2448- Mİ’RAC معراج : Merdiven, süllem. *Yükselecek yer. *En yüksek makam. *Huzur-u İlahî, Peygamberimiz Hz. Muhammed (A.S.M.) Efendimizin Receb ayının 27. gecesinde Cenab-ı Hakk’ın huzuruna ruhen, cismen müşerref olması mu’cizesi ki, en büyük mu’cizelerinden birisidir. (Bak: Burak ve 3167/1.p.sonunda bir âyet notu)

2449- “Mu’cize-i Mi’racın mukaddimesi olan Beyt-ül Makdis seyahatı ve sabahleyin Kureyş kavmi, ondan Beyt-ül Makdis’in tarifatını istemesi üzerine hasıl olan bir mu’cizeyi bahsedeceğiz Şöyle ki:

Mi’rac gecesinin sabahında, Mi’racını Kureyş’e haber verdi. Kureyş tekzib etti. Dediler: “Eğer Beyt-ül Makdis’e gitmiş isen, Beyt-ül Makdis’in kapılarını ve duvarlarını ve ahvalini bize tarif et.” Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselâm ferman ediyor ki:

فَكَرَبْتُ كَرْبًا لَمْ اَكْرُبْ مِثْلَهُ قَطُّ فَجَلَّى اللّٰهُ لِى بَيْتَ الْمَقْدِسِ وَكَشَفَ الْحُجُبَ بَيْنِى وَبَيْنَهُ حَتَّى رَاَيْتُهُ فَنَعَتُّهُ وَ اَنَا اَنْظُرُ اِلَيْهِ 1

Yani: Onların tekziblerinden ve suallerinden pek çok sıkıldım. Hatta öyle bir sıkıntı hiç çekmemiştim. Birden Cenab-ı Hak, Beyt-ül Makdis’i bana gösterdi; ben de Beyt-ü Makdis’e bakıyorum, birer birer herşeyi tarif ediyordum” İşte o vakit Kureyş baktılar ki: Beyt-ül Makdis’den doğru ve tam haber veriyor..

2450- Hem Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselâm Kureyş’e demiş ki: “Yolda giderken sizin bir kafilenizi gördüm; kafileniz yarın filan vakitte gelecek. Sonra o vakit kafileye muntazır kaldılar. Kafile bir saat teehhür etmiş. Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselâm’ın ihbarı doğru çıkmak için, ehl-i tahkikin tasdikiyle, Güneş bir saat tevakkuf etmiş. Yani Arz, onun sözünü doğru çıkarmak için; vazifesini, seyahatını bir saat tatil etmiştir ve o tatili, Güneş’in sükûnetiyle göstermiştir. İşte Muhammed-i Arabî Aleyhissalatü Vesselâm’ın bir tek sözünün tasdiki için, koca Arz vazifesini terkeder; koca Güneş şahid olur.  Böyle bir zatı tasdik etmiyen ve emrini tutmıyanın ne derece bedbaht olduğunu ve onu tasdik edip emrine سَمِعْنَا وَ اَطَعْنَا diyenlerin ne kadar bahtiyar olduklarını anla.” (M.180)

2451- “İhtar: Mirac mes’elesi, erkân-ı imaniyenin usûlünden sonra terettüb eden bir neticedir. Ve erkân-ı imaniyenin nurlarından meded alan bir nurdur. Erkân-ı imaniyeyi kabul etmiyen dinsiz mülhidlere karşı elbette bizzat isbat edilmez. Çünki Allah’ı bilmiyen, Peygamber’i tanımıyan ve melaikeyi kabul etmiyen veya semavatın vücudunu inkâr eden adamlara Mi’racdan bahsedilmez. Evvela o erkânı isbat etmek lâzım geliyor. Öyle ise biz, Mi’racda istib’ad ile vesveseye düşen bir mü’mini muhatab ittihaz ederek ona karşı beyan edeceğiz. Arasıra makam-ı istima’da olan mülhidi nazara alıp serd-i kelâm edeceğiz. Bazı Sözlerde hakikat-ı Mi’racın bir kısım lem’aları zikredilmişti. İhvanlarımın ısrarı ile ayrı ayrı o lem’aları hakikatın aslıyla birleştirmek ve kemalat-ı Ahmediyenin (A.S.M.) cemaline birden bir ayine yapmak için, inayeti Allah’dan istedik. (17:1)(53:4-18) 

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

سُبْحَانَ الَّذِى اَسْرَى بِعَبْدِهِ لَيْلاً مِنَ الْمَسْجِدِ الْحَرَامِ اِلَى الْمَسْجِدِ اْلاَقْصَى الَّذِى بَارَكْنَا حَوْلَهُ لِنُرِيَهُ مِنْ آيَاتِنَا اِنَّهُ هُوَ السَّمِيعُ الْبَصِيرُ

اِنْ هُوَ اِلاَّ وَحْىٌ يُوحَى عَلَّمَهُ شَدِيدُ الْقُوَى ذُو مِرَّةٍ فَاسْتَوَى وَ هُوَ بِاْلاُفُقِ اْلاَعْلَى ثُمَّ دَنَا فَتَدَلَّى فَكَانَ قَابَ قَوْسَيْنِ اَوْ اَدْنَى فَاَوْحَى اِلَى عَبْدِهِ مَا اَوْحَى مَا كَذَبَ الْفُؤَادُ مَا رَاَى اَفَتُمَارُونَهُ عَلَى مَا يَرَى وَلَقَدْ رَآهُ نَزْلَةً اُخْرَى عِنْدَ سِدْرَةِ الْمُنْتَهَى عِنْدَهَا جَنَّةُ الْمَاْوَى اِذْ يَغْشَى السِّدْرَةَ مَا يَغْشَى مَا زَاغَ الْبَصَرُ وَمَا طَغَى لَقَدْ رَاَى مِنْ آيَاتِ رَبِّهِ الْكُبْرَى

(S.559)

Mirac hakkındaki mezkûr âyetleri tefsir eden Sözler mecmuasının Otuzbirinci Söz’ünden bazı kısımları nakletmekle, tafsilatını aynı Söz’e havale ederiz:

2452- “Hakikat-ı Mi’rac nedir?

Elcevab: Zat-ı Ahmediyyenin (A.S.M.) meratib-i kemalatta seyr ü sülûkünden ibarettir. Yani, Cenab-ı Hakk’ın tertib-i mahlukatta tecelli ettirdiği ayrı ayrı isim ve ünvanlarla ve saltanat-ı rububiyetinde teşkil ettiği devair-i tedbir ve icadda ve o dairelerde birer arş-ı rububiyet ve birer merkez-i tasarrufa medar olan bir sema tabakasında gösterdiği âsâr-ı rububiyeti, birer birer o abd-i mahsusa göstermekle, o abdi, hem bütün kemalat-ı insaniyeyi cami’, hem bütün tecelliyat-ı İlahiyeye mazhar, hem bütün tabakat-ı kâinata nazır ve saltanat-ı rububiyetin dellalı ve Marziyat-ı İlahiyenin mübelliği ve tılsım-ı kâinatın keşşafı yapmak için Burak’a bindirip, berk gibi semavatı seyrettirip, kat’-ı meratib ettirerek, kamervari menzilden menzile, daireden daireye rububiyet-i İlahiyeyi temaşa ettirip, o dairelerin semavatında makamları bulunan ve ihvanı olan enbiyayı birer birer göstererek, ta Kab-ı Kavseyn makamına çıkarmış. Ehadiyet ile kelâmına ve rü’yetine mazhar kılmıştır.” (S.567) (Bak: 3170.p.)

2453- Evet bu “saray-ı âlemi, kendi kemalat ve cemal-i manevîsini görmek ve göstermek için bir meşher hükmünde açan Celil-i Zülcemal, Cemil-i Zülcelal, Sani-i Zülkemal’in hikmeti iktiza ediyor ki: Şu âlem-i arzdaki zişuurlara nisbeten abes ve faidesiz olmamak için, o sarayın âyetlerinin manasını birisine bildirsin. O saraydaki acaibin menba’larını ve netaicinin mahzenleri olan avalim-i ulviyede birisini gezdirsin. Ve bütün onların fevkine çıkarsın ve kurb-u huzuruna müşerref etsin ve âhiret âlemlerinde gezdirsin, umum ibadına bir muallim ve saltanat-ı rububiyetine bir dellal ve Marziyat-ı İlahiyesine bir mübelliğ ve saray-ı âlemindeki âyât-ı tekviniyesine bir müfessir gibi çok vazifeler ile tavzif etsin. Mu’cizat nişanlarıyla imtiyazını göstersin. Kur’an gibi bir ferman ile o şahsı, Zat-ı Zülcelal’in has ve sâdık bir tercümanı olduğunu bildirsin.” (S.574)

2454- “Hâkim-i Arz ve Semavat, emr-i Kün Feyekün’e malik Âmir-i Mutlak olan Sultan-ı Ezelî ve Ebedî, tabakat-ı mahlukatında cereyan eden ve kemal-i itaat ve intizam ile imtisal olunan evamir ve kumandanlığının şuunatı ve zerrattan seyyarata ve sinekten semavata kadar olan tabakat-ı mahlukat ve tavaif-i mevcudatta küçük-büyük cüz’î-küllî tabakatı ve taifeleri ayrı ayrı, fakat birbirine bakar bir tarzda birer daire-i rububiyet, birer tabaka-i hâkimiyet görünüyor.

Şimdi bütün kâinattaki makasıd-ı ulya ve netaic-i uzmayı anlıyacak ve bütün tabakatın ayrı ayrı vezaif-i ubudiyetlerini görmekle, Zat-ı Kibriya’nın saltanat-ı rububiyetini, haşmet-i hâkimiyetini müşahede ederek, o zatın marziyatı ne olduğunu anlamak ve onun saltanatına dellal olmak için, alâ-külli-hal, o tabakat ve dairelere bir seyr ü sülûk olacaktır. Ta daire-i azamiyesinin ünvanı olan Arş-ı Azam’ına girecek, ta Kab-ı Kavseyn’e yani imkân ve vücub ortasında Kab-ı Kavseyn ile işaret olunan makama girecek ve Zat-ı Celil-i Zülcemal ile görüşecektir ki: Şu seyr ü sülûk ise, Mi’racın hakikatıdır. Herbir insan, aklıyla hayal sür’atinde seyeranı, herbir veli kalbiyle berk sür’atinde cevelanı ve cism-i nuranî olan herbir melek ruh sür’atinde Arş’tan Ferş’e Ferş’ten Arş’a deveranı, ehl-i Cennet’in insanları Burak sür’atinde haşirden beşyüz sene fazla mesafeden Cennet’e çıkmaları olduğu gibi; nur ve nur kabiliyetinde ve evliya kalblerinden daha latif ve emvatın ruhlarından ve melaike cisimlerinden daha hafif ve cesed-i necmî ve beden-i misalîden daha zarif olan Ruh-u Muhammediye’nin (A.S.M.) hadsiz vezaifine medar ve cihazatının mahzeni olan Cism-i Muhammedî (A.S.M.) elbette onun ruh-u âlîsiyle Arş’a kadar beraber gidecektir.” (S.565)

2455- “Elhasıl: Madem şu azîm kâinatı mezkûr maksatlar gibi ço azîm makasıd ve çok büyük gayeler için şu surette teşkil, tertib ve tezyin etmiştir. Hem madem şu mevcudat içinde şu umumi rububiyeti bütün dekaikı ile, şu azîm saltanat-ı uluhiyeti bütün hakaikı ile görecek insan nev’i vardır. Elbette o Hâkim-i Mutlak, o insan ile konuşacaktır, makasıdını bildirecektir. Madem her insan cüz’iyetten ve süfliyetten tecerrüd edip, en yüksek bir makam-ı küllîye çıkamıyor, o hâkimin küllî hitabına bizzat muhatab olamıyor. Elbette o insanlar içinde bazı efrad-ı mahsusa, o vazife ile muvazzaf olacaklar; ta iki cihetle münasebeti bulunsun. Hem insan olmalı, ta insanlara muallim olsun. Hem ruhen gayet ulvi olmalı ki; ta doğrudan doğruya hitaba mazhar olsun. Şimdi madem şu insanlar içinde, şu kâinat Saniinin makasıdını en mükemmel tarzda dellallık eden Muhammed Aleyhissalatü Vesselâm’dır. Elbette bütün efrad-ı insaniye içinde öyle bir manevi seyr ü sülûkü olacaktır ki; cismanî âlemde seyr ü seyahat suretinde bir Mi’racı olacaktır. Yetmişbin perde tabir olunan berzah-ı sema ve tecelli-i sıfat ve ef’al ve tabakat-ı mevcudatın arkasına kadar kat’-ı meratib edecektir. İşte Mi’rac budur.

2456- Yine hatıra geliyor ki: Ey müstemi’! Sen kalbinden diyorsun ki: “Nasıl inanayım, her şeyden daha yakın bir Rabb’a binler sene mesafeyi kat’edip yetmişbin perdeyi geçtikten sonra onunla görüşmek ne demektir?”

Biz deriz ki: Cenab-ı Hak herşeye, herşeyden daha yakındır. Fakat herşey, ondan nihayetsiz uzaktır. Nasılki Güneşin şuuru ve konuşması olsa, senin elindeki ayine vasıtası ile seninle konuşabilir, istediği gibi sende tasarruf eder. Belki ayine-misal senin göz bebeğinden sana daha yakın olduğu halde, sen dörtbin sene kadar ondan uzaksın, hiçbir cihette ona yanaşamazsın. Eğer terakki etsen, kamer makamına gelip, doğrudan doğruya bir mukabele noktasına çıksan, ona yalnız bir nevi ayinedarlık edebilirsin. Öyle de, Şems-i Ezel ve Ebed olan Zat-ı Zülcelal herşeye herşeyden  daha yakın olduğu  halde, herşey ondan nihayetsiz uzaktır. Yalnız bütün mevcudatı kat’edip, cüz’iyyetten çıkıp, külliyetin meratibinde gitgide binler hicablardan geçip, ta bütün mevcudata muhit bir ismine yanaşır, ondan daha ileride çok meratibi kat’eder. Sonra bir nevi kurbiyete müşerref olur.” (S.567)

2457- “Yine hatıra gelir ki: Dersin: “Birkaç dakikada binler sene mesafeyi kat’etmek, aklen muhaldir?”

Biz de deriz ki: Sani-i Zülcelal’in san’atında, harekât, nihayet derecede muhteliftir. Meselâ: Savtın sür’atiyle ziya, elektrik, ruh, hayal sür’atleri ne kadar mütefavit olduğu malum. Seyyaratın dahi, fennen harekâtı o kadar muhteliftir ki, akıl hayrettedir. Acaba latif cismi, urûcda sür’atli olan ulvi ruhuna tabi olmuş; ruh sür’atinde hareketi nasıl akla muhalif görünür? Hem on dakika yatsan, bazı olur ki bir sene kadar hâlâta maruz olursun. Hatta bir dakikada insan gördüğü rü’yayı, onun içinde işittiği sözleri, söylediği kelimatı  toplansa, uyanık âleminde bir gün, belki daha fazla zaman lâzımdır. Demek oluyor ki; bir zaman-ı vâhid, iki şahsa nisbeten, birisine bir gün birisine de bir sene hükmüne geçer.

2458- Şu manaya bir temsil ile bak ki: İnsanın hareketinden, güllenin hareketinden, savttan, ziyadan, elektrikten, ruhtan, hayalden tezahür eden sür’at-i harekâtta bir mikyas olmak için şöyle bir saat farzediyoruz ki: O saatta on iğne var. Birisi, saatleri gösterir. Biri de ondan altmış def’a daha geniş bir dairede dakikayı sayar. Birisi, altmış def’a daha geniş bir daire içinde saniyeleri; diğeri, yine altmış def’a daha geniş bir dairede saliseleri ve hakeza... rabiaları, hamiseleri, sadise, sabia, samine, tasia ta aşireleri sayacak gayet muntazam azîm bir dairede birer ibre farzediyoruz. Faraza saati sayan ibrenin dairesi, küçük saatimiz kadar olsa; herhalde aşireleri sayan ibrenin dairesi, arzın medar-ı sanevîsi kadar, belki daha fazla olmak lâzım gelir. Şimdi iki şahıs farzediyoruz: Biri saatı sayan ibreye binmiş gibi o ibrenin harekâtına göre temaşa ediyor. Diğeri, aşireleri sayan ibreye binmiş. Bu iki şahsın bir zaman-ı vâhidde müşahede ettikleri eşya; saatimizle arzın medar-ı senevîsi nisbeti gibi, meşhudatça pekçok farkları vardır. İşte zaman, (çünki) harekâtın bir rengi, bir levni yahut bir şeridi hükmünde olduğundan, harekâtta cari olan bir hüküm, zamanda dahi caridir. İşte bir saatte meşhudatımız, bir saatin saati sayan ibresine binen zişuur şahsın meşhudatı kadar olduğu ve hakikat-ı ömrü de o kadar olduğu halde; aşire ibresine binen şahıs gibi, aynı zamanda, o muayyen saatte Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselâm, burak-ı tevfik-i İlahîye biner; berk gibi bütün daire-i mümkinatı kat’edip, acaib-i mülk ve melekûtu görüp, daire-i vücub noktasına çıkıp, sohbete müşerref olup, rü’yet-i cemal-i İlahîye mazhar olarak, fermanı alıp vazifesine dönebilir ve dönmüş ve öyledir.” (S:571)

2459- “İnsanın camiiyeti; ve şecere-i kâinatın en münevver meyvesi olduğundan, bütün kâinatta cilveleri tezahür eden esma-i hüsnayı, birden ayine-i ruhunda gösterebilmesi cihetiyle, Cenab-ı Hak tecelli-i zatiyle ve esma-i hüsnanın azamî mertebede, nev’-i insanın manen en azam bir ferdine, tecelli-i azam tezahür eder ki; bu tezahür ve tecelli, Mi’rac-ı Ahmedî (A.S.M.) sırrıdır ki; onun velayeti, risaletine mebde’olur... Mi’racın batını velayettir, halktan Hakk’a gitmiş. Zahir-i Mi’rac risalettir, Hak’tan halka geliyor. Velayet, kurbiyet meratibinde sülûktür; çok meratibin tayyına ve bir derece zamana muhtaçtır. Nur-u azam olan risalet ise, akrebiyet-i İlahiyenin inkişafı sırrına bakar ki; bir an-ı seyyale kâfidir. Onun için hadiste denilmiş: “Bir anda dönmüş gelmiş”2 (S.562)

2460- “Mi’racın semeratı ve faydası nedir?

Elcevab: Şu şecere-i tuba-i maneviye olan Mi’racın beşyüzden fazla meyvelerinden nümune olarak yalnız beş tanesini zikredeceğiz

Birinci Meyve: Erkân-ı imaniyenin hakaikını göz ile görüp, melaikeyi, Cenneti, âhireti, hatta Zat-ı Zülcelal’i göz ile müşahede etmek; kâinata ve beşere öyle bir hazine ve bir nur-u ezelî ve ebedî bir hediye getirmiştir ki: Şu kâinatı, perişan ve fani ve karmakarışık bir  vaziyet-i mevhumeden çıkarıp, o nur ve o meyve ile, o kâinatı kudsi mektubat-ı Samedaniye, güzel ayine-i cemal-i Zat-ı Ehadiye vaziyeti olan hakikatını göstermiş. Kâinatı ve bütün zişuuru sevindirip mesrur etmiş. Hem o nur ve o meyve ile beşeri müşevveş, perişan, âciz, fakir, hâcâtı hadsiz, a’dası nihayetsiz ve fani, bekasız bir vaziyet-i dalaletkâraneden o insanı o nur, o meyve-i kudsiye ile ahsen-i takvimde bir mu’cize-i kudret-i Samedaniyesi ve mektubat-ı Samedaniyenin bir nüsha-i camiası ve Sultan-ı Ezel ve Ebed’in bir muhatabı, bir abd-i hassı, kemalâtının istihsancısı, halili ve cemalinin hayretkârı, habibi ve Cennet-i bakiyesine namzet bir misafir-i azizi suret-i hakikisinde göstermiş. İnsan olan bütün insanlara, nihayetsiz bir sürur, hadsiz bir şevk vermiştir.

2461- İkinci Meyve: Sani-i Mevcudat ve Sahib-i Kâinat ve Rabb-ül Âle-mîn olan Hâkim-i Ezel ve Ebed’in marziyat-ı Rabbaniyesi olan İslâmiyet’in -başta namaz olarak- esasatını, cin ve inse hediye getirmiştir ki: O marziyatı anlamak, o kadar merak-aver ve saadet-averdir ki, tarif edilmez. Çünki: Herkes, büyükçe bir veliyy-i ni’met, yahut muhsin bir padişahının uzaktan arzu-larını anlamağa ne kadar arzukeş ve anlasa, ne kadar memnun olur. Temenni eder ki: “Keşki bir vasıta-i muhabere olsa idi doğrudan doğruya o zat ile konuşsa idim. Benden ne istiyor, anlasa idim. Benden onun hoşuna gideni bilse idim.” der. Acaba bütün mevcudat kabza-i tasarrufunda ve bütün mevcudattaki cemal ve kemalat, onun cemal ve kemaline nisbeten zayıf bir gölge ve her anda nihayetsiz cihetlerle ona muhtaç ve nihayetsiz ihsanlarına mazhar olan beşer, ne derece onun marziyatını ve arzularını anlamak hususunda hâhişger ve merak-aver olması lâzım olduğunu anlarsın.

İşte Zat-ı Ahmediye (A.S.M.) yetmiş bin perde arkasında o Sultan-ı Ezel ve Ebed’in marziyatını doğrudan doğruya Mi’rac semeresi olarak hakkalyakîn işitip, getirip beşere hediye etmiştir.

2462- Evet beşer, Kamer’deki hali anlamak için ne kadar merak eder ki: Biri gidip, dönüp haber verse. Hem ne kadar fedakârlık gösterir. Eğer anlasa, ne kadar hayret ve meraka düşer. Halbuki Kamer, öyle bir Malik-ül Mülk’ün memleketinde geziyor ki: Kamer, bir sinek gibi Küre-i Arz’ın etrafında pervaz eder. Küre-i Arz, Pervane gibi Şems’in etrafında uçar. Şems, binler lambalar içinde bir lambadır ki; o Malik-ül Mülk-ü Zülcelal’in bir misafirhanesinde mumdarlık eder. İşte Zat-ı Ahmediye (A.S.M.) öyle bir Zat-ı Zülcelal’in şuunatını ve acaib-i san’atını ve âlem-i bekada hazain-i rahmetini görmüş, gelmiş, beşere söylemiş. İşte beşer, bu zatı kemal-i merak ve hayret ve muhabbetle dinlemezse, ne kadar hilaf-ı akıl ve hikmetle hareket ettiğini anlarsın.

2463- Üçüncü Meyve: Saadet-i ebediyenin definesini görüp, anahtarını alıp getirmiş; cin ve inse hediye etmiştir. Evet Mi’rac vasıtasıyla ve kendi gözüyle Cennet’i görmüş ve Rahman-ı Zülcelal’in rahmetinin baki cilvelerini müşahede etmiş ve saadet-i ebediyeyi kat’iyen hakkalyakîn anlamış, saadet-i ebediyenin vücudunun müjdesini cin ve inse hediye etmiştir ki: Biçare cin ve ins, kararsız bir dünyada ve zelzele-i zeval ve firak içindeki mevcudatı, seyl-i zaman ve harekât-ı zerrat ile adem ve firak-ı ebedî denizine döküldüğü olan vaziyet-i mevhume-i canhıraşanede oldukları hen-gâmda; şöyle bir müjde, ne kadar kıymetdar olduğu ve idam-ı ebedî ile kendilerini mahkûm zanneden fani cin ve insin kulağında öyle bir müjde, ne kadar saadet-aver olduğu tarif edilmez. Bir adama, idam edileceği anda, onun afvıyla kurb-u şahanede bir saray verilse, ne kadar sürura sebebdir. Bütün cin ve ins adedince böyle sürurları topla, sonra bu müjdeye kıymet ver.

2464- Dördüncü Meyve: Rü’yet-i cemalullah meyvesini kendi aldığı gibi, o meyvenin her mü’mine dahi mümkün olduğunu, cin ve inse hediye getirmiştir ki, o meyve, ne derece leziz ve hoş ve güzel bir meyve olduğunu bununla kıyas edebilirsin. Yani: Her kalb sahibi bir insan; zicemal, zikemal, ziihsan bir zatı sever. Ve o sevmek dahi, cemal ve kemal ve ihsanın derecatına nisbeten tezayüd eder, perestiş derecesine gelir, canını feda eder derecede muhabbet bağlar. Yalnız birdefa görmesine, dünyasını feda etmek derecesine çıkar. Halbuki bütün mevcudattaki cemal ve kemal ve ihsan, onun cemal ve kemal ve ihsanına nisbeten küçük birkaç lemaatın, güneşe nisbeti gibi de olmaz. Demek nihayetsiz bir muhabbete lâyık ve nihayetsiz rü’yete ve nihayetsiz bir iştiyaka elyak bir Zat-ı Zülcelali Velkemal’in saadet-i ebediyede rü’yetine muvaffak olması, ne kadar saadet âver ve medar-ı sürur ve hoş ve güzel bir meyve olduğunu insan isen anlarsın.

2465- Beşinci Meyve: İnsan kâinatın kıymetdar bir meyvesi ve Sani-i Kâinat’ın nazdar sevgilisi olduğu, Mi’rac ile anlaşılmış ve o meyveyi cin ve inse getirmiştir. Küçük bir mahluk, zayıf bir hayvan ve âciz bir zişuur olan insanı, o meyve ile o kadar yüksek bir makama çıkarır ki: Kâinatın bütün mevcudatı üstünde bir makam-ı fahr veriyor. Ve öyle bir sevinç ve sürur-u mes’udiyetkârane veriyor ki, tasvir edilmez. Çünki adi bir nefere denilse: “Sen müşir oldun.” Ne kadar memnun olur. Halbuki fani âciz bir hayvan-ı natık, zeval ve firak sillesini daima yiyen biçare insana, birden ebedî, baki bir Cennet’te, Rahim ve Kerim bir Rahman’ı rahmetinde ve hayal sür’atinde, ruhun vüs’atinde, aklın cevelanında, kalbin bütün arzularında, mülk ve melekûtunda tenezzühe, seyerana ve cevelana muvaffak olduğun gibi, saadet-i ebediyede rü’yet-i cemaline de muvaffak olursun denildiği vakit, insaniyeti sukut etmemiş bir insan, ne kadar derin ve ciddi bir sevinç ve süruru kalbinde hissedeceğini tahayyül edebilirsin.” (S.581-583)

2466- Süleyman Çelebi’nin yazdığı Mevlid’in Mi’raciye bahsinde zikredilen maceralar, ulvi hakikatlara işaret eden birer ihtar ve kinaye ifadelerdir. Evet “Mi’raciyedeki maceralar, malumumuz olan manalarla, o kudsi ve nezih hakikatları ifade edemiyor. Belki o muhavereler; birer ünvan-ı mülahazadır, birer mirsad-ı tefekkürdür ve ulvi ve derin hakaika birer işarettir ve imanın bir kısım hakaikına birer ihtardır ve kabil-i tabir olmıyan bazı manalara, birer kinayedir. Yoksa malumumuz olan manalar ile bir macera değil. Biz, hayalimiz ile o muhaverelerden o hakikatları alamayız; belki kalbimizle heyecanlı bir zevk-i imanî ve nuranî bir neş’e-i ruhanî alabiliriz. Çünki nasıl Cenab-ı Hakk’ın zat ve sıfatında nazir ve şebih ve misli yoktur; öyle de: şuunat-ı rububiyetinde misli yoktur. Sıfatı nasıl mahlukat sıfatına benzemiyor; muhabbeti dahi benzemez. Öyle ise şu tabiratı, müteşabihat nev’inden tutup deriz ki: Zat-ı Vacib-ül Vücud’un vücub-u vücuduna ve kudsiyetine münasib bir tarzda ve istiğna-i zatîsine ve kemal-i mutlakına muvafık bir surette muhabbeti gibi bazı şuunatı var ki, mi’raciye mecarasıyla onu ihtar ediyor.” (M.305) (Bak: Müteşabihat)

2467- Sual: “Yetmiş bin perde arkasında Cenab-ı Hakk’ı görmüş” tabiri, bu’diyet-i mekânı ifade ediyor. Halbuki Vacib-ül Vücud, mekândan münezzehtir; herşeye, herşeyden daha yakındır. Bu ne demektir?

Elcevab: Otuzbirinci Söz’de mufassalan, bürhanlar ile o hakikat beyan edilmiştir. Burada yalnız şu kadar deriz ki:

Cenab-ı Hak bize gayet karibdir, biz ondan gayet derecede uzağız. Nasılki güneş; elimizdeki ayine vasıtasıyla bize gayet yakındır ve yerde herbir şeffaf şey, kendine bir nevi arş ve bir çeşit menzil olur. Eğer güneşin şuuru olsaydı, bizimle ayinemiz vasıtasıyla muhabere ederdi. Fakat biz ondan dörtbin sene uzağız. Bilâ teşbih velâ temsil; Şems-i Ezelî, her şeye herşeyden daha yakındır. Çünki Vacib-ül Vücud’dur, mekândan münezzehtir. Hiçbir şey ona perde olamaz. Fakat herşey nihayet derecede ondan uzaktır.

İşte Mi’racın uzun mesafesiyle, (50:16) وَ نَحْنُ اَقْرَبُ اِلَيْهِ مِنْ حَبْلِ الْوَرِيدِ in ifade ettiği mesafesizliğin sırrıyla; hem Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselâm’ın gitmesinde, çok mesafeyi tayyederek gitmesi ve an-ı vahidde yerine gelmesi sırrı, bundan ileri geliyor. Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselâm’ın Mi’racı, onun seyr ü sülûküdür, onun ünvan-ı velayetidir. Ehl-i velayet, nasılki seyr ü sülûk-ü ruhanî ile kırk günden, ta kırk seneye kadar bir terakki ile derecat-ı imaniyenin hakkalyakîn derecesine çıkıyor.

Öyle de: Bütün evliyanın sultanı olan Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselâm; değil yalnız kalbi ve ruhu ile, belki hem cismiyle, hem havassiyle, hem letaifiyle, kırk seneye mukabil kırk dakikada, velayetinin keramet-i kübrası olan mi’racı ile bir cadde-i kübra açarak, hakaik-ı imaniyenin en yüksek mertebelerine gitmiş, mi’rac merdiveniyle Arş’a çıkmış, “Kab-ı Kavseyn” makamında, hakaik-ı imaniyenin en büyüğü olan iman-ı billah ve iman-ı bil’âhireti aynel yakin gözüyle müşahede etmiş. Cennete girmiş Saadet-i ebediyeyi görmüş. O mi’racın kapısıyla açtığı cadde-i kübrayı açık bırakmış, bütün evliya-yı ümmeti seyr ü sülûk ile, derecelerine göre, ruhanî ve kalbî bir tarzda o mi’racın gölgesi içinde gidiyorlar.” (M.306)

2467/1- Mirac hâdisesinde ehemmiyetle zikri geçen “Sidret-ül Münteha” hakkında, Buhari’deki müteşabih vasfındaki iki hadisin son kısmında izahat veriliyor ve Peygamberimiz (A.S.M.)ın Enbiya ile görüşmesinden sonraki ahvali teşbihen şöyle anlatılıyor:

“...Sonra (Cibril) ta Sidret-ül Münteha’ya3 birlikte varıncaya kadar beni götürdü. Sidre’yi öyle (acib ve garib) elvan kaplamıştı ki, onlar nedir, bilmem...” (S.B.M. ci:2, 227. hadis mealinden)

“....Bütün bu menazil ve menazırdan sonra karşıma Sidre-i Münteha sahası açıldı. Bir de gördüm ki, Sidr ağacının yemişleri (Yemen’in) Hecir (kasabası) testileri benzeri (büyüklüğünde)dir. Yaprakları da fillerin kulakları gibidir. Cibril bana: “İşte bu Sidre-i Münteha’dır.” dedi.4 Bu ağacın aslından dört nehir nebean ediyordu. İki nehir zâhir, iki nehir de bâtın idi.” (S.B.M.10. ci:1551.hadis mealinden)

S.B.M.227, 1464, 1550. hadisler de Mi’rac hakkındadır. S.M.Kitab-ül İman’da 74. babı, Mi’raca dair Bab-ül İsra’dır.

Atıf notları:

-Mi’racdaki mükâleme olan “tahiyyat”ın teşehhüdde okunmasının hikmeti, bak: 3639-3641.p.lar

-Mi’racın birkaç dakika müddetinin uzunluğu, bak: 4028.p.da haşiye.

1S.B.M. hadis: 1550 ve S.M. ci: l shf: 235 hadis: 276,278

2Nüzhet-üt Mecalis c:2 sh:130 (2.tab’)

3 *Sidr سِدْرَ "Kamus" mütercimi Asım'ın beyanına göre, Arabistan Kirazı denilen ağacın ismidir ki cemi'dir. Vahidi سِدْرَة dir. Sidret-ül Münteha semavat ile cinanı gölgesi altına alan bir ağacın ismidir ki, bir rivayete göre sema-i sabianın fevkinde; Müslim rivayetine göre, sema-i sadisededir. Yahud da kökü sema-i sadisede, kendisi sabiadadır. Sidret-ül Münteha tesmiye buyurulması, melaike-i kiram ile enbiya-i izam hazaratının münteha-yı ilmi olması itibariyledir. Yalnız Resul-i Ekrem Sallallahu Aleyhi Vesellem Efendimiz'e ondan öte Kab-ı Kavseyn'e kadar destûr-u urûc verilmiştir.

Bazılarına göre Sidret-ül Mühteha, Arş-ı Azim-i Rahman'ın esfelidir. Ondan ilerisine ne Melek-i Mukarreb varabilir ne Nebiyy-i Mürsel, İlerisi gaybdır ki, Allah'dan başka hiçbir kimsenin daire-i ilmine giremez.

4 *Sidre-i Münteha terkibindeki Sidir, Nebak Ağacı diye tefsir olunuyor ki Arabistan Kirazı denilen ve Trabzon Hurması fasilesinden olup ehlîsi ve yabanisi olan bir nevi ağaçtır. Münteha da bir şeyin son haddine denildiğine göre Sidre-i Münteha, mahlukatın ilmi ve ameli kendisinde nihayet bulup âlem-i kevni tahdid eden bir işaret demek olur. Bazı tefsir kitablarında da Tuba Ağacı olarak tefsir olunmuştur.

Yukarı Çık