651/1- DEF-İ MEFASİD دفعِ مَفَاسد : Zararları def’ etmek ve önlemek. (Bak: Ehven-üş Şer, Sedd-i Zerai, Takva)

Bu def’-i mefasid kaidesi, Istılahat-ı Fıkhiye Kamusu 1. cild sh: 283’deki Kavaid-i Külliye kısmının 29. maddesi olarak şöyle kayıtlıdır: «Def’i mefasid, celb-i menafi’den evladır.» Yani mefsedetleri, günahları önlemek ve işlememek; menfaatları, sevabları, iyilikleri getirmek ve işlemekten evladır, yani öncelik kazanır. Buna göre bir farz, haram işlenerek yapılacaksa, o farz terk edilir.

Elmalılı Hamdi Yazır (2:275) âyetinin tefsirinde, helal ile haram içtima edince haramın takdim edilmesi, yani işlenmemesi hususunda şunları kaydeder:

«Riba karışarak yapılmış olan bey’lere gelince: Bunların da, temiz ile pisin karışmasından çıkacak olan hükm-ü ma’luma tabi olacağı ma’lumdur. Midesi temiz olanlar, bir katre necaset karışmış suyu nasıl içmezlerse, bu da öyledir.

Nitekim bir hadis-i şerif mucibince, “Helal ile haram içtima edince haram takdim olunur” kaidesi de bunu natıktır. Riba haram ve bâtıl olunca, riba ve o gibi mefasid karışan bey’de fâsid olur ki, tafsili fıkha aittir.» (E.T.963)

Evet şeriatta ruhsat (Bak: Ruhsat) yolu açıktır, fakat günah ve haramlar yolu açık değildir. Ancak zaruret halleri müstesna. (Bak: İkrah-ı Mülci, Zaruret)

Ancak şu var ki, şahsî kemalata ve sevap kazanmaya bakan ve şeairden olmayan sünnet derecesindeki bazı mesailde manevi menfaatlerini iman hizmeti ciddî gerektirmesi halinde feda etmek yolunun açık olduğu söylenebilir. Mevzumuzda da bu manada bahisler görülecektir.

651/2- Asrımızda mezkûr kaideye uygun gelmeyen bazı anlayışlar ortaya çıkmaktadır. Meselâ, dine hizmet yolunda karşılaşılan bazı günahların işlenmesini normal görmek ve hatta Bediüzzaman Hazretlerinin “İman kurtarmak için Cehennem’e girmeye razıyım” ifadesini dahi bu mânada anlamak gibi... Halbuki Bediüzzaman Hz.nin bu sözü, bir fedakârlık ifadesidir. Çünki Cehennem’e girme sebebi, Allah’ın razı olmadığı iş ve hareketlerdir. Hiç bir hakiki mü’min, hele dinî şahsiyetler, Allah’ın sevmediği şeyi, bilerek yapmazlar. Demek bu fedakârlık, Allah’ın sevmediği bir iş değil, Bediüzzaman Hz.nin iman hizmetinde Cehennem’e girmeğe razıyım mânasındaki beyanları, bizzat kendi ifadelerine bakılınca, hangi makam ve maksadda söylendiği açıkça anlaşılıyor. Meselâ bir ifadesi şöyledir: «Hakikaten bir vakit fütur geldi, tevafuk çıktı, şevki tazelendirdi. Bir zaman yine fütur baş gösterdi, keramet-i Gavsiye çıktı, gayreti çok ziyadeleştirdi. Ben bu haletten anladım ki; izharından hizmetimize zararı yok, olsa olsa nefsime zarardır. Zaten nefsim hizmete feda olmağa hazırdır.» (B.L.263) İşte risalelerin bazı yerlerinde anlatılan ihlasa zarar ihtimali ki, manevi zarar ihtimalidir. Yoksa şeriatta haram olan malum günahlara girmekle alâkası yoktur.

Hem hizmet-i imaniyeyi manevi makamlar kazanmaya ve Cehennem’den kurtulmaya alet etmemek olan azamî ihlası kazanmak mânasında Bediüzzaman Hz.nin şu beyanı da var: «Ben ilan etmişim ki; dine, imana hizmeti ve Risale-i Nur’u, değil dünya siyasetine, belki kemalat-ı maneviye ve makamat-ı âliyeye âlet edemediğim gibi... herkesin hoş gördüğü saadet-i uhreviye ve Cehennem’den kurtulmaya vesile etmemek ve yalnız emr-i İlahî ve rıza-yı İlahiyeden başka hiç bir şeye âlet etmemek, bu zamanda Nur’un hakiki kuvveti olan sırr-ı ihlas-ı hakikîyi muhafaza etmeye beni mecbur etmiş ki: Sıddık-ı Ekber (R.A.) dediği olan: “Mü’minler Cehennem’e gitmemek için Allah’tan isterim, benim vücudum Cehenem’de büyüsün ki, onların yerine azab çeksin” diye söylediği kudsî fedakârlığının bir zerresini bende kendime kazandırmak için, iman ile Cehennem’den birkaç adamın kurtulmaları için Cehennem’e girmeyi kabul ederim demişim. Zâten ibadet, Cennet’e girmek ve Cehennem’den kurtulmak için kılınmaz; bozulur. Belki rıza-yı İlahî ve emr-i Rabbanî için yapılır. (E.L.II.152)

Bu beyanda da açıkça görülüyor ki, dinî hizmetleri, meşru olduğu halde azamî ihlâs için Cehennem’den kurtulmaya vesile yapmadığından Cehennem’e düşmekten bahisle azamî ihlâsı kazanma dersi veriliyor, haramla alâkası yoktur.

651/3- Hem yine aynı makam ve mânada Bediüzzaman Hazretleri, “Konuşan Yalnız Hakikattır” başlıklı yazısında, bu kudsî fedakârlığı şöyle ifade eder:

«Âdil kadere de derim ki, ben senin bu şefkatli tokatlarına müstehak idim. Yoksa herkes gibi gayet meşru ve zararsız olan bir yol tutarak şahsımı düşünseydim, maddî mânevî füyuzat hislerimi feda etmeseydim, îman hizmetinde bu büyük mânevî kuvveti kaybedecektim. Ben maddî ve manevî her şeyimi feda ettim, her musibete katlandım. Her işkenceye sabr ettim. Bu sayede hakikat-ı imaniye her tarafa yayıldı. Bu sayede nur mekteb-i irfanının yüzbinlerce, belki de milyonlarca talebeleri yetişti.

Artık bu yolda, hizmet-i imaniyede onlar devam edeceklerdir. Ve benim maddî ve mânevî her şeyden feragat mesleğimden ayrılmayacaklardır. Yalnız ve yalnız Allah rızası için çalışacaklardır.» (E.L.II.80)

Yine aynı manayı te’yid eden şu beyanı vardır.

«Risale-i Nur’un hakikatı ve şakirdlerinin şahs-ı manevîsi, bu zaman ve bu zeminde o şiddetli ihtiyacın yüzünü kendine çevirmiş. Benim şahsımı -hizmet itibariyle binden bir hissesi ancak bulunduğu halde- o hârika hakikatın ve o hâlis muhlis şahsiyetin bir mümessili zannedip o teveccühü gösteriyorlar. Gerçi bu teveccüh hem bana zarar, hem ağır geliyor. Hem de hakkım olmadığı halde hakikat-ı Nuriyenin ve şahsiyet-i maneviyesinin hesabına sükût edip o manevî zararlara razı oluyorum.» (Ş.398)

Bu beyanda da hizmete fayda veren teveccüh-ü ammeyi istemediği halde zuhuruna karşı sükût etmesiyle ihlâs cihetinde manevî zarar görmek ihtimalini zikreder ki, her mü’min, her zaman bu cins zarar-ı maneviyeden endişe etmesi, bir takva alâmetidir.

Ve keza Hz. Bediüzzaman, hayat-ı içtimaiyedeki Nurcuların günahlar cihetindeki tehlikelerinden endişe ederken gelen ihtara binaen; sadakat, hizmet, takva ve ictinab-ı kebair şartlarıyla şirket-i maneviyeden istifade ederek necatlarını bildiren Kastamonu Lâhikasının 96. sahifesindeki mektubda takva şartiyeti ve yine aynı eserin 148. sahifesindeki ve Emirdağ Lahikası-I 63. sahifesindeki mektublarda bu zamanda takvanın rüçhaniyet kazandığı ve günah ve bid’alar içinde hizmetin tam olamıyacağına dair beyanları da meseleyi tavzih eder.

651/4- Bahsi geçen mektublar şunlardır.

«Aziz, Sıddık Kardeşlerim,

Lâtif ve manidar ve beşaretli iki hâdiseyi beyan ediyorum:

Birincisi: Me’yusane bir hatıradan müjdeli bir ihtar:

Bugünlerde hatırıma geldi ki: Hayat-ı içtimaiyeye giren hangi şeye temas etse, ekseriyetle günahlara maruz kalıyor. Her cihette günahlar serbestçe insanı sarıyorlar. Bu kadar günahlara karşı insanın hususî ibadet ve takvası nasıl mukabele edebilir? diye me’yusane düşündüm. Hayat-ı içtimaiyedeki Risale-i Nur talebelerinin vaziyetlerini tahattur ettim. Risale-i Nur Şakirdleri hakkında necatlarına ve ehl-i saadet olduklarına dair kuvvetli işaret-i Kur’aniyeyi ve beşaret-i Aleviyeyi ve Gavsiyeyi düşündüm. Kalben dedim ki: “Herbiri bin yerden gelen günahlara karşı bir dil ile nasıl mukabele eder, galebe eder, necat bulur?” diye mütehayyir kaldım. Bu tahayyürüme mukabil ihtar edildi ki:

Risale-i Nur’un hakiki ve sâdık şakirdlerinin mabeynlerindeki düstur-u esasiye olan iştirak-i a’mal-i uhreviye kanunuyla ve samimi ve hâlis tesanüd sırrıyla herbir hâlis, hakiki şakird bir dil ile değil belki kardeşleri adedince diller ile ibadet edip istiğfar ederek bin taraftan hücum eden günahlara, binler dil ile mukabele eder. Bazı melaikenin kırkbin dil ile zikrettikleri gibi, halis, hakiki, müttaki bir şakird dahi, kırkbin kardeşinin dilleri ile ibadet eder, necata müstehak ve inşâallah ehl-i saadet olur. Risale-i Nur dairesinde sadakat ve hizmet ve takva ve içtinab-ı kebair derecesiyle o ulvî ve küllî ubudiyete sahib olur. Elbette bu büyük kazancı kaçırmamak için takvada, ihlasta, sadakatta çalışmak gerektir.» (K.L.96)

«(Bu mektub gayet ehemmiyetlidir)

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Bu günlerde, Kur’an-ı Hakim’in nazarında, imandan sonra en ziyade esas tutulan takva ve amel-i salih esaslarını düşündüm. Takva, menhiyattan ve günahlardan içtinab etmek; ve amel-i salih, emir dairesinde hareket ve hayrat kazanmaktır. Her zaman def-i şer, celb-i nef’a racih olmakla beraber; bu tahribat ve sefahet ve cazibedar hevesat zamanında bu takva olan def-i mefasid ve terk-i kebair üss-ül esas olup, büyük bir rüçhaniyet kesbetmiş. Bu zamanda tahribat ve menfi cereyan dehşetlendiği için takva, bu tahribata karşı en büyük esastır. Farzlarını yapan, kebireleri işlemiyen, kurtulur. Böyle kebair-i azime içinde amel-i salihin ihlasla muvaffakiyeti pek azdır. Hem az bir amel-i salih, bu ağır şerait içinde çok hükmündedir.

Hem, takva içinde bir nevi amel-i salih var. Çünki bir haramın terki vacibdir. Bir vacibi işlemek, çok sünnetlere mukabil sevabı var. Takva, böyle zamanlarda, binler günahın tehacümünde bir tek içtinab, az bir amelle, yüzer günah terkinde, yüzer vacib işlenmiş oluyor. Bu ehemmiyetli nokta niyetiyle, takva nâmiyle ve günahtan kaçınmak kasdiyle, menfi ibadetten gelen ehemmiyetli a’mal-i sâliha’dır.

Risale-i Nur şakirdlerinin bu zamanda en mühim vazifeleri, tahribata ve günahlara karşı takvayı esas tutup davranmak gerektir. Madem her dakikada, şimdiki tarz-ı hayat-ı içtimaiyede yüz günah insana karşı geliyor; elbette takva ile ve niyet-i içtinab ile yüz amel-i salih işlemiş hükmündedir.» (K.L.148)

Bid’alar içinde hizmetin tam olamıyacağını bildiren bir mektubunda da şöyle diyor:

«Risale-i Nur’un mesleği sair tarikatlar, meslekler gibi mağlub olmayarak belki galebe ederek pek çok muannidleri imana getirmesi; pek çok hâdisatın şehadetiyle bu asırda bir mu’cize-i maneviye-i Kur’aniye olduğunu isbat eder. O dairenin hâricinde, ekseriyetle bu memlekette, bu hususi ve cüz’i ve yalnız şahsî hizmet veya mağlubane perde altında veya bid’alara müsamaha suretinde ve te’vilat ile, bir nevi tahrifat içinde hizmet-i diniye tam olamaz diye hâdisat bize kanaat vermiş.» (E.L.I.63)

«Hâdisat-ı zamaniye bahanesiyle, Vehabîlik ve Melamîliğin bir nev’ine zemin ihzar etmek tarzında, bazı ruhsat-ı şer’iyeyi perde yapıp eserler yazılmış. Risale-i Nur, gerçi umuma teşmil suretiyle değil; fakat her halde hakikat-ı İslâmiyenin içinde cereyan edip gelen esas-ı velayet ve esas-ı takva ve esas-ı azimet ve esasat-ı Sünnet-i Seniye gibi ince fakat ehemmiyetli esasları muhafaza etmek, bir vazife-i asliyesidir. Sevk-i zaruretle, hâdisatın fetvalarıyla onlar terk edilmez.» (K.L.77)

İşte yukarıdaki ifadelerde açıkça görüldüğü gibi şeriatça muayyen olan günah ve haramlara hizmet için girileceği mânasında bir ifade olmadığı gibi, aksine takva ve azimet şart koşulmaktadır. Âhirzaman fitnesine dair çok rivayetlerdeki tavsiye ve ikazlar da bu mânadadır.

651/5- Keza Bediüzzaman’ın, 10. Lem’anın Birinci Şefkat Tokatı’nda beyan ettiği: Van’daki ders-i hakaik-ı Kur’aniye ile meşguliyeti, sonra Burdur’daki hizmet-i Kur’aniye ve Isparta’da hizmet başına geçmesi gibi malum hizmet hayatı ki; te’lif, neşir ve meşakkatlere tahammül gibi hususlardan ibaret olup mevzuumuza ışık tutmaktadır. Yani Bediüzzaman Hazretlerinin hayatı, tarihçesinde de yazıldığı gibi, tam takva üzere yaşadığı, bilhassa onun hizmetinde bulunanlarca kat’i olarak bilinmektedir.

Hem istiğfar ve ilticaya vesile ve ubudiyetin esası olan kendini kusurlu görmek hakikatına zarar veren günaha müsamaha fikri, binnetice büyük gaflete müncer olabilir. (Bak: 509/5.p.) Ve dinde hassasiyeti zamanla kırar. Hem Risale-i Nur’da kemiyete değil, keyfiyete ehemmiyet vermek; müşteri aramamak gibi esaslar hassasiyetle takib edilmiştir. (Bak: 3693, 3697, 3698. p.lar) Hem iman hizmetinde fazilete dayanan itimad-ı amme ve lisan-ı hal dersi, vicdan-ı amme için ehemmiyetli bir husus olup, o da dinde lâubalilik ile değil, ciddiyet ile mümkündür. Hülasa; hizmet-i diniyedeki tebliğ vazifesinin düsturları vardır ve riayet edilmelidir.

Netice olarak şu husus ehemmiyetle nazara alınmalı:

Mevzumuz itibariyle günah ve haramlar iki nevidir. Biri, cehd ü irade ile ictinabı mümkün olanlar; diğeri ise, içine girilmesi halinde ictinabı mümkün olmayan haramlardır. İctinabı mümkün olmayan haramlar (ikrah-ı mülci durumları müstesna) içine girilemez, ruhsat yoktur. Meselâ bar ve plaj gibi haram ve günahlar işlenen yerlere gidilemez, çalışılamaz. İctinabı mümkün olan haramlar sahasına ise, hizmet namına da olsa girmeye cevaz verilemez. Ancak böyle bir sahada bulunanlar (651/4.p.ta beyan edildiği gibi) ictinab-ı kebair gayretinde bulunmaları, asgari şarttır. Ve elden geldiği kadar uzak durmaya çalışmalı. (Bak: 2825, 2826.p.lar)

Yukarı Çık