446- BİD’AT بدعة : (Bid’a) Sonradan çıkarılan âdetler. *Fık: Dinin aslında olmadığı halde, din namına sonradan çıkmış olan âdetler.

Meselâ: Giyim ve kıyafetlerde, cemiyet hayatındaki münasebetlerde, terbiye ve ahlâk kaidelerinde, ibadet hayatında yani dinin hükmettiği her sahada, dine sonradan giren şekiller, tarzlar, âdet ve alışkanlıklardır ki, bid’at-ı hasene kısmı müstesna insanı dalâlete götürür. Meselâ: Nâmahrem kadınlarla erkekler bir arada bulunmak ve karışık yaşamak ve tokalaşmak; kadınlarda saç, kol ve ayakları örtmeyen açık-saçık kıyafetler; televizyon, radyo, gazete, mecmua ve sair neşir organlarıyla neşredilen günah ve haramlar gibi..

Din âlimleri tarafından din namına beğenilen ve dinle alâkalı yeni icad ve hükümlere bid’a-yı hasene; beğenilmeyip tasvib görmeyenlere de bid’a-yı seyyie denilmektedir.

Sünnet-i Seniyeye aykırı olup medeniyet nâmı altında intişa eden ecnebi âdetleri umumîleştikçe fitne devresi başladı. (Bak: Fitne)

447 «Meslekler, mezhebler ne kadar bâtıl da olsalar, içinde ukde-i hayatiyesi hükmünde bir hak, bir hakikat bulunur.

Eğer âsârına ve neticelerine hükmeden hak ve hakikat ise menfi cihetleri müsbet cihetlerine mağlub ise, o meslek haktır. Eğer içindeki hak ve hakikat neticelere hükmedemiyor ve menfi ciheti müsbet cihetine galebe ediyorsa, o meslek bâtıldır. Onun ehli, ehl-i bid’a ve dalâlet olur.

İşte bu kaideye binaen Âlem-i İslâm’daki ehl-i bid’a fırkalarına bakılsa, görülüyor ki; herbiri bir hakka istinad edip gitmiş. Fakat menfi ciheti ya garaz veya inad gibi bir sebeble, o mesleğin âsârı dalâlet hesabına çalışmıştır.

448- Meselâ: Şialar, Kur’anın emrine imtisalen Ehl-i Beyt’in muhabbetini esas tutup sonra intikam-ı milliye cihetinden bir garaz gelerek, meşru muhabbet-i Ehl-i Beyt’in âsârını zabtederek sahabe ve Şeyheyn’in buğzuna bina edip âsâr göstermişler.لاَ لِحُبِّ عَلِىٍّ بَلْ لِبُغْضِ عُمَرَ olan darb-ı meseline masadak olmuşlar.

449- Hem meselâ: Vehhabîler ve Hâricîler ise, nusus-u şeriata ve sarih âyâta ve zevahir-i ehadise istinad ederek; hâlis tevhide münafi sanemperestliği ima edecek her şeyi reddetmekliği kaide tutmuşlar. Fakat birinci nüktedeki üç esasta1 beyan edilen sebebler cihetinden gelen menfi garazlar, onları haktan çevirip dalâlete kaydırmış ki ifrat derecesinde tahribat yapıyorlar ve hakeza... Cebrî olsun, Mu’tezile olsun hangi fırka olursa olsun, hakikatı mesleğinde görüp, onunla aldanıp sonra dalâlete saplanır. Her ne ise..

Her bâtıl bir mesleğin herbir ciheti bâtıl olmak lâzım olmadığı gibi; herbir hak mesleğin dahi herbir ciheti hak olmak lâzım değildir.

450- Esbab tahtında vücuda gelen hâdiseler o esbabın hâlis malı değil, belki asıl o hâdisenin hakiki sahibi kaderdir. Kader ise, hikmet-i İlahiye ile hükmeder..

Meselâ: Hadis-i sahih ile sabit olan ziyaret-i kabir2 ve makberistana hürmet-i şer’iye, su-i istimal edildi. Gayr-ı meşru hâdiseler zuhura geldi. Hususan evliyaların makberlerine karşı hürmet ise, mânâ-yı harfi cihetiyle kalmadı, mânâ-yı ismî derecesine çıktı. Yani; sırf Cenab-ı Hak hesabına makbul bir abd olduğuna ve şefaatına ve manevî duasına mazhar olmak için meşru hürmetten ziyade, o kabir sahibini adeta sahib-i tasarruf ve kendi kendine meded verecek bir kudret sahibi tasavvur edip âmiyane, câhilane tasdik edildi. Hatta o dereceye varmış ki, namaz kılmayanlar, o maruf ve meşhur türbelere kurban kesip ona yalvarıyordu..

451- İşte bu müfritane hal, kadere fetva verdi ki, o muharribi onlara musallat etsin. Fakat o muharrib dahi onları ta’dil etmek ve ifratlarını kırmak lâzım gelirken öyle yapmayıp bilakis o da tefrit edip köküyle kesmeğe başladı..

Şu asırda enaniyet o derece dizginini eline almış ki; çok insanlar birer küçük Firavun birer küçük Nemrud hükmüne geçmişler. İşte ehl-i gaflet ve dalâlet ve bu mağrur ehl-i enaniyet nazarında kıyas-ı binnefs ile eazım-ı İslâmiyenin namdarlarını hâşâ enaniyetle ittiham ettiklerinden, hem o ehl-i gaflet ve dalâlet kendileri Allah’ı tanımadıkları, çok şeylere, çok zatlara bir nevi rububiyet tahayyül ettikleri bir hengamda ve sanemperestliğin başka bir nev’i olan heykelperestlerin ve suretperestlerin gayet müdhiş bir riyakârlık mânâsında olan şan ü şeref peşinde koştukları bir zamanda, eazım-ı İslâmiyenin türbelerine câhilane ve müfritane bir surette avamların takdis derecesinde hürmetleri, elbette hikmet-i Şer’iye noktasında kader münasib görmedi ki bu muharribleri Ehl-i Sünnet’e taslit etti.» (Risale-i Nur Külliyatı’ndan elyazma Mektubat sh: 583’ten kısmen alınmıştır.)

452- «Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselâm ferman etmiş: كُلُّ بِدْعَةٍ ضَلاَلَةٌ وَكُلُّ ضَلاَلَةٍ فِى النَّارِ3 Yani (5:3) اَلْيَوْمَ اَكْمَلْتُ لَكُمْ دِينَكُمْ sırrı ile: Kavaid-i Şeriat-ı Garra ve desatir-i Sünnet-i Seniyye, tamam ve kemâlini bulduktan sonra yeni icadlarla o düsturları beğenmemek veyahut hâşa ve kellâ, nâkıs görmek hissini veren bid’aları icad etmek dalâlettir, ateştir.

Sünnet-i Seniyyenin meratibi var. Bir kısmı vâcibdir, terkedilmez. O kısım, Şeriat-ı Garra’da tafsilatıyla beyan edilmiş, onlar muhkemattır. Hiçbir cihette tebeddül etmez. Bir kısmı da nevâfil nev’indendir. Nevafil kısmı da, iki kısımdır. Bir kısım, ibadete tâbi Sünnet-i Seniyye kısımlarıdır. Onlar dahi Şeriat kitablarında beyan edilmiş. Onların tağyiri bid’attır. Diğer kısmı, “âdâb” tabir ediliyor ki, Siyer-i Seniyye kitablarında zikredilmiş. Onlara muhalefete, bid’a denilmez. Fakat âdâb-ı Nebeviyeye bir nevi muhalefettir ve onların nurundan ve o hakiki edebden istifade etmemektir. Bu kısım ise (örf ve âdât) muamelat-ı fıtriyede Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselâm’ın tevatürle mâlum olan harekâtına ittiba etmektir. Meselâ: Söylemek âdabını gösteren ve yemek ve içmek ve yatmak gibi hâlatın âdâbının düsturlarını beyan eden ve muaşerete taalluk eden çok Sünnet-i Seniyyeler var. Bu nevi Sünnetlere “âdab” tabir edilir. Fakat o âdaba ittiba eden, âdatını ibadete çevirir. O âdabdan mühim bir feyz alır. En küçük bir âdabın mürâatı, Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselâm’ı tahattur ettiriyor; kalbe bir nur veriyor. Sünnet-i Seniyyenin içinde en mühimmi, İslâmiyet alâmetleri olan ve şeaire de taalluk eden sünnetlerdir. Şeâir, âdeta hukuk-u umumiye nev’inden cemiyete ait bir ubudiyettir. Birisinin yapmasıyla o cemiyet umumen istifade ettiği gibi, onun terkiyle de umum cemaat mes’ul olur. Bu nevi şeâire riya giremez ve ilan edilir. Nafile nev’inden de olsa, şahsî farzlardan daha ehemmiyetlidir.» (L.53) (Bak: Şeair)

453- «Sünnet-i Seniyyenin herbir nev’ine tamamen bilfiil ittiba etmek, ehass-ı havassa dahi ancak müyesser olur. Ona bilfiil olmasa da, binniyet, bilkasd, tarafdarane ve iltizamkârane talib olmak, herkesin elinden gelir. (Bak: 569/1, 2554.p.lar) Farz ve vâcib kısımlara zaten ittibaa mecburiyet var. Ve ubudiyetteki müstehab olan Sünnet-i Seniyyenin terkinde günah olmasa dahi, büyük sevabın zâyiatı var. Tağyirinde ise, büyük hata vardır. Adât ve muamelattaki Sünnet-i Seniyye ise, ittiba ettikçe o âdât ibadet olur. Etmese itab yok. Fakat, Habibullah’ın âdab-ı hayatiyesinin nurundan istifadesi azalır. Ahkâm-ı ubudiyette yeni icadlar, bid’attır. Bid’atlar ise, (5:3) اَلْيَوْمَ اَكْمَلْتُ لَكُمْ دِينَكُمْ  sırrına münafi olduğu için merduddur.

Fakat tarikatta evrad ve ezkâr ve meşrebler nev’inden olsa ve asılları Kitab ve Sünnet’ten ahzedilmek şartıyla ayrı ayrı tarzda, ayrı ayrı surette olmakla beraber, mukarrer olan usul ve esâsat-ı Sünnet-i Seniyeye muhalefet ve tağyir etmemek şartıyla, bid’a değillerdir. Lâkin bir kısım ehl-i ilim bunlardan bir kısmını bid’aya dâhil edip, fakat “bid’a-i hasene” namını vermiş.

İmam-ı Rabbani Müceddid-i Elf-i Sâni (R.A.) diyor ki: “Ben seyr-i sülûk-u ruhanîde görüyordum ki: Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselâm’dan mervî olan kelimat, nurludur. Sünnet-i Seniyye şuaı ile parlıyor. Ondan mervî olmayan parlak ve kuvvetli virdleri ve halleri gördüğüm vakit, üstünde o nur yoktu. Bu kısmın en parlağı, evvelkinin en azına mukabil gelmiyordu. Bundan anladım ki: Sünnet-i Seniyye’nin şuaı, bir iksirdir. Hem o Sünnet, nur istiyenlere kâfidir, hâriçte nur aramağa ihtiyaç yoktur.» (L.56) (Bak: Sünnet)

454- Büyük Müceddid İmam-ı Rabbani Hazretlerinin bu meşhudatı gibi, Bediüzzaman Hazretleri de bir müşahedesini şöyle anlatır:

«(1:5,6) اِهْدِنَا الصِّرَاطَ الْمُسْتَقِيمَ صِرَاطَ الَّذِينَ اَنْعَمْتَ عَلَيْهِمْ dediğim vakit, baktım ki: Mâzi tarafına göçüp giden kâfile-i beşer içinde gayet nuranî, parlak Enbiya, Sıddikîn, Şüheda, Evliya, Sâlihîn kâfilelerini gördüm ki, istikbal zulümatını dağıtıp, ebede giden yolda bir cadde-i kübrâ-yı müstakimde gidiyorlar. Bu kelime beni o kâfileye iltihak etmek için yol gösteriyor, belki iltihak ettiriyor..

Birden, “Fesübhanallah” dedim. Zulümat-ı istikbali tenvir eden ve kemâl-i selâmetle giden bu nuranî kâfile-i uzmaya iltihak etmemek, ne kadar hasâret ve helâket olduğunu zerre mikdar şuuru olan bilmesi lâzım. Acaba bid’aları icad etmekle o kâfile-i uzmadan inhiraf eden; nereden nur bulabilir, hangi yoldan gidebilir? Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselâm, Rehberimiz ferman etmiş ki:كُلُّ بِدْعَةٍ ضَلاَلَةٌ وَكُلُّ ضَلاَلَةٍ فِى النَّارِ4

Acaba bu ferman-ı kat’îye karşı ülema-üs su’ tabirine lâyık bazı bedbahtlar hangi maslahatı buluyorlar, hangi fetvayı veriyorlar ki; lüzumsuz, zararlı bir surette Şeâir-i İslâmiyyenin bedihiyyatına karşı geliyorlar; tebdili kabil görüyorlar?» (M.395) (Bak: 1754.p.)

454/1- Allah, (dinde, amel ve inanışta) bid’at ehlinin ne duasını, ne zekatını, ne haccını, ne namazını, ne de sadakasını kabul eder. Yani hiçbir şeyini kabul etmez. Nihayet bunlar, kılın hamurdan çekilişi gibi dinden çıkarlar. (Deylemi, Huzeyfe (R.A.) R.E.91)

Yani Hazreti Bediüzzaman’ın beyaniyle: “Bid’a ile amel eden, kalben tarafdar olmamak şartıyla dost olabilir.” (K:248)

455- Bir hadis-i şerifte şöyle buyuruluyor:

مَنْ وَقَّرَ صَاحِبَ بِدْعَةٍ فَقَدْ اَعَانَ عَلَى هَدْمِ الْاِسْلَامِ 5

Yani: Bir kimse bir sahib-i bid’atı ağırlarsa, İslâm’ın yıkılmasına yardım etmiş olur.»

Bu ve benzeri hadislerden anlaşılıyor ki; dine zarar veren bid’atlar, milletçe takbih ile, revaç bulmasını önlemek yerine, hüsn-ü kabul ve müsamaha ile karşılanırsa, nefis ve hevese hoş gelen bid’at çabuk intişar eder ve dinî ve manevî hayatın temeli olan şeair zayıflar. Hatta cemiyetçe, şeair hoş karşılanmamak gibi acib vaziyet doğar ki, bu durum âhirzaman fitnesinin dehşetli vasfından biridir. Bilhassa şeair aleyhinde ve bid’at lehinde en müessir fiilî bir propaganda olan Avrupaî hayat tarzını takib edip, moda ve fantaziye yoluna sapmanın vehametini endişe etmemek mümkün değildir. Zira bunun neticesinde fâsık-ı mütecahirler çoğalır. (Bak: Fâsık-ı Mütecahir)

Bir rivayetin mânâ-yı muhalifinden anlaşılıyor ki; ehl-i sefahet, sefahetleri sebebiyle Deccal’ın ve Deccaliyet’in sefih ve münkirâne icraatının vehametini anlıyamazlar. (Bak: 2048.p.)

Bazı rivayetlerde bu ehl-i sefahet, ecnebi taklitçisi ve mürteci (yani, İslâmı bırakıp cahiliyet hayatına dönmüş) oldukları haber verilir. (Bak: 1714.p.)

455/1- Bid’at hakkında hadislerden birkaç not:

-Bid’at zamanında sünnet ve Hulefa-i Raşidîn’in yolunda (eziyetlere sabredip) sebat etmek: İbn-i Mâce, Mukaddime, 6. bab.

-Bid’atlardan ve menfi hareketlerden sakınıp, Kur’an ve sünnete ittiba etmek: İbn-i Mâce, Mukaddime, 7 ve 15. bablar.

1 Bu esaslar me’haz kitabdadır.

2S.M. Kitab-ül Cenaiz bab.36 ve İbn-i Mace 6. Kitab 47, 49. bablar

3S.M. ci:3 sh:28 hadis:43 ve İbn-i Mace Mukaddime, 7 bab ve K.H. hadis:587, 1971

4S.M. ci:3 sh:28 hadis:43 ve İbn-i Mace Mukaddime, 7 bab ve K.H. hadis:587, 1971

5R.E. ci:2 sh.446

Yukarı Çık