânın cilvelerini cilalı gösterir. Meselâ hava âyinesinde yalnız şemsin zaif bir ziyası görünür. Su âyinesinde şems, ziyasıyla görünürse de elvan-ı seb’ası görünmüyor. Fakat toprak âyinesi, çiçeklerin renkleriyle şemsin ziyasındaki yedi rengi de gösterir.

اَقْرَبُ مَا يَكُونُ الْعَبْدُ مِنْ رَبِّهِ وَ هُوَ سَاجِدٌ5 olan hadis-i şerif, bu sırra işareten şehadet eder. Öyle ise arkadaş, topraktan ve toprağa inkılab etmekten, kabirden ve kabre girip yatmaktan tevahhuş etme...» (M.N.241)

Atıf notları:

-Arz’ın semavattan önce veya sonra yaratıldığı mes’elesi, bak: 1920-1923. p.lar.

-Arz’ın yedi tabakası ve yedi küre-i uhra, bak: 3346-3349.p.lar.

275- Arz hakkında Kur’andan birkaç not:

-Medd-ül Arz: Arz’ın meddi. (13:3) (15:19) (50:7) (84:3)

-Arzın iki günde (devrede) veya iki devreli olarak halk edildiği: (41:9) (Kıyamette arzın durumu için bak: 2022.p.)

 

1RNK hadis:44, Mecmuat-ül Ahzab 1/304, 2/554

2Cami-üs Süyuti El-Hakaik Fi Ahbar-il Melaik sh:80,81 (Nur-u Osmaniye Kütübhanesi no:598/776 ve Cami-üs Suyuti Heyet-is Sünniye Fi-l Heyet-is Seniyye sh:8 (Nur-u Osmaniye Kütübhanesi 945/1290) ve R.E. 95/11

3Evet Küre-i Arz, bahr-i muhit-i havaide bir sefine-i Rabbaniye ve nass-ı Hadisle ahiretin bir mezraası, yani fidanlık tarlası olduğundan, o camid ve şuursuz büyük gemiyi o denizde emr-i İlahî ile, intizam ile, hikmet ile yüzdüren, kaptanlık eden melaikeye “Hut” namı ve o tarlaya izn-i İlahî ile  nezaret eden melaikeye “Sevr” ismi ne kadar yakıştığı zahirdir.

4Haşiye:Evet, küre-i arz küçüklüğüyle beraber semâvâta karşı gelebilir. Çünki nasılki daimi bir çeşme, varidatsız büyük bir gölden daha büyük denilebilir. Hem bir ölçek ile bir şey ölçerek başka yere nakledilen ve onun elinden geçmiş ve ona girmiş çıkmış bir mahsulatla, zâhiren binler def’a ölçekten büyük ve bir dağ gibi bir cisimle o ölçek müvazeneye çıkabilir. Aynen öyle de: Küre-i Arz, Cenab-ı Hak onu sanatına bir meşher ve îcadına bir mahşer ve hikmetine medar ve kudretine mazhar ve rahmetine mezher ve Cenneti’ne mezraa ve hadsiz kâinata ve mahlukat âlemlerine ölçek ve mâzi denizlerine ve gayb âlemine akacak bir çeşme hükmünde îcad etmiş. Her sene kat kat ve katmerli yüzbin tarzda masnuattan dokunmuş gömleklerini  değiştirdiği ve çok defa dolup maziye boşaltarak gayb âlemine döktüğü bütün o müteceddid âlemleri ve arzın müteaddid gömleklerini nazara al; yani bütün mazisini hazır farzet. Sonra yeknesak ve bir derece basit semavâta karşı müvazene et. Göreceksin ki: Arz, ziyade gelmezse, noksan da kalmaz. İşte رَبُّ السَّمٰوَاتِ وَ اْلاَرْضِ sırrını anla...»

5K.H. hadis:479 ve Cami-üs Suyuti El-Feth-ul Kebir ci:1 sh:219

Yukarı Çık