3682- TA’TİL تعطيل : Kadının gerdanlığını kaybetmesi ve süs yapmaması manasındaki (atal) kökünden gelir. Tef’il ölçüsünde olan ta’til, kelime manasıyla içine birşeyler konulan kab ve benzeri şeyleri boşaltmak, evi terketmek, bir şeyi mahv ve harab olmaya bırakmak gibi manalara gelir. Halk dilinde ta’til, çalışmaya ara vermek ve izine başlamak manasında kullanılır.

İlm-i Kelâm ıstılahında ta’til: Müşebbihe mezhebinin teşbihteki ifratına karşı tefrit ederek Allah’ın sıfatlarını inkâr eden felsefecilerin mesleğidir.

3683- Bu terim; varlığın ilk ortaya çıkışında ilk müessir sebeb kabul ettikleri varlıktan zaruri olarak yalnız bir şey sudur ettiği ve bu ilk sebebin, determinizm nazariyesine göre, irade, gaye ve alâka gibi hususiyetlere sahib olmadığı anlayışında olan ve semavi dinlere bağlı olmayan, sırf akla istinad eden batıl bir anlayışı ifade eder.

Ta’til nazariyesi, Deizm olarak ifade edilen İlah anlayışını da tazammun eder. Deizm (Fr. Deisme) tarihi bakımdan düşünce temeli Aristo’ya varan Rönesans’ta akıl dini veya tabii din olarak tekrar ortaya çıkan ve daha sonra 18.yy.da daha çok İngiliz düşünürleri tarafından sistemleştirilen bir ilah anlayışıdır.

Deizm, vahye dayanan dinlerin Allah anlayışını bilhassa Allah’ın kayyumiyet (Bak: Kayyum) sıfatını kabul etmeyip yukarıda temas edildiği gibi rasyonalist -determinist (akılcı-icabiyeci) bir ilah anlayışını esas aldığından Ta’til nazariyesi içinde mütalaa edilir.

Muattıla, Allah’ın hâlikıyetine bedel, sudûr (Fr. emanation= emanasyon) faraziyesini ileri sürer. Yani Müessir-ül Ula dedikleri ilk sebebden bizzarure türeme görüşü ki, Allah’ı mûcib-i bizzat olarak vasıflandıran bâtıl bir felsefî mezheptir. (Bak: Akl-ı Evvel)

3684- Muattıla mezhebi, Deizm ve metafizik determinizm kadar Tabiiyyun mezhebine de şamildir. Zira ilimsiz, iradesiz, kör ve şuursuz taibata icad isnad ederek tabiatı bir cihette ilahlaştırmakla Ta’til mezhebinin bir nev’ini teşkil eder. Bu felsefî mezhebin de diğerleri gibi mantıksız, gayr-ı ilmî ve batıl olduğu zahirdir. Ezcümle:

«Esbaba tapanların ve tabiatperestlerin cehaletlerine bu misal ile bak. Meselâ. “Bir zat hârika bir fabrikanın veya acib bir saatın veya muhteşem bir sarayın veya mükemmel bir kitabın gayet muntazam bir surette eczalarını, çarklarını fevkalâde san’atıyla hazır ettikten sonra, kendisi kolayca o eczaları terkib edip işletmiyerek, belki çok uzun masraflarla o eczaları kendi kendine işlemek ve o usta yerine fabrikayı, sarayı, saatı yapmak, kitabı yazmak için herbir cüz’ü herbir çarkı, hatta kağıdı, kalemi birer hârika makine hükmüne getiriyor. Ve teşhirini çok istediği bütün hünerlerini, kemalâtını izhara vesile olan o üstadlığını ve san’atını onlara havale ediyor” diye zannetmek, ne derece akıldan uzak ve cehalet olduğunu anlarsın!

Aynen öyle de; esbaba ve tabiatlara icad isnad edenler, muzaaf bir cehalete düşerler. Çünki tabiatların ve sebeblerin üstünde dahi gayet muntazam bir eser-i san’at var; onlar da sair mahlukat gibi masnu’durlar. Onları öyle yapan zat, onların neticelerini dahi yapar. Beraber gösteriyor. Çekirdeği yapan, onun üstünde ağacı o yapar; ve ağacı yapan, onun üstünde meyveleri dahi o icad eder. Yoksa ayrı ayrı tabiatların, sebeblerin vücuda gelmeleri için, yine muntazam başka tabiatları, sebebleri istiyecekler. Ve hakeza gitgide nihayetsiz, manasız, imkânsız bir silsile-i mevhumatı mevcud kabul etmek lâzım gelir. Bu ise, cehaletlerin en antikasıdır.» (L.324)

Evet «maksud-u hakiki olan tevhide biaynelyakîn ulaştıran kapılar, yollar (ikidir): Birisi geniştir, âfakîdir. Bir nebi veya bir resule kesbsiz. İlahî bir davetle açılmasından başka gayrilere kapalı ve mesduddur. Bu kapıdan kesb ile âfak meydanında ve Zâhir isminin daire-i tecellisi altında girip onda yürümek isteyen adam, eğer bürhanî vusûl üzerinde âfak ve kesreti iktisar etse ve matlubun tecellisini bulmak üzere nazarını bürhanlarda hasretse ve tavr-ı aklının mâfevkinde olan nübüvvet tavrına inkıyat ve teslimi de rehber ittihaz ederse ona bir beis yoktur. Fakat terakki ettikçe maksuddan uzaklaşacaktır. Şayet o şartları tecavüz  etse, ضَلَّ ضَلَالاً بَعِيدًا tokadını yiyecektir. Hususan aklıyla beraber kalbini dahi o meydanlara gönderir ise ve ecnebilerin şirk ve tatil üzerine müesses olan edebiyatının memesini emen zevk-i nefsiyesiyle beraber, şirk-i hafîyi tazammun eden nefsin enaniyetini de o yoldaki terakkisine merdiven ve basamak yaparsa, elbette dalalet derelerinde yuvarlanıp, şeytanların pençesine düşecektir.

İkinci kapı ise: Daima açıktır ki, ism-i Bâtın canibinden ve enfüs dairesi içinde kalb tarafından başlanır. Bunun anahtarı yalnız mahviyet ve terk-i enaniyettir.» (M.Nu. 166)

3685- İslâmiyetin gelişinden sonra şirk ve ta’til gibi dalaletlere düşmenin muhtelif sebebleri vardır. Bunların en mühimlerinden biri, enaniyetten doğan bir gafletle âlemde hikmet-i İlahiyeyi görmeyip âfaka dalmaktır.

3686- «Evet ene ince bir elif, bir tel, farazî bir hat iken mahiyeti bilinmezse tesettür toprağı altında neşvünema bulur, gittikçe kalınlaşır. Vücud-u insanın her tarafına yayılır. Koca bir ejderha gibi vücud-u insanı bel’ eder. Bütün o insan bütün letaifiyle adeta ene olur. Sonra nev’in enaniyeti de bir asabiyet-i nev’iye ve milliye cihetiyle o enaniyete kuvvet verip o ene enaniyet-i nev’iyeye istinad ederek şeytan gibi, Sani-i Zülcelal’in evamirine karşı mübareze eder. Sonra kıyas-ı binnefs suretiyle herkesi hatta herşeyi kendine kıyas edip Cenab-ı Hakk’ın mülkünü onlara ve esbaba taksim eder. Gayet azîm bir şirke düşer, اِنَّ الشِّرْكَ لَظُلْمٌ عَظِيمٌ ( 31:13 ) mealini gösterir. Evet nasıl mirî malından kırk parayı çalan bir adam, bütün hazır arkadaşlarına birer dirhem almasını kabul ile hazmedebilir. Öyle de: “Kendime malikim” diyen adam, “Herşey kendine maliktir” demeye ve itikad etmeye mecburdur.

İşte ene şu hainane vaziyetinde iken, cehl-i mutlaktadır. Binler fünunu bilse de, cehl-i mürekkeble bir echeldir. Çünki duyguları, efkârları kâinatın envar-ı marifetini getirdiği vakit, nefsinde onu tasdik edecek, ışıklandıracak ve idame edecek bir madde bulmadığı için sönerler. Gelen herşey, nefsin-deki renkler ile boyalanır. Mahz-ı hikmet gelse; nefsinde abesiyet-i mutlaka suretini alır. Çünki şu haldeki ene’nin rengi, şirk ve ta’tildir, Allah’ı inkârdır. Bütün kâinat parlak âyetlerle dolsa; o enedeki karanlıklı bir nokta, onları nazarda söndürür, göstermez.» (S.537)

3687- «Ve keza bazan şeytan-ı müvessis, senin enaniyetinden istimdad edip nefsinin fir’avniyetine dayanarak hayvanatın küçüklerini ve haşaratın ehemmiyetsizlik ve hasisliklerini irae etmek suretiyle gözünün önüne koyarak, “Bunların seri-üz zeval olan hilkatlarinde ne gibi bir fayda vardır?” diyerek seni başka bir mugalataya yuvarlandırmak ister. Yani ki, gaye-i hayattan maksud-u aslî, yalnız bu dünya hayatı olduğunu ve hayatın kıymet ve ehemmiyeti ise yalnız buradaki yaşamaktan ibaret olduğunu telkinden sonra; hayvanat ve haşaratın abesiyetlerini telkin eylemeye çalışır. Ta ki onların hayatlarında müşahede edilen şu üç hakikat-ı vasia ki, (rahmet, nimet ve itkan-ı san’attır) kıymet ve ehemmiyetini gözünden ıskat ettirip tatil ile Sanii sana unuttursun.» (M.Nu.315)

Elhasıl, «enaniyetten neş’et eden şirk-i hafî katılaştığı zaman, esbab şirkine inkılab eder. Bu da devam ederse, küfre tahavvül eder. Bu dahi devam ederse, ta’tile yani Hâlıksızlığa incirar eder. El-iyazü billah.» (M.N. 185)

Yukarı Çık