3739- TEMESSÜL تمثل : Benzeşmek. *Cisimlenmek. *Bir şeyin bir yerde suret ve mahiyetinin aksetmesi, tecelli etmesi.

Kâinatın icad ve idaresindeki sühuleti akla  yakınlaştırıp ikna eden delillerden birisi de temessül sırrıdır. Şöyle ki:

«Ey nefs-i nadan! Diyorsun ki: “Ehadiyet-i Zat-ı İlahiye ile külliyet-i ef’ali ve vahdet-i şahsiyesiyle muinsiz umumiyet-i rububiyeti ve ferdaniyeti ile şeriksiz şümul-ü tasarrufatı ve mekândan münezzehiyetiyle her yerde hazır bulunması ve nihayetsiz ulviyetiyle herşeye yakın olması ve birliği ile her işi bizzat elinde tutması; hakaik-i Kur’aniyedendir. Kur’an ise hakîmdir. Hakîm ise, akıl kabul etmiyen şeyleri akla tahmil etmez. Akıl ise, zahirî bir münafatı görüyor. Aklı teslime sevkedecek bir izah isterim.”

Elcevab: Madem öyledir, itminan için istersen, biz de Kur’an’ın feyzine istinaden diyoruz: İsm-i Nur, çok müşkilatımızı halletmiş; inşaallah bunu da halleder..., Temsil i’caz-ı  Kur’an’ın en parlak bir ayinesi olduğundan, biz dahi bir temsil ile şu sırra bakacağız. Şöyle ki: Bir tek zat, muhtelif meraya vasıtasıyla külliyet kesbeder. Cüz’i-yi hakiki iken, umumi şuunata malik bir küllî hükmüne geçer. Meselâ: Şems bir cüz’i-yi müşahhas iken, eşya-yı şeffafe vasıtasıyla öyle bir küllî hükmüne geçer ki, ruy-i zemini timsalleriyle, akisleriyle dolduruyor. Hatta katarat ve parlak zerrat adedince cilveleri bulunuyor. Güneşin harareti ve ziyası ve ziyanın içinde olan yedi renkli elvan-ı seb’ası, herbirisi mukabilindeki  eşyaya muhit, âmm ve şamil oldukları halde; herbir şeffaf şey dahi güneşin timsaliyle beraber harareti, hem ziyayı, hem elvan-ı seb’ayı göz bebeğinde saklıyor. Ve safi kalbini ona bir taht yapıyor. Demek Şems, vâhidiyet  haysiyetiyle ona mukabil umum eşyaya muhit olduğu gibi, ehadiyet cihetiyle herbir şeyde Güneş çok vasıflarıyla beraber bir nevi cilve-i zatıyla bulunur. Madem temsilden temessül bahsine geçtik. Temessülün çok envaından şu mes’eleye medar olacak üç nev’ine işaret ederiz.

3740- Birincisi: Kesif, maddi şeylerin akisleridir. O akisler hem gayrdır, ayn değil. Hem mevattır, ölüdür. Hüviyet-i suriyesinden başka hiçbir hasiyete malik değil. Meselâ sen ayineler mahzenine girsen, bir Said binler Said olur. Fakat zihayat yalnız sensin, ötekiler ölüdürler. Hayat hassaları onlarda yoktur.

3741- İkincisi: Maddi nuraninin akisleridir. Şu akis ayn değil. Fakat gayr da değil. Mahiyeti tutmuyor. Fakat o nuraninin ekser hasiyetlerine maliktir. Onun gibi hayy sayılıyor. Meselâ: Şems dünyaya girdi. Herbir ayinede aksini gösterdi. O akislerin herbirinde, Güneş’in hassaları hükmünde olan ziya ve ziyadaki elvan-ı seb’a bulunuyor. Eğer faraza Güneş zişuur olsa idi, harareti, ayn-ı kudreti; ziyası, ayn-ı ilmi; elvan-ı seb’ası, sıfat-ı seb’ası olsa idi; o vakit o tek ve yekta bir güneş, bir anda herbir ayinede bulunur, herbirini kendine bir arş ve bir çeşit telefon yapabilirdi. Birbirine mani olmazdı. Herbirimizle ayinemiz vasıtasıyla görüşebilirdi. Biz ondan uzak iken, o bize bizden daha yakın olurdu.

3742- Üçüncüsü: Nurani ruhların aksidir. Şu akis, hem hayydır hem ayndır. Fakat ayinelerin kabiliyeti nisbetinde tezahür ettiğinden, o ruhun mahiyet-i nefs-ül emriyesini tamamen tutmuyor. Meselâ: Hazret-i Cebrail Aleyhisselâm, Dıhye suretinde huzur-u Nebevîde bulunduğu bir anda hu-zur-u İlahîde haşmetli kanatlarıyla Arş-ı Azam’ın önünde secdeye gider. Hem o anda hesapsız yerlede bulunur, evamir-i İlahiyeyi tebliğ ederdi. Bir iş bir işe mani olmazdı.

İşte şu sırdandır ki; mahiyeti nur ve hüviyeti nuraniye olan Hazret-i Peygamber Aleyhissalatü Vesselâm, dünyada bütün ümmetinin salavatlarını birden işitir ve kıyamette bütün asfiya ile bir anda görüşür. Birbirine mani olmaz. Hatta evliyadan, ziyade nuraniyet kesbeden ve abdal denilen bir kısmı dahi, bir anda birçok yerlerde müşahede ediliyormuş. Aynı zat, ayrı ayrı çok işleri görüyormuş.

Evet nasıl cismaniyata cam ve su gibi şeyler ayine olur. Öyle de, ruhaniyata dahi hava ve esir ve âlem-i misalin bazı mevcudatı ayine hükmünde ve berk ve hayal sür’atinde bir vasıta-i seyr ü seyahat suretine geçerler ve o ruhaniler, hayal sür’atiyle o meraya-yı  nazifede, o menazil-i latifede gezerler. Bir anda binler yerlere girerler. Madem Güneş gibi âciz ve müsahhar mahluklar ve ruhani gibi madde ile mukayyed nim-nurani masnu’lar, nuraniyet sırrıyla bir yerde iken pekçok yerlerde bulunabilirler. Mukayyed bir cüz’î iken, mutlak bir küllî hükmünü alırlar. Bir anda cüz’î bir ihtiyar ile pek çok işleri yapabilirler. (Bak: 331.p.)

Acaba, maddeden mücerred ve mualla; ve tahdid-i kayd ve zulmet-i kesafetten münezzeh ve müberra; ve şu umum envar ve bütün nuraniyat, onun envar-ı kudsiye-i esmasının bir kesif zılali; ve umum vücud ve bütün hayat ve âlem-i ervah ve âlem-i misal, nim-şeffaf bir ayine-i cemali; ve sıfatı muhita va şuunatı külliye olan bir Zat-ı Akdes’in irade-i külliye ve kudret-i mutlaka ve ilm-i muhitle tecelli-i sıfatı ve cilve-i ef’ali içindeki teveccüh-ü ehadiyetinden hangi şey saklanabilir, hangi iş ağır gelebilir, hangi şey gizlenebilir, hangi fert uzak kalabilir, hangi şahsiyet külliyet kesbetmeden ona ya-naşabilir?» (S.193) (Bak: Ehadiyet)

Bir atıf notu:

-Temessül-ü ervah, bak: 600.p.

Yukarı Çık