3126- RUH روح : Can, nefes, canlılık. *Öz, hülasa, en mühim nokta. *Kur’an. İsa (A.S.). Cebrail (A.S.) *Korkmak. *İnsanın fani ve maddi varlığının hayatiyetine esas olan ölümsüz ve tekâmüle müstaid kılınmış manevi varlığı. (Bak: Hayat, Melaike)

“Ruh, bir kanun-u zivücud-u haricîdir, bir namus-u zişuurdur. Sabit ve daim fıtrî kanunlar gibi, ruh dahi âlem-i emirden, sıfat-ı iradeden gelmiş, kudret ona vücud-u hissî giydirmiştir. Bir seyyale-i latifeyi o cevhere sadef etmiştir. Mevcud ruh, makul kanunun kardeşidir. İkisi hem daimî, hem âlem-i emirden gelmişlerdir. Şayet nevilerdeki kanunlara kudret-i ezeliye bir vücud-u haricî giydirseydi, ruh olurdu. Eğer ruh, şuuru başından indirse, yine lâyemut bir kanun olurdu.” (H.Ş. 113)

3127- Ruh, sabit ve müstakil bir cevherdir. “Nasılki hayat, bu kâinattan süzülmüş bir hülasadır... ve şuur ve his dahi, hayattan süzülmüş; hayatın bir hülasasıdır.... akıl dahi, şuurdan ve histen süzülmüş; şuurun bir hülasasıdır... ve ruh dahi, hayatın halis ve safi bir cevheri ve sabit ve müstakil zatıdır.” (L.336)

3128- Hem nasıl ki: “Lafız tebeddül eder, fakat mana baki kalır. Hem kışır parçalanır, fakat lübb devam eder. Hem libas yırtılır, fakat cesed sağlam kalır. Hem cesed birbirinden ayrılır, fakat ruh bakidir. Hem cesed ihtiyarlanır, fakat ene gençleşir. Hem kesir dağılır, fakat vahid baki kalır. Hem kesret dağılır, fakat vahdet devam eder. Hem madde eriyip gider, fakat nur baki kalır.

İşte bak, ömrün evvelinden ta âhirine kadar baki kalan bir mana, hem de vahdaniyetini muhafaza ile beraber çok cesedler değiştirerek ve çok tavırlar içinde intikal ederek ve çok devirler üzerinden yuvarlanarak devam edip gelen bir mana, elbette delalet eder ki: O mana ebed yolunda dahi mevtin üzerinden de atlıyacak ve cesedi yararak ruh çıplak olarak ölümün pençesinden, çengelinden sıyrılıp sağlam kurtulacaktır.

Hem dahi aslı fena ve fani olan maddiyat içindeki hıfz ve muhafaza düsturunun şiddetli cereyan etmesi de, aslı beka ve vahid-i basit olan mana ve nur ve ruhta dahi o kanun-u bekaînin cereyan edeceğine, bir hads-i sadık ve bittarik-il evla delâlet eder.” (M.Nu. 391)

3129- “Değil ruh-u beşer, hatta en basit tabakat-ı mevcudat dahi, fena için yaratılmamışlar; bir nevi bekaya mazhardırlar. Hatta ruhsuz ehemmiyetsiz bir çiçek dahi, vücud-u zahirîden gitse, bin vecihle bir nevi bekaya mazhardır. Çünki sureti, hadsiz hâfızalarda baki kalır. Kanun-u teşekkülatı, yüzer tohumcuklarında beka bulup devam eder. Madem bir parçacık ruha benzeyen o çiçeğin kanun-u teşekkülü, timsal-i sureti, bir Hafiz-i Hakîm tarafından ibka ediliyor. Dağdağalı inkılablar içinde kemal-i intizam ile, zerrecikler gibi tohumlarında muhafaza ediliyor, baki kalır. Elbette gayet cem’iyetli ve gayet yüksek bir mahiyete malik ve haricî vücud giydirilmiş ve zişuur ve zihayat ve nurani kanun-u emrî olan ruh-u beşer, ne derece kat’iyetle bekaya mazhar ve ebediyetle merbut ve sermediyetle alâkadar olduğunu anlamazsan, nasıl “zişuur bir insanım” diyebilirsin? Evet koca bir ağacın bir derece ruha benziyen proğramını ve kanun-u teşekkülatını, bir nokta gibi en küçük çekirdekte dercedip muhafaza eden bir Zat-ı Hakîm-i Zülcelal, bir Zat-ı Hafiz-i Bîzeval hakkında: “Vefat edenlerin ruhlarını nasıl muhafaza eder” denilir mi?

3130- Herkes hayatına ve nefsine dikkat etse, bir ruh-u bakiyi anlar. Evet herbir ruh, kaç sene yaşamış ise o kadar beden değiştirdiği halde, bilbedahe aynen baki kalmıştır. Öyle ise: Madem cesed gelip geçicidir; mevt ile bütün bütün çıplak olmak dahi ruhun bekasına te’sir etmez ve mahiyetini de bozmaz. Yalnız müddet-i hayatta, tedricî cesed libasını değiştiriyor. Mevtte ise birden soyunur.

Gayet kat’i bir hads ile, belki müşahede ile sabittir ki, cesed ruh ile kaimdir. Öyle ise ruh, onun ile kaim değildir. Belki ruh, binefsihî kaim ve hâkim olduğundan; cesed istediği gibi dağılıp toplansın, ruhun istiklaliyetine halel vermez. Belki cesed, ruhun hanesi ve yuvasıdır, libası değil. Belki ruhun libası, bir derece sabit ve letafetçe ruha münasib bir gılaf-ı latifi ve bir beden-i misalîsi vardır. Öyle ise, mevt hengâmında bütün bütün çıplak olmaz, yuvasından çıkar, beden-i misalîsini giyer.” (Ş. 516)

3131- Hem “tek bir ruhun  ba’delmemat bekası anlaşılsa, şu ruh nev’inin külliyetle bekasını istilzam eder. Zira fenn-i mantıkça kat’idir ki: Zatî bir hassa, birtek ferdde görünse; bütün efradda dahi o hassanın vücuduna hükmedilir. Çünki zatîdir. Zatî olsa, her ferdde bulunur. Halbuki değil bir ferd, belki o kadar hadsiz, o kadar hesaba, hasra gelmez müşahedata istinad eden âsâr ve beka-i ervaha delalet eden emarat o derece kat’idir ki; bize nasıl Yeni dünya, yani Amerika var ve orada insanlar bulunur; o insanların vücudlarına hiç vehim hatıra gelmez. Öyle de şüphe kabul etmez ki, şimdi âlem-i melekût ve ervahta; ölmüş, vefat etmiş insanların ervahı, pekçok kesretler vardır ve  bizimle münasebettardırlar. Manevi hedayamız onlara gidiyor, onların nurani feyizleri de bizlere geliyor.

Hem hads-i kat’i ile vicdanen hissedilebilir ki; insan öldükten sonra esaslı bir ciheti bakidir. O esas ise ruhtur. Ruh ise, tahrib ve inhilale maruz değil. Çünki basittir, vahdeti var. Tahrib ve inhilal ve bozulmak ise, kesret ve terkib edilmiş şeylerin şe’nidir. Sabıkan beyan ettiğimiz gibi; hayat, kesrette bir tarz-ı vahdeti te’min eder, bir nevi bekaya sebebiyet verir. Demek vahdet ve beka, ruhta esastır ki, ondan kesrete sirayet eder.

Ruhun fenası, ya tahrib ve inhilal iledir. O tahrib ve inhilal ise, vahdet yol vermez ki girsin; besatet bırakmaz ki bozsun. Veyahut idam iledir. İdam ise, Cevvad-ı Mutlak’ın hadsiz merhameti müsaade etmez ve nihayetsiz cûdu bırakmaz ki, verdiği ni’met-i vücudu, o ni’met-i vücuda pek müştak ve lâyık olan ruh-u insanîden geri alsın.

3132- Ruh zihayat, zişuur, nurani, vücud-u haricî giydirilmiş, cami’, hakikatdar, külliyet kesbetmeğe müstaid bir kanun-u emrîdir. Halbuki en zaif olan kavanin-i emriye, sebat ve bekaya mazhardırlar. Çünki dikkat edilse, maruz-u tagayyür olan bütün nevilerde birer hakikat-ı sabite vardır ki, bütün tagayyürat ve inkılabat ve etvar-ı hayat içinde yuvarlanarak suretler değiştirip, ölmiyerek, yaşıyarak baki kalıyor. İşte herbir şahs-ı insanî, mahiyetinin camiiyetiyle ve küllî şuuruyla ve umumi tasavvuratıyla bir şahıs iken, bir nev’ hükmüne geçmiştir. Bir nev’e gelen ve cari olan kanun, o şahs-ı insanîde dahi caridir. Madem Fatır-ı Zülcelal, insanı cami’ bir ayine ve küllî bir ubudiyetle ve ulvi bir mahiyetle yaratmıştır. Her ferddeki hakikat-ı ruhiye, yüzbinler suret değiştirse, izn-i Rabbanî ile ölmiyecek, yaşıyarak geldiği gibi gidecek. Öyle ise o şahs-ı insanînin hakikat-ı zişuuru ve unsur-u zihayatı olan ruhu dahi, Allah’ın emriyle, izni ile ve ibkasıyla daima bakidir.

3133- Ruha bir derece müşabih ve ikiside  âlem-i emirden ve iradeden geldiklerinden masdar itibariyle ruha bir derece muvafık, fakat yalnız vücud-u hissî olmayan nevilerde hükümran olan kavanine dikkat edilse ve o namuslara bakılsa görünür ki: Eğer o kanun-u emrî, vücud-u haricî giyse idi, o nevilerin birer ruhu olurdu. Halbuki o kanun daima bakidir. Daima müstemir, sabittir. Hiçbir tagayyürat ve inkılabat, o kanunların vahdetine tesir etmez, bozmaz. Meselâ: Bir incir ağacı ölse, dağılsa onun ruhu hükmünde olan kanun-u teşekkülatı, zerre gibi bir çekirdeğinde ölmiyerek baki kalır. İşte madem en adi ve zaif emrî kanunlar dahi böyle beka ile, devam ile alâkadardır. Elbette ruh-u insanî, değil yalnız beka ile, belki ebed-ül âbad ile alâkadar olmak lâzım gelir.

3134- Çünki Ruh dahi Kur’anın nassı ile (17:85) قُلِ الرُّوحُ مِنْ اَمْرِ رَبِّى ferman-ı celili ile âlem-i emirden gelmiş bir kanun-u zişuur ve bir namus-u zihayattır ki; kudret-i ezeliye ona vücud-u haricî  giydirmiş. Demek nasılki sıfat-ı iradeden ve âlem-i emirden gelen şuursuz kavanin, daima veya ağleben baki kalıyor. Aynen onların bir nevi kardeşi ve onlar gibi sıfat-ı iradenin tecellisi ve âlem-i emirden gelen ruh, bekaya mazhar olmak daha ziyade kat’idir, lâyıktır. Çünki zivücuddur, hakikat-ı hariciye sahibidir. Hem onlardan daha kavidir, daha ulvidir. Çünki zişuurdur. Hem onlardan daha daimîdir, daha kıymetdardır. Çünki  zihayattır.” (S. 517-518)

3135- Ruh, zaman ve mekânla kayıtlı olmayarak ve teakubiyetsiz teveccüh eder.

Meselâ: “İnsanın nasıl ruhu bütün cesedine öyle bir münasebeti var ki: Bütün azasını ve eczasını birbirine yardım ettirir.  Yani irade-i İlahiye cilvesi olan evamir-i tekviniye ve o emirden vücud-u haricî giydirilmiş bir kanun-u emrî ve latife-i Rabbaniye olan ruh oların idaresinde onların manevi seslerini hissetmesinde ve hacatlarını görmesinde birbirine mani olmaz, ruhu şaşırtmaz. Ruha nisbeten uzak yakın bir hükmünde. Birbirine perde olmaz. İsterse, çoğunu birinin imdadına yetiştirir. İsterse bedenin her cüz’ü ile bilebilir, hissedebilir, idare edebilir. Hatta çok nuraniyet kesbetmiş ise, herbir cüz’ü ile görebilir ve işitebilir.” (S. 687)

3136- “Gözle görülmeyen hurdebinî bir hayvanın ne kadar keskin duyguları var ki, arkadaşının sesini işitir, rızkını görür, gayet hassas ve keskin hisleri vardır. Şu hal gösteriyor ki; maddenin küçülüp inceleşmesi nisbetinde âsâr-ı hayat tezayüd ediyor, nur-u ruh teşeddüd ediyor. Güya madde inceleştikçe, bizim maddiyatımızdan uzaklaştıkça ruh âlemine, hayat âlemine, şuur âlemine yaklaşıyor gibi hararet-i ruh, nur-u hayat daha şiddetli tecelli ediyor. İşte hiç mümkün müdür ki; bu madde perdesinde bu kadar hayat ve şuur ve ruhun tereşşuhatı bulunsun; o perde altında olan âlem-i batın ziruh ve zişuurlarla dolu olmasın. “(S. 509)

“Evet şu âlem-i berzahta, âlem-i ervahta bulunan ve âhirete gitmek için bekliyen hadsiz ervah-ı bakiye kafileleri ile bizim mabeynimizdeki mesafe o kadar ince ve kısadır ki, bürhan ile göstermeğe lüzum kalmaz. Hadd ü hesaba gelmiyen ehl-i keşfin ve şuhudun onlarla temas etmeleri, hatta ehl-i keşf-el kuburun onları görmeleri, hatta bir kısım avamın da onlarla muhabereleri ve umumun da rü’ya-yı sadıkada onlarla münasebet peyda etmeleri, muzaaf tevatürler suretinde adeta beşerin ulûm-u mütearifesi hükmüne geçmiştir.” (S.515)

3137- Ruhun dört havassı:

“Vicdanın anasır-ı erbaası ve ruhun dört havassı olan “irade, zihin, his, latife-i Rabbaniye” herbirinin bir gayetül’-gayatı var: İradenin ibadetullahtır. Zihnin marifetullahtır. Hissin muhabbetullahtır. Latifenin müşahedetullahtır. Takva denilen ibadet-i kâmile dördünü tazammun eder. Şeriat, şunları hem tenmiye, hem tehzib, hem bu gayatü’l-gayata sevkeder.” (H.Ş.136)

3138- “Muhyiddin-i Arabî demiş: Ruhun mahlukiyeti inkişafından ibarettir..

Evet ruh, mahiyeti itibariyle bir kanun-u emrîdir. Fakat vücud-u haricî giydirilmiş bir namus-u zihayattır. Vücud-u haricî sahibi bir kanundur. Hz.Muhyiddin yalnız mahiyeti noktasında düşünmüştür. Vahdet-ül vücud meşrebince eşyanın vücudunu hayal görüyor. O zat hârika keşfiyatıyla ve müşahedatıyla ve mühim bir meşreb sahibi ve müstakil bir meslek ihtiyar ettiğinden bilmecburiye zayıf te’vilatıyla tekellüflü bir surette bazı âyatı meşrebine, meşhudatına tatbik ediyor. Âyatın sarahatını incitiyor.” (O.L.120)

3139- “Sual: Sa’d-ı Taftazanî, biri hayvanî diğeri insanî olmak üzere ruhu ikiye taksim ettikten sonra, “Mevte maruz kalan yalnız ruh-u hayvanîdir, ruh-u insanî ise mahluk değildir ve onun ile Allah beyninde nisbet ve sebeb yoktur, cesed ile kaim olmayıp müstakill-i bizzattır” demesinin sebebi ve izahı?

Elcevab: Sa’d-ı Taftazanî’nin اَلرُّوحُ اْلاِنْسَانِيَّةُ لَيْسَتْ مَخْلُوقَةً   demesi; (17:85) قُلِ الرُّوحُ مِنْ اَمْرِ رَبِّى sırrıyla, beka-yı ruh bahsinde beyan edildiği gibi-ruhun mahiyeti; zihayat bir kanun-u emr, zişuur bir ayine-i İsm-i Hay, zicevher bir cilve-i Hayat-ı Sermedî olduğundan mec’uldür. Bu cihetle mahluktur denilemez. Fakat Sa’d, Makasıd ve Şerh-ül Makasıd’da, bütün muhakkikîn-i İslâmın icmaına ve âyat ve ehadisin nususuna muvafık olarak, “O kanun-u emr, vücud-u haricî giydirilmiş sair mahlukat gibi mahluk ve hâdistir” demiştir. Sa’dın ezeliyet-i ruha kail olmadığına bütün âsarı şahiddir.

لَيْسَتْ بَيْنَهَا وَ بَيْنَ اللّٰهِ نِسْبَةٌ demesi, hulul gibi batıl bir mezhebin reddine işarettir. Hayvanatın ruhları dahi bakidir, kıyamette yalnız cesedleri fena bulur. Mevt ise fena değil, belki alâkanın kesilmesidir.

وَ لاَ سَبَبَ demesi, esbab-ı zahiriyenin tavassutu ve Azrail Aleyhisselâm’ın kabz-ı ervah hususundaki münacatı bahsinde denildiği gibi, ruhun doğrudan doğruya perdesiz vasıtasız icad edilmesine işarettir.

اِسْتَقَلَّتْ بِذَاتِهَا demesi; beka-yı ruh isbatında denildiği gibi, cesed ruha dayanır, ayakta kalır. Ruh ise, bizatihi kaimdir. Cesed harab olursa daha ziyade serbest olur, melek gibi göğe uçar, demektir ve batıl bir mezhebin reddine işarettir.” (B.L. 258)

3140- Ruh hakkında âyetlerden birkaç not:

-Vahy ve ilka-i ruh: (16:2) (Ve yine (4:171) (40:15) (42:52) (58:22) (66:12) âyetleri de aynı hakikatla alâkalıdır.)

-Hazret-i Âdem’e (A.S.) nefh-i ruh mes’elesi: (15:29) (32:9) (38:72)

-Melaike ve ruhun urûcu (70:4)

-Kadir gecesinde melaike ve ruhun nüzûlü: (97:4)

-Yevm-il kıyamette melaike ve ruh’un saf saf olması: (78:38)

-Ruh-ul Emin: (26:193)

-Ruh-ul Kudüs: (2:87,253) (5:110) (16:102) (Bundan başka (19:17) (21:91) âyetleri de alâkalıdır.)

 

Yukarı Çık