1007- GAYB غيب : Gizli olan. Görünmeyen. Belirsiz. * Güman. Hislerle veya akıl ile bilinmeyen şey. (Bak: Âlem-i Gayb, Ebced, İspritizma, Mugayyebat, Tevafukat-ı Gaybiye)

«Gayb, gaybet ve gıyab manasına masdar veya gaib manasına isim ve sıfat olur ki, bu da ya adl gibi tesmiye bi-l masdar veya meyyit ve meyt gibi “gayyib” muhaffefidir... Gayb ve gaib ise ibtida idraki histe veya bedaheti akılda hazır olmayan, tabir-i âherle şuur-i evvelîde meş’ur olmıyan demektir.» (E.T.176)

«Gayb iki manada kullanılır ki birisine gayb-i mutlak, birisine de gayb-i izafî denilir. Gayb-i mutlak: Hiçbir mahlukun ne ihsası ne ilmi taalluk etmiyendir ki ona nisbetle gayb demektir.» (E.T.4869)

Hülasa gayb, başlıca iki nevi olarak ele alınıyor. Biri henüz vücuda gelmemiş olan imkânattır. Diğeri mevcud fakat insanın idrak ve ihsasatına girmeyen şeylerdir. Meselâ beşeriyet fıtratında koklama duygusu olmasaydı, kokular âlem-i gaybdan sayılırdı. Bu durumda bir şahsın koku alma duygusu açılsa, kerametkârane gayba nüfuz etmiş olacaktı. Keza her duygunun ihsasatını bu kıyasla düşünebiliriz. Demek ilmî, manevî ve kalbî kemalât ile inbisat eden bazı hislerle gayb âlemlerine muttali olmak mümkündür. Bu inkişafata medar olan sebeblere, dua-yı fiilî olarak riayet ve şükr-ü örfiyi ifa edenlere Allah’ın hikmeti iktiza ederse bazı hârika halleri ihsan eder. (Bak: 1159.p.)

Bu mesele ile alâkalı olarak Bediüzzaman Hz.nin bazı ifadeleri şöyledir:

«Beşerin san’at ve fennin imtizacından süzülen, maddi ve manevi fevkalâde hassasiyetinden tezahür eden ispirtizma gibi celb-i ervah ve cinlerle muhabereyi, şu âyet en nihayet hududunu çiziyor.» (S.258)

«Beşerin havass-ul hams-ı zâhire ve bâtınadan başka âlem-i gayba karşı açılan pek çok pencereleri var. Gayr-ı meş’ur pek çok hisleri var...» (M.N. 254)

Evet insan, kâinatın maddi ve manevi âlemlerinin bir nüsha-i musaggarası olduğu cihetinde sahib kılındığı cami istidadatının tekâmülü ile, mevcud âlem-i gayba ihatasız ve tevile muhtaç ve gayr-ı müemmen bir tarzda nüfuzu ve müşahedata mazhariyeti (Bak: 209, 210.p.lar) varsa da, İlahî hakaiki ve murad-ı İlahîyi ve Levh-i Mahfuz’da mahfuz kabl-el vuku hâdisatı vuzuhan bilemez.

«Evet herkes bizzat gaybı bilmez. Fakat i’lam ve ilham-ı İlahî ile bilinebilir ki, bütün mu’cizat ve keramat ona dayanır.» (Ş.421)

Sonsuz ve ezelî olan ilm-i İlahîden gelen Kur’anın hakaik-i İlahiyeyi ihatası ve esma-i İlahiye ve kâinat hakikatlarında müvazeneyi muhafazası hususunda, vahye tebaiyetten daha çok meşhudatlarına istinad edenlerin nâkısiyetlerini gösteren şu ifadeler de dikkat çekicidir:

«İşte şu muhafaza ve müvazene ve cem’, bir hâsiyettir. Kat’iyyen beşerin eserinde mevcut değil ve eazım-ı insaniyenin netaic-i efkârında bulunmuyor. Ne melekûta geçen evliyaların eserinde, ne umûrun bâtınlarına geçen İşrakiyyunun kitablarında, ne âlem-i gayba nüfuz eden ruhanilerin maarifinde hiç bulunmuyor.» (S.439)

1007/1- Bediüzzaman Hazretlerinin istikbal-i dünyeiyeye ait bazı gaybî ihbarının bazan te’vile muhtaç olmasının hikmetini açıklayan bir mektubu:

«Risale-i Nur’un tercümanı, hakiki vazifesinin haricinde dünyadaki istikbaliyata ara sıra bakması, bir derece zahirî bir müşevveşiyet verir. Meselâ: Bundan otuz kırk sene evvel diyordu: “Bir nur gelecek, bir nurani âlemi göreceğiz” deyip; o mana, geniş bir dairede ve siyasette tasavvur edilmiş.

Hem bundan on dört, on beş sene evvel, “Dinsizliği çevirenler müthiş semavi tokatlar yiyecekler” diye büyük geniş, küre-i arz dairesindeki bu dehşetli hâdiseyi, dar bir memlekette ve mahdud insanlarda tasavvur etmiş. Halbuki istikbal, o iki ihbar-ı gaybiyeyi tasavvurunun pek fevkinde tefsir ve tabir eyledi. Evet eski Said’in “Bir nur âlemi göreceğiz” demesi,  Risale-i Nur dairesinin manasını hissetmiş; geniş bir daire-i siyasiye tasavvur ettiği gibi, sırr-ı اِنَّٓا اَعْطَيْنَا nın remziyle, onüç ondört sene sonra, “Dinsizliği, zındıklığı neşredenler, pek müdhiş tokatlar yiyecekler.” deyip; o hakikatı dar bir dairede tasavvur etmiş. Şimdi zaman, o iki hakikatı tam tabir ve tefsir etti. Evet başta Isparta Vilayeti olarak Risale-i Nur dairesi, birinci hakikatı pek parlak ve güzel bir surette gösterdiği gibi; ikinci hakikatı da, medeniyet-i sefihenin tuğyanını ve maddiyunluk1 taununun aşılamasını çeviren ve idare eden ervah-ı habisenin başlarına gelen bu dehşetli semavî tokatlar, geniş bir dairede, o sırr-ı اِنَّٓا اَعْطَيْنَا  nın hakikatını, tam tamamına isbat etmiş.

Risale-i Nur kat’i bürhanlara istinaden hükümleri; sair hakaikte aynı aynına, tevilsiz, tabirsiz hakikat çıkması ve yalnız işarat-ı tevafukiye ve sünuhat-ı kalbiyeye itimaden beyanatı, böyle dünyevî olan mesail-i istikbaliyede neden bazan tabir ve te’vile muhtaç oluyor? diye hatırıma geldi.

Böyle bir cevab ihtar edildi ki: Gaybî istikbal-i dünyevîde ve dünya işlerinde başa gelen hâdisatı bildirmemekte; Cenab-ı Erham-ür-rahimîn’in çok büyük bir rahmeti saklandığını ve gaybı gizlemekte çok ehemmiyetli bir hikmeti bulunduğu cihetle, gaybî şeyleri haber vermekten yasak edip, yalnız mübhem ve mücmel bir surette, ya ilham veya ihtar ile bir emareyi vesile ederek, keşfiyatta ve rü’ya-yı sadıkada bir kısım gaybî hakikatları ihsas eder. O hakikatların hususi suretleri vukuundan sonra bilinir.» (K.L.215) (Bak: 3839, 3845.p.lar)

1008- Gaybdan yani gelecekteki hâdiselerden haber vermek yasağının hikmetleri vardır. Çünki «musibetlerin vakti muayyen olsaydı, musibet başına gelen adam, musibetin intizarında o gelen musibetin belki on mislinden ziyade manevi bir musibet- o intizardan çekmemesi için hikmet ve rahmet-i İlahiye tarafından gizli, perdeli bırakılmış. Ve ekser hâdisat-ı kevniye-i gaybiye böyle hikmetleri bulunduğundandır ki, gaibden haber vermek yasak edilmiş. ­لاَ يَعْلَمُ الْغَيْبَ اِلاَّ اللّٰهُ   düsturuna karşı hürmetsizlik ve itaatsizlik etmemek içindir ki, medar-ı teklif ve hakaik-ı imaniyeden başka olan umur-u gaybiyeden izn-i Rabbanî ile haber verenler dahi, yalnız işaret suretinde perdeli ve kapalı ihbar etmişler. Hatta Tevrat ve İncil ve Zebur’da Peygamberimiz hakkında gelen müjdeler ve haberler dahi, bir derece perdeli ve kapalı gelmiş ki; o kitabların bir kısım tabileri te’vil edip iman etmediler. (Bak: 2595.p.)

Fakat itikadat-ı imaniyeye giren mes’eleleri tasrih ile ve tekrar ile ihbar etmek ve açık bir surette tebliğ etmek hikmet-i teklifin muktezası olduğundan, Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan ve Tercüman-ı Zişan’ı (A.S.M.) umur-u uhreviyeden tafsilen ve hâdisat-ı istikbaliye-i dünyevîden icmalen haber vermişler.» (Ş.581)

Atıf notları:

-Bazı velilerin gaybdan haber vermeleri, bak: 42 ilâ 44.p.lar

-Dünyevî geleceği mübhem, uhrevî geleceği açıkça haber vermenin hikmeti, bak: 1993, 2106.p.lar.

-Maneviyatta büyük şahsiyetlerin bazan her tarafı görür gibi, bazan da en yakını göremez olan halleri, bak: 1913.p.

-Bazı zâtlara eşya-i gaybiyenin inkişafı, bak: 1798.p.

1009- Peygamberimiz’in (A.S.M.) gaybdan ihbarları pek çoktur. Fakat ­لاَ يَعْلَمُ الْغَيْبَ اِلاَّ اللّٰهُ sırrınca:  Kendi  kendine  gaybı  bilmezdi;  belki Cenab-ı Hak O’na bildirirdi, O da bildirirdi. Cenab-ı Hak hem Hakîm’dir, hem Rahîm’dir. Hikmet ve rahmeti ise, umur-u gaybiyeden çoğunun setrini iktiza ediyor, mübhem kalmasını istiyor. Çünki şu dünyada insanın hoşuna gitmeyen şeyler daha çoktur. Vukuundan evvel onları bilmek elîmdir. İşte bu sır içindir ki: Ölüm ve ecel mübhem bırakılmış ve insanın başına gelecek musibetler dahi, perde-i gaybda kalmış.

İşte hikmet-i Rabbaniye ve rahmet-i İlahiye böyle iktiza ettiği için Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselam’ın ümmetine karşı ziyade hassas merhametini ziyade rencide etmemek ve âl ve ashabına karşı şedid şefkatini fazla incitmemek için, vefat-ı Nebevîden sonra, âl ve ashabının ve ümmetinin başlarına gelen müdhiş hâdi-satı, umumiyetle ve tafsilatıyla göstermemek mukteza-yı hikmet ve rahmettir.2

Fakat yine bazı hikmetler için mühim hâdisatı, fakat dehşetli bir surette değil, ona talim etmiş. O da ihbar etmiş. Hem güzel hâdiseleri kısmen mücmel, kısmen tafsil ile bildirmiş. O da haber vermiş. Onun haberlerini de, en yüksek bir derece-i takvada ve adlde ve sıdkda çalışan ve وَمَنْ كَذَبَ عَلَىَّ مُتَعَمِّدًا فَلْيَتَبَوَّاْ مَقْعَدَهُ مِنَ النَّارِ3 hadisindeki tehdidden şiddetle  korkan ve فَمَنْ اَظْلَمُ مِمَّنْ كَذَبَ عَلَى اللّٰهِ ( 39:32 )   âyetindeki  şiddetli tehdidden şiddetle kaçan muhaddisîn-i kâmilîn bize sahih bir surette o haberleri nakletmişler.» (M.96)

Kur’an (7:188) âyeti de Resulullah’ın (A.S.M.) -Allah’ın dilediğinden başka- kendi kendine gaybı bilmediğini beyan eder.

1010- Şimdi de «umur-u gaybiyeye dair hadislerin birkaç misalini zikrederiz:

Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselâm, nakl-i sahih ile ve mütevatir bir derecede bize vasıl olmuş ki; minber üstünde, cemaat-ı Sahabe içinde ferman etmiş ki:

اِبْنِى حَسَنٌ هذَا سَيِّدٌ سَيُصْلِحُ اللّٰهُ بِهِ بَيْنَ فِئَتَيْنِ عَظِيمَتَيْنِ4

İşte kırk sene sonra İslâm’ın en büyük iki ordusu karşı karşıya geldiği vakit, Hazret-i Hasan Radıyallahü Anh, Hazret-i Muaviye (R.A.) ile musalaha edip, cedd-i emcedinin mu’cize-i gaybiyesini tasdik etmiştir.» (M.98) (Bak: 1198.p.)

1011- «Hem Hazret-i Ali (R.A.) Hazret-i Zübeyr ile seviştiği bir zaman dedi: “Bu sana karşı muharebe edecek, fakat haksızdır.”5

Hem Ezvac-ı Tahiratına demiş: “İçinizde birisi, mühim bir fitnenin başına geçecek ve etrafında çoklar katledilecek.”وَتَنْبَحُ عَلَيْهَا كِلاَبُ الْحَوْئَبِ6

İşte şu sahih, kat’i hadisler; otuz sene sonra Hazret-i Ali’nin Hazret-i Aişe ve Zübeyr ve Talha’ya karşı Vaka-i Cemel’de ve Muaviye’ye karşı Sıffîn’de ve Havaric’e karşı Harevra’da ve Nehrüvan’da muharebesi, o ihbar-ı gaybiyenin bir tasdik-i fiilîsidir.» (M.98)

1012- «Hem -nakl-i sahih-i kat’i ile- ferman etmiş:

يُقْتَلُ عُثْمَانُ وَهُوَ يَقْرَاُ الْمُصْحَفَ وَاِنَّ اللّهَ عَسَى اَنْ يُلْبِسَهُ قَمِيصًا وَاِنَّهُمْ يُرِيدُونَ خَلْعَهُ 7

deyip, Hazret-i Osman halife olacağını ve hal’i istenileceğini ve mazlum olarak Kur’an okurken katledileceğini haber vermiş. Haber verdiği gibi çıkmış.» (M.103)

1013- «Hem -nakl-i sahih-i kat’i ile- Emeviye Devleti’nin zuhurunu ve onların padişahlarının çoğu zalim olacağını ve içlerinde Yezid ve Velid bulunacağını ve Hazret-i  Muaviye  ümmetin  başına  geçeceğini, وَاِذَا مَلَكْتَ فَاَسْجِحْ8 fermanıyla, rıfk ve adaleti tavsiye etmiş. Ve Emeviye’den sonra, يَخْرُجُ وَلَدُ الْعَبَّاسِ بِالرَّايَاتِ السُّودِ وَ يَمْلِكُونَ اَضْعَافَ مَا مَلَكُوا9 deyip, Devlet-i Abbasiyenin zuhurunu ve uzun müddet devam edeceğini haber vermiş. Haber verdiği gibi çıkmış.» (M.103) İşte bunun gibi daha pekçok istikbalî ve gaybî ihbarat-ı sadıka var ki, Nübüvvet-i Ahmediyenin (A.S.M.) hakkaniyetini isbat ederler.

Birkaç atıf notu:

Peygamberimiz’in gayb-aşina kalbi, bak: 1194.p.sonu

Kâhin ve hatiflerin, Peygamberimiz’in (A.S.M.) geleceğine dair bazı gaybî ihbarları, bak: 597/1, 598-600.p.lar.

Abbasi Devleti’nin zuhur ve tahribine dair ihbar-ı gaybî, bak: 14.p.

Sahabeler hakkında Tevrat’ta ihbar-ı gaybî, bak: 3201, 3202.p.lar

Bazı fütuhata dair ihbar-ı gaybî, bak: 1441.p.

1014- - Cin ve şeytanların semavattan gaybî haber hırsızlığını bildiren:  (37:8,9,10)(67:5)

لاَ يَسَّمَّعُونَ اِلَى اْلَمَلاِ اْلاَعْلَى وَيُقْذَفُونَ مِنْ كُلِّ جَانِبٍ ٭ دُحُورًا وَلَهُمْ عَذَابٌ وَاصِبٌ

٭ اِلاَّ مَنْ خَطِفَ الْخَطْفَةَ فَاَتْبَعَهُ شِهَابٌ ثَاقِبٌ

وَلَقَدْ زَيَّنَّا السَّمَاءَ الدُّنْيَا بِمَصَابِيحَ وَجَعَلْنَاهَا رُجُومًا لِلشَّيَاطِينِ

gibi âyetlerin mühim bir nüktesi, ehl-i dalaletin bir tenkidi münasebetiyle beyan edilecek. Şöyle ki: Cin ve şeytanın casusları, semavat haberlerine kulak hırsızlığı yapıp, gaybî haberleri getirerek, kâhinler ve maddiyyunlar ve bazı ispirtizmacılar gibi, gaibden haber vermelerini, nüzul-ü vahyin bidayetinde vahye bir şübhe getirmemek için onların o daimî casusluğu, o zaman daha ziyade şehablarla recm ve menedildiğine dair olan mezkûr âyetler münasebetiyle gayet mühim üç başlı bir suale muhtasar bir cevabdır.

1015- Sual: Şu gibi âyetlerden anlaşılıyor ki, cüz’î ve bazan şahsî bir hâdise-i gaybiyeyi de haber almak için, gayet uzak bir mesafe olan semavat memleketine casus şeytanların sokulması ve o çok geniş memleketin her tarafında o cüz’î hâdisenin bahsi varmış gibi; hangi şeytan olsa, hangi yere sokulsa, yarım yamalak o haberi işitecek, getirecek diye bir manayı akıl ve hikmet kabul etmiyor. Hem nass-ı âyetle, semavatın üstünde bulunan Cennet’in meyvelerini bazı ehl-i Risalet ve ehl-i keramet, yakın bir yerden alır gibi alıyormuş. Bazan yakından Cennet’i temaşa ediyormuş diye nihayet uzaklık nihayet yakınlık içinde bir meseledir ki, bu asrın aklına sığmaz? Hem cüz’î bir şahsın cüz’î bir ahvali; küllî ve geniş olan semavat memleketindeki Mele-i A’lanın medar-ı bahsi olması, gayet hakîmane olan tedvir-i kâinatın hikmetine muvafık gelmiyor? Halbuki bu üç mesele de hakaik-i İslâmiyeden sayılıyor?

1016- Elcevab: Evvela: Onbeşinci Söz namındaki bir Risalede, “yedi basamak” namında, yedi kat’i mukaddeme ile, (67:5)وَلَقَدْ زَيَّنَّا السَّمَاءَ الدُّنْيَا بِمَصَابِيحَ وَجَعَلْنَاهَا رُجُومًا لِلشَّيَاطِينِ âyetinin ifade ettiği, yıldızlarla şeytan casuslarının semavattan ref’ ve tardı, öyle bir surette isbat edilmiş ki, en muannid maddiyyunu dahi ikna eder, susturur ve kabul ettirir.

Saniyen: Bu uzak zannedilen o üç hakikat-ı İslâmiyeyi, kısa zihinleri yakınlaştırmak için bir temsil ile işaret edeceğiz. Meselâ: Bir hükümetin daire-i askeriyesi memleketin şarkında ve daire-i adliyesi garbında ve daire-i maarifi şimalinde ve daire-i ilmiyesi cenubunda ve daire-i mülkiyesi ortasında bulunsa; telsiz telefon, telgrafla, gayet muntazam bir surette her daire alâkadar olduğu vaziyetleri görse, haber alsa; adeta umum o memleket, adliye dairesi olduğu halde, askerî dairesidir ve mülkiye dairesi olduğu gibi, ilmiye dairesi oluyor.

1017- Hem meselâ: Müteaddid devletler ve ayrı ayrı payitahtları bulunan hükümetlerin bazan oluyor ki, müstemlekat cihetiyle veya imtiyazat haysiyetiyle veya ticaretler münasebetiyle bir tek memlekette ayrı ayrı hakimiyetlikleri bulunur. Raiyet ve millet bir olduğu halde, herbir hükümet, kendi imtiyazı cihetiyle, o raiyetle münasebetdardır. Birbirinden çok uzak o hükümetlerin muamelatı, birbirine temas ediyor. Her hanede birbirine yakınlaşıyor ve her adamda iştirakleri oluyor. Cüz’î mes’eleleri, temas noktalarındaki cüz’î bir dairede görülür. Yoksa her cüz’î bir mes’ele, daire-i külliyeden alınmıyor, fakat o cüz’î mes’elelerden bahsedildiği zaman, doğrudan doğruya daire-i külliyenin kanunuyla olduğu cihetiyle daire-i külliyeden alınıyor gibi ve o dairede medar-ı bahsolunmuş bir mesele şekli verilir tarzda ifade edilir.

1018- İşte bu iki temsil gibi, semavat memleketi, payitaht ve merkez itibariyle gayet uzak olduğu halde, Arz memleketinde insanların kalblerine uzanmış manevi telefonları olduğu gibi, semavat âlemi, yalnız âlem-i cismanîye bakmıyor; belki âlem-i ervahı ve âlem-i melekûtu tazammun ettiğinden, bir cihette perde altında âlem-i şehadeti ihata etmiştir. Hem âlem-i bakiden ve dar-ı bekadan olan Cennet dahi, hadsiz uzaklığıyla beraber, yine o daire-i tasarrufatı, perde-i şehadet altında, her tarafta nurani bir surette uzanmış, yayılmış.

Sâni-i Hakîm-i Zülcelal’in hikmetiyle, kudretiyle, nasılki insanın başında yerleştirdiği duygularının merkezleri ayrı ayrı olduğu halde, herbiri umum o vücuda, o cisme hükmediyor ve daire-i tasarrufuna alabiliyor. Öyle de; bu insan-ı ekber olan kâinat dahi, mütedahil ve birbiri içinde bulunan daireler gibi, binler âlemleri ihtiva ediyor. Onlarda cereyan eden ahvalin ve hâdiselerin küllî ve cüz’iyeti ve hususiyeti ve azameti cihetiyle medar-ı nazar olur, yani o cüz’ler, cüz’î ve yakın yerlerde ve küllî ve azametliler küllî ve büyük makamlarda görülür. Fakat bazan cüz’i ve hususi bir hâdise, büyük bir âlemi istila eder. Hangi köşede dinlenilse, o hâdise işitilir.

Ve bazan da büyük tahşidat, düşmanın kuvvetine karşı değil, belki izhar-ı haşmet için yapılır. Meselâ: Hâdise-i Muhammediye (A.S.M.) ve Vahy-i Kur’anın hâdise-i kudsiyesi, umum semavat memleketinde, hatta o memleketin her köşesinde en mühim bir hâdise olduğundan, doğrudan doğruya çok uzak ve çok yüksek olan koca semavatın burçlarına nöbetdarlar dizilip, yıldızlardan mancınıkları atarak, casus şeytanları tard ve defediyorlar vaziyetinde göstermek ve ifade etmekle, vahy-i Kur’anînin derece-i haşmetini ve şa’şaa-i saltanatını ve hiçbir cihette şübhe girmiyen derece-i hakkaniyetini ilana bir işaret-i Rabbaniye olarak, o vakitte ve o asırda daha ziyade yıldızlar düşürülüyormuş ve atılıyormuş. Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan dahi, o ilan-ı tekvinîyi tercüme edip ilân ediyor ve o işaret-i semaviyeye işaret eder. Evet bir melaikenin üfürmesiyle uçurulabilir olan casus şeytanları böyle bir işaret-i azîme-i semaviye ile, melaikelerle mübareze ettirmek, elbette o vahy-i Kur’anînin haşmet-i saltanatını göstermek içindir. Hem bu haşmetli olan beyan-ı Kur’anî ve azametli tahşidat-ı semaviye ise; cinnilerin, şeytanların, semavat ehlini mübarezeye ve müdafaaya sevkedecek bir iktidarları, bir müdafaaları bulunduğunu ifade için değil, belki kalb-i Muhammedî’den (A.S.M.) ta semavat âlemine, ta Arş-ı Azam’a kadar olan uzun yolda, hiçbir yerde cin ve şeytanın müdahaleleri olmamasına işaret için, vahy-i Kur’anî, koca semavatta, umum melaikece medar-ı bahsolan bir hakikattır ki, bir derece ona temas etmek için, şeytanlar ta semavata kadar çıkmaya mecbur olup, hiçbir şeye muvaffak olamayarak recm edilmesiyle işaret ediyor ki; kalb-i Muhammedî’ye (A.S.M.) gelen vahy ve huzur-u Muhammediyeye (A.S.M.) gelen Cebrail ve nazar-ı Muhammedî’ye (A.S.M.) görünen hakaik-i gaybiye, sağlam ve müstakimdir, hiçbir cihetle şüphe girmez diye Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan mu’cizane haber veriyor.

1019- Amma Cennet’in uzaklığıyla beraber âlem-i bekadan olduğu halde en yakın yerlerde görülmesi ve bazan ondan meyve alınması ise; evvelki iki temsil sırrıyla anlaşıldığı gibi, bu âlem-i fani ve âlem-i şehadet ise âlem-i gayba ve dar-ı bekaya bir perdedir.

Cennet’in merkez-i kübrası uzakta olmakla beraber, âlem-i misal ayinesi vasıtasıyla her tarafta görünmesi mümkün olduğu gibi, hakkalyakîn derecesindeki imanlar vasıtasiyla, Cennet’in bu âlem-i fanide -temsilde hata olmasın- bir nevi müstemlekeleri ve daireleri bulunabilir ve kalb telefonuyla yüksek ruhlar ile muhabereleri olabilir, hediyeleri gelebilir.

1020- Amma bir daire-i külliyenin cüz’î bir hâdise-i şahsiye ile meşgul olması, yani kâhinlere gaybî haberleri getirmek için şeytanlar, ta semavata çıkıp kulak veriyorlar, yarım yamalak yanlış haberler getiriyorlar diye tefsirdeki ifadelerin bir hakikatı şu olmak gerektir ki:

Semavat memleketinin payitahtına kadar gidip o cüz’î haberi almak değildir. Belki cevv-i havaya dahi şümulü bulunan semavat memleketinin -teşbihte hata yok- karakol haneleri hükmünde bazı mevkileri var ki, o mevkilerde Arz memleketi ile münasebetdarlık oluyor; cüz’î hâdiseler için, o cüz’î makamlardan kulak hırsızlığı yapıyorlar. Hatta kalb-i insanî dahi o makamlardan birisidir ki, melek-i ilham ile şeytan-ı hususî o mevkide mübareze ediyorlar.

Ve hakaik-ı imaniye ve Kur’aniye ve hâdisat-ı Muhammediye (A.S.M.) ise, ne kadar cüz’î de olsa, en büyük, en küllî bir hâdise-i mühimme hükmünde en küllî bir daire olan Arş-ı Azam’da ve daire-i semavatta -temsilde hata olmasın- mukadderat-ı kâinatın manevi ceridelerinde neşrolunuyor gibi her köşede medar-ı bahsoluyor, diye beyan ile beraber, kalb-iMuhammedî’den (A.S.M.) ta daire-i Arş’a varıncaya kadar ise, hiçbir cihetle müdahale imkânı olmadığından, semavatı dinlemekten başka, şeytanların çaresi kalmadığını ifade ile, vahy-i Kur’anî ve nübüvvet-i Ahmediye (A.S.M.) ne derece yüksek bir derece-i hakkaniyette olduğunu ve hiçbir cihetle hilaf ve yanlış ve hile ona yanaşmak mümkün olmadığını, gayet beligane belki mu’cizane ilan etmek ve göstermektir.” (L.280-283)

1021- “Madem arzdan semaya gidip gelmek var. Semadan arza inip çıkmak oluyor. Ehemmiyetli levazımat-ı arziye oradan gönderiliyor ve madem ervah-ı tayyibeler semaya gidiyorlar. Elbette ervah-ı habise dahi, ahyarı takliden semavat memleketine gitmeğe teşebbüs edecekler. Çünki vücutça letafet ve hiffetleri var. Hem şüphesiz tard ve reddedilecekler. Çünki mahiyetçe şeraret ve nühusetleri vardır. Hem bilâ-şek velâ-şübhe, şu muamele-i mühimmenin ve şu mübareze-i maneviyenin âlem-i şehadette bir alâmeti, bir işareti bulunacaktır. Çünki saltanat-ı rububiyetin hikmeti iktiza eder ki: Zişuur için, bahusus en mühim vazifesi müşahede ve şehadet ve dellallık ve nezaret olan insan için, tasarrufat-ı gaybiyenin mühimlerine bir işaret koysun, birer alâmet bıraksın. Nasılki nihayetsiz bahar mu’cizatına yağmuru işaret koymuş ve havarik-ı san’atına esbab-ı zahiriyeyi alâmet etmiş. Ta âlem-i şehadet ehlini işhad etsin. Belki o acib temaşaya, umum ehl-i semavat ve sekene-i arzın enzar-ı dikkatlerini celbetsin. Yani o koca semavatı, etrafında nöbetdarlar dizilmiş, burçları tezyin edilmiş bir kal’a hükmünde, bir şehir suretinde gösterip, haşmet-i rububiyetini tefekkür ettirsin. Madem şu mübareze-i ulviyenin ilanı, hikmeten lâzımdır. Elbette ona bir işaret vardır. Halbuki hâdisat-ı cevviye ve semaviye içinde şu ilana münasib hiçbir hâdise görünmüyor. Bundan daha ensebi yoktur. Zira yüksek kalelerin muhkem burçlarından atılan mancınıklar ve işaret fişeklerine benzeyen şu hâdisat-ı necmiye, bu recm-i şeytana ne kadar enseb düştüğü bedaheten anlaşılır. Halbuki şu hâdisenin,bu hikmetten ve şu gayeden başka ona münasib bir hikmeti bilinmiyor. Sair hâdisat öyle değil. Hem şu hikmet, zaman-ı Âdem’den beri meşhurdur ve ehl-i hakikat için meşhuddur. “ (S.179-180)

1022- “İşte bu recm-i şeyatîn için atılan şahabların üç manası olabilir.

Birincisi: Kanun-u mübareze, en geniş dairede dahi cereyan ettiğine remz ve alâmettir.

İkincisi: Semavatta hüşyar nöbetdarlar, muti’ sekeneler var. Arzlı şerirlerin ihtilatından ve istima’larından hoşlanmayan cünudullah bulunduğuna ilan ve işarettir.

Üçüncüsü: Müzahrafat-ı arziyenin mümessilat-ı habiseleri olan casus şeytanları, temiz ve temizlerin meskeni olan semayı telvis etmemek ve nüfus-u habise hesabına tecessüs ettirmemek için, edebsiz casusları korkutmak için atılan mancınıklar ve işaret fişekleri misillü, o şeytanları ebvab-ı semadan o şahablarla red ve tarddır.” (S.182) (Peygamberlerden başkasına açılmayan gayba aşinalık dava eden Budeîler, bak: 472.p.)

1(Haşiye): Evet maddiyyunluk taununun hastalığı nev'-i beşere bu dehşetli sıtmayı ve küre-i arza bu titremeyi vermiştir.

2(Haşiye): Zât-ı Ahmediye Aleyhissalâtü Vesselâm'a Âişe-i Sıddıka'ya karşı ziyade muhabbet ve şefkatini rencide etmemek için, Vak'a-i Cemel hâdisesinde o bulunacağı kat'î gösterilmediğine delil ise, Ezvac-ı Tahirata ferman etmiş ki: "Keşki bilseydim hanginiz o vak'ada bulunacak?" Fakat sonra, hafif bir surette bildirilmiş ki, Hazret-i Ali'ye (R.A.) ferman etmiş: "Senin ile Âişe beyninde bir hâdise olsa, فَارْفَقْ وَ بَلِّغْهَا مَاْمَنَهَا (Mu’cizat-ı Enbiya s.148)

3S.B.M. hadis: 90,91,92, 640 ve K.H. hadis: 2593

4S.B.M. hadis: 1159

5El-Bidaye Ve-n Nihaye 6/213

6İbn-i Hanbel ci: 6 sh: 52

7Tirmizi 6/114; Fezail-üs Sahabe 1/501 no: 817

8Heysemî 5/186

9Şifa 1/338; Aliyy-ül Kari 1/684

Yukarı Çık