2363- MES’ULİYET مسؤلية : Mes’ul olma hali. Yaptığı iş ve hareketten hesap vermeye mecbur oluş. (Bak: Adalet, Ceza, Cehennem, Fetret)

2364- Mes’uliyet mevzuu ile alâkalı “mühim ve mahrem bir mes’ele ve bir sırr-ı velayet: Âlem-i İslâmda Ehl-i Sünnet ve Cemaat denilen ehl-i hak ve istikamet fırka-i azimesi, hakaik-ı Kur’aniyeyi ve imaniyeyi, istikamet dairesinde hüve hüvesine Sünnet-i Seniyeye ittiba’ ederek muhafaza etmişler. Ehl-i velayetin ekseriyet-i mutlakası, o daireden neş’et etmişler. Diğer bir kısım ehl-i velayet, Ehl-i Sünnet ve Cemaatin bazı desatirleri haricinde ve usullerine muhalif bir caddede görünmüş. İşte şu kısım ehl-i velayete bakanlar iki şıkka ayrıldılar.

Bir kısım ise, Ehl-i Sünnetin usûlüne muhalif oldukları için velayetlerini inkâr ettiler. Hatta onlardan bir kısmının tekfirine kadar gittiler. Diğer kısım ki, onlara ittiba’ edenlerdir. Onların velayetlerini kabul ettikleri için, derler ki: “Hak yalnız Ehl-i Sünnet ve Cemaatin mesleğine münhasır değil.” Ehl-i bid’adan bir fırka teşkil ettiler, hatta dalalete kadar gittiler. Bilmediler ki; her hâdi zat, mühdi olamaz. Şeyhleri hatasından mazurdur. Çünki meczubdur. Kendileri ise mazur olamazlar. mutavassıt bir kısım ise; o velilerin velayetlerini inkâr etmediler, fakat yollarını ve mesleklerini kabul etmediler. Diyorlar ki: “Hilaf-ı usûl olan sözleri, ya hale mağlub olup hata ettiler veyahut manası bilinmez müteşabihat misillü şatahattır.”

Maatteessüf birinci kısım, hususan ülema-i ehl-i zâhir, meslek-i Ehl-i Sünneti muhafaza niyetiyle, çok mühim evliyayı inkâr, hatta tadlil etmeye mecbur olmuşlar. İkinci kısım olan tarafdarları ise, o çeşit şeyhlere ziyade hüsn-ü zan ettikleri için, hak mesleğini bırakıp, bid’ate hatta dalalete girdikleri olmuş.

2365- İşte şu sırra dair, pek çok zaman zihnimi işgal eden bir halet vardı. Bir zaman ben, bir kısım ehl-i dalalete mühim bir vakitte kahr ile dua ettim. Bedduama karşı müthiş bir kuvvet-i maneviye çıktı. Hem duamı geri veriyordu, hem beni men’eti.

Sonra gördüm ki: O kısım ehl-i dalalet, hilaf-ı hak icraatında bir kuvve-i maneviyenin teshilatıyla, arkasına aldığı halkı sürükleyip gidiyor, muvaffak oluyor. Yalnız cebr ile değil, belki velayet kuvvetinden gelen bir arzu ile imtizac ettiği için, ehl-i imanın bir kısmı o arzuya kapılıp hoş görüyorlar, çok fena telakki etmiyorlar.

İşte bu iki sırrı hissettiğim vakit dehşet aldım, Fesübhanallah dedim. “Tarîk-i haktan başka velayet bulunabilir mi?” dedim. Sonra bir mübarek arefe gününde müstahsen bir âdet-i İslâmiyeye binaen Sure-i İhlas’ı yüzer defa tekrar ederek okuyup, onun bereketiyle “Mühim bir suale cevab” na-mında yazılı mes’ele ile beraber şöyle bir hakikat dahi rahmet-i İlahiye ile kalb-i âcizaneme gelmiş. Hakikat şudur ki:

2366- Sultan Mehmed Fatih’in zamanında hikâye edilen meşhur ve ma-nidar “Cibali Baba Kıssası” nev’inden olarak; bir kısım ehl-i velayet, zahiren muhakemeli ve âkıl görünürken, meczubdurlar. Ve bir kısmı dahi, bazan sahvede ve daire-i akılda görünür; bazan aklın ve muhakemenin haricinde bir hale girer. Şu kısımdan bir sınıfı ehl-i iltibastır; tefrik etmiyor. Sekir halinde gördüğü bir mes’eleyi, halet-i sahvede tatbik eder, hata eder ve hata ettiğini bilmez. Meczubların bir kısmı ise, indallah mahfuzdur, dalalete sülûk etmez. Diğer bir kısmı ise, mahfuz değiller; bid’at ve dalalet fırkalarında bulunabilirler. Hatta kâfirler içinde bulunabileceği, ihtimal verilmiş.

İşte muvakkat veya daimî meczub olduklarından, manen “mübarek mecnun” hükmünde oluyorlar. Ve mübarek ve serbest mecnun hükmünde oldukları için, mükellef değiller. Ve mükellef olmadıkları için, muaheze olunmuyorlar. Kendi velayet-i meczubaneleri baki kalmakla beraber, ehl-i dalalete ve ehl-i bid’aya tarafdar çıkarlar. Mesleklerine bir derece revaç verip, bir kısım ehl-i imanı ve ehl-i hakkı, o mesleğe girmeye meş’umane bir sebebiyet verirler.” (M. 342)

Bir atıf notu:

-Allah tarafından istediği kabul edilen bir latife, bak: 1980.p.

2367- Ferdlerde mes’uliyetin tahakkuku bazı şartlara bağlıdır. Akıl, büluğ, hakkıyeti sabit olan İlahî teklifin gelmiş olması, teklife ıttıla, teklifin ifasında gereken iktidar, teklife ikrahla değil, ihtiyaren muhalefet etmek gibi bir kısım şartlar vardır ki, tafsilatı fıkıh kitablarındadır.

Keza dinî teklifler gelmeden önceki fetret halinin neticesi olarak, cemiyette mevcut anlayış ve âdetlere ünsiyet etmiş olan cahiliye devri insanlarına, yeni gelen dinî tekliflerden cezaî müeyyideleri bulunan yasaklar tedricen hayata intikal ettirildi ve mer’iyete girdi. Ferdî ve içtimaî terbiyede tedric kaidesi olan bu husus, küllî bir düsturdur. Umum zaman ve mekânları içine alır. Yani herhangi bir zaman veya mekânda İslâmiyet’ten habersiz bir cemiyet bulunsa, yapılan dinî tebliği kabul edenlere aynı kaide tatbik olunur. Mevzumuzla bir derece alâkalı bahisler için 620, 1169/1, 2166, 2294/3. p. sonu ve 3613. p.lara bakınız.

Mes’uliyet hakkında, bir hadis-i şerifte şöyle buyurulur:

 الَا كُلُّكُمْ رَاعٍ وَكُلُّكُمْ مَسْؤُلٌ عَنْ رَعِيَّتِهِ فَا لْاَميِرُ الذِّى عَلَى النَّاسِ رَاعٍ مَسْؤُلٌ عَنْ رَعِيَّتِهِ وَالرَّجُلُ رَاعٍ اَهْلِ بَيْتِهِ وَهُوَ مَسْؤُلٌ عَنْهُمْ وَالْمَرْاَةُ رَعِيَّةٌ عَلَى بَعْلِهَا وَلَدِهِ هِىَ عَلَى فَكُلُّكُمْ رَاعٍ وَكُلُّكُمْ مَسْؤُلٌ عَنْ رَعِيَّتِهِ

“Haberiniz olsun ki, her birerleriniz birer çobandır ve her birerleriniz idaresi altındakilerden mes’uldür. İnsanlar üzerinde emîr bulunan bir kimse bir çobandır ve idaresindeki milletten mes’uldür. Erkek, ev halkı üzerinde bir çobandır ve idaresindeki aile efradından mes’uldür. Kadın kocasının evi ve çocukları üzerinde bir çobandır ve o da çobanlığından mes’uldür. Hizmetçi, efendisinin malı üzerinde bir çobandır. O da ondan mes’uldür. Haberiniz olsun. Her birerleriniz birer çobandır. Ve her birerleriniz güttüklerinden (yani elinin altında ne varsa ona lâyıkıyla bakıp korumaktan) mes’uldür.”1 (Bak: 172. p.)

2368- Dünyada idlal eden ve edilenlerin mes’uliyetleri ve Cehennem’deki halleri

Kur’anda tasvir ediliyor. Dünyada iken münafık ve dalalet önderlerine aldanıp onlara uyanlar şöyle derler:(7:38)

رَبَّنَا هٰٓوُ۬ٔلآَءِ اَضَلُّونَا فَاٰتِهِمْ عَذَابًا ضِعْفًا مِنَ النَّارِۜ Ya Rabbena! Şunlar yok mu! İşte bizi bunlar şaşırttılar. Binaenaleyh sen bunlara ateşten katmerli bir azab ver. Buna karşı قَالَ Allah der ki لِكُلٍّ ضِعْفٌ Hepinize katmerli, lahzadan lahzaya artan katlama usulüyle mütezayid muzaaf bir azab var. Çünki bir kere iki taraf dalalde müşterektir. Saniyen; öndekilerin idlali, sonrakilerin de bu idlali kabul ile tervicleri vardır. Tâbi ile metbu yekdiğerinden mütekabilen kuvvet almıştır. Bu suretle bir tarafın dalal ve idlali, diğer tarafın onları taklid ve küfürleri yekdiğerin seyyiat ve azabını katlama tezyid eder.” (E.T. 2160)

İki atıf notu:

-Zalimleri safdilane affetme hatası, bak: 126.p.

-Âmirin hilaf-ı kanun emri, memuru mes’uliyetten kurtarmaz, bak: 3887.p.

2369- Diğer bir âyette de şöyle buyurulur: “(29:13) اَثْقَالَهُمْ kendi işledikleri günahların ağırlıklarını وَاَثْقَالاً مَعَ اَثْقَالِهِمْۘ ve o ağırlıklarıyla beraber daha bir çok ağırlıkları –başkalarını idlal etmeğe, günaha sokmağa çalışmalarının günahlarını– yüklenecekler.” (E.T. 3667) (9:115) (17:36) âyetleri de mes’uliyet hakkındadır.

Atıf notları:

-Muhabbetin taşkınlıklarından ehl-i hal mazur olabilir, bak: 1327.p.

-Ehl-i Sünnet haricinde olan bazı şahısların mes’uliyet durumları, bak: 2677, 3673-3676.p.lar

-Birisinin hatasıyla başkası mes’ul olmaz, bak: 1709.p.

1 S.M. ci: 6 shf: 21 hadis: 20

Yukarı Çık