DERSLER / Alfabetik Derlemeler ve Dersler

BEDİÜZZAMAN HZ. VE SULTAN II. ABDÜLHAMİD HAN

Çalkantılar ve maddi manevi zelzeleler asrı olan yirminci yüzyılda İslâm âleminde sıkça müsbet manâda medar-ı bahs olan ve sevilen iki şahsiyet vardır. Bunlardan biri siyaset, devlet sahasında Sultan Abdülhamid Han’dır. Biri de diyanet sahasında Bediüzzaman Said Nursi Hazretleridir.

Günümüzün yazar çizerleri, daha asrımızın başında yaşayan bu şahısları hakkıyla anlamaktan yoksundur. Veya ifrat ve tefrit sahasında düşe kalka gelmektedirler.

Halbuki Bediüzzaman Hazretlerinin İstanbul’a ilk gelişi 1907 sonu ile ayrılışı 1910 başlarıdır. Yani Abdülhamid ile münasebetleri kısa bir süredir. Bu kısa zamanda söylenenler, yazılanlar çok rahat tesbit edilebilir. Fakat maksat, hakikati öğrenmekse böyledir. İşin içine garaz, kin, tarafgirlik, hased ırkçılık girmişse, hele hele kıskançlık da varsa, hele de yetersizlik de varsa bir sürü laf-ı güzaf, gıybet, dedikodu dolaşır gider. İşte zamanımız, çoktanberi terbiye-i İslamiyenin de noksaniyetinden böyle adamlarla doludur.

Biz bu çalışmamızda merhum Abdülhamid Han ile Bediüzzaman Hazretlerinin münasebetleri hakkında insaf ehline bir bilgi ve kanaat vermek istedik. İkisinin de hayatları İslam dininin yücelmesi için çalışmakla geçen bu zatlar hakkında bizlere teşekkürlerden, minnetdarlıklardan başka ne düşer?

Bediüzzaman Hazretleri İslâmiyet açısından ehemmiyetli asır “onüçüncü asrın ahiri” diye 1840 ile 1884 yılları arası onüçüncü asrın sonudur. “Ondördüncü asrın evveli” de 1885 ila 1945 li yıllardır.

Asrın âhiri Tanzimat ve batılılaşma, adliyelere Avrupa kanunlarının girmesi gibi olaylardan sonra tâ Abdülhamide kadar, Abdülaziz Han’ın devridir. Merhum Abdülaziz ve Abdülhamid Osmanlıyı dağıtmak ve İslâm nurunu söndürmek isteyen Avrupaya direnerek onların hücumlarını püskürtmüşlerdir. Abdülaziz devresinden sonra Abdülhamid devresi gelmektedir.

İşte bu senelerin önemli bir kısmında Abdülhamid Han iktidardadır. 1876 ila 1909 yıllarındaki devresine Kur’anın ayeti işaret ettiğini Said Nursi Hazretleri haber vermektedir. Şöyle ki:

“Âlem-i İslâm için en dehşetli asır altıncı asır ile Hülâgu fitnesi ve onüçüncü asrın âhiri ve ondördüncü asır ile harb-i umumî fitneleri ve neticeleri olduğu münasebetiyle bu cümle makam-ı ebcediyle altıncı asra ve evvelki cümle gibi اَلْعَزِيزِ الْحَمِيدِ    kelimeleri ile bu asra, Sultan Abdülaziz ve Sultan Abdülhamid devirlerine îma eder.” (Şualar sh: 721)

31 MART HADİSESİ VE ABDÜLHAMİD DEVRİNİN SONA ERMESİ

Meşhur 31 Mart hadisesinde tevkif edilerek idam talebiyle verildiği Divan-ı Harb Mahkemesinde; hızla gelişen olaylar karşısında müsbet manada ne kadar gayret ettiğini anlatır. Şeriata, hürriyete, adalete yapılan çalışmalarını anlatır bu hizmetler ceza mı gerektiriyor diye sorar. Abdülhamid’le münasebetini anlatırken ona yazdıklarını anlatır.

Merhum Sultan Abdülhamid’e hitaben ikazkâr nasihatlerini havî açık mektup şeklinde makaleler neşrederek, bir müsalâhaya davet mes’elesidir.

Şöyle ki: İttihad ve Terakkicilerin icraat başına kısmen geçmeleriyle, Padişah Abdülhamid’in eski yetki ve fermanları tamamen elinden anayasaları mucibince alınmış gibi bir nevi’ muattal vaz’iyette durdurulduğu bir zamanda, Bediüzzaman Hazretleri onunla hem musalâha etmek, hem de onu hilâfet makamında kaim etmek için, çare olarak ona ba’zı hizmet yollarını ve metodlarını bildiren açık mektup neşrettiğini ifade eder.

Bedüzzaman Hazretlerinin son on yıldan fazla devamlı yanında olan hizmetkârlarından ve talebelerinden olan Mustafa Sungur ağabeyin naklettiği bir hatıra var ki, Said Nursi Hazretlerinin Sultan Abdülhamidle alakalı görüşü ve kanatine en kuvvetli delillerdendir. Şöyle ki:

“Üstâdımızdan hem işitmişiz, hem halinden anlamışız ki: Ecnebilerin şiddetli desise ve kuvvetlerine karşı gösterdiği sebat ve metanet, hususan âlem-i İslâmın kısm-ı azamının halifesi olmak; Hem biçare vilâyat-ı şarkiye’nin bedevi aşairini “Hamidiye” alayları ile en yüksek bir derece-i askeriye ve medeniyeye onları sevk etmesi.. ve Hamidiye camiinde her cuma günü bulunması ve şeair-i İslâmiye’yi elden geldiği kadar müraat etmesi.. ve daima yıldız dairesinde ma’nevî Üstâd kabul ettiği bir şeyhi var olduğu gibi; çok hasenatı için Üstâdımız bütün hayatında onu Padişahlar içinde bir nevi velî hükmüne geçtiğini kanaat etmiştir.”

“Yine Mustafa Sungur nakletti: Bir gün Üstâdımız merhum Sultan Abdülhamid hakkında demişti ki: “Sultan Abdülhamid velidir. Ben onu hususi dualarım içine almışım. Her sabah; “Ya Rabbi sen Sultan Abdülhamid Han ve Sultan Vahidüddin ve Hanedan-ı Osmaniye’den râzı ol!” diye dualarımda yadederim” demişlerdi.” (Mufassal Tarihçe-i Hayatı sh: 326)

Buradan sonraki kısım da merhum Abdülkadir Badıllı ağabeyin yazmış olduğu “Ateşli Şahaplar” kitabından telhisen alınmıştır. Bediüzzaman Abdülhamid münasebetlerinde en yetkili şahsiyettir. Mezkûr kitabın ilgili kısmı şöyeldir:

1- Bediüzzaman Hazretleri II. Meşrutiyetin ilanından evvel, merhum Sultan II. Abdülhamid hakkında herhangi bir hakaretli yazıyı yazmamış, bir nutuk irad etmemiş, bir konferans vermemiştir.

2- Meşrutiyetin ilanından 1,5 ay kadar evvel sevk edildiği Emraz-ı Akliye Hastanesi Baştabibi ile yaptığı muhaveresinden ve daha sonra alındığı nezarethanede Zaptiye Nazırı ile yaptığı karşılıklı münakaşalı konuşmasından başka II. Meşrutiyetin ilanından evvel hiçbir konuşması varid olmuş değildir.

3- Bediüzzaman Hazretlerinin konferansları, nutukları, gazetelerde yayınlanan yazıları, ancak II. Meşrutiyetin ilanından yani Temmuz 1908 den sonra vaki olmuştur.

4- Bediüzzamanın tımarhaneye sevk hadisesi, mabeyndeki beceriksiz ve içlerinde mason bazı paşaların tertipleriyle olmuştur. Bu da padişahla görüşme talebinin -yine o beceriksiz paşaların engellemeleri yüzünden- inkıta’a uğraması neticesinde; maksad ve gayesini dile getiren bir dilekçeyi mabeyne bıraktıktan sonra, Fatih Maltada bulunan Şekerci Hanındaki odasının kapısına astığı garip levha ve ilim âlemini lerzeye getiren acib ilan üzerine; vicdansız birkaç doktor ayarlanarak alınan rapor üzerine vaki olmuştur.

5- Bediüzzaman Hazretleri, merhum Sultan Abdülhamid’in ve paşalarının icraatları hakkında ve müsbete çağıran ve menfi olarak ne demiş, ne yazmış, ne konuşmuşsa, bilaistisna hepsi ve tamamı mahfuzdur, yazılıdır, kitaplaştırılmıştır. Dolayısıyla onun bu merhaledeki hayatı şunun bunun hurafeli, efsaneli, uydurmalarına ihtiyacı kalmamıştır. Ayan beyandır.

7- Bediüzzaman Hazretleri II. Meşrutiyet dönemi ve 1.Cihan Harbine ve sonrasına kadar hayatında yazdığı ve söylediği hiçbir yazı ve sözlerinden pişman olmuş değildir. Çünkü adı geçen o makale ve kitaplarını 1950’den sonra da yeniden ele almış, neşrettirmiştir. Zira onların tamamı tarihi gerçeklerdir. O günlerin cereyan eden olaylarının en berrak aynaları ve müstakim kıstaslarıdır.

8- Sözde tarihçi, ilimden, tarihten yoksun te’viller ve aşağılayıcı fasid yorumlarıla ileri sürülen; Sultan Mehmed Reşad tarafından Van’da kurulması düşünü­len Medrset-üz Zehra Üniversitesinin inşaasına tahsis edilen 19 bin altından bin altın resmî devlet tahsisi olduğu için, Bediüzzamanın cebine değil, Van Valiliğinin emrine verilmiştir. Ve bu bin altınla Van  Erdemit mevkiinde kurulmasına karar verilmiş olan Medreset-üz Zehra Üniversitesinin temeline harcanmıştır.

9- Bediüzzaman Hazretleri Van Valiliğine tevdi’ edilen bin altın lira paradan tek bir kuruşunu dahi şahsına sarf etmemiştir.

10- Bediüzzaman Hazretleri sekerat halinde iken Urfa’ya doğru yaptığı vefat yolculuğu seferinde hiçbir yere uğramayıp durmadan 25 saat süren Isparta–Urfa yolculuğu şöyle cereyan etmiş ve gerçekleşmiştir:

18 Mart 1960 Cuma günü Ramazan-ı şerifin’de 20. gününde Isparta’dan Emirdağ’ına gitmiştir. Burada Hazret-i Üstad çok hasta, o akşam orada kalıyor, sabahleyin Emirdağlı talebeleriyle vedalaşıyor (19.Mart 1960 cumartesi) ve Isparta’ya hareket ediyor. O akşam Ramazanın 21. gecesi, Isparta’da geçireceği son gecesi. O gece defalarca: “Hazırlanın yarın Urfa’ya gideceğiz” diyor. Sabahleyin (20 Mart 1960 Pazar günü) sabah 09’da Isparta’dan, Urfa’ya hareket ediliyor. Hiçbir yerde durmaksızın 21 Mart 1960 pazartesi günü saat 10.00 da (Ramazan-ı Şerifin 23. günü) Urfa’ya ulaşılı­yor. Buna göre, Ankara’ya uğradı, Sultan Abdülhamid’in kız torunundan dedesi namına helallık diledi gibi bir hareketin aslı-faslı olmadığı ortada.

Netice: İleride izahlıca kaydedeceğimiz gibi; şu eğri ve hakikatsiz iddiaların hilafına;

Cemal Kutay “Bediüzzaman, Şeyhül İslam Cemaleddin Efendioğlu ile birlikte Sultan Abdülhamidle görüştüklerinde onun bazı icraatlarını tenkid ettiği için akıl hastanesine gönderildi” demiş.

Türkeli Dergisi ise: Bediüzzaman, Sultan Abdülhamidin faytonu arkasına bağlı dilek kutusuna görüşme talebini attıktan sonra onu sultan huzuruna celbettirmiş, talebini sormuş. O da Doğuda Kürtçe okutan mektepler açmak için maddi finansman istediği için, tımarhaneye göndermiştir.

Kadir Mısıroğlu ise: Hançerini belinden çıkartmadığı için, Bediüzzzamanı huzuruna almadığı gibi tımarhaneye göndermiş demişler diyor. Bu üç rivayetin de aslı yoktur.

KADİR MISIROĞLU’NUN KİTABINDA

1- Kadir Mısıroğlu -bilindiği üzere- yazdığı kitapların da bir Osmanlı milliyetçisi, özellikle merhum Sul­tan Hamidci gözükmektedir. Onun bu vasıf ve hali bir noktadan takdire şayandır. “Bir mazlum Padişah Sultan II. Abdülhamid” isimli bir kitabı çıkmış. Bu kitap tahmin ediyorum Sultan Abdülhamid Hazretlerinin şahsiyet ve icraatının haklılığını anlatmaktadır. Kitabın mantık, sağlam sened ve dürüst bilgilerin terazi ve süzgecinden geçirilip geçirilmediğini ben şahsen bakmadığım için bilmiyorum.

Fakat bu kitabın baş taraflarında 22 ve 23. sayfalarının haşiyelerinde dercedilmiş olan son derece fahiş hatalı ve gerçekle asla alâkası olmayan -iki şahıstan aktarıldığını söylediği- iki yalanlı rivayet var. Bu iki yalan rivayet Bediüzzaman Hazretlerinin şahsiyet ve fikriyatıyla alâkadar olup aşağılayıcı niteliktedir.

Biz bu rivayet ve rivayetçilerin tahliline geçmeden evvel, şu gerçeği yada getirmek isteriz ki; Merhum Sultan II. Abdülhamid Han Hazretleri Osmanlı ülkesinin şefkatli ve dindar padişahı olduğu gibi; İslam âleminin de dini halifesi ve bayrağı idi. İslam âlemi Osmanlı padişahlarına hep bu nazarla bakmışlardır.

Lakin bununla beraber, Sultan’ın Yıldız Sarayında adeta icraat kabinesi gibi çalışan ve icraatları Sultana mal olan oniki paşa hakkında “hiçbir hataları, siyasî ve idarî hiçbir yanlışları yoktu” demek insafla, tarihi hakikatlerle bağdaşmaz.

Evet, merhum -cennet mekân- Sultan Abdülhamid Han Hazretleri, mübarek şahsiyeti itibariyle şefkatli, merhametli ve hayırhah bir padişah idi. Lakin Hazret-i Osman bin Affan (R.A.) ki halife-i Resulullah idi. Ama icraatında ve siyasî işlerinde Mervan bin el Hakem gibi kimselere iş ve vazife verdiği için, bazı yanlışlıkları meydana geldiği gibi, Sultan Abdülhamidin de icraat kabinesi 12 paşalarının elleriyle bazı hatalar meydana geldi. Neticede Sultan Abdülhamid Han da II. Meşrutiyeti uygun buldu ve kabul etti. İsteseydi kabul etmeyebilirdi. Yani karşı koyarak elindeki kuvvetle muhaliflerini kanlı bir şekilde bastırabilirdi. Fakat o şefkatli padişah onu yapmadı. Kan dökülmeden kabul etti. Buna göre, II. Meşrutiyetin ilanından evvel, hürriyet ve meşrutiyeti isteme yolunda Sultan Hamidin icraatını eleştirenlerin çoğu taşrada idiler. Bu eleştiricilerin içinde pek mühim şahsiyetler ve büyük fikir adamları da bulunuyordu. Ama İstanbul’da ve Anadolu’da, aleyhte konferans ve miting gibi şeylerin yapılması kesinlikle mümkün değildi. Konferanslar, mitingler ve gazete yazıları ancak 24 Temmuz 1908 de II. Meşrutiyetin ila­nından sonra içerde de baş gösterdi.

RİVAYET EDİLEN ŞAHISLAR

II.Abdülhamid ve Bediüzzaman hazretleri münasebetleri hakkında kitap yazan şahıs, rivayetlerini iki şahsa dayandırıyor ki, bu şahıslar hayatta değiller ve bu sözde ve delilsiz nakil ve rivayetlerini hiçbir yerde kaydetmemişler ve anlatmamışlardır. İlim ehli olan evlatları dahi reddediyor. Yazar güya bunları esas alarak; Bediüzzamanın Meşrutiyet dönemindeki  hayatıyla ilgili pek çok şahsiyetlerin ifadelerini ve o günlerde  kaydedilmiş yazılı belge ve beyanlarını bir çırpıda hiçe saymak girişiminde bulunarak, aslı faslı olmayan bir şeyler yazıyor. Bu makamda bir hadis-i şerif hatırıma geldi mealen; “Kişinin günaha girmesine yol açmasına her işittiğini alıp nakletmesi ona yeterlidir.”

Bu iddialara dayanak gösterdikleri, isimleri yazılan ve şimdi vefat etmiş şahıslardan birincisi:

Celalettin Ökten

İmam Hatip okullarının kuruluş safhasında gayretli çalışmalarıyla bilinen bu zata dayandırılan iddialardan birisi:

“II. Meşrutiyetin arefesinde İstanbul’a gelen Said Nursî merhum, o zaman Dar-ül Fünuna tahsis edilmiş olan Zeynep Kamil Konağında bir konferans vermiş. Bu konferansta Sultan II. Abdülhamidin hakkında ileri geri sözler söylemiş. Güya demiş ki: “Sultan tek başına koca bir sarayı işgal ediyor, çıksın oradan, orayı ben mektep yapacağım…” demiş.

Yazarın şahsi, indi yorumlarına göre güya; “Bediüzzaman bu ve benzeri sözleri yüzünden tımarhaneye sevk edilmiş.”

Yine yanlış yorumlara göre: “Bundan sonra Mabeyne gelmiş, Padişahla görüşmek istemişse de, belindeki hançerini -ısrarlara rağmen- çıkarmadığı için görüşme vaki’ olamamıştır.”

Nakledilen rivayetin diğer bölümlerine sonra bakmak üzere, şimdi buradaki şu rivayetin kesinlikle hiçbir ilmi gerçeğe dayanmadığını, hem Bediüzzamanın ifadeleriyle, hem de hadisenin içinde bulunarak yaşamış zatların beyanlarıyla ispatlıdır.

Celalettin Ökten isimli zat, muhterem bir zât olup İmam Hatiplerin okullarının yaygınlaşmasına emeği geçenlerdendir. Kendisi 1961 yılında vefat etmiştir. Yani elli sene önce vefat etmiş. Bizim kısa bir araştırma sonucu elde ettiğimiz bilgiye göre, gerek en yakın aile çevresinden ve gerek manevi olarak kendisini en yakın tanıyanlardan hiçbir kimse, böyle bir söz duymamışlar ve nakletmemişlerdir. Birinci derecede yakınına bizzat sormamız neticesinde şöyle demiştir:

“Biz aile büyüğümüz ve babamız Celalettin hocadan Bediüzzaman Said Nursi Hakkında hiçbir zaman ne böyle bir söz ve ne de buna benzer menfi sözler duymadık. Bunun dışında babamızla alakalı nakil yapanlara itibar etmeyiniz. Biz onlarla muhatap olmak istemiyoruz” demişlerdir.

İkinci şahıs ise;

Prof. Dr. Osman Turan, Sultan Abdülhamidin kız torunuyla evli olduğu için acaba bir duyduğu bir şey var mıdır diye araştırdık.

Deniyor ki:

“Meşrutiyetin arefesinde  İstanbul’a gelen Said-i Nursi” diye söylenmiş?..

Bir şeyin arefesi -malum olduğu üzere- hemen az evvelisi demektir. Oysaki Bediüzzaman Hazretleri İstanbul’a meşrutiyetten 6–7 ay önce gelmiştir ki Medreset-üz Zehra üniversitesini kurmak gaye ve niyetiyle doğrudan padişah II. Abdülhamidle görüşerek, bu muazzam mesele hususundaki niyetini arz etsin. Tâ ki, padişah bu hususta mutasavver üniversitenin kıymet ve yararlığını dinlesin de, onun maddi finansmanını taahhüt eylesin. İşte bu niyetle Bediüzzaman Hazretleri memleketten İstanbul seferine çıkmadan evvel, eski Van valisi, o günün Bitlis valisi olan İşkodralı Tahir Paşanın tavsiyelerini de almak üzere yanına uğramış. Paşa da Sultana hitaben Bediüzzamanın yüksek meziyetlerini anlatan bir mektup yazarak, Bediüzzamana vermiştir. Mektup 3 Teşrin-i Sani 1323 tarihlidir. (Tahir Paşanın mühürlü mektubu, Mufassal Tarihçe-i Hayat eserimiz 1.cilt, sh.168’dedir.) Bu tarih, miladi karşılığı 16 Kasım 1907’ dir. Aynı tarihte yola çıkmışsa, herhalde, en erken Aralık ayı başında İstanbul’a ulaşmış olmalıdır. Demek ki o, meşrutiyetten 7,5 ay evvel gelmiş demektir. Yani meşrutiyetin arefesi diye bir şey söz konusu değildir.

Başka bir iddia:

“…O zaman Dar-ül Fünuna tahsis edilmiş olan Zeynep Kamil Konağında  bir konferans vermiş. Bu konferansta Sultan II. Abdülhamid hakkında ileri geri sözler söylemiş: “Sultan tek başına koca bir sarayı işgal ediyor, çıksın oradan. Orayı ben mektep yapacağım” demiş.”

Bu ifadeler, serapa hayal mahsulü olduğu aşikardır. Çünkü evvela II. Meşrutiyetin ilanından evvel konferans, miting ve gazetede aleyhte yazı  yazmak -taşralarda ve Avrupada mümkün iken- İstanbul’da kesinlikle imkân dışı idi. Bu yüzden Bediüzzamanın gaye ve hedefi haricinde olan öylesi bir konferansa, İstanbul’a gelir gelmez girişmesi asla ne vaki olmuş ne de imkân elvermiştir.

Evet, bütün tarihi bilgiler ve belgeler diyorlar ki: Bediüzzaman Hazretleri İstanbul’a gelir, gelmez iki ay müddetle Sultan Abdülhamidin paşalarından şura-yı devlet üyesi doğu kökenli Ahmet Muhtar Paşanın evinde kalmıştır. Bu müddet zarfında gaye ve hedefi olan Sultan Abdülhamid’le görüşerek İstanbul’a geliş gayesini ona arzetmek ve böylece hedefine ulaşmak çabası içinde olmuştur. Fakat ne yaptıysa, padişahın etrafını sarmış olan mabeyndeki paşaların engelini aşamadı. Paşalar -o gün ki deyimle hamal kıyafetli- haddini aşan birisinin öylesi büyük işlerle meşgul olmasını uzak gördüler. Bediüzzamanla bu mabeyin paşaların arasında şiddetli münakaşalar oldu. Bir kaç gün sonrada, Şişli’de Vanlı zengin bir adamın evinde aynı paşalarla aynı mevzu’ ile alakalı ikinci bir münakaşa oldu. Fakat netice değişmedi. Ve artık Padişahla görüşme ümidi kesildi.

Bunun üzerine Bediüzzaman İstanbul’a geliş gayesini  dile getiren bir dilekçeyi Padişaha arz edilmek üzere yazdırıp Mabeyn-i Hümayuna tevdi’ eyledi. Bu dilekçenin metni bilahere bazı gazetelerde yayınladığı gibi, Envar Neşriyat Âsar-ı Bediiye  kitabı sh: 481’de de kayıtlıdır.

İşte yazdığımız bütün bu tarihi bilgiler hem Bediüzzamanın kendi ifadeleriyle hem diğer tarihçilerin beyanlarıyla sabittir. İsterseniz buyurun Latince baskılı Asar-ı Bediiyedeki Üstadın ifadeleri için bakınız: 402.431.481.486 ve Mufassal Tarihçe-i Hayatta Üstadın ifadesi; 1. cilt, sh.179

Diğer bilgiler için, Mufassal Tarihçe-i Hayat 2. Baskı; 1. cilt, sh 170,171,172,177,178,180 ve dahası..

Ve yine Celalettin Öktene isnad edilen söze göre güya Bediüzzaman Hazretleri demiş:

3- “…Sultan tek başına koca bir sarayı işgal ediyor, Çıksın oradan. Orayı ben mektep yapacağım.. Bu ve benzeri  sözleri yüzünden  tımarhaneye sevkedilmiş…”

Cevap: Bediüzzaman Hazretlerinin üslüp ve ifade tarzıyla uzaktan yakından alâkası görülmeyen bu batıl ve yanlışlarla alude sözlerin hakikat zemininde hiçbir değeri ve gerçekle hiçbir ilgisi olmadığı az üstte ispatı yapılmıştır.

Bediüzzaman Hazretleri gibi bir şahsiyet bir İslam Halifesine hiç böyle sözler sarf eder mi? Bütün hayatı, üslubu, ifade tarzı az çok eserlerini okuyanlarca malumdur. Bu uydurma ifade her haliyle bağırıyor ki: “ben Said-i Nursi’nin sözü değilim.”

Bediüzzaman Hazretlerinin merhum Sultan II. Hamidin hakkında, hele onun zat-ı şahsiyeti  hakkında hiçbir zaman  ne ileri, ne de geri konuşmuştur. Hele II. Meşrutiyetin ilanından  önce  hiçbir şey konuşmamıştır.

Bediüzzamanın bütün nutukları, konferansları ve makaleleri ancak II. Meşrutiyetin ilanından sonra olmuştur. Ve bütün bunlar tarihli, rakamlıdır. Ve hepsi de zabtetdilmiş, kaydedilmişlerdir. 7 adet konferanslardaki nutukları ve 21 adet yazı ve makaleleri Âsar-ı Bediiye kitabında neşredilmiştir.

Bu nutuk ve makalelerin ve Divan-ı Harb-i Örfi  ve Said-i Kürdî eserinin hiç birisinde  merhum Sultan II. Abdülhamid Hanın zat-ı şahsiyetine  karşı (diğer bazı zatların  hücumları tarzında) hakaret içeren hiçbir nokta yoktur.  Ama nasihatları vardır, irşadkâr  çıkış yolları göstermeleri vardır. Öbür yanda mabeyn paşalarının  elleriyle yapılmış olan  hatalı, eğri icraatlarını  tenkit etme de vardır. Hz. Üstad az üstte nitelik ve sayılarını verdiğimiz mezkûr nutuk ve makalelerinde hiçbir tanesi için pişmanlık duyma diye bir şey söz konusu  değildir ve öyle bir şey olmamıştır. Çünkü  bunların tamamını  1950 den sonra, ufak- tefek  bazı düzeltmelerle yeniden neşrettirmişlerdir.

Buna göre, Bediüzzamanın  müsbet-menfi  bütün dedikleri mezkûr nutuk ve makalelerin  içindedir. Bunların dışında olan –kimden olursa olsun– aykırı nakil ve rivayetler  laf u güzaftan ibaret olup  hiçbir değer taşımamaktadır ve itibarsızdırlar.

İşte  haricî laf u güzafların aykırı çirkin örneğini  gözler önüne sermek üzere, rivayeti ele alıyoruz.. Bakınız, rivayet diyor ki: -sözde- Bediüzzaman demiş: “…Sultan tek başına  bir sarayı işğal ediyor. Çıksın  oradan .Orayı ben mektep  yapacağım…”

Acaba Hz. Bediüzzaman  bunu böyle mi demiş? Aslı nasıldır.?. Ne zaman demiştir?..

Hemen kaydedelim ki, Hz. Üstadın  padişaha karşı gazetede yayınlanan nasihati, II. Meşrutiyetin ilanından dokuz ay sonra, padişah henüz tahtından inmemişken, 23 Mart 1909’da  gazetelerde yayınlanan “Dağ meyvesi acı da olsa  deva’dır” makalesinin  “Hilafete dair bir rü’yadır” bölümünde  yer almıştır. Ve asıl metni de şöyledir:

“Alem-ı menamda  padişahı gördüm. Dedim: “Zekat-ül ömrü  Ömer-i Sani (Ömer-i Sani, Abdülaziz-i Emevidir ki; ona adalet ve hakkaniyette Hz. Ömere benzediği için o lakap verilmiştir.) mesleğinde sarfet! Tâ ki meşrutiyet riyasetine lazım  ve biatın  manası olan  teveccüh-ü umumiyeyi kazanasın.

Padişah dedi: Ben onun yolunda gideyim, sizde ol zaman ehlini  taklid edebiliyor musunuz?.. Birde sizde onlardaki kuvvet-i İslamiyet ve safvet ve ahlak!..

Ben dedim: Bizdeki tenbih-i efkar-ı umumi ve tekmil-i mebadi  ve vesait  ve ihata-i medeniyet, o noktaların yerini tutmakla; hem o noktaları is­tihsal, hem de netice-i matlup olan terakkiyi  intac edebiliyoruz. Düvel-i ecnebiyenin adaleti bunu ispat eder.

O dedi nasıl yapacağım?…

Dedim: İstibdad kalb-i memalik olan  İstan­bul’da kan bırakmadığından hüsn-ü niyeti göster.. Pür-şefkat ile meşrutiyeti kansız kabul ettiğin gibi, menfur olmuş yıldızı mahbub-u kulub etmek için, eski zebaniler yerine1 melaike-i rahmet gibi  muhakkikin-i ulemayı doldurmak  ve Yıldız’ı Dar-ül Fünun gibi  yapmak ve ulum-u İslamiyeyi ihya etmek ve Meşihat-ı İslamiyeyi  ve hilafeti mevki-i hakikisine isad etmekle, yıldızı Süreyya kadar i’la et! Ta ki hanedan-ı Osmanî  ol burc-u hilafette  pertavnisar-ı adalet olabilsin… Mademki imamsın …] (Âsar-ı Bediyye sh: 514)

İşte Bediüzzamanın dedikleri  bunlar. Asıl metni  de bu…

Bediüzzaman Hazretleri, merhum Sultan Abdülhamidin bir kısım paşaları eliyle icra edilen  istibdadı şiddetle tenkit ettiği gibi, Onun padişahlık ve halifeliğinin korunması, devamı için  elinden ne gelmiş, dili ne kadar  dönmüşse söylemiştir. İşte örnekleri:

Örnek: 24 Temmuz 1908’de II. Meşrutiyetin ilanının üçüncü gününde İstanbul’da tertiplenen  nümayiş mitinginde nutuk şeklinde okuduğu ve bir hafta sonra da Selanik’te aynısı irad edilen  “Hürriyete Hitap” nutkunda, zulüm ve istibdadı tenkid, hürriyet ve meşrutiyeti istihsan edici beyanlarından  sonra, aynı hitabenin sonunda:

“Yaşasın yaraları tedavi etmek fikrinde olan Halife-i peygamber!…” diyerek Sultan Abdülhamidi tezkiye ve vikaye eyler. (Bu nutuk bilahere Misbah gazetesi  19 Eylül 1324 ve 26 Eylül  1324  de (Yani Ekim 1908 de) neşredildi. İki sene sonra da, kütüphane-i içtihad sahibi  Ahmed Ramiz tarafından bu nutukla beraber  Üstadın sair nutukları bir kitap şeklinde  ve “Nutuk” ismi altında yayınlandı.

Örnek: Adı geçen nutuklardan  altıncısında: “Mahasıl efendimiz (Yani Padişah Abdülhamid Han) o kadar haşmetli ağalık kürkünü milletine bağışladı. Siz de (Yani doğudaki aşiret ağaları) o eski ve köhnelenmiş ağalık abasını bir hulle-i adalete tebdil ediniz!” demek suretiyle, Sultan Abdülhamid’in büyük meziyetini dile getirmiştir.

Örnek: 31 Mart 1909 hadisesinden sonra, İstanbulda üç noktada kurulan Divan-ı Harb-i Örfi Mahkemesinde, Bediüzzamanın merdane müdafaalarının cinayetler bölümünün “yarı cinayet” diye nitelendirdiği  kısımda şöyle  demektedir. “… Daire-i İslamın  merkezi ve rabıtası olan nokta-i hilafeti elinden  kaçırmamak fikriyle  ve sultan-ı sabık kabul-u nasihata istihkak kesbetmiş zannıyla; ve “aslah tarik musalahadır” mülahazasıyla; şimdiki en çok ağraz ve infialata mebde’ ve tohum olan suret-i garazı daha ahsen suretle düşündüğümden, sultan-ı sabıka ceride lisanıyla söyledim ki: “Münhasıf yıldızı Dar-ül fünun et, tâ Süreyya kadar i’la olsun.. Ve oraya seyyahlar  ve eski zebaniler  yerine, melaike-i rahmet yerleştir, tâ cennet gibi olsun.. Ve yıldızdaki milletin servetini, milletin baş hastalığı olan cehaleti için millete iade et ve milletin mürüvvet ve muhabbetine itimad et!.. Zira senin idarene millet mütekeffildir. Bu ömürden sonra  ahireti düşünmek lazım. Dünya seni terk etmeden sen dünyayı terk et. Zekat-ül ömrü, Ömer-i Sani yolunda sarfeyle!..

…Ben ki bir gedayım padişaha nasihat ettim. Demek yarı cinayet ettim.” (Asar-ı Bediiye sh. 415)

İşte şeksiz belgelerle görüldüğü üzere, Bediüzzzaman Hazretlerinin asıl metin ifadelerinde  merhum Sultan Abdülhamid Han hakkında, hiç  bir şahsi  hakaret ve aşağılama  yoktur. Bilakis onun halifelik  ünvanını mukaddes sayarak  hıfz ve devamını istemiştir.

Nitekim Üstadın Divan-ı Harb-i Örfi müdafaatının bir başka bölümünde 31 Mart olayının  çıkmasının sebeblerinden birisinin: “Sultan-ı mazlumu sükut-u müsammemden kurtarmaktı.” Yani: Padişah Abdülhamidi sağırca susturmaktan kurtarmaktı. (Asar-ı Bediiye sh.418)

Aynı müdafaatının başka bir yerinde : “…İstibdatlar sultan-ı mahlu’a  isnad edildiği halde, onun zaptiye nazırı ile  bana verdiği maaş ve ihsan denilen rüşvet ve hakk-ı sükutu  kabul etmedim. Aklım feda ettim, hürriyetimi terk etmedim. O şefkatli sultana boyun eğmedim …” (Asar-ı Bediiye sh.414)

İşte bu yazılı metinlerdeki ifade ve beyanların ışığında  ve Bediüzzamanın kardeşi  Molla Abdülmecidin kendi eliyle hatıra defterinde yazdığına ve yeğeni Abdurrahmanın yazdığı  tarihçeye istinaden, katiyetle hükümederiz ki; meşrutiyetten evvel ve sonraki  1. Devre İstanbul hayat  merhalesi  şöyle cereyan etmiştir:

BEDİÜZZAMAN’IN İLK İSTANBUL HAYATI (1907-1910)

1907 Aralık  başlarında, Van’da kurmak istediği  Medreset-üz Zehra Üniversitesini  kurma ve te’sis masraflarını ve maddi finansmanını Padişahtan talep etme  tasavvuruyla İstanbul’a geldi. Her şeyden evvel Padişahla görüşme yollarını aradı. 2.5 ay kadar onunla meşgul oldu. Ne ettiyse mabeyndeki  bazı mason paşaların engelini aşamadı. Nihayet, İstanbul’a geliş sebeplerini ve gayesinin  mahiyet ve hedefini anlatan bir dilekçe yazdırarak mabeyne bıraktı.

Sonra, Fatih semtinde bulunan Şekerci Hanında bir oda bularak, odanın kapısına  son derece acaib ve garip olan şöyle bir levha astı: “Burada her suale  cevap verilir, her müşkil hallaedilir. Ama hiç kimseye sual sorulmaz.” Bu fevkalade acib ve garip ilan üzerine iki ayda  mütemadiyen  her sınıf  ilim erbabından  grup-grup insanlar geldiler, sualler tevcih eylediler. Herkesin suallerinin  tam ve doğru olarak  verilip, memnun ve mutmain ayrılıyorlardı. Tabii haliyle, bu hadise yıldırım hızıyla İstanbul’a yayıldı. Bu vaziyet hiç şüphesiz ki Bediüzzamanı kale almıyan mabeyn paşalarına büyük tedirginlik verdi.. Bediüzzamandan kurtulmak yollarını  aradılar. Sonunda, böyle her şeyi bilen bir kişi deli olmalıdır diyerek, Ermeni ve Rum ağırlıklı birkaç doktordan sahte bir rapor hazırlatılmasını sağladılar. O rapora dayanarak Bediüzzamanı Toptaşı Akıl Hastanesine sevk ettiler. Ama “yalancının, sahtekarın  mumu yatsıya kadar yanar” darb-ı meseli tarzında, oyunları tutmadı, Yalan ve sahtekarlıkları meydana çıktı.. Çünkü birkaç gün sonra hastanenin Baştabibi bizzat Bediüzzamanı konuşturarak muayene etti. Ve sonunda şöyle bir  rapor yazıp  mabeyin paşalarına gönderdi. Dedi ki: “Eğer Bediüzzamanda zerre kadar cünunluk varsa, dünyada hiçbir akıllı insan yoktur.”

Baştabibin bu raporu üzerine  mabeyine telaşa düştü. Hemen çarçabuk Bediüzzamanı oradan alıp, getirip nezarethaneye koydular. Burada Hazret-i Üstadın ne kadar kaldığı kesin olarak belli olmamakla  beraber, bir ay kadar kaldığı tahmin edilmektedir. Nezarethanede iken, Zaptiye Nazırı Şefik Paşayı Üstada gönderdiler.

Şefik Paşa: “Padişah sana selam söylemiş. Şu 30 altunu ihsan-ı şahane olarak, her ayda da 10 altun maaş bağlamış. İleride bu maaşı yirmi-otuz altun yapacakmış” şeklinde  Bediüzzamana teklif getirmiş.

Bediüzzaman ise: “Ben maaş dilencisi değilim. 1000 lira da olsa  kabul edemem” diyerek  teklifi red etmiştir.

Hz. Üstadın gerek tımarhane Baştabibiyle yaptığı muhaverenin, gerekse nezarethanede iken, yanına gelen Şefik Paşa ile karşılıklı konuşmalarının onun kendi ifadesi ile olan uzun metinleri, “İki Mekteb-i Musibetin Şehadetnamesi” eserinde o zamanlar yayınlanmış olduğu gibi, şimdi ise, Latince baskılı Âsar-ı Bediiye ki­tabı 443 sahifelerinde mevcuttur.

Demek ki; iddiacının iddiasına göre: “Sultan tek başına koca bir sarayı işgal ediyor, çıksın oradan, orayı ben mektep yapacağım.” Bu ve benzeri sözleri yüzünden tımarhaneye sevk edilmiş…” ve yine iddiacının zımnen buğuzlu yorumuna göre: “Tımarhaneden çıktıktan sonra gelmiş, padişahla görüşmek istemiş.. fakat belindeki hançerini çıkarmaktan vazgeçmediği için, bu görüşme gerçekleşememiştir.” İlh… gibi, miş, muşların kaç paralık değerde olduğu herhalde anlaşılmıştır.

Evet, Bediüzzaman Hazretlerinin o günleri, Tımarhane, nezarethane derken, İkinci Meşrutiyet ilanı gelip çatmış, Bediüzzamanda artık serbest… Hazret-i Üstadın, meşrutiyet ilanından sonraki hayatı, ileride burada yazılmayan uydurma iddiaların cevabında gerekirse yazılacaktır. Aslında Mufassal Tarihçe-i Hayat eserimizde, onun bu döneme ait hayatı tafsilen ve belgelerle yazılmıştır, görülebilir.

Bu iddialar gibi ve bunlara isnaden yazı yazan sözde ilim adamı, resmi ünvanlı garazkâr şu gelen saygısız, anlayışsız, bilgisiz ve terbiye dışı, ama iftiralı ve kazf-ı muhsanatlı sözlerini de kaydedip bir-iki cümle ile cevabını yazdıktan sonra, Celaleddin Ökten’e isnad edilen iddialarının son bölümüne geleceğiz.

İşte bakınız, bütün tarihçiler, o günlerde Bediüzzamanı yakından  tanıyan ve gören insanlar, onun İmam Hatip Okulları öğretmeni ve müftü olan kardeşi Abdülmecid Efendi  ve onun o devreye ait hayatını yazan yeğeni Abdurrahman-ı Nursi ve meşhur yazar, edip Osmanlı son devre ilim ve fikir adamı Eşref Edip Fergan  gibi zatların müttefikan, tımarhane baştabibinin yazdığı raporunun  sureti hakkında, az üstte kaydettiğimiz gibi  veriyorlar. Kadir Mısıroğlunun kaydettikleri ise; “Doktorlar, aklında bir noksan olmadığını ve sırf görgüsüzlüğü sebebiyle yakışıksız sözler sarf ettiğini söyleyerek onu serbest bırakmışlardır” şeklindedir. Biz şu uydurmacalı te’viller düzen, sinsi düşmanlık güden bu şahıslara ne diyelim?.. Onların ayarına inip, sokak insanları tarzında hakaretamiz sözlerle mi mukabele edelim?.. bilemiyoruz.

Ama şunu söylemek durumundayız ki; zahiren dost, zımnen adavet saklıyan bu adamların gayesi, Sultan Abdülhamidi tezkiye ve sena etmek değil, Bediüzzaman gibi bir allame-i cihanı bir maneviyat sultanını bir müçtehid-i azamı aşağılamak, nazardan düşürmektir. Fakat  acaba bunlardaki bu sinsi his, nereden kaynaklanıyor? Bediüzzaman Hazretlerinin bir zamanlar taşıdığı “Kürdî” ünvanından mı?.. Evet buna bir derece işaret eden bir hadise  var, ama şimdi söylemeyeceğim.

Necip Fazıl Kısakürek merhum bir zamanlar “Büyük Doğu”sunda Hz. Üstadın hayatını tefrika ediyordu. Sonra bunu kitaplaştırdı. 31 Mart Divan-ı Harb-i Örfi mahkemesinden beraat aldığı kısmına geldiğinde; bütün tarihçilere ve Hz.Üstadın bizzat kendi ifadesine ki: “Mahkemeden berat edip çıktığında, mahkeme hey’etine teşekkür etmiyerek, İstanbul Üniversitesinden Sultan Ahmede kadar bağıra bağıra “zalimler için yaşasın Cehennem!” dedi kaydı yerine, Necip Fazıl bunu kasden “Sultan Ahmede kadar kendi kendine mırıldandı” tarzında vermişti. Necip Fazıl merhum kendi şeyhinin taht-ı tesirinde idi. Onun şeyhi bir zamanlar Bediüzzamana itirazları olmuştu çünki… Necip Fazılın  böyle küçümseyici  davranışları ara sıra devam etmişti. Herhalde bir kıskançlık duygusu ve ırki bir rahatsızlık mevzubahistir.

Yine Ökten hocaya isnaden Mısıroğlu diyor ki:

“Daha sonra Sultan Reşatla görüşen Said-i Nursi, ondan (Sultan Reşattan) Van’da te’sis etmek istediği medrese için yardım almış ve hayatının sonuna kadar bu para ile yaşamıştır. Vefatında, bu altınlardan arta kalanlar, benim Eskişehir Askeri ceza evinden hapishane arkadaşım olan Hüsrev Altınbaşakta kalmış. O da bunları bozdurarak bu günkü “Hayrat vakfı”nı kurmuştur.”

Tahmin ediyorum, bu fasid iftiralı yorum, tek başına Mısıroğluna aittir. Sözün nereye gideceği düşünülmeden söylenmiştir. Hakikaten bu çok kabih, fevkalade çirkin iftiralı yorumu yapan  şahısın mesuliyeti çok büyüktür.

Evet, o Hazret-i Bediüzzaman ki hayatında hiçbir sadakayı, hiçbir hediyeyi ve mukabelesiz hiçbir ihsanı kabul edip almamış. Hatta amcasının çorbasını bile içmemiş iken; Medreset-üz Zehra Üniversitesi için Sultan Muhammed Reşadın resmi devlet tahsisi olarak 19000 altun lirayı –ki bu para Kosova’da kurulması mutasavver bir üniversitenin  tesisi için  tahsis edilmiş iken 1912 deki Balkan harbinde  Kosova istila edilince- Van’da kurulması düşünülen resmi bir üniversiteye yönlendirmişti. 1913 yazında bu paradan 1000 altun o üniversitenin temellerinin atılması masrafları için Van Valiliğinin  emrine verilmişti.

İşte bu uygulama resmi bir muamele olduğundan, dünyanın bildiği ve herkesin işittiği bu çok açık pek bedihi hadiseyi Mısıroğlu tecahül-ü arifaneden  gelerek, çirkin iftirasına alet ittihaz etmiştir. Yani; Hazret-i Bediüzzaman gitsin, Medreset-üz Zehra Üniversitesi hususunda Sultan Reşadı ikna etsin, Sultan Reşad da cihan çapındaki büyük hizmeti takdirle karşılasın ve ondokuz bin altını bütçeden ayırsın ve onun ilk ayağı olarak bin altınını Van valiliğine göndersin, sonra Bediüzzaman da gidip bu parayı alsın ve üzerine oturup hayatının sonuna kadar onunla geçinsin. Ne kadar sathi bir düşünce ve tesbit. Ehli hakikat der ki: böyle yazarların bu sathiliği karşısında diğer yazıları da böyleyse diye itimadı zayıflaşır. Allah ve Peygamber aleyhinde olan zındıklar hakkında, aleyhinde yazdıklarının da sıhhati zedelenir.

Geliniz hadisenin gerçek aslının cereyan şeklini bizzat Bediüzzamanın ifadelerinden dinleyelim: Arabi Hutbe-i Şamiyenin zeyli olan “Teşhis-ül İllet” isimli eserin başında şöyle kaydetmektedir:

“Hürriyetin başında Sultan Reşad’ın Rumeliye seyahatı münasebetiyle Vilayat-i Şarkiye namına bende refakat ettim. Şimendiferimizde iki mektepli mütefennin arkadaşla bir muhasebe oldu. Benden sual ettiler ki: “Hamiyet-i diniye mi, yoksa hamiyet-i milliye mi daha kuvvetli, daha lazım?”

Hz.Üstad trendeki o iki muallim ile yaptığı karşılıklı konuşmayı bilahere kaleme almış ve bir risale yaparak, “Teşhis-ül İllet” ismiyle o günlerde hem Arapça hem Türkçesi ile bastırmıştır. Bu mühim risale Hutbe-i Şamiye eseri arkasında yayınlandığı gibi, Türkçe ve Arapçası Osmanlıca Asar-ı Bediiye  kitabında da yer almaktadır.

Şimdi asıl mevzumuzu anlatan ifadesine geçiyoruz. Ama önce hadisenin geliş seyrini kaydedelim, şöyleki:

28 Nisan 1911’de Şam’da Emeviye camiinde irad eylediği Hutbeden sonra  (Hutbe-i Şamiye) Şam’dan İstanbul’a dönmüş ve Sultan Reşadın tahta oturuşunun 2. yılı dönümü münesabetiyle yapılan merasime Bediüzzaman da katılmıştır. Daha sonra Sultan Reşadın Rumeliye yaptığı seyahate  Bediüzzamanı da yanına almıştır. Bu seyahat 6 Haziran 1911’de Barbaros zırhlı gemisiyle İstanbul’dan Selanik’e kadar gittikten, sonra trenle Kosova’ya doğru devam edilmiş ve 11 Haziranda Kosova’nın vilayet merkezi olan Üskübe ulaşılmıştır… Şimdi asıl mevzu olan hususa geçiyoruz:

Hz. Üstad bilahere bu meseleyi (Medreset-üz Zehra meselesini) DP. hükümetinede anlatmak ve onları bu çok büyük hizmete sevk ve teşvik etmek üzere 20 Ağustos 1951’de DP. Bakanlar Kuruluna ve hususiyle Milli Eğitim Bakanı Tevfik İleriye yazdığı şu mektubu  yazdırmıştır:

“Heyeti Vekileye ve Tevfik İleriye arz ediyoruz ki;

Şark Üniversitesi hakkında çok kıymettar hizmetinizi Üstadımıza söyledik. O da dedi ki: “Ben hasta olmasa idim, bende o mesele için vilayet-i şarkiyeye gidecektim. Ben bütün ruh-u canımla Maarif Vekilini tebrik ediyorum.

Hem 55 seneden beri Medresetüz-Zehra Şark Üniversitesinin tesisine çalışmak ve o üniversiteyi biri Van’da, biri Diyarbekir’de, biri Bitlis’te üç tane, hiç olmazsa bir tane Van’da  tesis etmek için Hürriyetten evvel İstanbul’a  geldim. Hürriyet çıktı o mesele geri kaldı. Sonra ittihatçılar zamanında Sultan Reşadın Rumeliye seyahatı münasebetiyle Kosovaya gittim.

O vakit Kosavada  büyük bir Darülfünunun tesisine teşebbüs edilmişti. Ben orada hem ittahatçılara ve hem Sultan Reşada dedim ki: “Şark böyle bir Darülfünuna daha ziyade muhtaçtır. Alem-i İslamın merkezi hükmündedir…”

O vakit bana vaad ettiler. Sonra Balkan harbi çıktı. O medrese yeri istila edildi. Bende dedim ki: “Öyle ise, o yirmi bin altın lirayı Şark Darul Funununa veriniz. Kabul ettiler…bende Van’a gittim ve bin lira ile Van gölü kenarında Artemitte temelini attıktan sonra, harb-ı umumi çıktı, tekrar geri kaldı…”

Mektubun devamında; Rus esaretinden firar edip İstanbul’a döndüğünü İstanbul’da İngilizlerle ve menfi propagandalarıyla mücadelesinden sonra Ankara’dan defalarca çağırıldığını ve sonra Ankara’ya geldiğini ve tekrar milli mecliste Medreset-üz Zehra meselesini gündeme taşıdığını  ve meclisçe kabul edilip 150.000 banknot tahsisat ayrıldığını vs. dile getirilmektedir. Bu mektubun tamamını görmek isteyenler  Mufassal Marihçe-i Hayat eserimiz 2.baskı; 3.cilt sh.1992-1994’de baksınlar.

İşte hadisenin aslı ve mahiyeti budur, hakikati da bundan ibarettir. Eğer Bediüzzaman  Hazretleri  dünya meftunu, para düşkünü olmuş olsaydı merhum Sultan Abdülhamid Hanın ihsan parasını ve maaşını kabul edip alırdı. Hem yine eğer öyle olsaydı M.Kemal’in 300 banknot maaş, mebusluk, köşk gibi cazip teklifleri kabul eder dururdu. Hz.Bediüzzaman, Hazret-i Peygamberin (A.S.M.) varisidir ve onun sünnet-i saniyesi yolundadır; hiçbir zaman dünyaya ve paraya meyletmiş değildir… Bediüzzaman hazretlerine şaibe getirecek hiç bir ithama müsade edemeyiz. Umum ümmete hayatıyla, eserleri ile mal olmuş şahsiyetler hakkında konuşurken veya bir şey yazarken çok dikkatli etmek gerekir.

Hz. Bediüzzaman Van Medrest-üz Zehrası için Sultan M. Reşaddan alınmış bin altın liradan   tek kuruşunu dahi yememiştir. O bin altın liranın tamamını ve hepsini  Van Valiliğinin nezareti altında Medreset-üz Zehranın temellerine harcanmıştır.

Hz. Üstadın vefatından sonra Hüsrev Ağabeye intikal eden bu paranın kaynağı nereden? derseniz, dinleyin anlatayım. Ama bu paranın mazisi ve meselesinin tam anlaşılması için Hz. Üstadın geçmiş hayatının bu tarafa doğru gelen seyrini tarih teleskopu ile temaşa etmek gerekmektedir.

Evet, Hz. Bediüzzaman babası ve ağabeysinden aldığı harçlıktan gayrı hiç kimseden sadaka, hediye, zekat ve ihsan  almamıştır. Peki o halde nasıl yaşamıştır?!..

CEVAP: 5-6 senelik talebelik hayatında babasının ve ağabeysinin cebine koydukları küçük bazı harçlıklarla geçinmiştir. Sonra 1898 de Van Valisi ya da askerî paşası Hasan Paşanın davetiyle Van’a gitmiş. Ve hemen mahalli basit bir medrese açtırmış, daha sonra büyük bir medreseyi, Horhor Medresesini Van kalesi altında küşad eylemiştir. Evkaf dairesinden 5-10 talebenin tayinatını (geçim masraflarını) alarak Vanda 15 sene kadar tedrisatla meşgul olmuştur. Bu 15 sene içinde, iki defa  İstanbul’a gidip ikişer sene kalmaları da dahildir. Van’da  evkaftan aldığı paralardan arta kalanlarla bazı şahsi masraflarını da yapmıştır.. zaten  o küçüklüğünden beri elbise, yemek ve yatmak gibi şeyleri gayet basittir. İstanbul da gece kaldığı yerler ya bir cami hücresidir, ya da köhne ve ucuz bir han odasıdır.

Sonra 1. Cihan Harbinde(1914 Ekiminde) önce fırka müftüsü sıfatıyla; 1915 Nisanından sonra da, gönüllü milis alay komutanı olarak vazife almıştır. Ordunun bütçesinden az bir miktar maaş bağlandığı tahmin edilmektedir. 1916 Martında Ruslara esir düşünce, henüz Tifliste bekletilmekte iken, Talat paşanın direktifiyle Hilal-ı Ahmer cemiyeti reisi (Kızılay) Ömer Besim Paşa özel bir kurye ile kendisine 60 liray-ı Osmani mukabili olan 1254  mark ulaştırılmıştır. (Resmi belgeler için bkz.Mufassal tarihçe 2.baskı,1.cilt, sh: 410)

İki buçuk sene kadar esaret hayatından sonra, firar edip İstanbul’a geldiğinde, Harbiye Nazırı Enver Paşa hemen Bediüzzaman’ı Harbiye Nazeretine davet etmiş, lazım gelen her türlü hürmet izaz ve iltifatı yapmış, altın harp madalyasını hediye edip takmış ve çok ısrarlarla ordunun bütçesinden 150 altını ona kabul ettirmiştir. Arkasından Şeyhül-İslama bir tezkere yazarak, Bediüzzaman’ı ordunun bir delegesi olarak “Darül-Hikmetil-İslamiye” azalığına alınmasını talebetti. Şeyhül-İslam Musa Kazım Efendi de, hemen bir tezkere ile padişah Muhammed Vahidüddine Bediüzzaman’ın atanması için müracaat eyledi. Padişah bunu hemen onayladı. Böylece 24 Ağustos 1334’de (yani1918) tarihinde 50 altın lira maaşla tayini gerçekleşmiştir. (bu resmi belgeler Mufassal Tarihçe-i Hayat eserimiz 2.baskı 1.cilt sh.448-449 dadır)

Dar-ül Hikmet-il İslâmiyede iki buçuk sene kadar vazifesi devam etmiştir. Bu süre zarfında maaşından arttırdığı para ile küçüklü-büyüklü 20 kadar eserini bastırıp halka meccanen  dağıtmıştır. Çünkü bu maaşı kendisine fazla görmüştür. Bastırdığı bu kitaplardan İşarat-ül İ’caz ile birisini daha para ile satarak, ilerde Hacca gitmek niyetiyle  toplamıştır. Daha sonra  Ankara’ya gelmesi ve uyuşamayıp Van’a gitmesi ve 1925’te alınıp sürgüne gönderilmesi… Tâ 1946’lara kadar çok aşırı bir iktisad ile hayatını  sürdürmüştür 1946 ortalarında Nur Talebeleri teksir makineleri satın alarak, Risale-i Nur’un Asa-yı Musa, Zülfikar, Siracünnür vs. gibi mecmualarını teksir ederek istiyenlere para mukabilinde dağıttılar. Üstad Hazretleride yanında sakladığı ve onunla hayatını sürdürdüğü paradan arta kalan 90 banknotu teksir makinelerinin hizmetine iştirak niyetiyle talebelerine yollamıştır.

İşte bu tarihten itibaren satılan Nur risalelerinin iptidada beşte bir, sonralarında onda bir te’lif hakkı olarak Hz. Üstada verildi. Bu para ile Hz. Üstad geçim masraflarını yaptığı gibi, hayatını nur hizmetine vakfetmiş talebelerinin de tayinatlarını veriyordu. 1956 da Risale-i Nurların tamamı mahkemece berat kazanıp serbest olunca, latin harfleriyle matbaalarda resmen basılmaya başlandı. Nurların satışı da ona göre hızlandı ve arttı. O nisbettede te’lif hakkı olan onda bir gelir de  artmış oldu. Lakin aynı parelelde Risale-i Nur hizmetine hayatını vakfeden genç Nur Talebelerinin sayısı da arttı. 1956-1960 beş senelik zamanda vakıf talebelere tayinat olarak verilen şu te’lif hakkı olan paradan arta kalanı oluyordu. Şu artan parayı Hz.Üstad Reşat altınına çeviriyor ve ileride mu’cizeli Kur’anın tab’ı için muhafaza ettiriyordu. Nihayet vefat rihleti için Urfa’ya  geldiği zaman -bana ulaşan rivayete göre 366 Reşat altını da beraber getirmişti. Sevgili muazzez şehit Üstad, vefat edince beraberinde  Isparta’dan gelmiş hizmetkar talebeleri, bir sepetin içinde saklı olan bu paraları -hizmet parası olduğu için- Tereke Hakimine göstermediler, sakladılar. Sair şahsî eşyasını ise Tereke Hakimi tespit edip, Konya’da yaşamakta olan küçük kardeşine teslimine diye karar verdi. Bunların nelerden ibaret olduğu listesi ve Tereke Hakiminin kararı Mufassal Tarihçe-i Hayat eserimiz 2.baskı, 3.cilt, sh.2154-2157 sahifelerindedir.

Adı geçen altınlar ise, Bediüzzaman’ın hizmetkar talebeleri, bu para hizmet parasıdır diye, götürüp Isparta’da Hüsrev Altınbaşak Ağabeye teslim ettiler.

İşte ey Mısıroğlu ve emsali tenkidçiler! Recmen bilgayb ve ceffel-kalem sarf ettiğiniz lafların ve hükme bağladığınız kararların -görüldüğü üzere- asılsız ve hükümsüz olduğu ayan-beyan günyüzüne çıkmıştır. Çünkü evet, Bediüzzamanın hayatı kuytu köşelerde kalmışta, efsaneli hurafelere bürünmüş bir hayat değildir. Onun hayatı gündüz gibi açık, güneş gibi parlak olup adım-adım takip edilmiş, belgelerle tevsik edilmiş bir hayattır. Ağyarların zımnî kin besleyenlerin uydurma nakil ve rivayetlerine hiçbir cihetle muhtaç olmayan masum ve berrak bir hayattır.

***

Şimdi de gelelim, Mısıroğlunun Prof. Dr. Osman Turan’dan işittim dediği nakil ve rivayetine:

Rivayetin metni şöyledir:

“Bediüzzaman Said-i Nursi, 1960 yılında vefatıyla nihayetlenen Urfa seyahatine çıkarken, Ankara’daki evlerini (Osman Turanın kayınvalidesi Sultan II.Abdulhamid’in torunu Namıka Sultan Hanımla beraber yaşadıkları evlerini) ziyaret etmiş ve Namıka Sultandan dedesi adına helallık istemiş ve Said-i Nursi merhum şu sözlerle kendisinden helallık dilemiştir:

“Biz gençlik saikasıyla ittihatçıların propagandalarına kapılarak dedeniz merhum Sultan Abdülhamid Han Hazretleri hakkında itale-i kelamda (dil uzatma) bulunduk. Onun (bir) varisi sıfatıyla sizden helallık diliyorum. Bende bir ölüm yolcusuyum. Kabre az mesafem kaldı. Onun namına bana hakkınızı helal ediniz!…”

Namıka Sultan: “Ne beis var hocaefendi!.. O zamanın siyaseti icabı böyle çok şeyler oldu!.. Artık geçen geçti” demişse de, Bediüzzaman saraheten “Helal ettim” cümlesini duymak istemiş ve bunu Sultan Hanımefendiye ısrar ederek üç defa tekrarlatmış ve sonra da.” Oh!..Elhamdülillah, inşallah bu haktan da kurtuldum. Artık müsterih olarak ölebilirim…” demiştir.

Ve beyanın sonuna şu cümleler ilave edilmiştir:

“Hakikaten o anda Urfa’ya gitmek üzere yola çıkmış bulunuyordu. Urfa’ya varmış ve kısa bir müddet sonrada orada vefat etmiştir.” (Bir Mazlum Sultan Kadir Mısıroğlu sh: 22)

Cevap: Bu rivayet ve nakil, bazı cinaslı imalarla, müstetbeatüt-terakib remizlerle derince bazı aşağılamalar ve güya Sultan Abdülhamide karşı yapılmış hakaretli suçlar varmışçasına gizli algılamaların işaretleri varsa da, üzerinde durmayacağım. Rivayetin zahiri tatlıdır. Bediüzzamanın helalleşmek için kapılarına kadar geldiğini kaydetmeleri faziletini dile getirmişlerdir gibidir.. Bediüzzaman Hz.leri filhakika vefatına yakın günlerde veda ve helalleşme seyahatleri yaptığı da doğrudur. Buna bir şey demiyoruz. Ancak ben rivayetin içindeki üç noktasını tahlil etmeyi lüzumlu gördüm.

Birinci Nokta: Bediüzzaman Hz.leri merhum Sultan Abdulhamide karşı onun zatî şahsiyetini tahkir edici bir davranışı, hareketi, sözü vaki ve varid olmuş mudur?..

İkinci Nokta: Şeriatın kıstaslarına göre siyasî bazı tenkidler ile birisi tenkid edilmişse ve hakkı geçmişse, o kişinin varisleri, (vereselerine intikaleden bağ ve bahçenin mirasçıları gibi) bu hakkı taşıyıpta helal etme durumunda olabiliyorlar mı?…

Üçüncü Nokta: Fil-vaki Hz.Üstad vefatından az önce o ziyaret ve helallaşma imkanlar noktasında ve görgü şahitlerinin şahadetleriyle gerçekleşmiş midir?…

Noktanın Cevabı: Yazımızın az üst taraflarında kesin belgelerle gösterdiğimiz üzere Bediüzzamanın merhum Sultan Abdülhamid’e karşı hakaretamiz hiç bir sözü, tahkiri ima eden hiçbir hareket ve tavrı vaki olmuş değildir. Bu makamda başka bir şey söylemeye gerek kalmamıştır.

Noktanın Cevabı: İslam şeriatında, bağ, bahçe, mal ve para, kişinin vefatıyla, varislerine hak olarak geçtiği vardır ve vakidir. Birisi o kişinin sağlığında onun bir hakkını yemiş, ona bir zulmü olmuş ve bir hukuk tecavüzü olmuşsa, gelip varislerinden helallık taleb edebilirler ve bu mümkündür. Ama İslam aleminde hakiki ve İslami siyaset noktasında (Mesela Zü­beyir b. Avvam Hz.Ali’yi siyaset noktasında hak namına tenkid etmişse) Bir muhaddis diğer bir muhaddisi hadisi tezkiye noktasında tenkid etmişse, sonra gelip tenkid ettiği kişinin varislerinden helallik dilemesinin lüzumu diye ben bir şey görmüş değilim ve bilmiyorum.

Bunun gibi; bilfarz Bediüzzaman Hz.leri merhum Sultan Abdülhamidin paşalarının  elleriyle yapılmış bazı icraatını içtihadınca tenkid yolunda sert kelimeler sarf etmişse, bir hak geçer mi?.. Faraza geçse de, gelip varislerinden helallık talep etse, şer’i bir helalleşme sayılır mı? Ve bununla bir hak varsa kalkmış olur mu?

Şu ikinci noktanın içinde bir meseleyi ince bir ayarla ayarlamak gerekiyor. Şöyle ki, metin rivayette, sözde Bediüzzaman güya demiş ki: “Gençlik saikasıyla ittihadçıların propagandalarına kapılarak Sultan Abdülhamid Han Hz. leri hakkında pek çok itale-i kelamda bulundum”un bir sabit vesikası var mı? Ve fil-hakika Bediüzzaman ittihatçıların propagandalarının tesirinde kalarak ve sadece o tesir ile konuşmuş mudur?..

Elcevap: Bediüzzaman Hz.lerinin İttihatçılarla ilişkileri sadece bir ay sürmüştür. Onlarda -gitgide hakim olan- farmason grubu Bediüzzamanı kendi emellerine alet etmek istedilerse de, tam aksiyle Bediüzzaman onları kendi mefkuresine çekip alet etmek istedi. Her zaman ve her defasında Meşrutiyeti “Meşruta-i Şer’iye” ve “Meşrutiyet-i Meşrua” tarzında ifadelerde bulundu. Ve onu şeriata alet ve hadim yapmak istedi. Meşrutiyetin ilanından bir buçuk ay kadar sonra onlar Bediüzzamandan kesildiler ve ayrıldılar. Bediüzzaman da onlardan yüz çevirdi. Ve bir müddet sonra “İttihad-ı Muhammedi” cemiyetine üye olarak katıldı. Lakin Ahrar Fırkasıyla dostluğu ve alâkası devam eyledi. Bu meseleyi ben Mufassal kitabımızın 1.cildinde belgelerle uzun uzadıya kaydetmişimdir, müracaat edilebilir.

Ve 3. Noktanın Cevabı: Rivayet ve rivayetçi demiş ki: Bediüzzaman vefat rihletı ile Urfa yolculuğuna giderken, Ankara’ya uğradı, evimize geldi, Namıka Sultanla halelleşme dileğinde bulundu?

Oysaki adım-adım saat-saat Hz.Üstadın bu seyahatını az yukarıda kaydetmişiz ki O’nunla beraber Urfa’ya gelen hizmetkar talebelerinden Konyalı Zübeyir Gündüzalp, Emirdağlı Bayram Yüksel, şoförlüğünü yapan Karabüklü Hüsnü Bayramoğlundan defalarca bizzat dinlediğim gibi, birçok kimselerde dinlemişlerdir ki; Isparta’dan 20 Mart 1960 Pazar günü saat 09’da çıkıp hiç durmadan Konya, Adana, Gaziantep’e uğrayarak, 21 Mart 1960 Pazartesi günü sabah saat 10 sıralarında Urfa’ya geldik diyorlar. Bu yolculukta Ankara ismi kat’iyetle yoktur ve mümkünde değildir. Üstadın yanından hiç ayrılmayan hizmetkar talebelerinin hiç birisinden böylesi bir ziyaretin şahitliği de yoktur. Bu durumda acaba kime inanmak gerekir?..

Kaldı ki, Hz.Üstad vefatından üç ay kadar evvel, yani 1959’un son günlerinde iki defa Emirdağ’dan Ankara’ya ve birer akşam Beyrut Palas Otelinde kalarak ertesi günü İstanbul’a İstanbul’da da birer akşam kalarak, geri Ankara’ya gelmiş ve yine birer akşam Ankara’da kaldıktan sonra, birinci seferinde geri Emirdağına, ikinci seferinde Ankara’dan Konya’ya, aynı gün Isparta’ya dönmüşlerdir. 1960 başlarında talebelerinin daveti üzerine Ankara’ya bir üçüncü defa gitmek istemişse de, aynı günde hükümetten (Bakanlar kurulundan) Ankara’ya girmesi yasaklanmış, geri dönüp Emirdağ’dan çıkmama tebliği yayınlanmış olduğundan polis Ankara yakınında barikat kurarak Ankara’ya girmesini engellemiştir ve vefatına kadar bir daha Ankara’ya  gitmemiştir.

İşte Üstadın Ankara’ya yaptığı mezkûr iki seyahati hep polis kordonu altında yapılmış olduğu, beraberinde bulunan ve hiç ayrılmayan hizmetkar talebelerinin hiçbirinden Prof. Osman  Turanın sözünü ettiği öylesi bir ziyaretten söz edip şahitlik yapmıyorlar.

Ancak bu mevzuda Bediüzzamanın talebelerinden büyük şahsiyetli bir –iki zattan Sultan Abdülhamid’le ilgili olarak Üstad Hazretlerine atfen Sultan Abdülhamid Han zamanındaki yanlışların; “Sultandan değil etrafını sarmış olan masonlardan geldiğini fakat menfi icraatların ona mal edidiğini anladım. Kendisi veli bir insan. Ben her sabah onu manevi kazançlarıma hissedar ediyorum.” şeklinde ifadeler söylenmiştir.

İşte Hz. Üstadın hayatı bu. Tavır ve hareketlerinin şekil ve şemaili de böyle…

01.12.2007 ŞANLIURFA

ABDÜLKADİR BADILLI

Buraya kadar herhalde daha Sultan Abdülhamid Han ile Bediüzzaman Hazretleri hakkında yazılanlar maksadı anlatmaya kafidir. Yıllardır ısrarla İslam dünyasının bu iki mühim şahsiyetini birbirine muhalif düşman gibi göstermeye çalışanlar bundan sonra seslerini keserler İnşaallah. Eğer bunca izahata rağmen bu ifsadatlar devam ederse mazaretler kalkmıştır. Bunları yapanlara, art niyetli müfsid nazarıyla bakacağımızı ve bütün ehl-i hakikatın nefreti üzerlerine olacağını bilmelerini isteriz.

 

Selam hüdaya tabi olanların üzerine olsun. Bütün levm ve itab da hevaya tabi olanların üzerine olsun. Amin

1 (Padişah adına zulüm ve istaibdad yapan yıldızdaki paşalar muraddır. -A.Kadir Badıllı-)

Bu dersi indirmek için tıklayınız.

Yukarı Çık