3952- VESVESE وسوسه : Şüphe. Tereddüt. Kuruntu. Aslı olmayan ihtimaller. (Bak: Hannas, Şeytan)

«Vesvese, lügatta hışırtı, fısıltı gibi gizli ses demektir. Bu münasebetle gönülde tevali ve tekerrür eden gizli söze vesvese; ve bir nefse böyle bir söz ilka etmeğe de, vesvese vermek tabir olunur.» (E.T. 2140)

3953- «Ey maraz-ı vesvese ile mübtela! Biliyor musun vesvesen neye benzer? Musibete benzer. Ehemmiyet verdikçe şişer. Ehemmiyet vermezsen söner. Ona büyük nazarıyla baksan büyür. Küçük görsen, küçülür. Korksan ağırlaşır, hasta eder. Havf etmezsen hafif olur, mahfi kalır. Mahiyetini bil-mezsen devam eder, yerleşir. Mahiyetini bilsen, onu tanısan gider. Öyle ise, şu musibetli vesvesenin aksam-ı kesiresinden kesir-ül vuku olan yalnız “beş vechini” beyan edeceğim. Belki sana ve bana şifa olur. Zira şu vesvese öyle bir şeydir ki, cehil onu davet eder, ilim onu tardeder. Tanımazsan gelir, tanı-san gider.

3954- Birinci Vecih- Birinci Yara: Şeytan evvela şüpheyi kalbe atar. Eğer kalb kabul etmezse, şüpheden şetme döner. Hayale karşı şetme benzer bazı pis hatıraları ve münafi-i  edeb çirkin halleri tasvir eder. Kalbe “Eyvah” dedirtir, ye’se düşürtür. Vesveseli adam zanneder ki kalbi, Rabbine karşı su-i edebde bulunuyor. Müthiş bir halecan ve heyecan hisseder. Bundan kurtulmak için huzurdan kaçar, gaflete dalmak ister. Bu yaranın merhemi budur:

Bak ey biçare vesveseli adam! Telaş etme. Çünki senin hatırına gelen şetm değil, belki tahayyüldür. Tahayyül-ü küfür, küfür olmadığı gibi; tahayyül-ü şetm dahi, şetm değildir. Zira mantıkça tahayyül, hüküm değildir. Şetm ise, hükümdür. Hem bununla beraber o çirkin sözler, senin kalbinin sözleri değil. Çünki senin kalbin ondan müteessir ve müteessiftir. Belki kalbe yakın olan lümme-i şeytanîden geliyor. Vesvesenin zararı, tevehhüm-ü zarardır. Yani onu zararlı tevehhüm etmekle, kalben mutazarrır olmaktır. Çünki hükümsüz bir tahayyülü hakikat tevehhüm eder. Hem şeytanın işini kendi kalbine mal eder. Onun sözünü, ondan zanneder. Zarar anlar, zarara düşer. Zaten şeytanın da istediği odur.

3955- İkinci Vecih budur ki: Manalar kalbden çıktıkları vakit, suretlerden çıplak olarak hayale girerler; oradan suretleri giyerler. Hayal ise, her vakit bir sebeb tahtında bir nevi suretleri nesceder. Ehemmiyet verdiği şeyin suretlerini yol üstünde bırakır. Hangi mana geçse; ya ona giydirir, ya takar, ya bulaştırır, ya perde eder. Eğer manalar, münezzeh ve temiz iseler, suretler mülevves ve rezil ise, giymek yoktur, fakat temas var. Vesveseli adam, teması telebbüsle iltibas eder. “Eyvah!” der. “Kalbim ne kadar bozulmuş. Bu sefillik, bu hisset-i nefs, beni matrud eder.” Şeytan onun şu damarından çok istifade eder. Şu yaranın merhemi şudur:

Dinle ey biçare! Nasılki senin namazın edeb-i nezihanesinin vesilesi olan zahirî taharete, batnının batınındaki necaset ona te’sir etmez ve bozmaz. Öyle de: Maani-i mukaddesenin, suret-i mülevveseye mücavereti zarar etmez.

Meselâ sen âyât-ı İlahiyeyi tefekkür ediyorsun. Birden bir maraz, ya bir iştiha, ya bevl gibi bir emr-i müheyyic şiddetle senin hissine dokunuyor. Elbette senin hayalin, deva-i illet ve kaza-i hacetin levazımatını görecek, bakacak, onlara münasib süfli suretleri nescedecek ve gelen manalar ortalarından geçecekler. Geçeceklere ne beis vardır, ne televvüs var ne zarar var ve ne hatar var. Yalnız hatar ise, hasr-ı nazardır, zann-ı zarardır.

3956- Üçüncü Vecih budur ki: Eşya mabeynlerinde, bazı münasebat-ı hafiyye bulunur. Hatta hiç ümid etmediğin şeyler içinde münasebet ipleri bulunur. Ya bizzat bulunur veya senin hayalin, meşgul olduğu san’ata göre o ipleri yapmış, onları birbiriyle bağlamış. Şu sırr-ı münasebettendir ki, bazan bir mukaddes şeyi görmek, bir mülevves şeyi hatıra getirir. Fenn-i Beyan’da beyan olunduğu gibi, “Hariçte uzaklık sebebi olan zıddiyet ise, hayalde sebeb-i kurbiyettir.” Yani: İki zıddın suretlerinin cem’ine vasıta, bir münasebet-i hayaliyedir. Bu münasebetle gelen tahattura, tedai-yi efkâr tabir edilir. Meselâ: Sen namazda, münacatta, Kâbe karşısında, huzur-u İlahîde iken, âyâtı tefekkürde olduğun bir halde, şu tedai-yi efkâr seni tutup en uzak malayaniyat-ı rezileye sevkeder. Senin başın böyle bir tedai-yi efkâra mübtela ise, sakın telaş etme. Belki intibaha geldiğin anda, dön. “Aman ne kusur ettim” deyip tedkikle meşgul olup durma. Ta o zaif münasebet, senin dikkatinle kuvvet peyda etmesin. Zira teessür gösterdikçe, ehemmiyet verdikçe, senin o zaif tahatturun melekeye döner. Bir maraz-ı hayalî olur. Korkma, maraz-ı kalbî değil. Şu nevi tahattur ise, galiben ihtiyarsızdır. Hususan hassas asabilerde daha galibdir. Şeytan, şu nevi vesvesenin madenini çok işlettirir. Şu yaranın merhemi şudur ki:

3957- Tedai-yi efkâr, galiben ihtiyarsızdır. Onda mes’uliyet yoktur. Hem tedaide mücaveret var; temas ve ihtilat yoktur. Onun için efkârın keyfiyetleri birbirine sirayet etmez, birbirine zarar vermez. Nasılki şeytan ile melek-i ilham, kalb taraflarında mücaveretleri var ve füccar ve ebrarın karabetleri ve bir meskende durmaları zarar  vermez. Öyle de tedai-yi efkâr saikasıyla istemediğin pis hayalât gelip, nezih efkârın içine girse zarar vermez. Meğer kasden olsa veya zarar zannıyla onunla ziyade meşgul olsa. Hem bazan kalb yoruluyor. Fikir, kendini eğlendirmek için rastgele bir şeyle meşgul olur. Şeytan fırsat bulur. Pis şeyleri önüne serpiyor, sürüyor.

3958- Dördüncü Vecih: Amelin en iyi suretini taharriden neş’et eden bir vesvesedir ki,  takva zannıyla teşeddüd ettikçe, hal ona şiddetlenir. Hatta bir dereceye varır ki, o adam amelin daha evlasını ararken, harama düşer. Bazan bir sünnetin araması, bir vacibi terkettiriyor. “Acaba amelim sahih oldu mu?” der, iade eder. Bu hal devam eder. Gayet ye’se düşer. Şeytan şu halinden istifade eder, onu yaralar. Şu yaranın iki merhemi var:

3959- Birinci Merhem: Bu gibi vesvese, ehl-i i’tizale lâyıktır. Çünki onlar derler: “Medar-ı teklif olan ef’al ve eşya, kendi zatında, âhiret itibarıyla ya hüsnü var sonra o hüsne binaen emredilmiş veya kubhu var sonra ona binaen nehyedilmiş. Demek eşyada, âhiret ve hakikat nokta-i nazarında olan hüsün ve kubh, zatîdir; emir ve nehy-i İlahî ona tabidir.” Bu mezhebe göre, insan her işlediği amelde şöyle bir vesvese gelir: “Acaba amelim nefs-ül emirdeki güzel surette yapılmış mıdır?” Amma mezheb-i hak olan Ehl-i Sünnet ve Cemaat derler ki: “Cenab-ı Hak bir şeye emreder, sonra hasen olur. Nehyeder, sonra kabih olur. Demek emir ile güzellik, nehiy ile çirkinlik tahakkuk eder. Hüsün ve kubh, mükellifin ıttılaına bakar ve ona göre takarrur eder. Şu hüsün ve kubh ise, suri ve dünyaya bakan yüzünde değil, belki âhirette bakan yüzdedir.

Meselâ sen namaz kıldın veya abdest aldın. Halbuki namazını ve abdestini fesada verecek bir sebeb, nefs-ül emirde varmış. Lâkin sen ona hiç muttali olmadın. Senin namazın ve abdestin hem sahihtir, hem hasendir. Mutezile der: “Hakikatte kabih ve fasiddir, lâkin senden kabul edilir. Çünki cehlin var, bilmedin ve özrün var.”

Öyle ise Ehl-i Sünnet mezhebine göre, zâhir-i şeriata muvafık olarak işlediğin ameline: “Acaba sahih olmuş mu?” deyip vesvese etme. Fakat “Kabul olmuş mu?” de. Gururlanma, ucbe girme.

3960- İkinci Merhem: Dinde harec yoktur. لاَ حَرَجَ فِى الدِّينِ Madem dört mezheb haktır. Madem istiğfara müncer olan derk-i kusur ise, gurura müncer olan hüsn-ü amelin rü’yetine -böyle vesveseli adama- müreccahtır. Yani böyle vesveseli adam, amelini güzel görüp gurura düşmektense, amelini kusurlu görse,  istiğfar etse, daha evladır. Madem böyledir; sen vesveseyi at. Şeytana de ki: Şu hal, bir harecdir. Hakikat-ı hale muttali olmak güçtür. Dindeki yüsre münafidir.

اَلدِّينُ يُسْرٌ لاَ حَرَجَ فِى الدِّينِ 1 esasına muhaliftir. Elbette böyle amelim bir mezheb-i hakka muvafık gelir. O bana kâfidir.

Hem lâakal ben aczimi itiraf ederek ibadeti lâyık-ı veçhile eda edemediğimden istiğfar ve tazarru ile merhamet-i İlahiyeye dehalet edip, kusurum affolunmak, kusurlu amelim kabul olunmak için mütezellilane bir niyaza vesiledir.

3961- Beşinci Vecih: Mesail-i imaniyede şüphe suretinde gelen vesvesedir. Biçare vesveseli adam, bazan tahayyülü, taakkul ile iltibas eder. Yani: Hayale gelen bir şüpheyi, akla girmiş bir şüphe tevehhüm edip, itikadına halel gelmiş zanneder. Hem bazan tevehhüm ettiği bir şüpheyi, imana zarar veren bir şek zanneder. Hem bazan  tasavvur ettiği bir şüpheyi, tasdik-i aklîye girmiş bir şüphe zanneder. Hem bazan bir emr-i küfrîde tefekkürü, küfür zanneder. Yani dalaletin esbabını anlamak suretinde kuvve-i müfekkirenin cevelanını ve tetkikatını ve bîtarafane muhakemesini, hilaf-i iman zanneder. İşte telkinat-ı şeytaniyenin eseri olan şu zanlardan ürkerek: “Eyvah! Kalbim bozulmuş, itikadıma halel gelmiş” der. O haller, galiben ihtiyarsız olduğundan, cüz’-i ihtiyarîsiyle ıslah edemediğinden ye’se düşer. Bu yaranın merhemi şudur ki:

3962- Tahayyül-ü küfür, küfür olmadığı gibi; tevehhüm-ü küfür dahi, küfür değildir. Tasavvur-u dalalet, dalalet olmadığı gibi; tefekkür-ü dalalet dahi, dalalet değildir. Çünki: Hem tahayyül, hem tevehhüm, hem tasavvur, hem tefekkür; tasdik-i aklîden ve iz’an-ı kalbîden ayrıdırlar, başkadırlar. Onlar bir derece serbesttirler. Cüz’-i ihtiyariyeyi pek dinlemiyorlar. Teklif-i dinî altına çok giremiyorlar. Tasdik ve iz’an, öyle değiller. Bir mizana tabidirler. Hem tahayyül, tevehhüm, tasavvur, tefekkür, nasılki tasdik ve iz’an değiller. Öyle de: Şüphe ve tereddüd sayılmazlar. Fakat eğer lüzumsuz tekrar ede ede müstakar bir hale gelse, o vakit hakiki bir nevi şüphe, ondan tevellüd edebilir. Hem bîtarafane muhakeme namıyla veya insaf namına deyip, şıkk-ı muhalifi iltizam ede ede, ta öyle bir hale gelir ki, ihtiyarsız taraf-ı muhalifi iltizam eder. Ona vacib olan hakkın iltizamı kırılır. O da tehlikeye düşer. Hasmın veya şeytanın bir vekil-i fuzulisi olacak bir halet, zihninde takarrür eder. Şu nevi vesvesenin en mühimi budur ki: Vesveseli adam; imkân-ı zatî ile imkân-ı zihnîyi birbiriyle iltibas eder. Yani: Bir şeyi zatında mümkün görse, o şeyi  zihnen dahi mümkün ve aklen meşkûk tevehhüm eder. Halbuki İlm-i Kelâm’ın kaidelerindendir ki: İmkân-ı zatî ise, yakîn-i ilmîye münafi değil ve zaruret-i zihniyeye zıddıyeti yoktur. Meselâ şu dakikada Karadeniz’in yere batması, zatında mümkündür ve o imkân-ı zatî ile muhtemeldir. Halbuki yakînen, o denizin yerinde olduğunu hükmediyoruz, şüphesiz biliyoruz. Ve o ihtimal-i imkânî ve o imkân-ı zatî bize şek vermez, bir şüphe getirmez, yakînimizi bozmaz. Meselâ: Şu güneş zatında mümkündür ki, bugün gurub etmesin veya yarın tulu’ etmesin. Halbuki bu imkân, yakînimize zarar vermez, şüphe getirmez. İşte bunun gibi, meselâ hakaik-ı imaniyeden olan hayat-ı dünyeviyenin gurubuna ve hayat-ı uhreviyenin tuluuna, imkân-ı zatî cihetinde gelen vehimler, yakîn-i imanîye zarar vermez.

Hem لاَ عِبْرَةَ ِلْلاِحْتِمَالِ الْغَيْرِ النَّاشِئِ عَنْ دَلِيلٍ Yani: “Bir delilden neş’et etmiyen bir ihtimalin hiç ehemmiyeti yoktur” olan kaide-i meşhure; hem usul-üd din, hem usul-ül fıkhın kaide-i mukarreresindendir.

3963- Eğer desen: “Bu derece mü’minlere muzır ve müz’iç olan vesvese, ne hikmete binaen bize bela olmuş?”

Elcevab: İfrata varmamak, hem galebe çalmamak şartıyla, asl-ı vesvese teyakkuza sebebdir, taharriye daîdir, ciddiyete vesiledir. Lâkaydlığı atar, tehâvünü def’eder.

Onun için Hakîm-i Mutlak, şu dar-ı imtihanda, şu meydan-ı  müsabakada, bize bir kamçı-yı teşvik olarak, vesveseyi şeytanın eline vermiş. Beşerin başına vuruyor.

Şayet ziyade incitse, Hakîm-i Rahim’e şekva etmeli, "Eûzü billahi mineşşeytanirracim" demeli.» (S. 274-278) (Bak: 1636.p.)

3963/1- Aynı mevzu ile alâkalı olarak Bediüzzaman bir talebesine yazdığı mektubunda diyor ki:

«Sabri kardeş! Sabırlı ol, ehemmiyetsiz ve zararsız olan vehmî ve asabî hastalığına ehemmiyet verme. Şifaya dua edilmekle beraber; zararsız, hatarsızdır. Çünki eğer hatarat, seyyie ise; nasılki ayinede temessül eden pislik, pis değil ve ayinedeki yılan sureti ısırmaz ve ateşin timsali yakmaz. Öyle de, kalbin ve hayalin ayinelerinde rızasız, ihtiyarsız gelen pis ve çirkin ve küfrî hatıralar zarar vermezler. Çünki İlm-i Usul’de tasavvur-u küfür, küfür değil ve tahayyül-ü şetm, şetm olmaz. Hasene ise nurani olduğundan, tasavvur ve tahayyülü dahi hasenedir. Çünki ayinede nuraninin timsali ziya verir, hasiyeti var; kesifin misali ölüdür, hayatsızdır, te’siri yoktur.

Eğer sair teelümat-ı ruhaniye ise; sabra, mücahedeye alıştırmak için Rabbani bir kamçıdır. Çünki emn ü ye’sin vartasına düşmemek hikmetiyle havf ü reca müvazenesinde, sabır ve şükürde bulunmak için kabz-bast haletleri, Celal ve Cemal tecellisinden intibah ehline gelmesi, ehl-i hakikatça medar-ı terakki bir düstur-u meşhurdur.» (K.L.8)

3964- Vesvese hakkında âyetlerden birkaç not:

- Şeytanın Hz. Âdem ve Havva’yı vesvese ile aldatması: (7:20 ilâ 22) (20:117 ilâ 121)

- Nefsin insana vesvesesi: (50:16)

- Şeytanın insana vesvesesi: (114:4, 5)

1 K.H. hadis:1325 ve Sahih-i Buhari kitab:2 bab:29

Yukarı Çık