72- ÂDAB آداب : Usul, yol yordam. Davranış kaideleri, terbiye. Ahlâk ve terbiyenin gerektirdiği konuşma ve hareket tarzı. Adaba uymayanlara edebsiz denir.(Bak: Ahlâk, Dil, Hecr-i Cemil, Hürmet, İlmiye Kıyafeti, Lisan-ı Hal, Musafaha, Selâm, Terbiye) (İmam-ı Azam’ın Ebu Yusuf’a vasiyeti, bak: 1610.p.)

73- İslâm âdabının bütününü Peygamberimiz (A.S.M.) sünnetiyle göstermiştir:

«Sünnet-i Seniyyenin meratibi var. Bir kısmı vâcibdir, terkedilmez. O kısım, Şeriat-ı Garra’da tafsilatıyla beyan edilmiş. Onlar muhkemattır. Hiçbir cihette tebeddül etmez. Bir kısmı da nevâfil nevindendir. Nevâfil kısmı da iki kısımdır. Bir kısım, ibadete tabi Sünnet-i Seniyye kısımlarıdır. Onlar dahi Şeriat kitablarında beyan edilmiş. Onların tağyiri bid’attır. Diğer kısmı, “âdab” tabir ediliyor ki, Siyer-i Seniyye kitaplarında zikredilmiş. Onlara muhalefete, bid’a denilmez. Fakat, âdab-ı Nebevî’ye bir nevi muhalefettir ve onların nurundan ve o hakiki edebden istifade etmemektir. Bu kısım ise (örf ve âdât), muamelât-ı fıtriyede Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselâm’ın tevatürle mâlum olan harekâtına ittiba etmektir. Meselâ: Söylemek âdabını gösteren ve yemek ve içmek ve yatmak gibi hâlatın âdabının düsturlarını beyan eden ve muaşerete taalluk eden çok Sünnet-i Seniyyeler var. Bu nevi Sünnetlere “âdab” tabir edilir. Fakat o âdaba ittiba eden, âdâtını ibadete çevirir. O âdabdan mühim bir feyz alır. En küçük bir âdabın müraatı, Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselâm’ı tahattur ettiriyor; kalbe bir nur veriyor. Sünnet-i Seniyyenin içinde en mühimmi, İslâmiyet alâmetleri olan ve şeaire de taalluk eden Sünnetlerdir. Şeair, adeta hukuk-u umumiye nev’inden cemiyete ait bir ubudiyettir. Birisinin yapmasıyla o cemiyet umumen istifade ettiği gibi, onun terkiyle de umum cemaat mes’ul olur. Bu nevi şeaire riya giremez (Bak: 3113.p.) ve ilan edilir. Nafile nev’inden de olsa, şahsi farzlardan daha ehemmiyetlidir...

74- Sünnet-i Seniye, edebdir. Hiçbir mes’elesi yoktur ki, altında bir nur, bir edeb bulunmasın! Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselâm ferman etmiş:اَدَّبَنِى رَبِّى فَاَحْسَنَ تَاْدِيبِى Yani: “Rabbim bana edebi, güzel bir surette ihsan etmiş, edeblendirmiş.” Evet Siyer-i Nebeviyeye dikkat eden ve Sünnet-i Seniyeyi bilen, kat’iyyen anlar ki: Edebin envaını, Cenab-ı Hak Habibinde cem’etmiştir. Onun Sünnet-i Seniyyesini terkeden, edebi terkeder.» (L.53)

75- «Sual: Her şeyi bilen ve gören ve hiçbir şey ondan gizlenemiyen Allam-ul Guyub’a karşı edeb nasıl olur? Sebeb-i hacâlet olan hâletler, Ondan gizlenemez. Edebin bir nev’i tesettürdür. Mucib-i istikrah hâlatı setretmektir. Allâm-ul Guyub’a karşı tesettür olamaz?

Elcevab: Evvela: Sâni-i Zülcelal, nasılki kemâl-i ehemmiyetle sanatını güzel görmek istiyor ve müstekreh şeyleri perdeler altına alıyor ve nimetlerine, o nimetleri süslendirmek cihetiyle nazar-ı dikkati celbediyor. Öyle de: Mahlukatını ve ibadını sair zişuurlara güzel göstermek istiyor. Çirkin vaziyetlerde görünmeleri, Cemil ve Müzeyyin ve Latîf ve Hakîm gibi isimlerine karşı bir nevi isyan ve hilaf-ı edeb oluyor.

İşte, sünnet-i seniyyedeki edeb, o Sani-i Zülcelal’in esmalarının hududları içinde bir mahz-ı edeb vaziyetini takınmaktır.

76- Saniyen: Nasılki bir tabib, doktorluk noktasında bir nâmahremin en nâmahrem uzvuna bakar ve zaruret olduğu vakit ona gösterilir. Hilaf-ı edeb denilmez. Belki, edeb-i tıb öyle iktiza eder denilir. Fakat o tabib reculiyet ünvanıyla, yahut vaiz ismiyle, yahut hoca sıfatıyla o nâmahremlere bakamaz. Ona gösterilmesi edeb fetva veremez. Ve o cihette ona göstermek, hayasızlıktır. Öyle de: Sâni-i Zülcelal’in çok esması var. Her bir ismin ayrı bir cilvesi var. Meselâ: “Gaffar” ismi, günahların vücudunu ve “Settar” ismi kusuratın bulun-masını iktiza ettikleri gibi; “Cemil” ismi de, çirkinliği göstermek istemez. “Latif, Kerim, Hakîm, Rahim” gibi esma-i cemâliye ve kemâliye, mevcudatın güzel bir surette ve mümkün vaziyetlerin en iyisinde bulunmalarını iktiza ederler. Ve o esmâ-i cemâliye ve kemâliye ise, melaike ve ruhani ve cin ve insin nazarında güzelliklerini, mevcudatın güzel vaziyetleriyle hüsn-ü edebleriyle göstermek isterler.

İşte Sünnet-i Seniyedeki âdab, bu ulvi âdabın işaretidir ve düsturlarıdır ve nümuneleridir.» (L.54) (Bak:1072/1.p.)

77- «Hem insan hodgâmlık ve zahirperestliğiyle beraber herşeyi kendine bakan yüzüyle muhakeme ettiğinden, pek çok mahz-ı edebî olan şeyleri, hilaf-ı edeb zanneder. Meselâ: Alet-i tenasül-i insan, insan nazarında bahsi hacalet-âverdir. Fakat şu perde-i hacalet, insana bakan yüzdedir. Yoksa hilkate, sanata ve gayat-ı fıtrata bakan yüzler öyle perdelerdir ki, hikmet nazarıyla bakılsa; ayn-ı edebdir. Hacalet ona hiç temas etmez.

İşte menba-ı edeb olan Kur’an-ı Hakim’in bazı tabiratı, bu yüzler ve perdelere göredir. Nasılki, bize görünen çirkin mahlukların ve hâdiselerin zahirî yüzleri altında gayet güzel ve hikmetli sanat ve hilkatine bakan güzel yüzler var ki, Sâniine bakar ve çok güzel perdeler var ki, hikmetleri saklar. Ve pek zahiri intizamsızlıklar karışıklıklar var ki, pek muntazam bir kitabet-i kudsiyedir.» (S.232) (Bak: 1241/1.p.)

Âdab hakkında büyük hadis kitablarında hayli tafsilat vardır. Ezcümle, Buhari 78, Müslim 38, İbn-i Mace 35, Ebu Davud, Edeb 40. Kitabları örnek verilebilir.

Yukarı Çık