DERSLER / Alfabetik Derlemeler ve Dersler

BEDİÜZZAMAN HAZRETLERİ KİMDİR?

Bediüzzaman kelimesi zamanın bedii olan, zama­nında ben­zeri olmayan, za­manının garib ve acibi olan mânalarına gelir. Fevkalâde meziyetlere sahib ol­duğun­dan dolayı mu­asırları olan âlimler, Said Nursî Hazretlerine Bediüzzaman lakabını vermişler­dir. Bediüzzaman lakabının mefhumu kendi ifadesiyle şöyle­dir:

«Sual: Sen imzanı bazen “Bediüzzaman” yazıyor­sun. Lâkap medhi imâ eder.

Cevap: Medih için değildir. Kusurlarımı, sened-i özrümü, mazeretimi bu ünvan ile ibraz ediyorum. Zira bedi, garip demektir. Benim ahlâkım, su­re­tim gibi ve üslûb-u beyanım, elbisem gibi ga­riptir, muhaliftir. Göre­nekle revaçta olan muhakemat ve esalibi, benim üslûp ve muhakematımla mikyas ve mihenk itibar yapma­mayı bu ünvanın lisan-ı haliyle rica ediyorum. Hem de muradım, “bedî,” acib demektir.اِلَىَّ لَعَمْرِى قَصْدُ كُلِّ عَجِيبَةٍ *كَاَنِّى عَجِيبٌ فِى عُيُونِ الْعَجَائِبِ masadak oldum. Bir misali budur: Bir senedir İs­tanbul’a gel­dim, yüz sene­nin inkılâbatını gör­düm.وَالسَّلاَمُ عَلَى مَنِ اتَّبَعَ الْهُدَى (Hutbe-i Şamiye sh: 101)

Bu kısım, Bediüzzaman Hazretlerinin kendi Tarihçe-i Hayatından alınan kısa parçalardan derlen­miş olup, ço­cukluk ve tahsil hayatı devresi alınmamış­tır. Uzun olma­ması için tafsilata girilmemiştir. Tafsilatı merak edenle­rin, mez­kûr Tarihçe-i Hayatını mütalaa etmeleri gerekiyor.

Hayat safhalarındaki tarihleri merak edenler, bu ki­ta­bın so­nundaki krono­lojik tarih listesine bakabilirler.

Şimdi Tarihçe-i Hayat eserinden alınan parçalarla ic­malen ve anahatlarıyla Bediüzzaman Hazretlerinin hayat safhalarına geçiyoruz:

«Üstadın hayatı, küllî hizmeti noktasından top­luca iki büyük safha arzetmektedir:

Birincisi: Doğuşundan itibaren tahsil hayatı, Van’daki ika­meti, İstan­bul’a gelişi, siyasî hayatı, seya­hat­leri, harb-i umumîye iştiraki, Rusya’daki esareti, İstanbul’da Dar-ül Hikmet-il İslâmiye azalığında bulu­nuşu, Kuva-yı Milliyede İstanbul’daki hizmeti, Ankara’ya gele­rek ilk Meclis-i Mebusandaki faaliyetleri ve kısa bir müd­det sonra Van’a çekilip inzivayı ihtiyar etmesi gibi herbiri ayrı bir hayat sahnesi olan Üstadın ha­yatının bu birinci safhası iman ve Kur’an hizmeti iti­barıyla ikinci safha ha­yatının mukaddemesi hükmün­dedir. İkinci büyük hizme­tine hazırlıktır. Ömrünün el­linci senesine kadardır.

İkincisi: Van’da inzivada iken Garb’a nefyedilip Isparta’nın Barla Nahi­yesinde ikamete memur edildiği zamandan başlar ki Risale-i Nur’un zuhuru ve intişarı­dır. Azamî ihlas, azamî fe­dakârlık, azamî sadakat, me­tanet ve dikkat ve iktisad içinde Risale-i Nur’la giriştiği hizmet-i imaniye ve ma­nevî cihad-ı diniyedir.

Hayatının bu ikinci safhası: Harb-i Umumî netice­sinde Osmanlı Hila­fetinin inkıraz bulmasıyla insan­lık âleminde me­deniyet-i beşeriyeyi mahve­den ve se­mavî dinlerle mücadeleyi esas ittihaz edinen komü­nizm reji­mi­nin insaniyetin yarısını istila ede­rek dün­yayı dehşete sal­dığı ve mem­leketimizi tehdide yelten­diği ve manevî tah­ribatının tehlikesine ma­ruz kaldı­ğımız bir devreye rast­lar. Bu devre, bin senedir Kur’ana bayraktarlık yapmış, İslâmi­yet’e asırlarca hizmet etmiş kahraman bir millet için dikkatle incelen­mesi lâzım ge­len bir devre­dir.» (T. Hayatı sh: 27)

«Molla Said, Şarkın büyük ülemâ ve meşayihin­den olan Seyyid Nur Mehmed, Şeyh Abdurrahman-ı Tagî, Şeyh Fehim ve Şeyh Mehmed Küfrevî gibi zevat-ı âliye­nin herbiri­sinden ilm ü irfan hususunda ayrı ayrı ders­lere nail olduğundan, onları fevkalâde severdi. Ülemadan Şeyh Emin Efendi, Molla Fethullah ve Şeyh Fethullah Efendilere de ziyade muhab­beti vardı.

Van’da maruf ülema bulunmadığından, Hasan Paşa’nın da­veti üze­rine Molla Said, Van’a gitti. Van’da on­beş sene kalarak, aşâirin irşadı için arala­rında seya­hatla tedris ve tederrüs vazife­siyle hayat geçirdi. Van’da bulun­duğu müddet, vali ve memurîn ile ihtilat ederek, bu asırda yalnız eski tarzdaki İlm-i Kelâm’ın İslâm dini hakkın­daki şek ve şüphelerin red­dine kâfi ol­madığına kanaat hasıl etmiş ve fü­nunun tahsiline lüzum görmüştür...

Bu kanaatı hasıl ettiği o zamanda, ulûm-u müs­bete denilen bütün fen­leri tetebbua başlayarak pek kısa bir zamanda Tarih, Coğrafya, Riyazi­yat, Jeoloji, Fizik, Kimya, Astronomi, Felsefe gibi ilimlerin esasla­rını elde etmiştir.» (Tarihçe-i Hayat sh: 46)

«Molla Said Van’da bulunduğu zamanlarda bazı hu­suslarda o havali­nin ülemasına muhalif bulunu­yordu...

Kat’iyyen hiç kimseden hediye olarak para alma­mak ve maaş bile ka­bul etmemek.. daima mücerred kalmak ve dünyada hiçbir şeyle alâka peyda et­memek... Bunun içindir ki: “Bütün malımı bir elimle kaldı­rıp götürebilmeliyim” demiştir. Bu halin sebebi so­ru­lunca: “Bir zaman gele­cek herkes benim halime gıbta edecek­tir. Saniyen mal ve ser­vet bana lez­zet vermiyor, dünyaya ancak bir misafirhane nazarıyla bakıyorum.” derdi.» (Tarihçe-i Hayat sh: 47-48)

«Bediüzzaman, Van’daki ikameti esnasında Âlem-i İslâm’ın vaziye­tini bir derece öğrenmiş bulunu­yordu. Bir gün Tahir Paşa bir gazetede şu müdhiş haberi ona gös­termişti. Haber şu idi:

İngiliz Meclis-i Meb’usanındaMüstemlekât Nâzırı, elinde Kur’an-ı Ke­rim’i göstererek söylediği bir nutukta:

Bu Kur’an, İslâmların elinde bulundukça biz onlara hâkim ola­ma­yız. Ne yapıp yapmalı­yız, bu Kur’an’ı on­la­rın elinden kaldırmalı­yız yahut Müslümanları Kur’an’dan soğutmalıyız, diye hitabede bulunmuş.

İşte bu müdhiş haber, onda tarifin fevkinde bir te­sir uyan­dırmıştı. İsti­dadı şimşek gibi alevli, duyguları ve bü­tün letaifi uyanık ve ilim, irfan, ihlâs, cesaret ve şe­caat gibi hârika inayet ve seciyelere mazhar olan Bediüzzaman’ın bu havadis üzerine: “Kur’an’ın sön­mez ve söndürül­mez manevî bir güneş hük­münde olduğunu, ben dünyaya is­bat ede­ceğim ve gös­tereceğim!” diye kuvvetli bir niyet ruhunda uyanır ve bu sâikle ça­lışır.» (Tarihçe-i Hayat sh: 51)

«Bediüzzaman, Şarkî Anadolu’da “Medresetüzzehra” na­mında bir dâr-ül fünun aç­mak, ya Van’da veyahut da Diyarbakır’da dâr-ül fü­nun derece­sinde bir medrese te’si­sine çalışmak için İstanbul’a geldi.» (Ta­rihçe-i Hayat sh: 52)

«İstanbul’daki ikametgâhının kapısında şöyle bir levha asılı idi: “Bu­rada her müşkül halledilir, her suale cevap veri­lir; fakat sual sorul­maz.(1)

İstanbul’da grup grup gelen ulemanın suallerini cevaplan­dırıyordu. Genç yaşında böyle bilâ istisna bütün suallere cevap vermesi ve gayet mukni ve beliğ ifade ve harika hal ve tavırlarıyla, ehl-i ilmi hayranlıkla takdire sevk ediyordu. Ve “Bediüzza­man” ünvanına bihakkın lâyık görü­yorlar ve bu fevkalâde zatı, bir “nâdire-i hilkat” olarak tavsif edi­yorlardı.

Hattâ bu zamanlarda Mısır Câmiü’l-Ezher Üni­versitesi reislerin­den meşhur Şeyh Bahît Efendi İstanbul’a bir seya­hat için geldiğinde, Kürdistan’­ın sarp, yalçın kayaları arasından gelerek İstan­bul’da bulunan Bediüzzaman Said Nursî’yi ilzam edemeyen İstanbul uleması, Şeyh Bahît’ten bu genç hocanın ilzam edilmesini isterler. Şeyh Ba­hîd de bu tek­lifi kabul ederek bir müna­zara ze­mini arar. Ve bir namaz vakti Aya­sofya Camiin­den çıkıp çayhaneye oturulduğunda bunu fırsat telâkki eden Şeyh Bahît Efendi, yanında ulema hazır bulunduğu halde Bediüzzaman’a hi­ta­ben, مَا تَقُولُ فِى حَقِّ اْلاَوْرُوبَائِيَّةِ وَ الْعُثْمَانِيَّةِ yani, “Avrupa ve Osman­lılar hakkında ne diyor­sunuz, fikri­niz ne­dir?” der.

Şeyh Bahît Efendinin bu sualden maksadı, Be­diüzzaman’ın şek olmayan bir bahr-ı umman gibi ilmini ve ateşpâre-i zekâsını tecrübe etmek de­ğil, belki, zaman-ı istikbale ait şiddet-i ihatasını ve idare-i âlemdeki siya­setini anlamak idi. Buna karşı Bediüzzaman’ın verdiği cevap şu oldu:

اِنَّ اْلاَوْرُوبَا حَامِلَةٌ بِاْلاِسْلاَمِيَّةِ فَسَتَلِدُ يَوْمًا مَا وَ اِنَّ الْعُثْمَانِيَّةَ حَامِلَةٌ بِاْلاَوْرُوبَائِيَّةِ فَسَتَلِدُ يَوْمًا مَا

Yani, “Avrupa bir İslâm devletine hâmiledir, gü­nün birinde onu doğuracak. Osmanlılar da Av­rupa ile hâmi­ledir; o da onu doğura­cak.

Bu cevaba karşı Şeyh Bahît Hazretleri,

“Bu gençle münazara edilmez. Ben de aynı ka­naatteyim. Fakat bu ka­dar veciz ve beliğâne bir tarzda ifade etmek, an­cak Bediüzzaman’a has­tır”(2)demiştir.” (Tarihçe-i Hayat sh: 52-54)

«Japon Başkumandanı bir heyetle birlikte İstanbul’a gelmiş. İslâm Di­nini tedkik etmiş olan bu kumandan, zih­nindeki bazı istifhamları gider­mek ama­cıyla, İslâm Hilafetinin payitahtı olan İstanbul’un bü­yük ülemasından çeşitli sualler sormuştu. O sıra Bediüzzaman Said-i Kürdî Hazretlerinin sît ü şöhreti de âfâkı kapladığı günler idi. İstanbul üleması, altından kalkamadık­ları çetin ve mu’dil sualleri gelip Bediüzzaman’a so­rarlar. Ona so­rulan bu sual­lerin ekse­risi müteşabih olan bazı hadîs-i şe­rifle­rin hakikat­lerine dairdir. Bu hâdiseyi Bediüzzaman bilâhare Denizli ve Afyon Mahkeme Müdafaatında bir münasebetle şöyle an­latır:

Hürriyet’ten bir sene evvel İstanbul’a geldim. O za­man Japonya’nın başkumandanı, İslâm ülema­sından dinî bazı sualler sormuştu. Onları İs­tanbul hoca­ları benden sordular. Hem çok şeyleri o münasebetle sual et­tiler. Ezcümle, bir hadîste: “Âhirzamanda dehşetli bir şahıs sa­bah kal­kar, al­nında “Hâzâ kâfirun” yazılmış bulunur” diye hadîs var deyip benden sor­du­lar. Dedim: “Bir acib şahıs, bu milletin ba­şına geçer ve sa­bah kalkar başına şapka giyer ve giydi­rir.” Bu cevab­dan sonra bunu sor­du­lar: “Acaba o zaman onu giyen kâ­fir olmaz mı?” Dedim: “Şapka başa gele­cek, secdeye gitme diyecek. Fakat baştaki iman o şapkayı da secdeye getirecek, inşâallah müslüman edecek.” Sonra dediler: “Aynı şahıs bir su içecek, onun eli de­linecek ve bu hâdise ile Süfyan olduğu bili­ne­cek?” Ben de cevaben de­dim: “Bir darb-ı mesel var: Çok israflı adama “eli deliktir” denilir. Yani elinde mal durmuyor, akıyor, zayi’ oluyor, de­niliyor. İşte o dehşetli adam bir su olan rakıya mübtela olup, onun ile hasta olacak ve kendisi hadsiz israfata girecek, başkalarını da alıştıracak.” Sonra birisi sordu ki: “O öl­düğü zaman İstanbul’da Dikili Taş’ta şey­tan dünyaya bağıra­cak ki fi­lan öldü.” O vakit ben dedim: “Telgrafla ha­ber verile­cek.” Fakat bir za­man sonra radyo çıkmış işit­tim. Eski ceva­bım tam değilmiş bildim. Sekiz sene sonra Dar-ül Hikmet’te iken dedim: “Şeytan gibi radyo ile dünyaya işittirecek.” Sonra Sedd-i Zülkarneyn ve Ye’cüc ve Me’cüc ve dabbet-ül arz ve Deccal ve nüzûl-ü İsa (A.S.) hak­kında sualler sormuş­lardı. Ben de cevab vermiştim. Hattâ eski risale­lerimde onlar kıs­men ya­zılmışlar. (Şu­alar sh: 358)

«Bediüzzaman Hazretleri bu acib tevillerle mana­lan­dırdığı ve istik­bale rasihane nüfuz eden cevabları, o za­man Japon Başkumandanına ve­rilir. Başkumandan bunun üzerine Bediüzzaman’ı görmeyi ve onunla gö­rüşmeyi arzu eder ve gö­rüşürler.» (B.S.N. Mufassal Tarihçe-i Hayatı sh: 186)

«Hürriyetten sonra mücahid arkadaşlarıyla bera­ber İttihad-ı Muham­medî (A.S.M.) Cemiyeti’ni kurmuşlar, cemiyet pek kısa bir zamanda inki­şafa baş­lamış, hattâ Bediüzzaman’ın bir makalesiyle Adapazarı ve İz­mit ha­valisinde elli bin kişi cemiyete dâhil olmuştu.

Hürriyeti sû’-i tefsir etmemek ve meşrutiyeti meş­rutiyet-i meşrua ola­rak kabul etmek lâzım geldiğini ileri sürerek bu hu­susta dinî gazetelerde ma­kaleler neş­rediyor ve hitabelerde bulunu­yordu. Bu makale ve hi­tabe­leri, em­salsiz denecek kadar beliğ ve mukni’ idi. Ehl-i ilim ve ehl-i siyaset, Said Nursî’nin bu yazıların­dan ve dersle­rinden çok istifade etmişlerdir. O zaman­daki intibah-ı millîyi, Anadolu ve Asya’nın saadet-i dünyeviyesinin fecr-i sâdıkı olarak müjde veriyor, fakat elden kaçma­ması için evamir-i şer’i­yeyi çabuk imtisal etmenin za­rurî olduğunu ileri sürü­yordu. “Eğer meş­rutiyeti hürriyet-i şer’iye ile kabul et­mezsek ve öyle tat­bik edilmezse, elimizden kaçacak, müstebid bir idareye yerini terkedecek” diye ih­tar edi­yordu.» (Tarihçe-i Hayat sh: 54)

«Nihayet menhus Otuzbir Mart hâdisesi meydana gelir. Şeriat isteyen ve o hâdisede ismi karışan onbeş ka­dar hoca idam edilir. Bediüzzaman, onlar mahkeme bina­sının bahçesinde asılı durdukları ve kendisi de pen­ce­reden onları gördüğü bir halde mu­hakeme olu­nur.

Mahkeme reisi Hurşid Paşa sorar: “Sen de şeriat is­te­mişsin?..”

Bediüzzaman cevap verir: “Şeriatın bir haki­ka­tına, bin ruhum olsa feda etmeye hazırım. Zira şeriat, sebeb-i sa­adet ve adalet-i mahz ve fazi­lettir. Fakat, ihtilalcilerin is­teyişi gibi de­ğil!

Bediüzzaman’ın divan-ı harbdeki bu kahramanca müdafaası, o zaman iki defa tab’edilip neşredilmiştir. O dehşetli mahkemeden idamını bekler­ken beraet etmiş ve mahkemeye teşekkür etmeyerek, yolda Bayezid’den tâ Sultanahmet’e kadar arkasında kalabalık bir halk kit­lesi mevcut olduğu halde: “Zâlimler için yaşasın Cehennem! Zâlimler için yaşasın Cehen­nem!” ni­dalarıyla ilerlemiş­tir.» (Tarihçe-i Hayat sh: 60)

Bediüzzaman’ın bu mahkemedeki uzun müdafa­asından iki parça:

«Eğer medeniyet, böyle haysiyet kırıcı tecavüzlere ve nifak ve­rici ifti­ralara ve insafsızcasına intikam fi­kir­le­rine ve şeytancasına mugalatalara ve diyanette lâ­üba­lice­sine hareketlere müsaid bir zemin ise, herkes şa­hid olsun ki o “saadet-saray-ı medeniyet” tes­miye olunan böyle mahall-i ağ­raza bedel Vilâyat-ı Şarkiyenin hür­ri­yet-i mut­lakanın meydanı olan yük­sek dağların­daki be­deviyet ve vahşet çadırlarını tercih ediyorum. Zira bu mimsiz me­deni­yette görmediğim hürriyet-i fi­kir ve serbesti-i ke­lâm ve hüsn-ü ni­yet ve selamet-i kalb, Şarkî Anadolu’nun dağla­rında tam mânasıyla hükümfermâ­dır...» (Tarihçe-i Hayat sh: 77)

«Bu hükûmet, zaman-ı istibdadda akla husumet edi­yordu şimdi de ha­yata adavet ediyor... Eğer hükûmet böyle olursa, yaşasın cünun!.. Yaşasın mevt!.. Zâlimler için de yaşasın Cehennem!.. Ben zaten bir zemin istiyor­dum ki, efkârımı onda beyan edeyim. Şimdi bu Divan-ı Harb-i Örfî iyi bir zemin oldu.» (Tarihçe-i Hayat sh: 61)

(Tafsilat için aynı kaynak kitaba bakınız)

«Bundan sonra İstanbul’da fazla kalmaz, Van’a git­mek üzere İstan­bul’dan ayrılır.» (Tarihçe-i Hayat sh: 78)

«Van’a muvasalat ettikten sonra, aşâiri (aşiretleri) dolaşarak içtimaî, medenî, ilmî derslerle onları irşada ça­lışmıştır. Bu hu­susta, sual-cevab ha­linde, “Münâzarat isimli bir kitab neşret­miştir.» (Tarihçe-i Hayat sh: 79)

«Sonra Van’dan Şam’a gider. Şam ülemâsının ilhahı ve ısrarı üze­rine, Câmi-ül Emevî’de on bine yakın ve içeri­sinde yüz ehl-i ilim bulu­nan azîm bir cemaata karşı bir hutbe irad eder. Bu hutbe fevka­lâde takdir ve tahsin ile kabule mazhar olur. Bilâhare buradaki hutbesi, “Hutbe-i Şâmiye” na­mıyla tabedilmiştir.» (Tarihçe-i Hayat sh: 88)

«Şam’da fazla kalmadı. Şarkî Anadolu’da Medreset-üz Zehra namıyla vücuda getirmek istediği dâ­rülfünunun küşadı için ça­lışmak üzere İstan­bul’a geldi. Sultan Reşad’ın Rumeli’ye seyahatı münasebe­tiyle, Vilâyât-ı Şarkiye na­mına refakat etti.» (Tarihçe-i Hayat sh: 101)

«O vakit Kosova’da, büyük bir İslâm dârülfü­nununun tesisine teşeb­büs edilmişti. Orada hem İttihadçılara, hem Sultan Reşad’a der ki: “Şark, böyle bir dârülfünuna daha ziyade muhtaç ve Âlem-i İslâm’ın mer­kezi hükmündedir.” Bunun üzerine şarkta bir dârül­fünun açılacağını va’dederler. Bilâhare Balkan Harbi çık­masıyla o medrese yeri, yâni Ko­sova istila edilir. Bunun üzerine müracaatla Kosova’daki dâ­rülfünun için tahsis edi­len on­dokuz bin altın liranın şark dârülfünunu için veril­mesini taleb eder, bu talebi kabul edilir.

Bediüzzaman tekrar Van’a hareket eder. Van Gölü kena­rındaki Artemit’te (Edremit) o dârül­fünunun temeli atı­lır. Fakat ne çare ki Harb-i Umumî’nin zuhuruyla, te­şebbüs geri kalır. Zaten o kış Molla Said talebelerine: “Hazır olunuz, büyük bir mu­sibet ve felaket bize yaklaşı­yor” diye haber vermişti.» (Tarihçe-i Hayat sh: 105)

Said Nursi Hazretleri, Birinci Cihan Harbinde gönüllü alay kumandanı ola­rak bü­yük fedakârlık­lar göstermiştir.

«Bediüzzaman, Kafkas cephesinde Enver Paşa ve fırka ku­mandanının hayranlıkla takdir ettikleri hiz­met-i cihadiyeyi yaptık­tan sonra, Rus kuv­vetlerinin iler­lemesin­den dolayı Van’a çekildi. Van’ın tahliyesi ve Rusla­rın hü­cumu sırasında, bir kısım talebe­le­riyle Van kal’asında şe­hid olun­caya ka­dar müdafaaya kat’î ka­rar verdikleri halde, geri çekilen Van Valisi Cev­det Bey’in ısra­rıyla, Vastan kasabasına çekildi. Vali, kaymakam, ahali ve asker Bitlis tarafına çekilirken bir alay Kazak süvarisi Vastan üze­rine hü­cum etmişti. Molla Said, Van’dan kaçan ahalinin mal ve ço­luk-çocukla­rı­nın düşman eline geçmemesi için otuz-kırk kadar kaça­ma­mış asker ve bir kısım telebele­riyle o Kazaklara karşı koymuş ve hepsi­nin kurtulmasını sağlamıştır. Hattâ hü­cum eden Kazaklara deh­şet vermek için, geceleyin onla­rın üstündeki yüksek bir tepeye hü­cum tarzında çıkı­yor güya büyük bir imdat kuvveti gelmiş zan­netti­rerek, Kazakları oyala­yıp ilerletmiyordu. Böylelikle Vastan’ın Rus istilasından kur­tulmasına sebeb olmuştur.

O muharebe zamanlarında sipere döndüğü vakit, kıymettar talebesi Molla Habib ile “İşârât-ül İ’caz na­mındaki tefsirini te­’lif ediyordu. Bazan avcı hattında, ba­zan at üzerinde, bazan da si­pere girdikleri zaman kendisi söylüyor, Molla Habib de yazıyordu. İşârât-ül-İ’caz’ın bü­yük bir kısmı bu vaziyette te’lif edilmiştir.» (Tarihçe-i Hayat sh: 107)

«Bediüzzaman, o harbde gönüllülere cesaret ver­mek için si­pere girme­yerek avcı hattında dolaşırdı.» (Tarihçe-i Hayat sh: 111)

«Avcı hattında dolaşırken, vücuduna dört gülle isa­bet etmiş, fakat geri çekilmemiş ve gönüllülerin ce­sareti kırılmaması için si­pere dahi girmemiş­tir. Hattâ bunu işiten Vali Memduh Bey ve Kumandan Kel Ali, “Aman geri çe­kilsin!” diye haber gönderdikleri zaman, demiş:

Bu kâfirlerin güllesi beni öldürmeyecek...

Hakikaten üç gülle, ölecek yerine isabet ettiği halde biri han­çerini, di­ğeri tütün tabakasını delip geç­miş ve kendisine bir zarar vermemiştir. Sa­bahleyin düşmanın bir taburu ile müsademe eder­ler, arkadaşla­rının çoğu şehid olur. Hattâ yeğeni ve fedakâr bir ta­le­besi olan Ubeyd dahi kendi be­de­line şehid düştükten sonra düş­manın üç sıra askerini yararak geçip, ha­yatta kalan üç talebesiyle pek acib bir surette su üzerinde bu­lunan bir sütreye girer. Hem ya­ralı, hem ayağı kırık bir halde, otuzüç saat su ve ça­mur içinde ka­lır.

Latif bir inayet-i İlahiyedir ki otuzüç saat onlar Rus askerle­rini gör­dükleri ve Ruslar da onları aradık­ları halde bulamadılar. Bu esnada Bediüzzaman, talebe­leri olan gö­nüllü fedâilere hitaben:

Arkadaşlar! Durmayınız... Sizlere hakkımı helâl et­tim, beni bırakınız, siz kendinizi kurtarmaya çalışı­nız, de­mesi üzerine, fe­dakâr ve kahra­man talebe­ler:

Sizi bu halde bırakıp gidemeyiz şehid olur­sak, yine hizmetinizde olsun, deyip kalır­lar. Sonra Ruslar esir edip Van, Celfa, Tiflis, Kiloğrif, Kosturma’ya sevkederler.» (Tarihçe-i Hayat sh: 113-114)

«Bediüzzaman’ı üserâ kampına götürürler. Burada şu şe­kilde şayan-ı takdir bir hâdise cereyan eder. Şöyle ki:

Bir gün Rus Başkumandanı esirleri teftişe ge­lir. Teftiş es­nasında, Bediüzzaman kumandana selâm vermez ve yerinden kalkmaz. Kumandan kızar, belki tanımamış­tır diyerek tekrar önünden geçtiği zaman yine yerin­den kalkmayınca, kumandan tercüman vası­tasıyla der: “Beni her­halde ta­nımadılar?”

Bediüzzaman: “Tanıyorum, Nikola Nikolaviç’tir.

Kumandan: “Şu halde Rus ordusuna, dolayısıyla Rus Çarına hakaret edi­yorlar.”

Bediüzzaman: “Hakaret etmedim. Ben bir Müslüman âlimiyim. İmanlı bir kimse, Cenab-ı Hakk’ı tanımayan bir adamdan üstündür. Binaenaleyh, ben sana kıyam et­mem.” der.

Bunun üzerine Bediüzzaman divan-ı harbe veri­lir. Birkaç zâ­bit arka­daşı, hemen özür dileyerek vahim neti­ce­nin önlenmesine çalışmasını istir­ham ederler.

Fakat Bediüzzaman: “Bunların idam kararı, benim ebedî âleme se­yahat etmem için bir pasa­port hükmünde­dir.”deyip kemal-i izzet ve şe­caatle hiç ehemmiyet ver­mez.

Nihayet idamına karar verilir. Hüküm infaz edi­le­ceği vakit, namaz kılmak için müsaade ister vazife-i dini­yesini ifadan sonra, atılacak kur­şun­lara göğsünü gerece­ğini beyan eder. Tam bu es­nada, namazını eda ederken, Rus kumandanı gelerek, Bediüzzaman’dan özür dileyip:

O hareketinizin, mukaddesatınıza olan bağlılıktan ileri geldiğine kanaat getirdim, rica ederim, beni affedi­niz, diyerek verilen idam hük­münü geri aldırır.

Bediüzzaman, iki buçuk sene kadar Sibirya taraf­la­rında esa­rette ka­lır.» (Tarihçe-i Hayat sh: 114-115)

«Nihayet esaretten firar ile kurtulup Petersburg ve Varşova’ya gel­meye muvaffak olur. Bilâhare Viyana ta­rikiyle (R. 1334) sene­sinde İstanbul’a teşrif eder.» (Tarihçe-i Hayat sh: 116)

O tarihte memleketin büyük bir kısmı çeşitli düş­man devletler tarafın­dan işgal edildiği gibi, İstanbul da İngilizlerin işgali altın­daydı.

«İstanbul’da İngilizler desiseleriyle Şeyhülislâmı ve diğer bazı ülemayı lehlerine çevirmeğe çalışmala­rına mu­kabil, Bediüzzaman “Hutuvat-ı Sitte” adlı eseri ve İstanbul’daki faali­yeti ile İngiliz’in âlem-i İslâm ve Türkler aleyhindeki müstemlekecilik siyase­tini ve entri­kala­rını, tarihî düş­manlığını et­rafa neşrederek Anadolu’daki Millî Kurtuluş Hareketini desteklemiş, bu hususta en büyük âmiller­den birisi ol­muştu.» (Tarihçe-i Hayat sh: 138)

Bediüzzaman 1920’de neşrettiği mezkûr Hutuvat-ı Sitte eserinde İngi­liz’in aleyhimizdeki aldatıcı propa­gan­dasının içyü­zünü efkâr-ı ammeye şöyle beyan edi­yor:

«Herbir zamanın insî bir şeytanı vardır. Şimdi be­şerde insan suretinde şeytanın vekili olan ruh-u gad­dar, fitnekârane siyasetiyle cihanın her tara­fına kundak so­kan “El-Hannas” altı hutuvatıyla âlem-i İslâm’ı ifsad için in­san­larda ve insan cemaatlarındaki ha­bis menba­ları ve tabiat­larındaki muzır madenleri fiilî propaganda ile işlettiriyor, zaif damarları buluyor.

Kiminin hırs-ı intikamını, kiminin hırs-ı câhını, ki­mi­nin tamaını, ki­minin humkunu, kimi­nin dinsizliğini, hattâ en garibi kiminin de taas­su­bunu işletip siyasetine vasıta ediyor.» (Asar-ı Bediiye sh: 114) ...diyerek devam eden Altı Hatve, yani İngiliz’in İslâm aleyhindeki menfî ve aldatıcı propagandalarının içyüzünü efkâr-ı ammeye, hayatını tehlikeye ata­rak açık­lar ve İngilizlere karşı mücadele verir.

Hem yine 1921 senesinde İngiltere’nin en büyük dinî da­iresi olan Angli­kan Kilisesi başpapazının Meşihat-ı İslâmiye’den sorduğu bir suale, o za­man Dar-ül Hikmet-il İslâmiye azası olan Bediüzzaman Said Nursî Hazretlerinin ver­diği nim-manzum ce­vabı şöyledir:

«Bir zaman bî-aman İslâm’ın düşmanı, siyasî bir des­sas, yüksekte ken­dini göstermek isteyen vesvas bir papaz, desise niye­tiyle, hem inkâr sure­tinde, hem de bo­ğazımızı pençesiyle sıktığı bir zaman-ı elîmde, pek şe­matetkârane bir istifhamiyle dört şey sordu bizden. Altıyüz kelime is­tedi.

Şematetine karşı, yüzüne “tuh!” demek desisesine karşı, küsmekle sü­kût etmek inkârına karşı da, tokmak gibi bir cevab-ı müskit vermek lâ­zımdı. Onu muhatab et­mem. Bir hak-perest adama böyle cevabımız var:

O dedi birincide:"Muhammed (Aleyhissalâtü Vesselâm) dini nedir?" Dedim: İşte Kur'andır. Erkân-ı sitte-i iman, erkân-ı hamse-i İslâm, esas maksad-ı Kur'an. Der ikincisinde:

"Fikir ve hayata ne vermiş?" Dedim: "Fikre tevhid, hayata istikamet. Buna dair şahidim: فَاسْتَقِمْ كَمَا اُمِرْتَ ٭ قُلْ هُوَ اللّٰهُ اَحَدٌ

Der üçüncüsünde: "Mezahim-i hazıra nasıl tedavi eder?" Derim: "Hurmet-i riba, hem vücub-u zekatla. Buna dair şahidim: يَمْحَقُ اللّٰهُ الرِّبَوا da. وَاَحَلَّ اللّٰهُ الْبَيْعَ وَحَرَّمَ الرِّبَوا ٭ وَاَقِيمُوا الصَّلَوةَ وَآتُوا الزَكَوةَ Der dördüncüsünde:

"İhtilal-i beşere ne nazarla bakıyor?" Derim: Sa'y, asıl esastır. Servet-i insaniye, zalimlerde toplanmaz, saklanmaz ellerinde.

Buna dair şahidim: لَيْسَ ِلْلاِنْسَانِ اِلاَّ مَا سَعَى ٭ وَالَّذِينَ يَكْنِزُونَ الذَّهَبَ وَالْفِضَّةَ وَلاَ يُنْفِقُونَهَا فِى سَبِيلِ اللّٰهِ فَبَشِّرْهُمْ بِعَذَابٍ اَلِيمٍ Sözler ( 746 )

«İstanbul’daki bu çok ehemmiyetli ve muvaffaki­yetli hizme­tinden, Türk Milletine pek ziyade menfaat­ler husule geldiğini mü­şahede eden An­kara Hükûmeti Bediüzzaman’ın kıymet ve ehem­miyetini takdir ederek An­kara’ya davet ederler. M. Kemal Paşa şifre ile davet etmiş ise de, ceva­ben:

Ben tehlikeli yerde mücahede etmek isti­yo­rum. Siper arkasında mücahede etmek ho­şuma gitmiyor. Anadolu’dan ziyade, burayı daha teh­likeli görüyorum, demiştir.

Üç defa şifre ile davet ediliyor. Eski Van Valisi, dostu mebus Tahsin Bey vasıtasıyla davet edildiği için, nihayet karar verir ve Ankara’ya gelir. Ankara’da al­kış­larla karşı­lanır. Fakat ümid et­tiği muhiti bulamaz. Ken­disi Hacı Bayram civarında ikamet eder.

Meclis-i Meb’usanda dine karşı gördüğü lâkaydlık ve garblılaşmak bahanesi altında, Türk Milleti’nin kudsî mefahir-i tarihiyesi olan Şeair-i İslâmiyeden bir soğuk­luk gördüğü için, meb’usların ibadete, bilhassa namaza müda­vim olmalarının lüzum ve ehemmiyetine dair bir beyan­name neş­reder ve meb’uslara dağıtır. (Tarihçe-i Hayat sh: 138)

Bediüzzaman Hazretleri bu hâdiseyi kendileri şöyle anlatı­yor:

«Ankara’da divan-ı riyasetinde pek çok meb’uslar varken Mustafa Kemal şiddetli bir hiddet ile divan-ı riya­setine girip, bana karşı bağıra­rak: “Seni buraya ça­ğırdık ki, bize yüksek fikir be­yan edesin. Sen geldin, na­maza dair şeyler yazıp içimize ihtilaf verdin.” Ben de onun hiddetine karşı dedim: “Namaz kıl­ma­yan haindir, hainin hükmü merduddur.” Dehşetli bir pot kırdım. Hâzır meb’us dost­larım telaş ettikleri ve herhalde beni eze­ceklerini tahmin ettikleri sırada, bana karşı bir nevi tarziye verip o meclisde hid­detini geri al­ması, âdeta dehşetli bir kuvveti ve haki­katı his­sedip geri çekilmesi, ikinci gün hususi riyaset oda­sında: “Hücumat-ı Sitte”nin “Birinci Desise” içinde bu­lunan “Meselâ: Ayasofya Camii ehl-i fazl ve kemalden ilâ âhir...” cümle­sinden başlıyan, tâ “İkinci Desise” ye kadar, bir saat tamamen ona söyle­dim.( 3)  Bütün hissiyatını ve prensi­bini rencide ettiğim halde bana ilişmemesi, hattâ taltifime çok çalışması, kat’iyyen bu üç cebbar fevkalâde kuman­danların(4 ) bu üç acib hâletleri, âdeta Eski Said’den korkmaları, şüphesiz ki Risale-i Nur’un, ileride kahra­man şâkirdlerin şahs-ı mânevîsinin hârika bir kuv­veti ve Ri­sale-i Nur’un parlak bir kerametidir.» (Emirdağ Lâhikası-I sh: 246)

«Bediüzzaman İlâhî kudretin tecellisiyle ve ihsa­nıyla, böyle en elzem bir vakitte, dine revaç verebilecek bir te­şekkülün zuhuru dolayısıyla ve kendisi de beraber çalış­mak ümidiyle Ankara’ya gelmişti. Avn-i İlâhî ve mucize-i Peygamberî ile düşman taarruz­larını def’eden ve milletin idaresi­nin başına geçen yeni Hükûmet-i Cumhuriyede, doğrudan doğ­ruya Kur’an’a is­ti­nad eden ve Âlem-i İslâm’ın vahdetini nokta-i istinad yapa­cak ve İslâmiyet’in hakikatında mevcud kuvve-i ulviye ile maddî ve manevî medeniyeti mey­dana getirecek bir niyet ve gayeyi bulun­durmak ve aşı­lamak üzere mecliste çalışıyordu.

Fakat pek kuvvetli mâniler karşısına çıktı. Âlem-i İslâm’ı alâkadar eden ve bin üçyüz yıllık ümmetin, deh­şetli tehlikesinden istiaze ettiği (Al­lah’a sığındığı) bir za­manı ve fitneyi ateşlendire­ceklerin kimler oldu­ğunu an­lamış bulunuyordu. Bir gün riyaset odasında, M. Kemal Paşa ile iki saat kadar konuştular. İslâm ve Türk düşman­larının arasında nam kazan­mak eme­liyle, Şeair-i İslâmiyeyi tahrib etmenin, bu millet ve va­tan ve Âlem-i İslâm hakkında büyük zarar tevlid edeceğini eğer bir in­kılâb yapmak icab ediyorsa, doğ­rudan doğruya İslâmiyet’e mü­tevec­cihen Kur’an’ın kudsî kanun-u esas­îsi noktasından yapmak lâzım geldiği mealinde ihtar­larda bu­lunur.» (Tarihçe-i Hayat sh: 145)

«M. Kemal Paşa itiraz ile, içindeki niyet ve hâlet-i ruhiyesini ifade ile, Bediüzzaman’ı kendine çekmek ve nü­fuzundan istifade etmek ister. Ve Bediüzzaman’a meb’us­luk, hem Darülhikmet’teki eski vazife­sini, hem Şark’ta Şeyh Sünusî’nin yerine vaiz-i umumî, hem bir köşk tah­sisi gibi teklifler ya­par.

Bediüzzaman, rivayetlerde gelen eşhas-ı âhirza­mana ait haberle­rin mühim bir kısmını ve hürriyetten evvel İstanbul’da te’vilini söyle­diği Hadîslerin ihbar et­tiği âhirzamanın deh­şetli şahıslarının Âlem-i İslâm ve in­saniyette zuhur ettiğini görür. Ve yine gelen riva­yet­lerden, on­lara karşı çıkacak ve mukabele edecek olan Hizb-ül-Kur’an hak­kında, “O za­mana yetiştiğiniz zaman, siyaset cânibiyle on­lara ga­lebe edilmez ancak manevî kılınç hükmünde i’­caz-ı Kur’an’ın nurlarıyla mukabele edile­bilir.” (5 ) tavsi­yesine müra­atla, Ankara’da teş­rik-i mesai edemiyeceği için, kendi­sine tevdi edilmek istenen mebusluk, Dar-ül Hikmet-il İslâmiye gibi Diyanet’teki azalığı, hem Vilayat-ı Şar­kiye vaiz-i umumîliği tekliflerini ka­bul etmez. Kendisini fik­rinden vazge­çirmek için çalı­şan ve Ankara’dan ay­rıl­mamasını rica için istasyona kadar gelen bir kısım me­busların da arzularına uyamıyacağını bildirerek Ankara’dan ayrılır, Van’a gider. Ve orada ha­yat-ı içti­ma­iyeden uzaklaşa­rak Erek Dağı eteğinde, Zernebad Suyu başında bir mağa­racıkta idame-i hayat etmeye baş­lar.» (Tarihçe-i Hayat sh: 147)

Bundan sonraki hayatında, iman hizmeti yolunda kar­şılaş­tığı meşakkat­lara, sabır ve sebatla mukabele eder.

Yukarıda bahsi geçen hâdise ile alâkalı olarak Kur’an (68:9) âyeti, dinî şahsiyetlerin siyasetin içine girip âlet edil­memeleri dersini verir.

Evet Kur’anın (68:8,9,10) ayetleri bizzat Resulullaha (A.S.M.) ve ikinci de­re­cede ve mânâ-yı külli­siyle de O’nun yo­lundan gi­den dinî şahsiyetlere bakar. Ayette geçen (tüdhinu) kelimesi: yu­muşak davranmak, müsamaha göster­mek demektir.

Bu âyet ümmeti ikaz makamında diyor ki:

«Ehli dalâlet isterler ki, ehl-i ilim, kendilerine müsa­maha göstersin, da­lâletlerinin çirkinliğini beyan etmesin, sefahetlerine medenî hayat diye bak­sın ve bak­tırsın ve övsün.

O zaman bunlar da, bu tavizkâr din adamını öve­cek, gerçek din adamı budur deyip lehinde teşvikatta bu­luna­caklar ve böylece kendi maksadlarına âlet ede­cek­ler.

Halbuki bu ehl-i dalâlet âyetin ifadesiyle (mükezzib)tirler. Asıl mahi­yetlerinde inkârcılık var. Hem de (hallaf)tırlar. Yani halkı aldatmak için çok ye­min eden ve aldatıcı ve fikirleri karıştı­rıcı sözleri ya­yan müfsidlerdir.

Ve yine onlar, (mehîn) yani, alçak şahsiyetsiz ve an­layışsız kimseler­dir. Onun için sakın bunlara itaat etmeyi­niz, müsamaha göstermeyiniz di­yerek bu âyetler küllî mânâsiyle her asra bakıp dersini verir, ikazını ya­par.» (Mutemed Kur’an Lügatından ve Elmalılı Tefsirinden tahkiken tesbittir)

«Van’da, mezkûr mağarada yaşamakta iken, Şark’ta ihtilal ve isyan ha­reketleri oluyor. “Sizin nüfu­zunuz kuv­vetlidir” diyerek yardım isteyen bir zâtın mek­tubuna: “Türk Milleti asırlardan beri İslâmiyet’e hizmet et­miş ve çok veliler yetiş­tirmiştir. Bunların torunlarına kılınç çe­kil­mez, siz de çekmeyiniz teşebbüsünüzden vazgeçiniz. Millet, irşad ve tenvir edil­melidir!” diye cevab gönderi­yor. Fakat yine hükûmet, Bediüzzaman’ı Garbî Anadolu’ya nefyediyor.

Evvelâ, Burdur Vilayetine askerî muhafızlarla nef­yediliyor. Nihayet Bur­dur’da Said Nursî boş durmu­yor, dinî musahabelerde bulunuyor, diye gizli din düş­manları tarafından rapor tanzim etti­riliyor ve gurbet ha­yatı içinde kendi kendine ölür gider düşünce­siyle dağlar arasında tenha bir yer olan Isparta Vilayetine bağlı Barla Nahiyesine gönderilmeye karar verili­yor.» (Tarihçe-i Hayat sh: 150-151)

Barla’ya 1926 senesinde  gelen Bediüzzaman, Risale-i Nur namındaki eser­le­rini te’life başlıyor. Eserler el­yazma olarak ço­ğaltılıp okunuyor.

«Risale-i Nur’un gittikçe inkişaf ettiğini, iman ve İslâmiyet’in kuvvet­lenmeye başladığını anlayan gizli din düşmanları, “Bediüzzaman gizli ce­miyet kuruyor, rejim aleyhindedir, rejimin temel nizamlarını yıkıyor!” gibi uy­durma ve hükûmeti aldatıcı ter­tib ve ittiham­larla 1935 se­nesinde Eski­şehir Ağır Ceza Mahkemesinde, idam kas­dıyla ve muhakkak su­rette mah­kûm edilmesi direktifiyle hakkında dâva açtı­rılıyor. Bunun üze­rine, Dâhiliye Vekili ve Jandarma Umum Kumandanı, teçhiz edilmiş as­kerî bir kıt’a ile birlikte Isparta’ya geliyorlar. Isparta-Afyon yolu boyunca süvari askerleri yerleştiriliyor. Isparta Vilayeti ve ci­varı, askerî birliklerle kontrol altında bulunduruluyor. Bir sabah vakti mâsum ve mazlum Bediüzzaman inziva­gâhından çıkarılarak, ta­lebeleriyle beraber, elleri ke­lep­çeli olarak kamyonlarla Eskişehir’e sevkediliyor. Yolda, Bediüzzaman ve talebelerine yakın bir alâka duyan Müfreze Kumandanı Ruhi Bey, kelep­çeleri çözdürü­yor. Bu suretle, namazlar kazaya bırakılmadan yola devam edili­yor. Hakikatı ve Bediüzzaman’ın masumiye­tini idrak eden Müfreze Ku­mandanı, Bediüzzaman ve talebeleri­nin bir dostu olmuş­tur...

Yüzyirmi talebesiyle Eskişehir Hapishanesine geti­ri­len Said Nursî, tam bir tecrid-i mutlak içerisine alına­rak, kendisine ve tale­belerine deh­şetli iş­kenceler tatbi­kine başlanıyor. Bediüzzaman Said Nursî, kendisine ya­pılan bu işkence ve azablara rağmen, Otuzuncu Lem’a ve Birinci ve İkinci Şua­lar’ı te’lif ediyor. Hapisteki bir­çok kimseler Üstad Bediüzzaman hapse gir­dikten sonra ıs­lah-ı nefs ede­rek mütedeyyin bir hale geliyorlar.» (Tarihçe-i Hayat sh: 215)

27 Mart 1936’da Eskişehir hapsinden tahliye edi­len Bediüzzaman, Kasta­monu’da ikamete mecbur edildi.

«Risale-i Nur’un neşriyat ve fütuhat dairesi git­tikçe genişli­yor... İşti­yakla Nurları okuyanlar, günden güne zi­yadeleşiyor. Risale-i Nur’daki hâ­rika kuvvet ve tesira­tın neticesini müşahede eden gizli İslâmiyet düş­manları, yine bir entrika çevirip Risale-i Nur’a ve mü­ellifi Bediüzzaman’a suikasdla: “Bediüzzaman gizli ce­miyet kuruyor, halkı hükûmet aley­hine çevi­ri­yor, inkı­labları kökünden yıkıyor, Mustafa Kemal’e deccal, süf­yan, din yıkıcısı diyor, bunu Hadîslerle isbat edi­yor.” gibi bir sürü bahane­ler ve plânlarla ittiham edilerek Kastamonu’dan Denizli Ağırceza Mahkemesine, yüz yir­mialtı talebesiyle bera­ber 1943 senesinde sevkediliyor. Sonra, Risale-i Nur Külliyatında siyasî bir mevzu olup ol­ma­dığını tedkik için bir kaç memurdan müte­şek­kil bir ehl-i vukuf teşkil edile­rek, müsadere edilen Nur Risaleleri ve mektublar tedkike baş­lanınca, Bediüzzaman “Bu vu­kufsuz ehl-i vu­kuf, Risale-i Nur’u tedkik edemez. Ankara’da yük­sek, ilmî bir ehl-i vukuf teşkil ettirilsin. Av­rupa’dan fey­lesoflar geti­rilsin. Eğer onlar bir suç bulurlarsa, en ağır cezaya razı­yım.” der.

Bunun üzerine Risale-i Nur Külliyatı ve bütün mek­tublar Ankara’da profesörler ve yüksek âlim­lerden mü­rekkeb bir ehl-i vukufa satır sa­tır tedkik ettirilir. Ehl-i vukuf tara­fından “Bediüzzaman’ın siyasî bir faali­yeti yoktur. Onun mesleğinde cemiyetçilik ve tarikatçılık mevcud de­ğildir. Eserleri ilmî ve imanîdir, Kur’an’ın bir tefsiridir” diye ra­por veriliyor. Mahkemeye verilişindeki ittihamlar, delilsiz ve isbat­sız olduğu için, bir takım uy­durma bahane ve tertiblerden ibaret ol­duğu anlaşılıyor. Neticede, Bediüzzaman bü­yük bir müdafaa yapı­yor. Ni­hayet, mahkeme it­tifakla 15/6/1944 tarih ve 199/136 sayılı be­raet kararını veriyor. Yüzotuz parça Risale-i Nur Külliyatının hep­sine serbes­ti­yet ve­rip, sahiblerine tama­men iade ediyor. Beraet ka­ra­rını, Temyiz Birinci Ceza Dairesi, 30/12/1944 ta­rihli ilamla ittifakla tasdik edip, Risale-i Nur dâvâ­sının hakkaniyeti kaziyye-i muhkeme ha­lini alıyor.

Bediüzzaman ve talebelerinden bir kısmı hapiste dokuz ay kaldıktan sonra beraet kararı üzerine tahliye ediliyor. Fakat Said Nursî Hazretlerini hapishanede ze­hir­liyorlar, ölüm tehlikesi geçi­riyor. Cenab-ı Hakk’ın inaye­tiyle kurtuluyor.» (Tarihçe-i Hayat sh: 399)

«Denizli Ağırceza Mahkemesinin Haziran 1944 ta­rihli beraet kararı ile hapisten tahliye olunan Nur tale­be­leri memleketlerine gitmişler, Üstad ise Ankara’dan bir emir alıncaya kadar Denizli’de Şehir Otelinde kal­mış­tır...

Said Nursî Denizli’de iki ay kaldıktan sonra, Afyon vilayetinin Emir­dağ kazasında ikamete memur edilir. Emirdağ’ına 1944 se­nesi Ağustos ayında nefyedi­lir. İlk önce onbeş gün kadar bir otelde kalır, sonra kira ile bir eve yerleşir.» (Tarihçe-i Hayat sh: 458)

Emirdağ’da Bediüzzaman’ın  zehirlenmesi:

«Bir siyasî memurun iğfali ve “imhası için yuka­rıdan emir aldık” de­mesine aldanan bir bekçibaşı, Üstad’ın pen­ceresine gece­leyin merdivenle çıkarak ye­meğine zehir atmış, ertesi gün Üstad zehirlene­rek kıvran­maya başla­mıştır. Zehirin tesiri çok azîm ol­duğu halde, kendisi “Cevşen-ül Kebir gibi ev­rad-ı kudsi­yelerin feyziyle ölüm­den muhafaza olunu­yorum. Fakat hastalık, ızdırab çok şiddetlidir.” derdi. Bir hafta ka­dar aç susuz de­necek bir halde perişan bir vazi­yette inlemiş, sonra biiznillah şifa bulup, tek­rar tashihat gibi Risale-i Nur vazifeleriyle işti­gale başlamıştı.

Bu şiddetli hastalık zamanlarında aslâ namazla­rını terket­medi. Yalnız ikinci ve üçüncü zehirlenmek zama­nında, taham­mülü gayrıkabil bir hasta­lıkta iki üç gün far­zını yatağında ancak kılabildi.

Ölüm tehlikesi geçirdiği günlerde, bir gece sabaha kadar ya­nında nö­bet bekleyip gözyaşları içinde Üstad’a dikkat eden iki tale­besi diyor:

“Sabaha yakın, gözleri kapalı olduğu halde doğ­ruldu, ellerini dergah-ı İlahiyeye açıp yavaş bir sesle birkaç kelime ile Risale-i Nur hizmetinin in­kişafına ve talebeleri­nin selâmetine dua etti. Sonra bayılmış vazi­yette ya­tağa düştü.”

Hizmetini sıra ile iki üç genç talebesi ifa ederdi. Bir müddet onlar da men’edilmişse de, çalışkan talebeleri hizmetinden aslâ vazgeçmi­yerek yüksek bir fedakârlık gösterdiler.» (Tarihçe-i Hayat sh: 461)

«Evet, Bediüzzaman, bindokuzyüz kırkdörtte Denizli Mahkemesinde beraat ettiği halde, Afyon Vilâyetine bağlı Emirdağ Kazasında ikamete memur ediliyor. Orada, kendi âhireti ve Risale-i Nurla meşgul olurken, bindokuz yüz kırk sekiz senesinde; gizli din düşmanları, yapılan zulümler az geliyormuş gibi aynı nakarat ile, "Gizli cemiyet kuruyor, halkı hükûmet aleyhine çeviriyor; ihtiyarladıkça artan enerjisiyle, kuvve­tiyle, rejimi yıkmağa çalışıyor. Mustafa Kemal'e, İslâm Deccalı, Süfyan! diyor" gibi bir sürü bahanelerle, elli Risale-i Nur Talebesiyle birlikte Afyon Ağır Ceza Mahkemesine sevkediliyor ve hapse konuluyor.

Yapılan derin ve uzun tahkikat neticesinde, bir tek suç delili buluna­mıyor. Fakat, ne oldu ise oldu, ne yaptılarsa yaptılar.. nihayet, mahkeme -güya kanaat-i vicdaniye ile- Bediüzzamana yirmi ay; ve müdakkik bir âlime onsekiz ay; yirmiiki kişiye de altışar ay hüküm veriyor. Diğerlerini de, "Bunlar Bediüzzamanı büyük bir mürşid olarak bilmişler ve içlerin­deki derunî boşluğu doldurmak için Risale-i Nuru okumuşlar" diye beraat veriyor. Hüküm alanları da, "Bediüzzamanın kurduğu gizli cemiyete yar­dım etmişler!" diye cezalandırıyor. Hükmü derhal infaz edip hepsini tev­kif ediyorlar.

Tabiî, mahkûmiyet kararı hemen temyiz ediliyor. Temyiz mahkemesi kısa bir zamanda tetkikatını bitirerek, "Mâdem, Bediüzzaman Said Nursî Denizli mahkemesinde aynı suçtan beraet etmiş. Denizli mahkemesinin kararı hatalı da olsa, temyizin tasdikinden geçen bir dâva tekrar taht-ı muhakemeye alınamaz." diye, verilen mahkûmiyet kararını esasdan bo­zuyor.

Bunun üzerine yeniden mahkeme başlıyor. Maznunlardan ne istedik­leri soruluyor. O, tamamen mâsum olan Nur Talebeleri, temyiz mahke­mesinin kararına uyulmasını istiyorlar. Afyon mahkemesi, temyizin kararına uyulup uyulmıyacağını uzun uzadıya düşünüyor.. nihayet uyul­masına karar veriyor. Sonra da, noksanların ikmali için çalışmağa başlı­yor. Fakat, bu çalışma bir türlü tamamlanmıyor ve mahkeme mütemadiyen talik ediliyor. Bediüzzaman ve talebeleri, hüküm kat'iyyet kesbetmeden verilen ceza müddetini hapishanede geçirdik­ten sonra tahliye edilmişlerdir.» (Tarihçe-i Hayat  sh: 543)

«Üstad Said Nursî, Afyon hapishanesinden 1949’da bir Eylül sabahı tah­liye edildi. İki komiser ara­sında fay­tonla bir eve geldi. Üstad Afyon’da iki ay kadar ikamet­ten sonra da Emirdağı’na geldi. Emirdağı’nda bir çok Risale-i Nur talebeleri vardı. Oradaki hizmet-i Nuriyeyi bu talebe­ler ifa et­tiler.» (Tarihçe-i Hayat sh: 612)

«Afyon’da mahkeme devam ederken iktidarı ele alan Demokrat Parti hükûmeti, umumî af ilân etti. Afyon mah­kemesi de Af Ka­nunu’nun daire-i şü­mu­lüne girdiği için dosya or­tadan kaldırıldı. Fakat mah­keme heyeti, Ri­sale-i Nur eserlerinin beraetine ka­rar vermedi, müsa­de­resine karar verdi. Bu karar 1956 tari­hine kadar devam etti. Mahkeme iki defa Nur Risalele­rine mü­sadere kararı verdi. Temyiz Mahkemesi bu iki kararı da bozdu. Af­yon Mahkemesi Temyiz’in ka­rarına uyarak Nurla­rın beraetine karar verdi. Bu sefer Temyiz, usûlde noksanlık yüzünden bozdu ve eserlerin Diyanet İşlerince tedkikini istedi. Diyanet İşleri Müşa­vere Kurulunca bütün eser­ler tedkik etti­rildi. Neticede Nurla­rın hakikatını bir derece belir­ten bir rapor verildi.

Ehl-i vukufun mezkûr raporuna istinaden Afyon Mahkemesi, Hazi­ran 1956 tarihinde ittifakla Nurların beraetine ve serbestiyetine ka­rar verdi. Karar kat’ileşti. Artık bu tarihten sonra, merkez-i hükûmette Risale-i Nur mecmu­aları matbaalarda tab’ edilmeye başladı.» (Tarihçe-i Hayat sh: 614)

 

 

1 Burada şunu ilâveten beyan etmek icap eder ki: Said Nursî’nin hayatının son otuz-kırk senesinde, din-i İslâma ve Kur’ân’a hizmet cihetinde fevkalâde bir rahmet ve inayetle Risale-i Nur ihsan edildiğinden ve âlemşümûl bir mânevî cihad-ı diniye ve hizmet-i Kur’â­niyede bulunduğundan anlaşılmış ve sonra kendileri de bir mânevî ihtarla kaleme almışlardır ki, onun hayatı bir intizam dairesinde geçiyordu. Yani, ileride mühim bir hizmet-i Kur’âniyede bulunacağı için, Cenab-ı Hak o hizmet-i Kur’âniyeye zemin hazırlamak hikmetiyle, Said’i fevkalhad şartlar içerisinde ve fevkalâde inayet altında harika bir zekâ ve deha ile mücehhez olarak istihdam ve istimal ediyordu. Onun için, Tarihçe-i Ha­yat’ın başında beyan edildiği vecihle, onun hayat ve ahvâline bu nokta-i nazarla bakmak lâzımdır. Ve hattâ kendisi Hürriyetten evvel birçok talebelerine, dostla­rına, “Bir nur görüyorum, istikbale büyük ümidlerle bakıyo­rum” diye, ehemmiyetli bir Kur’ân hizmetinin vuku bu­lacağını haber veriyordu. Bir hiss-i kablelvuku ile, Ri­sale-i Nur’un şimdiki mânevî hizmet-i Kur’ânîye ve imaniyesini, o zamanları siyaset âleminde olacak zan­nedip, bütün kuvvetiyle İstanbul’da siyaseti dine, Kur’­ân’a âlet ederek çalışıyordu.

(Bediüzzaman’ın Tarihçe-i Hayatı)

2  Nitekim Bediüzzaman’ın dediği gibi, ihbaratın iki kutbu da tahakkuk etmiş; bir iki sene sonra Meşrutiyet devrinde şeâir-i İslâmiyeye muhalif çok âdât-ı ecnebi­yeyi ahzetmek ve gittikçe Türkiye’de yerleştirmek; ve şimdi Avrupa’da Kur’ân’a ve İslâmiyete karşı gösterilen hüsn-ü alâka ve bilhassa bahtiyar Alman milletinde fevc fevc İslâmiyeti kabul etmek gibi hadiseler, o ih­barı tamamıyla tasdik etmişlerdir.

(Bediüzzaman Said Nursi Tarihçe-i Hayatı)

 

3 Bu bahis, Tarihçe-i Hayat 145’inci sahifede de vardır. (Hazırlayanlar)

4 Üç cebbar kumandanlar, aynı mektub içinde: 31 Mart Hadisesinde Hareket Ordusunun başkumandanı Mahmud Şevket Paşa, İstanbul’un İngiliz işgalinde İngiliz Başkumandanı ve M. Kemal Paşa olarak gösteriliyor. (Hazırlayanlar)

5 Müslim 2937. hadis ve ibn-i Mace 4077. hadîste (hacîc) ifadesi, “hasmını hücccetle yenen” mânâsında tefsir edilir. (Hazırlayanlar)

 

Bu dersi indirmek için tıklayınız.

Yukarı Çık