836- ESBAB اسباب :  Sebebler.  (Bak: ÂdetullahEmr-i TekvinîEssebebüİcad, Tabiat)

«Cenab-ı Hak esbabı müsebbebata bağlamakla, intizamı temin eden bir nizamı kâinatta vaz’etmiş. Ve herşeyi, o nizama müraat etmeğe o nizamla kalmaya tevcih etmiştir. Ve bilhassa insanı da, o daire-i esbaba müraat ve merbutiyet etmeye mükellef kılmıştır.» (İ.İ. 20)

İki atıf notu:

-Daire-i esbabla daire-i itikad arasını tefrik, bak: 2675.p.

-Esbaba riayet dua-yı fiilîdir, bak: 3829.p.

Lâkin «esbab bir perdedir. Çünki izzet ve azamet öyle ister. Fakat iş gören, kudret-i Samedaniyedir. Çünki tevhid ve celal öyle ister ve istiklali iktiza eder. Sultan-ı Ezelî’nin memurları, saltanat-ı rububiyetin icraatçıları değillerdir. Belki o saltanatın dellallarıdırlar ve o rububiyetin temaşager nazırlarıdırlar. Ve o memurlar, o vasıtalar; kudretin izzetini, rububiyetin haşmetini izhar içindir. Ta umûr-u hasise ile kudretin mübaşereti görünmesin.

Acz-âlud, fakr-pişe olan insanî bir sultan gibi, acz ve ihtiyaç için memurları şerik-i saltanat etmiş değildir. Demek esbab vaz’edilmiş, ta aklın nazar-ı zahirîsine karşı kudretin izzeti muhafaza edilsin. Zira ayinenin iki vechi gibi, herşey’in bir “mülk” ciheti var ki, ayinenin mülevven yüzüne benzer. Muhtalif renklere ve hâlata medar olabilir. Biri “melekut”tur ki, ayinenin parlak yüzüne benzer. Mülk ve zahir vechinde, kudret-i Samedaniyenin izzetine ve kemaline münafi hâlat vardır. Esbab, o hâlata hem merci, hem medar olmak için vaz’edilmişler. Fakat melekutiyet ve hakikat canibinde, herşey şeffaftır, güzeldir. Kudretin bizzat mübaşeretine münasibdir. izzetine münafi değildir. Onun için esbab, sırf zahirîdir; melekutiyette ve hakikatta te’sir-i hakikileri yoktur.

837- Hem esbab-ı zahiriyenin diğer bir hikmeti şudur ki: Haksız şekvaları ve batıl itirazları Âdil-i Mutlak’a tevcih etmemek için; o şekvalara, o itirazlara hedef olacak esbab vaz’edilmiştir. Çünki kusur onlardan çıkıyor, onların kabiliyetsizliğinden ileri geliyor. Bu sırra bir misal-i latif suretinde bir temsil-i manevi rivayet ediliyor ki: Hazret-i Azrail Aleyhisselâm, Cenab-ı Hakk’a demiş ki: “Kabz-ı ervah vazifesinde senin ibadın benden şekva edecekler; benden küsecekler.” Cenab-ı Hak lisan-ı hikmetle ona demiş ki: “Seninle ibadımın ortasında musibetler, hastalıklar perdesini bırakacağım. Ta şekvalar ona gidip senden küsmesinler.” İşte bak, nasıl hastalıklar perdedir; ecelde tevehhüm olunan fenalıklara mercidirler ve kabz-ı ervahda hakikat olarak olan hikmet ve güzellik, Azrail Aleyhisselâm’ın vazifesine mütealliktir. Öyle de: Hazret-i Azrail dahi bir perdedir. Kabz-ı ervahda zahiren merhametsiz görünen ve rahmetin kemaline münasib düşmeyen bazı hâlata merci olmak için, o memuriyete bir nazır ve kudret-i ilahiyeye bir perdedir. Evet izzet ve azamet ister ki; esbab, perdedar-ı dest-i kudret ola aklın nazarında... Tevhid ve celal ister ki; esbab, ellerini çeksinler te’sir-i hakikiden...» (S.293)

838- Evet Kur’an «zahirî sebebi, icadın kabiliyetinden azletmek ve uzak göstermek için müsebbebin gayelerini, semerelerini gösteriyor. Ta anlaşılsın ki; sebeb, yalnız zahirî bir perdedir. Çünki gayet hakîmane gayeleri ve mühim semereleri irade etmek, gayet Alîm, Hakîm birinin işi olmak lâzımdır. Sebebi ise şuursuz, camiddir. Hem semere ve gayetini zikretmekle âyet gösteriyor ki; sebebler çendan nazar-ı zahirîde ve vücudda müsebbebat ile muttasıl ve bitişik görünür. Fakat hakikatta mabeynlerinde uzak bir mesafe var. Sebebden müsebbebin icadına kadar o derece uzaklık var ki, en büyük bir sebebin eli, en edna bir müsebbebin icadına yetişemez. İşte sebeb ve müsebbeb ortasındaki uzun mesafede esma-i İlahiye birer yıldız gibi tulu eder. Matla’ları, o mesafe-i maneviyedir.

Nasılki zahir nazarda dağların daire-i ufkunda semanın etekleri muttasıl ve mukarin görünür. Halbuki daire-i ufk-u cibalîden semanın eteğine kadar umum yıldızlarının matla’ları ve başka şeylerin meskenleri olan bir mesafe-i azîme bulunduğu gibi, esbab ile müsebbebat mabeyninde öyle bir mesafe-i maneviye var ki, imanın dürbünüyle, Kur’anın nuruyla görünür. Meselâ: (80: 24 ilâ 32)

فَلْيَنْظُرِ اْلاِنْسَانُ اِلَى طَعَامِهِ اَنَّا صَبَبْنَا الْمَاءَ صَبًّا ثُمَّ شَقَقْنَا اْلاَرْضَ شَقًّا فَاَنْبَتْنَا فِيهَا حَبًّا وَ عِنَبًا وَ قَضْبًا وَ زَيْتُونًا وَ نَخْلاً وَ حَدَائِقَ غُلْبًا وَ فَاكِهَةً وَ اَبًّا مَتَاعًا لَكُمْ وَ ِلاَنْعَامِكُمْ

İşte bu âyet-i kerime, mu’cizat-ı kudret-i İlahiyeyi bir tertib-i hikmetle zikrederek esbabı  müsebbebata rabtedip en ahirde مَتَاعًا لَكُمْ lafzıyla bir gayeyi gösterir ki; o gaye, bütün o müteselsil esbab ve müsebbebat içinde o gayeyi gören ve takib eden  gizli  bir  mutasarrıf  bulunduğunu  ve  o esbab  onun  perdesi olduğunu isbat eder.  Evet,  مَتَاعًا لَكُمْ وَ ِلاَنْعَامِكُمْ tabiriyle  bütün esbabı, icad kabiliyetinden azleder. Manen der: Size ve hayvanatınıza rızkı yetiştirmek için su, semadan geliyor. O suda size ve hayvanatınıza acıyıp şefkat edip rızkı yetiştirmek kabiliyeti olmadığından; su gelmiyor, gönderiliyor demektir. Hem toprak, nebatatıyla açılıp, rızkınız oradan geliyor. Hissiz, şuursuz toprak, sizin rızkınızı düşünüp şefkat etmek kabiliyetinden pek uzak olduğundan, toprak kendi kendine açılmıyor, birisi o kapıyı açıyor, nimetleri ellerinize veriyor. Hem otlar, ağaçlar sizin rızkınızı düşünüp merhameten size meyveleri, hububatı yetiştirmekten pekçok uzak olduğundan, âyet gösteriyor ki, onlar bir Hakîm-i Rahîm’in perde arkasından uzattığı ipler ve şeritlerdir ki, nimetlerini onlara takmış, zihayatlara uzatıyor. İşte şu beyanattan; Rahim, Rezzak, Mün’im, Kerim gibi çok esmanın matla’ları görünüyor.» (S.422)

«Elhasıl: Sebeb, gayet adi, âciz ve ona isnad edilen müsebbeb ise, gayet san’atlı ve kıymetli olduğundan, sebebi azleder. Hem müsebbebin gayesi, faidesi dahi, cahil ve camid olan esbabı ortadan atar, bir Sani-i Hakîm’in eline teslim eder.» (S.681)

Bir atıf notu:

-Masnuat-ı hârikaya karşı esbabın acziyeti, bak: 238, 1146.p.lar.

839- «Kevn ve vücudda müessir-i hakiki, ancak kudreti gayr-ı mütenahi bir Hâlik-ı Kadir’dir. Esbab ise bahanelerdir, vesait de perdelerdir. Havas ve hasiyetler dahi kudretin tecelliyatına ve lem’alarına isim ve ünvanlardır. Hem kanunlar ve nevamis denilen şeyler, ancak ilim ile irade ve emrin envaa olan tecellilerinin isimleridir. Evet kanun emirdendir, namus iradedendir.» (M.N. 58)

840- «Kevn ve vücud sahasında durup, ahval-i âleme dikkat eden adam, hadsî bir sür’atle anlar ki: Te’sir ve failiyet; latif (Bak: Latif), nuranî, mücerred olan şeylerin şe’ni olduğu gibi; infial, kabiliyet, teessür de maddî, kesif, cismanî şeylerin hassasıdır. Evet misal olarak semadaki nur ile yerdeki şu kocaman dağa bak. O nur semada iken ziyasıyla yerde iş görür, faaliyettedir. O dağ ise, azametiyle beraber faaliyetsiz yerinde oturuyor. Ne bir tesiri var ve ne de bir fiili var.

Ve keza, eşya arasında vukua gelen fiillerden anlaşılıyor ki, hangi bir şey latif, nuranî ise, sebeb ve fail olmaya kesb-i liyakat eder. Kesafeti nisbetinde de infial ve müsebbebiyet mertebesine yaklaşıyor. Bundan anlaşılıyor ki, esbab-ı zahiriyenin Hâlikıyla, müsebbebatın mucidi, ancak ve ancak Nur-ul Envar, Sani-i Ezelî’dir.» (M.N. 146) (İcadı, esbabın ictimaına vermenin muhaliyeti, bak: 234, 671.p.lar)

841- «Maddî olan bir şey, kesafeti ne kadar fazla olursa o nisbette ince ve gizli şeyleri göremez ve onları idraktan kasırdır. Fakat nur ve nurani şeyler, ne kadar nuraniyette terakki ederse, o nisbette ince gizli şeylere nüfuzu tam ve keskin olur. Ve keza ne kadar latif olursa, o derece maddiyatın içlerini keşfeder (Röntgen şuaı gibi). Mümkinatta mes’ele bu merkezde ise; Vacib, Vahid olan Nur-ul Envar ne derece نَافِذُ الْخَفَايَا عَالِمٌ بِاْلاَسْرَارِ olacağı, bir derece anlaşıldı. Öyle ise azameti, tam manasıyla ihata, nüfuz, şümulü iktiza ve istilzam eder.» (M.N. 194)

Ve keza, kevn ve vücudda imkân, kesret, infial mertebeleri vardır. İmkân mertebesi, vücud mertebesine bakar ve onu istilzam eder. Kesret mertebesi, vahdet mertebesine nazırdır, onu iktifa eder. İnfial mertebesi, failiyet mertebesine mütevakkıftır. Bu mertebeler arasındaki istilzam, bizzarure vacip, vahid, fa’al bir Haliki iktiza ve istilzam eder.» (M.N.61)

842 «Kadir-i Alim ve Sani-i Hakim, kanuniyet şeklindeki âdatının gösterdiği nizam ve intizamla, kudretini ve hikmetini ve hiç bir tesadüf işine karışmadığını izhar ettiği gibi; şuzuzat-ı kanuniye ile, âdetin hârikalarıyla, tagayyürat-ı suriye ile teşahhusatın ihtilâfatıyla, zuhur ve nüzul zamanının tebeddülüyle meşietini, iradetini, fail-i muhtar olduğunu ve ihtiyarını ve hiçbir kayıd altında olmadığını izhar edip yeknesak perdesini yırtarak ve herşey, her anda, her şe’nde, her şeyinde ona muhtaç ve rububiyetine münkad olduğunu i’lam etmekle gafleti dağıtıp, ins ve cinnin nazarlarını esbabdan Müsebbib-ül Esbab’a çevirir. Kur’anın beyanatı şu esasa bakıyor.

Meselâ: Ekser yerlerde bir kısım meyvedar ağaçlar bir sene meyve verir; yani rahmet hazinesinden ellerine verilir, o da verir. Öbür sene, bütün esbab-ı zahiriye hazırken meyveyi alıp vermiyor. Hem meselâ: Sair umur-u lâzımeye muhalif olarak yağmurun evkat-ı nüzulü o kadar mütehavvildir ki, mugayyebat-ı hamsede dahil olmuştur. Çünki: Vücudda en mühim mevki, hayat ve rahmetindir. Yağmur ise, menşe-i hayat ve mahz-ı rahmet olduğu için elbette o ab-ı hayat, o ma-i rahmet, gaflet veren ve hicab olan yeknesak kaidesine girmiyecek. Belki doğrudan doğruya Cenab-ı Mün’im-i Muhyi ve Rahman ve Rahim olan Zat-ı Zülcelal, perdesiz elinde tutacak; ta her vakit dua ve şükür kapılarını açık bırakacak. Hem meselâ: Rızık vermek ve muayyen bir sima vermek, birer ihsan-ı mahsus eseri gibi ummadığı tarzda olması; ne kadar güzel bir surette meşiet ve ihtiyar-ı Rabbaniyeyi gösteriyor. Daha tasrif-i hava ve teshir-i sehab gibi şuunat-ı İlahiyeyi bunlara kıyas et.» (S.201)

843- «Esbab-ı zahiriyeyi perestiş edenleri aldatan; iki şeyin beraber gelmesi veya bulunmasıdır ki, “iktiran” tabir edilir, birbirine illet zannetmeleridir. Hem bir şeyin ademi, bir nimetin madum olmasına illet olduğundan, tevehhüm eder ki: O şeyin vücudu dahi, o nimetin vücuduna illettir. Şükrünü, minnettarlığını o şeye verir, hataya düşer. Çünki bir nimetin vücudu, o nimetin umum mukaddematına ve şeraitine terettüb eder. Halbuki o nimetin ademi, birtek şartın ademiyle oluyor. Meselâ: Bir bahçeyi sulayan cedvelin deliğini açmıyan adam, o bahçenin kurumasına ve o nimetlerin ademine sebeb ve illet oluyor. Fakat o bahçenin nimetlerinin vücudu, o adamın hizmetinden başka, yüzer şeraitin vücuduna tevakkufla beraber, illet-i hakiki olan kudret ve irade-i Rabbaniye ile vücuda gelir. İşte bu mağlatanın ne kadar hatası zahir olduğunu anla ve esbab-perestlerin de ne kadar hata ettikle-rini bil!» (L.133) (Esbaba hırs gösterenlerin misali, bak: 1273/1.p)

844- Ve keza «göz ile görünmeyen bir mikrob, bir hayvancık, küçüklüğüyle beraber pek ince ve garib bir makine-i İlahiyeyi havidir. O makine mümkinattan olduğundan, vücud ve ademi, mütesavidir. İlletsiz vücuda gelmesi muhaldir. O makinenin bir illetten vücuda geldiği zaruridir. O illet ise, esbab-ı tabiiye değildir. Çünkü o makinedeki ince nizam, bir ilim ve şuurun eseridir. Esbab-ı tabiiye ise; ilimsiz, şuursuz, camid şeylerdir. Akılları hayrette bırakan o ince makinenin esbab-ı tabiiyeden neş’et ettiğini iddia eden adam, esbabın herbir zerresine Eflatun’un şuurunu, Calinos’un hikmetini i’ta etmekle beraber, o zerrat arasında bir muhaberenin de mevcut olmasını itikad etmelidir. Bu ise, öyle bir safsata ve öyle bir hurafedir ki, meşhur sofestaiyi bile utandırıyor.» (İ.İ.87)

Evet «nizam-ı âlemdeki bütün hikmetlerin, faidelerin tam bir ihtiyara ve şamil bir ilme ve kâmil bir kudrete yaptıkları şehadetten gaflet eden gafiller, sathî nazarlarınca, te’sir-i hakikiyi esbab-ı camideye vermeye mecbur kalmışlardır.» (İ.İ. 89)

845- Ve keza« huveynat ki, çok defa büyülttükten sonra görünür. Dikkat et! Nasıl mu’ciznüma, hayret-feza bir misal-i musaggar-ı kâinattır. Sure-i Yasin, suret-i lafz-ı Yasin’de yazıldığı gibi, cezaletli, mûciz bir nokta-i camiadır. Onu yazan, bütün kâinatı da o yazmıştır. Eğer insaf ile dikkat etsen, şu küçücük hayvanın ve huveynatın sureti altında olan makine-i dakika-i bedia-i İlahiyyenin şuursuz, kör, mecra ve mahrekleri tahdid olunmayan ve imkânatından evleviyet olmayan esbab-ı basite-i camide-i tabiiyeden husulünü, muhal-ender muhal göreceksin.» (M:N.248)

Hem «hayat vücud ve nurun, dışları gibi içleri de şeffaf olduğundan, kesif perdeler hükmünde olan esbab vaz’edilmemiştir. Yalnız pek ince, nazik perdeleri andıran vesait varsa da altında dest-i kudret görünür.» (M.N. 94)

846- Hikmet-i İlahiye iktizası ile şu dar-ı imtihanda vaz’ olunan esbab perdesi, âhirette konulmayıp hak ve hakikat ayan bulunacaktır. Kur’anda tekrar edilen ثُمَّ اِلَيْهِ تُرْجَعُونَ ve emsali ifadelerin bir sırrı şudur ki:

«Cenab-ı Hak, âlem-i kevn ü fesad denilen şu âlemde hüsün, kubh, nef’, zarar gibi zıdları, çok hikmetlere binaen karışık bir tarzda yaratmıştır. Hem de izhar-ı izzet için, vesait ve esbab vaz’etmiştir. Haşir ve kıyamette kâinat tasfiye ameliyatını gördüğü zaman, zıdlar birbirinden ayrılır ve esbab ile vesait de ortadan kalkar; ortadaki perde ve hicab kalktıktan sonra, herkes Saniini görür ve hakiki Malikini bilir.» (İ.İ. 180) (Bak: 1222, 1223,1928,2019.p.lar)

Yukarı Çık