760- EDEBİYAT ادبيات : Düşünce, duygu veya herhangi bir hakikatı veya herhangi bir fikri yazı veya sözle, manzum veya nesir halinde güzel şekilde ifade sanatı. Bu sanatla uğraşan ilim kolu. * Edebiyata ait yazıları toplayan kitab. (Bak: Belâgat, Beyan, Cevami-ül Kelim, Cezalet, İlm-i Bedi’, Kıraat, Lisan)

760/1- Edebiyat, tesirli ve güzel ifade etmek sanatı olduğu için, evvela hak ve hakikat öğrenilmelidir. Zira hakikata âşina olmıyan, edebiyatla neyi anlatacaktır? Edebiyat netice değil, vesiledir. Hak ve faydalı yolda kullanılırsa iyi, bâtıl ve zararlı yolda kullanılırsa kötü olur. Evet

1 اَخْوَفُ مَا اَخَافَ عَلَى اُمَّتِى كُلُّ مُنَافِقٍ عَلِيمُ اللِّسَانِ

Yani: Ümmetim hakkında ziyade korktuğum şeylerden biri de, cerbeze-i lisaniyesi olan herhangi bilgiç münafıktır, mealindeki hadis-i şerif edebiyatın şer ve şerirlerinden ümmeti ikaz eder. (Sihir gibi tesirli beliğ sözler, bak: 3397, 3398.p.lar)

Kur’an (6:112) âyetinde, batılı telkin eden insî ve cinnî şeytanların aldatıcı, yaldızlı ve parlak sözlerinin şerrinden ümmet ikaz edilir. (Bak: 3932.p.)

761- Ebedî ifadelerin de meşruiyet şartları vardır. Evet «lafızperestlik nasıl bir hastalıktır... öyle de; suretperestilk ve üslubperestlik ve teşbihperestlik ve hayalperestlik ve kafiyeperestlik şimdi filcümle, ileride ifrat ile tam bir hastalık ve manayı kendine feda edecek derecede bir maraz olacaktır. Hatta bir nükte-i zarafet için veya kafiyenin hatırı için, çok edib edebde edebsizlik etmeye şimdiden başlamışlardır. Evet lafza zinet verilmeli, fakat tabiat-ı mana istemek şartıyla... ve suret-i manaya haşmet vermeli, fakat mealin iznini almak şartıyla... ve üsluba parlaklık vermeli, fakat maksudun istidadı müsaid olmak şartıyla, ve teşbihe revnak vermeli, fakat matlubun münasebetini göze almak ve rızasını tahsil etmek şartıyla... ve hayale cevelan ve şa’şaa vermeli, fakat hakikatı incitmemek ve ağır gelmemek ve hakikata misal olmak ve hakikattan istimdad etmek şartıyla gerektir. » (M.79)

Bir atıf notu:

-Bu zamanda irşad müdellel olmalı, bak: 1706.p.

762- «Kelâmın hayatlanması ve neşv ü neması; manaların tecessümüyle ve cemadata nefh-i ruh etmekle bir mükâleme ve mübahaseyi içlerine atmaktır. Şöyle : Deveran ile tabir olunan vücutta ve ademde iki şeyin mukarenetiyle biri ötekisine illet ve me’haz ve menşe’ zannolunması olan itikad-ı örfi üzerine müesses olan mağlata-i vehmiye üstüne mebni olan kuvve-i hayalden neş’et eden sihr-i beyanıyla sehhar gibi cemadatı hayatlandırır, birbiriyle söyletir. İçlerine ya adaveti veya muhabbeti atar. Hem de manaları tecesüm ettirir, hayat verir, içinde hararet-i gariziyeyi derceder.

Eğer istersen gürültülü menzil ıtlakına şayeste olan bu beyte gir:

يُنَاجِينِىَ اْلاِخْلاَفُ مِنْ تَحْتِ مَطْلِهِ وَ تَخْتَصِمُ اْلاٰمَالُ وَ الْيَاْسُ فِى صَدْرِى

Yani: “Mumatala-i Hak perdesi altında hulf-ül va’d benimle konuşuyor. Der. Aldanma!... Onun için sinemde ümidlerim ye’s ile kavgaya başladılar, o mütezelzil hane olan sadrımı harab ediyorlar.” Göreceksin nasıl şair-i sâhir emel ve ye’si tecsim etmekle hayatlandırarak nemmam olan ihlafın fitnesiyle bir muharebe ve muhasamayı temsil eyledi. Güya sinematoğraf gibi bu beyt senin aklına rüya görünüyor. Evet bu sihr-i beyanî bir nevi tenvim eder.» (Mu. 79)

Bir atıf notu:

-Risale-i nur, manayı lafza feda etmemiştir, bak: 3065 ilâ 3068.p.lar

763- Aşağıda dercedilen ve bir derece manzum olan parçada:

1- Hüsün ve aşk,

2- Hamaset ve şehamet,

3- Tasvir-i hakikat olarak edebiyatın üç sahası bulunduğu ve her üçünün de müsbet ve menfi olarak ikiye ayrıldığı izah edilir.

Mecmua, roman, sinema, radyo, internet ve televizyon gibi neşir vasıtaları, edebiyatın bu üç sahasının menfi kısmında çok büyük manevi tahribat yapabilir. Çünki aşağıda izah edilen ve üç sahada hükmeden menfi edebiyat, milli bünyeye ancak bu vasıtalarla ve bilhassa internet ve televizyonla yayılır.

İşte edebiyatın mezkûr üç menfi ciheti, internet ve televizyon gibi neşir vasıtalarıyla yayıldığı için, bu âletlerin şer’î hükmünü sonunda beyan eden yazı şöyle başlıyor:

764- «Kâmilîn insanların zevk-i maalîsini hoşnud eden bir halet, çocukça bir hevese, sefihçe bir tabiat sahibine hoş gelmez,

Onları eğlendirmez. Bu hikmete binaen, bir zevk-i süflî, sefih, hem nefsî ve şehvanî içinde tam beslenmiş, zevk-i ruhîyi bilmez.

Avrupa’dan tereşşuh etmiş şu hazır edebiyat romanvarî nazarla, Kur’anda olan letaif-i ulviyet, mezaya-yı haşmeti göremez, hem tadamaz.

Kendindeki miheki ona ayar edemez. Edebiyatta vardır üç meydan-ı cevelan; onlar içinde gezer, haricine çıkamaz:

Ya aşkla hüsündür, ya hamaset ve şehamet, ya tasvir-i hakikat. İşte yabani edebse hamaset noktasında hakperestliği etmez.

Belki zalim nev-i beşerin gaddarlıklarını alkışlamakla kuvvetperestlik hissini telkin eder. Hüsün ve aşk noktasında, aşk-ı hakiki bilmez.

Şehvet-engiz bir zevki nefislerde zerkeder. Tasvir-i hakikat maddesinde, kâinata sanat-ı İlahî suretinde bakmaz,

Bir sıbga-i Rahmanî suretinde göremez. Belki tabiat noktasında tutar, tasvir ediyor, hem ondan da çıkamaz.

Onun için telkini aşk-ı tabiat olur Maddeperestlik hissi, kalbde de yerleştirir, ondan ucuzca kendini kurtaramaz.

Yine ondan gelen, dalaletten neş’et eden ruhun ızdırabatına o edebsizlenmiş edeb (müsekkin hem münevvim); hakiki fayda vermez.

Tek bir ilacı bulmuş, o da romanlarıymış. Kitab gibi bir hayy-ı meyyit, sinema gibi bir müteharrik emvat! Meyyit hayat veremez.

Hem tiyatro gibi tenasühvari, mazi denilen geniş kabrin hortlakları gibi şu üç nevi romanlarıyla hiç de utanmaz.

Beşerin ağzına yalancı bir dil koymuş, hem insanın yüzüne fâsık bir göz takmış, dünyaya bir âlüfte fıstanını giydirmiş, hüsn-ü mücerred tanımaz.

Güneşi gösterirse, sarı saçlı güzel bir aktrisi karie ihtar eder. Zahiren der: “Sefahet fenadır, insanlara yakışmaz.”

Netice-i muzırrayı gösterir. Halbuki sefahete öyle müşevvikane bir tasviri yapar ki, ağız suyu akıtır, akıl hâkim kalamaz.

İştihayı kabartır, hevesi tehyic eder, his daha söz dinlemez. Kur’andaki edebse hevayı karıştırmaz.

Hakperestlik hissi, hüsn-ü mücerred aşkı, cemalperestlik zevki, hakikatperestlik şevki verir; hem de aldatmaz.

Kâinata tabiat cihetinde bakmıyor; belki bir sanat-ı İlahî, bir sıbga-i Rahmanî noktasında bahseder, akılları şaşırtmaz.

Marifet-i Sani’in nurunu telkin eder. Herşeyde âyetini gösterir. Her ikisi rikkatli birer hüzün de veriyor, fakat birbirine benzemez.

765- Avrupazade edebse fakd-ül ahbabdan, sahibsizlikten neş’et eden gamlı bir hüznü veriyor, ulvi hüznü veremez.

Zira sağır tabiat, hem de bir kör kuvvetten mülhemane aldığı bir hiss-i hüzn-ü gamdar. Âlemi bir vahşetzar tanır, başka çeşit göstermez.

O surette gösterir, hem de mahzunu tutar, sahibsiz de olarak yabaniler içinde koyar, hiçbir ümid bırakmaz.

Kendine verdiği şu hissî heyecanla git gide ilhada kadar gider, ta’tile kadar yol verir, dönmesi müşkil olur, belki daha dönemez.

Kur’anın edebi ise: öyle bir hüznü verir ki, âşıkane hüzündür, yetimane değildir. Firak-ul ahbabdan gelir, fakd-ül ahbabdan gelmez.

Kâinatta nazarı, kör tabiat yerine şuurlu, hem rahmetli bir sanat-ı ilahî onun medar-ı bahsi, tabiattan bahsetmez.

Kör kuvvetin yerine inayetli, hikmetli bir kudret-i İlahî ona medar-ı beyan. Onun için kâinat, vahşetzar suret giymez.

Belki muhatab-ı mahzunun nazarında oluyor bir cemiyet-i ahbab. Her tarafta tecavüb, her canibde tehabbüb; ona sıkıntı vermez.

Her köşede istinas, o cemiyet içinde mahzunu vaz’ediyor bir hüzn-ü müştakane, bir hiss-i ulvi verir, gamlı bir hüznü vermez.

İkisi birer şevki de verir: O yabanî edebin verdiği bir şevk ile nefis düşer heyecana, heves olur münbasit; ruha ferah veremez.

766- Kur’anın şevki ise: Ruh düşer heyecana, şevk-i maâlî verir. İşte bu sırra binaen, Şeriat-ı Ahmediyye (A.S.M.) lehviyatı istemez.

Bazı âlat-ı lehvi tahrim edip, bir kısmı helal diye izin verip... Demek hüzn-ü Kur’anî veya şevk-i Tenzilî veren âlet, zarar vermez.

Eğer hüzn-ü yetimî veya şevk-i nefsanî verse, âlet haramdır. Değişir eşhasa göre, herkes birbirine benzemez.» (S.736-738)

İşte burada umumi bir ifade ile (âlat-ı lehvin tahrimi) yani günah ve sefahete âlet edilen cihazların haramiyeti beyan ediliyor.

 

1 H. G.hadis: 6 ve K.H. hadis: 160

Yukarı Çık