DERSLER / Alfabetik Derlemeler ve Dersler

CEMAL KUTAY’A CEVAPLAR

GiRiŞ

Bazı meseleler var ki, eğer cevablanmaz veya izah edilmezse zihinlerde sorular veya tereddütler devam edip gider. Hele bu mesele memleketimizin en güzide din alimi olan Bediüzzaman Said Nursi ve onun eşşiz eseri Risale-i Nurlarla alâkalı ise, daha da ehemmiyet  kazanmış demektir. İşte biz İttihad Yayıncılık olarak  gaye-i hayatımız olan Risale-i Nurlarla dine hizmet yolunda çalışmaktayız. Bu hususlarda söylenenler ve yayınlanalar bizi doğrudan ilgilendirmektedir.

Üstad Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri hakkında Sabah Gazetesinde Cemal Kutay’la yapılan bir mülakatta hem karalayıcı hem istihza edici yayın yapılmıştır. Bugüne kadar birçok meselelere cevablar hazırlayan veya izah eden yayınevimiz, bu konuya da açıklık getirmeyi bir vazife bilmiştir

Bilindiği gibi Cemal Kutay bilhassa 1970’li yıllarda Nurculuk ve Said Nursi Hazretleri hakkında neşriyatlar yapmıştı. Bunu takip eden bazı Nur Talebeleri bu yayın üzerine kendisiyle irtibat kurmuşlar ve kendisinden istifade ederiz zannıyla samimiyetlerini ilerletmişlerdi. Evvela, Kutay’ın verdiği bilgileri mahkeme müdafalarına kullanmışlar daha sonraları da Nur Cemaatına yakınlaştırmışlar ve hatıra diye anlattıklarını bazı temel kaynak kitaplarına almışlar, efkar-ı ammeye referans olarak vermişlerdir. Örnek olarak: Bilinmiyen Taraflarıyla Bediüzzaman Said Nursi, Said Nursi ve Nurculuk Hakkında Aydınlar Konuşuyor gibi kitaplar Yeni Asya Yayınları tarafından neşredilmiştir. 

Daha sonraları bu münasebetler daha da ilerlemiş ve kendisine kitap yazdırmışlar ve bu kitabın adını da Günümüzde Bir Asr-ı Saadet Müslümanı Bediüzzaman Said Nursi koymuşlardı.

Türkiye’nin tanınmış bir tarihçisine Üstad Bediüzzaman Hazretleri hakkında kitab yazdırmak ilk bakışta müsbet gibi görünse de neticeler itibariyle maalesef  menfilikler fazla olmuştur. Çünkü tarihçi diye takdim edilen Kutay’ın tarihî hiç bir kıstasa sahib olmadığı bugün herkes tarafından bilinmektedir.

Tarihî hadiseleri, hiçbir belgeye dayanmaksızın göstermek bu şahsın temel özelliğidir. Belge istendiği takdirde kendisini gösterir. Eserleri akademik çevrelerde hiçbir zaman itibar görmemiş, ciddiye alınmamıştır.

Buna rağmen Üstad Bediüzzaman Hazretleri hakkında, tarihî bilgilerine güvenilmiş, anlattığı hatıralar itibar görmüş, eser yazdırılmıştır.

Bu zatın anlattığı tarihî hadiseler maalesef diğer kitablara kaynak teşkil etmiş ve efkar-ı amme Üstad Bediüzzaman Hazretleri hakkında yanlış bilgilendirilmiştir. Bu ise maddi-manevi mesuliyeti mucibdir. Gerçi her ne kadar Bilinmiyen Taraflarıyla Bediüzzaman Said Nursi isimli ilk kaynak kitabdan daha sonraları bu zatın değil anlattığı hadiseler, ismi bile çıkartılmış olsa bile, bu hususta tam açıklama yapılmamıştır. Örnek olarak, Necmeddin Şahiner’in kaleme aldığı Bilinmeyen Taraflarıyla Bediüzzaman Said Nursi kitabını verebiliriz. İlk baskılarında C.Kutay’dan 15 adet kaynak kullanmalarına rağmen son baskılarında bütün bu kaynakları çıkarmışlardır.

Fakat binlerce adet basılan ilk nüshalar her tarafa yayılmış ve zihinlerde Üstad hakkındaki detaylı bilgiler o kitabda anlatılanlarla sınırlı kalmıştır. C. Kutay‘a zamanında bu neşriyatı yaptıranların açık yüreklilikle kamuoyundan özür dilemeleri gerekirdi. O takdirde kimse bu hezeyanları kitaplarına kaynak olarak kullanmazdı.

Cemal Kutay’ın temelsiz hatıralarının yanlışlığını ve sahteliğini ilk olarak Muhterem Abdülkadir Badıllı Ağabeyimiz tesbit etmiş ve yayınlamıştır. Zaten dikkatle ve tarafsız bir gözle kendi yayınladığı kitablara bakılsa tezatları herkes görebilir. Said Nursi Hazretlerine isnad ettiği sözlerin, Risale-i Nur’u az da olsa okumuş olan kimselerin Üstada ait olamayacağını bilir. Şeriatın en küçük bir meselesini feda etme-ek için hayatını hiçe sayan Üstad Hazretleri hakkında şeriata ters düşen halette bulunduğunu söylemek hiç kimseyi inandırmaz. Fakat hakikat-ı hali bilmeyen kimseler üzerinde menfi tesirleri olabilir. Bu bakımdan bizim Risale-i Nur üzerine oynanmak istenen oyunlara karşı müteyakkız olmamız ve tedbir almamız gerekmektedir.

Bu eserde, bu husularda yazılan kitablarda ortaya atılan iddialara cevablar vereceğiz ve meselenin hakikatını ortaya koyacağız. Daha önceleri verilen cevabları da kitabımıza alacağız. ilk olarak enson 13 Kasım 1999 tarihli Sabah Gazetesinde çıkan "Cemal Kutay ve Said-i Nursi" isimli ropörtajda, Nebil Özgentürk’ün sorularına Cemal Kutay’ın verdiği cevaplarda ortaya koyduğu çelişkiler ve iddialar özetle şöyle:

N.Ö. : Said-i Nursi ile bir karşılaşmanız veya görüşmeniz oldu mu?

C.K. : "Hakka Doğru" mecmuama devamlı olarak yazı yazdı. Kendisiyle görüşmedim. (Sabah Gazetesi 13. 11. 1999 sh: 16, Nebil Özgentürk, Cemal Kutay ve Said-i Nursi)

KUTAY’IN TEZATLARI iLK SORUYLA BAŞLIYOR

Halbuki Bediüzzaman Hazretleri’nin hayatıyla alakalı araştırmalar yapan Necmeddin Şahiner’e verdiği beyanlara bakalım:

1- «1946’da Emirdağ’da Bediüzzaman’ı ziyaret eden Kutay’a Bediüzzaman Almanya’ya uğrayışından ve iki ay Adlon Oteli’nde kalışından bahseder. Otelin halen durup durmadığını sorunca Cemal Kutay’da “bilemiyorum efendim” diye cevap verir.» (Bilinmiyen Taraflarıyla Bediüzzaman Said Nursi, Yeni Asya Yayınları, sh: 180)

2- «26 Şubat 1974 Salı günü evinde ziyaret ettiğim Cemal Kutay Bey bahsi geçen günlerle ilgili, bir hatırasını nakletti. 1950 yılında önce Eşref Sencer Kuşcubaşı ile Emirdağ’da Bediüzzaman Said Nursi’yi ziyarete gittikleri zaman Bediüzzaman Eşref Bey’le Teşkilât-ı Mahsusadaki eski günleri ve hatıraları yadetmişler sohbet esnasında Said Nursî şu hatırasını anlatmış....» (Bilinmiyen Taraflarıyla Bediüzzaman Said Nursi, Yeni Asya Yayınları, ilk baskı sh: 145)

Değerli araştırmacı N. Şahiner’in hazırladığı “Aydınlar Konuşuyor” isimli kitaba verdiği bir başka yazıda da:

3- «Kendisini ziyaret etmem 1953 senesi Nisan sonu veya Mayıs başı. Çünkü bana İstanbul’un fethinin 500. yıldönümünde bulunmak arzusundan bahsetti...

...............

Şahiner — Emirdağ’ına ne zaman, niçin ve kiminle gittiniz?

Kutay —1953 senesi Nisan sonu veya Mayıs başında Said Nursi’yi ziyaret için gittim. Eşref Sencer Kuşcubaşı ile beraberdik. Bizi götüren otobüsün biletini hala saklarım. Otel gibi bir yerde yattık.» (Said Nursi ve Nurculuk Hakkında Aydınlar Konuşuyor sh: 315, 341 Yeni Asya Yayınları)

Ne diyelim “otobüs bileti... otel... vs..” herhalde bu da yalanın kuyruğu olsa gerek.

4- «Teşkilat-ı Mahsusa Reisi Eşref Sencer Kuşcubaşı Beyefendiyi alarak beraberce Bediüzzaman’ın 1953’de yaşadığı Emirdağ’a gitmeye karar verdik.» (Çağımızda Bir Asr-ı Saadet Müslümanı BEDiÜZZAMAN SAiD NURSi Kur’an Ahlâkına Dayalı Yaşama Düzeni, Cemal Kutay, sh: 282, Yeni Asya Yayınları)

Halisane niyetlerle Bediüzzaman Said Nursi Hazretlerinin hayatını araştıran ve kendisine bir tarihçi olarak müracaat eden N. Şahiner’e nasıl yanıltıcı bilgi verdiği görülmektedir. Ziyaret tarihlerinde de çelişkiler var. Bu ifadelerinde  Eşref Sencer Kuşcubaşı ile birlikte Bediüzzaman Hazretlerini ziyaret ettiklerini söylerken Sabah Gazetesideki beyanında “kendisiyle görüşmediğini” söyleyebilmiştir.

GÜYA BEDiÜZZAMAN HAZRETLERiNi ZiYARET ETMiŞ

Güya Bediüzzaman Hazretlerini ziyaret etmiş. Bizim tesbit ettiğimiz dört ziyaret hatırasında bir ziyaret gibi görünüyor. Fakat 1946, 1950, 1953 acaba hangisi doğru? Gerçekte hiçbiri doğru değil. Çünkü böyle bir ziyaret yapılmamıştır. Hakikatta yapılmayan bu yalan ziyaretle alakalı bir hayli hatıralar da anlatıyor. Tabiatıyla bu anlattığı hatıraların da aslı faslı olmadığını söylemeye gerek bile yoktur. Fakat hakikat-ı hali bilmeyenler bu sahte ve yalan hatıraları maalesef doğru diye kabul etmişler ve Bediüzzaman Hazretleri hakkında o bilgilerle kanaat sahibi olmuşlardır. Hatta bu bilgileri eserlere kaynak yapmışlardır. ilerde bu konulara temas edeceğiz.

Bu derece ard niyetli, cahil bir zâtı “yakın tarih uzmanı” veya dinden haberi var ve Türkçe ibadet(!) bilirkişisi olarak ön plana çıkaranlar herhalde bundan sonra daha dikkatli davranacaklardır.

N.Ö. : Gönderdiği yazıları beğeniyor muydunuz?

C.K. : ...Said Nursi o zaman ki müslüman alimleri gibi okumuş yazmış bir adam da değildi. Katiyyen din üzerine bilgisi yoktu. Ama çok zeki. Bir de doğulu olmanın verdiği gerçekçilik bir realizm var onun kafasında. Bediüzzaman, zaten bizim klasik müslümanlardan değil şamanın ta kendisi. (a.g.g.)

1980’DE KUTAY NELER YAZMIŞ

Böyle beyanat veren adam 1980 yılında yazdığı kitapta neler yazmış, bir kısmını hep birlikte okuyalım:

«Bediüzzaman, dini-manevî hizmet ve mertebelerin hangisine sahibtir?...  O’nu, dinî-manevî hayatın bir tek vasfı içinde ifade mümkün müdür?... Bediüzzaman’ın ana südü kadar helâl yerini tesbite çalışalım.....

MÜCTEHiD’dir: Kur’an âyetlerini ve Peygamberimizin hadislerini, asli muhtevaları içinde hükümlendirmiştir.

MÜCAHiD’dir: Meşruiyyetine, hayrına, doğruluğuna inandığı davasında zerrece taviz vermeden uğraşmış, cehd etmiştir.

MÜCEDDiD’dir: Kasden veya muhtelif sebeblerle asliyetinden inhiraf ettirilmiş İslamî tefekkürü, evvela aslî kıymeti içinde ele almış, sonra da onu, değişen zamanın görüş zaviyesi içinde değerlenmişti, aslî kıymetlerine sadık kalarak yenilemiş, asliyetine irca etmiştir.

Asliyetine irca, şüphesiz ki yenilemenin en güç tarafıdır. Bediüzzaman İslâm ahlâk ve irfanında bu güç işi muvaffakiyetle yaptı...» (Çağımızda Bir Asr-ı Saadet Müslümanı BEDiÜZZAMAN SAiD NURSi Kur’an Ahlâkına Dayalı Yaşama Düzeni, Cemal Kutay, sh: 122, Yeni Asya Yayınları)

diye yetmiş M harfiyle başlayan medihlerle anlatmaktadır.

M HARFiYLE BAŞLAYAN MEDiHLER

Bu adamın mahiyetine bakalım ki, daha önceleri hakkında kitablara yazılar vermiş ve adını Asr-ı Saadet Müslümanı koyduğu kitabı yazmış ve “70 Mim” le sena ettiği zatı “din üzerine bilgisi” yoktu diyecek kadar istihza etmeye kalkışmıştır. Bu adamın tarafsız tarih, ilim dünyası ve din literatüründe mahiyeti nedir acaba?

N.Ö. : ..31 Mart’ta beraat eden bir din adamını sürgün etmek, psikolojik işkenceye maruz bırakmak bir haksızlık mı size göre?

C.K. : Bu biraz abartı Said-i Nursi gerek Isparta’da gerek Babadağ’da hiç taciz edilmemiş. Misafir kabul edilmiş. (a.g.g.)

ZULÜMLERi DUYMAYAN YOK

Bediüzzaman Hazretlerine yapılan zulümleri sağır sultan bile duymuşken tarih bilgini(!) bu zat acaba nerede yaşıyordu. Bu hususta yazılan yüzer misalden sarf-ı nazar sadece Bediüzzaman Hazretlerinin 1960 yılı başlarından yani vefatından bir kaç ay evvel verdiği son dersinde kendi kaleminden bu zulümleri ve tazyikatları ve başladığı zamanı okuyalım:

«Bu otuz senedir müsbet hareket etmek, menfî hareket etmemek ve vazife-i ilâhiyeye karışmamak hakikatı için; bana karşı yapılan muamelelere sabırla, rıza ile mukabele ettim...

....bir parti bana binler vecihle sıkıntı verdiği halde, hatta otuz senede hapisler de tazyikler de olduğu halde...» (Emirdağ Lâhikası-ll sh: 241)

Babadağ dediği Denizli ilimizin bir kazasıdır. Bediüzzaman Hazretlerinin oraya gittiğine dair hiç bir tarihî kayıt yoktur. Anlatılmak istenen eğer Afyon’un Emirdağ ilçesi ise, Bediüzzaman Hazretleri orada sürgün hayatı yaşamıştır. Kendi sergüzeşt-i hayatına ait kaleme aldığı Yirmibeşinci Lem’anın Onbeşinci Ricasında der ki:

«Bir zaman Emirdağı’nda ikamete memur ve tek başıma, menzilde adeta bir haps-i münferit ve bana çok ağır gelen tarassutlar ve tahakkümlerle bana işkence vermelerinden, hayattan usandım, hapisten çıktığıma teessüf ettim. Ruh u canımla Denizli hapsini arzuladım ve kabre girmeyi istedim. ve “Hapis ve kabir bu tarz-ı hayata müreccahtır” diye, ya hapse veya kabre girmeye karar verirken, inâyet-i ilâhiye imdada yetişti...» (Lem’alar sh: 258)

«Emirdağındaki hayatı şöyle hülâsa olunabilir:

Daimî tarassut altındadır. Mahkemeden beraat kazanması ve eserlerinin iade edilmesine rağmen, serbest bırakılmış değildir. Eskisinden daha ziyade kontrol ve mütemadiyen pencere ve kapısından nezarete mâruzdur. Mektuplarında da beyan ettiği gibi, Denizli hapsinin bir aylık sıkıntısını bazan bir günde Emirdağında çekiyordu...

Üstadın Emirdağ’da zehirlenmesi

Bir siyasî memurun iğfali ve “imhası için yukarıdan emir aldık” demesine aldanan bir bekçibaşı, Üstadın penceresine geceleyin merdivenle çıkarak yemeğine zehir atmış; ertesi gün Üstad zehirlenerek kıvranmaya başlamıştır. Zehirin tesiri çok azîm olduğu halde, kendisi: “Cevşenü’l-Kebir gibi evrad-ı kudsiyelerin feyziyle ölümden muhafaza olunuyorum. Fakat hastalık, ıztırap çok şiddetlidir” derdi. Bir hafta kadar aç, susuz denecek bir halde perişan bir vaziyette inlemiş, sonra biiznillâh şifa bulup, tekrar tashihat gibi Risale-i Nur vazifeleriyle iştigale başlamıştı.» (Tarihçe-i Hayat sh: 459)

Daha çok şey var yazılan fakat şu ifadeler, herhalde Üstad’ın Emirdağ’ında misafir mi? esaret mi? yaşadığını anlatması bakımından yeterlidir sanırız. Merak edenleri Tarihçe-i Hayat, Altıncı Kısım Emirdağ Hayatına ait bölüme havale ederiz.

N.Ö. : Peki, size göre nasıl bir insandı Said-i Nursi?

C.K. :  ... ancak bir Siirt medresesinde imam olabilecek kadar din bilgisine sahib bir insan. Zavallı biçare bir insan. Barla’da yedi senelik hayatının büyük bir bölümü yaz gecelerinde iki ağacın arasında geçmiş. Onun bütün Nur Risaleleri pek aydın olmayan bir şamanın, gökyüzüne bakarken duyduğu saygıdan ve hürmetten başka bir şey değil. Ne bilimsel ne dinsel hiç bir değeri yok. (a.g.g.)

KUTAY’IN SEViYESi MÜSAiT DEĞiL

Elbette böyle tenakuzlu konuşan bir adamın seviyesi Bediüzzaman Hazretlerinin ilmini ve seviyesini anlamaya müsait değildir. Kemalatı tanımayan bir adamın olgunluktan bahsetmesi mümkün değildir. Bediüzzaman Hazretlerinin kendi şahsî kulluğu hakkında beyan ettiği acziyeti, fakriyeti bu adamları şaşırtmış. Elbette kulluğun esasını bilmeyen ve nefsine nihayet derece firavniyet verenlerin anlaması beklenemez. Halbuki her mü’min Allah’a karşı nihayet tezellüldedir. Ama Allah düşmanlarına karşı, başı dik ve nihayet celalettedir.

Barla’da bulunduğu (1926-1934) yıllarda durumu ile alakalı olarak kaleme aldığı bir risalesinde hem beşerî şahsiyeti, hem hizmet ve dava adamı şahsiyeti hakkında şöyle der:

«Ehl-i dünya, sebepsiz, benim gibi âciz, garip bir adamdan tevehhüm edip, binler adam kuvvetinde tahayyül ederek beni çok kayıtlar altına almışlar. Barla’nın bir mahallesi olan Bedre’de ve Barla’nın bir dağında bir iki gece kalmaklığıma müsaade etmemişler. işittim ki, diyorlar: “Said elli bin nefer kuvvetindedir; onun için serbest bırakmıyoruz.”

Ben de derim ki: Ey bedbaht ehl-i dünya! Bütün kuvvetinizle dünyaya çalıştığınız halde, neden dünyanın işini dahi bilmiyorsunuz, divane gibi hükmediyorsunuz? Eğer korkunuz şahsımdan ise, elli bin nefer değil, belki bir nefer elli defa ben-den ziyade işler görebilir. Yani, odamın kapısında durup bana “Çıkmayacaksın” diyebilir.

Eğer korkunuz mesleğimden ve Kur’ân’a ait dellâllığımdan ve kuvve-i mâneviye-i imaniyeden ise, elli bin nefer değil, yanlışsınız, meslek itibarıyla elli milyon kuvvetindeyim, haberiniz olsun! Çünkü, Kur’ân-ı Hakîmin kuvvetiyle, sizin dinsizleriniz dahil olduğu halde bütün Avrupa’ya meydan okuyorum. Bütün neşrettiğim envâr-ı imaniye ile, onların fünun-u müsbete ve tabiat dedikleri muhkem kalelerini zirüzeber etmişim. Onların en büyük dinsiz filozoflarını hayvandan aşağı düşürmüşüm. Dinsizleriniz dahi içinde bulunan bütün Avrupa toplansa, Allah’ın tevfikiyle, beni o mesleğimin bir meselesinden geri çeviremezler, inşaallah mağlûp edemezler.» (Mektubat sh: 72)

Cenab-ı Hak kudretinden, hikmetinden Siirt’ten, Bitlis’ten vs.. birisini çıkardı bütün dünya dinsizlerine, Avrupa Kafirlerine ve Asya Münafıklarına meydan okudu. Risale-i Nur’un karşısına, ne “dinsel”(!) ne “bilimsel”(!) çıkamadılar. Elhamdülillahi haza min fazlı rabbi.

Tarihçe-i Hayat kitabında Barla hayatının bir kesiti anlatılırken C. Kutay’ın hiçbir zaman anlamadığı ve anlamayacağı Üstad’ın ubudiyeti, tefekkürü, zikri anlatılır. “Pek aydın olmayan şaman” ne demekse o tabirler Hazret-i Üstad’ın pâk olan damen-i muallasına erişmekten uzaktır. Bediüzzaman Hazretleri gibi bir zat-ı mualla da, o tabirlerden ve tavsiflerden beri’dir.

İşte Said Nursi Hazretlerinin o devrelerini anlatan bahisler:

«Üstadın Barla’daki ikametgâhı, iki odadan ibaret bir evdir. Esasen müstakil bir evi ve yeryüzünde taht-ı tasarruf ve temellükünde bir karış yeri dahi yoktur. Barla’da sekiz sene müddetle ikamet ettiği ev, üç yüz elli milyon ehl-i İslamın iman nurlarının merkezi hükmünde ilk dershane-i Nuriyesidir. Bu dershane-i Nuriyenin altında, daimî akan bir çeşme vardır. Ve önünde, dershane-i Nuriyenin bitişik çok kalın ve üç sütun halinde semaya yükselen gayet muhteşem bir çınar ağacı vardır. Çınar ağacının dalları arasında bir kulübecik yapılmış-tır. Burası, Hazret-i Üstadın bahar ve yaz mevsimlerindeki istirahati ve vazife-i tefekküriye ve ubudiyeti için en münasip bir menzildir. Üstadın sıddık hizmetkârları, talebeleri ve Barla ahalisi diyorlar ki:

“Üstadı, geceleri, dershane-i Nuriyenin önündeki bir şecere-i mübareke olan çınar ağacının dalları arasında bulunan kulübecikte, sabahlara kadar tesbihatla, ezkârla terennüm eder görürdük. Hele bahar ve yaz mevsimlerinde bu muhteşem ağacın binlerce dalları arasında şevk ve cezbe içinde uçuşan kuşlar arasında Üstadın böyle sabahlara kadar çalışmasını görürdük de, ne zaman uyur, ne zaman kalkar, bilemezdik.”

Üstad çok hasta olur, çok vakitleri de hastalık ve sıkın-tıyla geçerdi. Pek az yer, o da bir parça çorba gibi mahdut birşeydi. Geceleri, Kur’ân-ı Kerimden vird edindiği sûreleri ve Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselâmın münacât-ı meşhûresi olan Cevşenü’l-Kebir namındaki münacâtını ve Şâh ı Geylânî ve Şâh-ı Nakşibend gibi eâzım-ı evliyanın münacat ve hizblerini ve salâvat-ı Nuriyeleri ve bilhassa Risale-i Nur’un menbaı olan Hizbü’n-Nuriye’yi ve âyat-ı Kur’âniyenin lemeatı olan ve bir silsile-i tefekkür bulunan ve Yirmi Dokuzuncu Lem’ada cem edilen hizb ve münacatları okur, bunları tamam edince de yine Risale-i Nur’la meşgul olurdu. Gündüzleri ise, daima Risale-i Nur’un mütalâası ve tashihiyle meşgul olur; Ri-sale-i Nur hizmetini herşeye tercih eder, Risale-i Nur’a ait, yetişecek acele bir iş zamanında diğer meşguliyetlerini bırakır, evvelâ o işi tamamlardı.

Said Nursî, bahar mevsiminde menzilinin önündeki muhteşem çınar ağacının dalları arasındaki kulübeciğe çıkar, vazifesini orada ifa eder; Risale-i Nur’un hakikatlerini, menba ve mâden-i hakikîsi olan mele-i âlâda tefeyyüz ve temaşa ve tefekkür ederdi. Üstadın, gerek   sırrına mazhar olan bu çınar ağacı ve gerekse Çam Dağlarındaki o çok ünsiyet ettiği ağaçların ve dağların başındaki tefekkür ve hissiyatını ifade edebilmek acaba mümkün müdür? Asla mümkün değildir. Cenab-ı Hak, kemâl-i rahmetiyle bu ferd-i ferîdi, kemalât-ı insaniyenin bütün envaını câmi bir istidatta yaratmış ve bu istidatların da azamî şekilde inkişafını irade etmiş ki, bu müstesna zatı, İslamiyet ağacının son asırlara uzanan ve binler dal budak salan Risale-i Nur şahs-ı mânevîsi itibarıyla bütün hakaikte “üstad-ı küll” hükmüne getirmiş ve topyekûn İslamiyet hakikatlerinin bir aks-i nurunu ve tecellîsini Risale-i Nur şahs-ı mânevîsinde derc ederek, ehl-i hakikat ve kemali hayretle baktırmış ve böylece, risalet-i Ahmediye ve hakikat-i Muhammediyenin câmi bir aynası olan Risale-i Nur ile Said Nursî, bir Said olarak çürümüş, erimiş, fakat mânen bütün âlem-i İslam olarak tevellüd etmiş, beka bulmuştur. Ve tâ kıyamete kadar Risale-i Nur bâki kalacak ve daima tekemmül edecektir.» (Tarihçe-i Hayat sh: 166)

N.Ö. : Peki boşuna bir korku mu oluşturulmuştur, sizce bu ne anlama geliyor?

C.K. : Said-i Nursi, şimdiki bu mükemmel din canbazları ve simsarları tarafından sömürülmüştür...  Said-i Nursi 1913’te Batı Trakya hareketi olunca etrafındaki adamlarını toplamış, gelmiş Teşkilat-ı Mahsusa’nın emrine girmiş ve Batı Trakya Hükümeti’nin kuruluşunda emek vermiş... Şimdi ben bunları meydana çıkartıncaya kadar “Nurcu” diye geçinen bu din canbazlarının hiç bir tanesi Said-i Nursi’nin hiç bu yanını ele almadı. Onu hep kullandılar. (a.g.g.)

BEDİÜZZAMAN HAZRETLERİNİ KİMSE İSTİSMAR EDEMEZ

Buna cevabı ise, en evvel “mükemmel din canbazları” diye tanımladığı ona kitab yazdıran, yazılarını hiçbir tarih süzgecinden geçirmeden yayınlayanların vermesi gerekir. Fakat biz, bu kudsi hakikatın ortaya çıkmasına kendimizi vazifeli addediğimiz için, buna da cevab yazacağız. Herhalde kendisinin bütün hayatı sömürmekle geçtiği için herkesi de öyle zannediyor. Biz Bediüzzaman Hazretlerini kimsenin istismar edemeyeceğine inanıyoruz. Eğer sömürenleri biliyorsa tarihçi(!) olarak açıklaması gerekir. Aksi halde müfteridir. Öyle ortaya delilsiz, isbatsız konuş, beyanat ver, kimse sana bunun hesabını sormasın yok öyle şey.

Cemal Kutay’ın ısrarla Bediüzzaman Hazretlerini Trakya hareketleri içinde gösterme ısrarını araştırmak ihtiyacını hissettik. Halbuki o da biliyordu; Said Nursi Hazretlerinin Balkan hadiseleri içinde olmadığını. Fakat ısrarı niçin idi? Şöyle bir kanaatimiz oldu ki: Osmanlıdan sonra Memleketimizin kaderine hükmeden zihniyetin Balkan kökenli olmaları, Bediüzzaman Hazretlerini de onlarla beraber gösterme gayretkeşliği ve bir meşruiyyet kazandırma ihtiyacından gelmektedir. Çünkü Muhterem Abdülkadir Badıllı Ağabeyin de de tesbit ettiği gibi hep bu ihtiyacı görmekteyiz. Badıllı Ağabeyin bölümü içinde cevabları bulunduğu için oraya havale ederiz.

Teşkilat-ı Mahsusa içinde göstermesi de, yine Bedüzzaman Hazretleri gibi emin, itikadlı ve efkar-ı ammenin itimat ettiği bir şahsiyeti bir takım “derin” münasebetlere bulaştırma ve kendilerine meşruiyyet kazanma gayretkeşliği olsa gerektir.

Bir başka soruya verdiği cevabta ise:

C.K. : Said Nursi o kadar basit bir adamdı ki, nihayet bütün kültür seviyesi bir köy imamınınki kadardı. (a.g.g.)

İDDİALAR SAHİBİNİ GÜLÜNÇ DURUMA DÜŞÜRÜYOR

Bu iddia o kadar seviyesiz bir iddia ki, sahibini gülünç duruma düşürür. Bediüzzaman Hazretlerinin seviyesini tesbit de bir seviye meselesi olduğu için böyle hertürlü tarzın içinde bulunmayı marifet bilen adamlar Bediüzzaman Hazretlerini anlatamazlar.

Heyhat! Böyle adamların Said Nursi Hazretlerinin tanıtılmasına hizmet edeceğine inanlara.

Bediüzzaman Said Nursi Hazretlerinin, kendi mecmuasına gönderdiğini iddia ettiği yazılar için ise şöyle hezeyan savurmaktadır:

 —Zaten gönderdiği yazılar ilmihalden alınmış, o kadar basit yazılardı. Fikir yok. Özellikle felsefenin zerresi yoktu. Tipik bir yarı kalmış bir zahit. Yani din adamı olmaya ahdetmiş, ama imkan bulamamış yarı bir din adamının çok umumi bilgileri vardı... Ama asıl dikkatimi çeken bu yazılardaki naturalist felsefeydi. (a.g.g.)

RUHSUZ VE TOPLAMA BİLGİLER İLİM DEĞİLDİR

İmanî bilgilerle, ilmihal bilgilerini ayırd edemeyecek kadar dinden ve dinin ruhundan uzak bir insanın Bediüzzaman Hazretleri’nin yazıları hakkında ne değerlendirme yapabilir. Kendi ruhsuz ve toplama bilgileri ise ilim değildir. Olsa olsa “Kitap yüklü hımar” tanımına girebilir ki, o bile bir seviyedir. Bu kadar aleyhinde propağandalara karşı hakperest ehl-i ilme kendini kabul ettiren Risale-i Nur Külliyatı en büyük delildir. Geçmişte C. Kutay ismiyle verdiği yazıları veya kendi adıyla yayınlanan Günümüzde Asr-ı Saadet Müslümanı Bediüzzaman Said Nursi kitabı okunsun. Ne kadar ileri derecede medihler yaptığı görülecektir. Akla şu geliyor bu adam böylesine inanmadığı medihleri yapması tâ başından beri bir plan neticesi miydi? Nur Talebelerini böyle avlıyarak bir yerlerle bağlamak mı istiyordu acaba? Bunlar elbette hakikatler ortaya çıktıkça tartışılacak ve konuşulacaktır.

KUTAY KAİNATI TEFEKKÜRÜ BİLMEZ

Üstad Hazretlerinin kainat kitabını tefekkür etmesini yine aynı ruhsuzlukla anlayamadığı veya anlamak istemedi için haşa Üstad’ı “natüralist felsefe” ile tanımlaması da bir art niyet ürünüdür. Bilindiği gibi felsefe dilinde natüralizm; “kainatta hadiselerin ve varlıkların meydana gelişinde, tabiat kuvvetleri dışında hiçbir sebeb bulunmadığını, gücünü doğadan aldığını, yaratıcıyı kabul etmeyen maddeci görüştür.” Bir başka ifadeyle “Natüralizm: Gerçeğin yalnızca tabiat ile açıklanması.” dır.

Bediüzzaman Hazretleri hakkında bu görüşü, enson Sabah Gazetesine verdiği beyanattan ibaret olsa neyse. Fakat maalesef 1977 yılında basılan Aydınlar Konuşuyor kitabına verdiği uzun yazıda da Üstadın “inanılmaz bir natüralist” olduğunu söylüyor. Bu yazı aynıyla maalesef aynıyla yayınlanıyor da, o kadar müdakkik, muhakkik bilinen ve itimat edilen şahıslar bunu fark etmiyor veya edemiyor.

Risale-i Nur Külliyatındaki Tabiat Risalesi‘nin mukaddimesinde Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri der ki:

«Ey insan! Bil ki, insanların ağzından çıkan ve dinsizliği işmam eden dehşetli kelimeler var; ehl-i iman bilmeyerek istimal ediyorlar. Mühimlerinden üç tanesini beyan edeceğiz.

Birincisi: Evcedethu’l-esbab, yani, “Esbab bu şeyi icad ediyor.”

ikincisi: Teşekkele binefsihî, yani, “Kendi kendine teşekkül ediyor, oluyor, bitiyor.”

Üçüncüsü: iktezathu’t-tabiat, yani, “Tabiîdir, tabiat iktiza edip icad ediyor.”

Evet, madem mevcudat var ve inkâr edilmez. Hem, her mevcut san’atlı ve hikmetli vücuda geliyor. Hem madem kadîm değil, yeniden oluyor. Herhalde, ey mülhid, bu mevcudu, meselâ bu hayvanı, ya diyeceksin ki, esbab-ı âlem onu icad ediyor, yani esbabın içtimaında o mevcut vücut buluyor; veyahut o kendi kendine teşekkül ediyor; veyahut, tabiat muktezası olarak, tabiatın tesiriyle vücuda geliyor; veyahut bir Kadîr-i Zülcelâlin kudretiyle icad edilir.

Madem aklen bu dört yoldan başka yol yoktur. Evvelki üç yol muhal, battal, mümteni, gayr-ı kabil oldukları kat’î ispat edilse, bizzarure ve bilbedâhe, dördüncü yol olan tarik-i vahdâniyet şeksiz, şüphesiz sabit olur.» (Lem’alar sh: 177)

Elbette Cemal Kutay’ın Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri hakkındaki yanlışları bu kadar değil. Daha önceleri hem de bazı Nur talebelerini kandırarak verdiği yazılar hatta yazdığı kitabı neşrettirecek kadar tesirleri olmuştur. Muhterem Abdülkadir Badıllı Ağabeyin tesbitleri ve bunları neşretmesi, C. Kutay’a bu neşriyatı yaptıranları biraz uyarmış, bazı bahisleri yeni baskılardan çıkarmışlardır. Fakat gereken hassasiyet henüz daha gösterilmemiştir. Çünkü Kutay’ın bu yanlış fikirlerini yazan kitablar binlerce yayılmış ve satılmıştır. Çoğu ilim adamı fikir adamının elinde ve evinde bunlar bulunmaktadır ve kaynak olarak kullanılmaktadır.

Bu kitabların yayınlandığı tarihte, yayınevinin maddi manevi  sorumluları, tashih edenler ve halen yayınevinin sorumluları kamuoyuna çıkıp alenen özür dilemeleri ve hakikatı hali olduğu gibi anlatmaları gerekir. Yoksa mesuliyet omuzlarında hesab gününe giderler.

C. KUTAY BEDİÜZZAMAN HAZRETLERİNİ YANLIŞ TANITMAYA ÇALIŞIYOR

Biz son olarak Risale-i Nur  ve onun Muhterem müellifi Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri ile tamamen ters düşen bahislerden birer örnek verip o meselelerle alakalı Risale-i Nurlardaki bazı yerleri gösterip bu bahsi kapatıyoruz.

1- “...Çünkü o (Bediüzzaman) müesses nizama hürmetkâr...” Aydınlar Konuşuyor Önsöz’ün 6. sayfası 1. sütun 2. parağraf.

Bediüzzaman Hazretleri Afyon Mahkeme müdafaalarında  şöyle diyor:

«Ayasofya’yı puthane ve Meşîhatı kızların lisesi yapan bir kumandanın keyfî kanun namındaki emirlerine fikren ve ilmen taraftar değiliz. Ve şahsımız itibarıyla amel etmiyoruz.» (Şualar sh: 394p.4 )

(Bkz. Kastamonu Lâhikası sh: 265 Haşiyesi, 172p.4, Şualar sh: 350p.son ve 394p.3 ve daha birçok yerlerde...)

2- “...Said Nursi Hilâfet‘i bir manevî bir bayrak olarak düşünmüştür...” Aydınlar Konuşuyor sh: 324p.2 

«Sonra gelecek o mübarek zat, Risale-i Nur’u bir programı olarak neşir ve tatbik edecek...

O zatın üçüncü vazifesi, hilâfet-i İslâmiyeyi ittihad-ı İslama bina ederek, İsevî ruhanîleriyle ittifak edip din-i İslâma hizmet etmektir.» (Sikke-i Tasdik-î Gaybi sh: 9)

(Bkz. Kastamonu Lâhikası sh: 17p.1, Tarihçe-i Hayat sh: 142p.2, Emirdağ Lâhikası-l sh: 266p.3, Sunühat sh: 37)

3- “Şeriat devrini tamamlandığına zamanın şehadet ve tasdik ettiği kıstaslar üzerinde tepinme demek değildir.” Aydınlar Konuşuyor sh: 326p.2, 329p.son

«Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ferman etmiş:    

Yani,  اَلْيَوْمَ اَكْمَلْتُ لَكُمْ دِينَكُمْ sırrıyla, kavaid-i Şeriat-ı Garrâ ve desâtir-i Sünnet-i Seniyye tamam ve kemâlini bulduktan sonra, yeni icadlarla o düsturları beğenmemek veyahut—hâşâ ve kellâ—nâkıs görmek hissini veren bid’aları icad etmek dalâlettir, ateştir.» (Lem‘alar sh: 53)

(Bkz. Mektubat sh: 56p.7, 193p.4, 435p.4, 441p.3, Divan-ı Harb-i Örfî sh: ..., Emirdağ Lâhikası-l sh: 266p.3,

4- “o putperest hareketi olan Emevî Saltanatından” Aydınlar Konuşuyor sh: 327p.2

«Zemmetmemek ve tekfir etmemekte bir emr-i şer’î yok, fakat zemde ve tekfirde hükm-ü şer’î var. Zem ve tekfir, eğer haksız olsa, büyük zararı var; eğer haklı ise, hiç hayır ve sevap yok. Çünkü tekfire ve zemme müstehak hadsizdir. Fakat zemmetmemek, tekfir etmemekte hiçbir hükm-ü şer’î yok, hiç zararı da yok.

işte bu hakikat içindir ki, ehl-i hakikat, başta Eimme-i Erbaa ve Ehl-i Beytin Eimme-i isnâ Aşer olarak Ehl-i Sünnet, mezkûr hakikate müstenid olan kanun-u kudsiyeyi kendilerine rehber edip, İslamlar içinde o eski zaman fitnelerinden medar ı bahis ve münakaşa etmeyi caiz görmemişler, menfaatsiz, zararı var demişler.»(Emirdağ Lâhikası-l sh:206)

(Bkz. Emirdağ Lâhikası-l sh: 204-207 mektubun tamamı, Mektubat sh: 475p.7)

5- “Türk milletinin ibadetini kendi öz diliyle yapması...” Aydınlar Konuşuyor sh: 329p.4 

«Elfâz-ı Kur’âniye ve tesbihât-ı Nebeviyenin lâfızları câmid libas değil, cesedin hayattar cildi gibidir; belki mürur-u zamanla cilt olmuştur. Libas değiştirilir; fakat cilt değişse vücuda zarardır. Belki namazda ve ezandaki gibi elfâz-ı mübarekeler, mânâ-yı örfîlerine alem ve nam olmuşlar. Alem ve isim ise değiştirilmez.» (Mektubat sh: 340)

(Bkz: Şualar sh: 253p.1, Mektubat sh: 340p.4, 395, 7.nükte, 430p.4 Kastamonu Lâhikası sh: 67.Haşiyesi, Emirdağ Lâhikası-l sh: 238p.1, Lem’alar sh: 18. Lem’a)

6- “Said Nursi donmuş kristalize olmuş düşüncelerin sahibi değildi. ...zamanın tebeddülü ile ahkâmın tegayyürü felsefesi içine de girmiş.” Aydınlar Konuşuyor sh: 323p.1, 331p.8

«İslamiyetin nazariyat kısmında ve selefin içtihadât-ı sâfiyâne ve hâlisânesiyle, bütün zamanların hâcâtına dar gelmeyen efkârları olduğu halde, onları bırakıp, heveskârâne yeni içtihadlar yapmak, bid’akârâne bir hıyanettir.» (Sözler sh:480)

(Bak: Sözler sh:480 ictihad Risalesi, Mesnevi- Nuriye sh: 90p.4)

7-  Üstad‘a haşa “İslamiyet üstünde düşünmek” (Aydınlar Konuşuyor sh: 333p.4 ) gibi bir garabet veriyor. Böyle bir hezeyana cevap vermeye gerek görmüyoruz.

8- Müceddid diye tanımladığı zat için, “Ben birçok fikirlerine iştirak etmiyorum.” diyor. Aydınlar Konuşuyor sh: 333p.6 Burada birazcık mertlik göstermiş. Bunun cevabını bu şahsı cemaate yamamaya kalkışanlar versin.

9- Hazret-i Üstad‘a atfen “Kadın hürriyeti, cemiyetin büyük nasibidir.” diyor. Aydınlar Konuşuyor sh: 334p.son

Bediüzzaman Hazretlerinin görüşleri Risale-i Nur Külliyatında musarrahtır. Mimsiz medeniyetin kadın hürriyeti hakkında şu bahisler vardır:

«Mimsiz medeniyet, taife-i nisâyı yuvalardan uçurmuş, hürmetleri de kırmış, mebzul metâı yapmış. Şer’-i İslam onları

Rahmeten davet eder eski yuvalarına.  Hürmetleri orada, rahatları evlerde, hayatı âilede. Temizlik ziynetleri.

Haşmetleri hüsn-ü hulk, lütf-u cemâli ismet, hüsn ü kemâli şefkat, eğlencesi evlâdı.» (Sözler sh: 727)

(Bak: Sözler sh: 410p.2, 727p.1,  Lem‘alar sh: Tesettür Risalesi sh: 195, Gençlik Rehberi sh: 23, Şualar sh: 584p.5, 593p.2, Osmanlıca Lem’alar  sh: 586)

BEDİÜZZAMAN HAZRETLERİ MASONLARLA MÜCADELE ETMİŞTİR

10- Güya Üstad anlatmış. Demiş ki: “Selânik’te Talat Paşa ile beraberdik. Manyasizade Refik beyin evinde yemeğe davetliydik.” Aydınlar Konuşuyor sh: 345p.6  Mason oldukları herkes tarafından bilinen adamlarla Üstad‘ı ahbab göstermeye çalışıyor.

11-  Yine güya Üstad demiş ki: “Talat Paşa‘nın mason olduğunu biliyordum. Ordunun içinde kendisine çok kıymet verdiğim kolordu komutanı Faik Paşa Kafkasya‘da şehid oldu. Talat Paşa‘dan evvel Osmanlı masonlarının başında o vardı. Çok yakın dostum ve kahraman bir adamdı.” Aydınlar Konuşuyor sh: 348p.4  Masonlar ve Bediüzzaman Hazretleri dostluğu. Yüzbin defa  Haşa ve Kella! Eynes Sera mines Süreyya.

12- “Nurculuğu ceffel-kalem rejime, lâikliğe aykırı telakki ediyorlar” Aydınlar Konuşuyor sh: 351p.son

«Lâik cumhuriyet soruyorsanız, ben biliyorum ki, lâik mânâsı, bîtaraf kalmak, yani hürriyet-i vicdan düsturuyla, dinsizlere ve sefahetçilere ilişmediği gibi dindarlara ve takvâcılara da ilişmez bir hükûmet telâkki ederim. Yirmi beş senedir hayat-ı siyasiye ve içtimaiyeden çekilmişim. Hükûmet-i cumhuriye ne hal kesb ettiğini bilmiyorum. El’iyâzü billâh, eğer dinsizlik hesabına imanına ve âhiretine çalışanları mes’ul edecek kanunları yapan ve kabul eden bir dehşetli şekle girmişse, bunu size bilâperva ilân ve ihtar ederim ki, bin canım olsa, imana ve âhiretime feda etmeye hazırım. Ne yaparsanız yapınız, benim son sözüm حَسْبُنَا اللّٰهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ » (Şualar sh: 364)

(Bkz: Tarihçe-i Hayat sh: 230p.son, Şualar sh: 271p.2, 363p.son)

ABDÜLKADİR BADILLI AĞABEYİN YAZMIŞ OLDUĞU BEDİÜZZAMAN SAİD-İ NURSÎ MUFASSAL TARİHÇE-İ HAYATI KİTABINDAKİ C. KUTAY’A CEVAPLAR

SAİD NURSİ HAZRETLERİ İSTANBUL’A İLK DEFA HANGİ TARİHTE GELDİ?

“Bilinmeyen Taraflarıyla Said-i Nursi”de, Tarihçi Cemal Kutay’a dayanılarak Bediüzzaman’ın İstanbul’a ilk gidişini 1896 ve 1899 diye kaydetmiş ve bu nakille ilgili bazı şeyler yazmışsa da, doğru değildir. Bediüzzaman hakkında yazılmış bütün tarihçeler onun o devirlerde yalnız iki defa Hürriyet devrinde medresesi için, bir defa da esaret dönüşünde İstanbul’a gittiğini yazarlar. Bediüzzaman hakkında durup durup hayal ve tahminlerle bir şeyler yazan Cemal Kutay gibi kimselerin vesikası ve senedi olmayan beyânları Bediüzzaman’ın hayatında yeri  yoktur.

Bediüzzaman İstanbul’a bu ilk gidiş tarihini kendisi “Hürriyetten altı ay evvel. Hürriyet’ten bir sene evvel” şeklinde bizzât kaydeder, ki 1907 tarihidir.

Tâlebesi Şamlı Hafız Tevfik ise, 1324 Rumi 1908 Miladî olarak bu tarihi vermektedir. Faraza bu tarih hicrî olursa 1906 olur. 1896 veya 1899’da ilk ve birinci İstanbul’a gittiğine dair hiçbir delil ve emâre yoktur. Hem Kutay’ın verdiği ikinci tarihte Bediüzzaman’ın Van’a gelişinin henüz ilk ikinci senesidir. 1896 tarihi ise, Üstad’ın Mardin-Ceziresi’nde Mustafa Paşa ile geçirdiği hadiseler tarihidir.    

ÜSTAD BEDİÜZZAMAN, SULTAN ABDÜLHAMİD İLE GÖRÜŞMÜŞ MÜDÜR?

Bu mevzuda, Bediüzzaman’ın Sultan Abdülhamîd tarafından kabul edilip görüştüğüne dair, şimdiye kadar Cemal Kutay hariç, onun Tarihçe-i Hayatı’nı yazanlardan hiç birisi tarafından bir şey kaydedilmemiştir. Ayrıca Bediüzzaman’ın ne eski eserlerinde, ne de yeni eserleri olan Risale-i Nûrlarda, ne de o zaman ve sonraki mahkeme müdafaalarında bu görüşmeye dair hiç bir beyân, işaret ve alâmet yoktur. Talebelerinden de buna dair bir tek rivayet mevcûd değildir. Hem yukarıda vesikalarla tesbit edilen Üstâd’ın İstanbul hayatının seyrinde de bu görüşmeye bir imkan olmadığı da görülmüştür.

Fakat bütün bunlara rağmen, 1966’larda intişar eden tarihçi Cemal Kutay’ın “Tarih Sohbetleri” adlı kitabında; “Bediüzzaman’ın Şeyh-ül İslam Cemaleddin Efendioğlu ve meşhur Türk seyyahı Abdurreşid ibrahim ile birlikte Sultan Abdülhamîd’le görüştüklerini ve Bediüzzaman, kendi davasından başka Abdürreşid’in isteklerinin haklılığını da gayet serbestçe Padişah’a anlattığını vesaire” şeyleri yazdı.

Kutay’ın bu vesikasız, senedsiz beyânlarını1 bilâhare bir çok kimseler iktibas ederek kitaplarına, makalelerine, mahkeme müdafaalarına aldılar. Fakat hiç birisi Kutay’ın bu ve buna benzer Bediüzzaman hakkında ileri sürdüğü sözlerinin tarihi delili bulunup bulunmadığını araştırma zahmetine girmediler. Kutay’ın tarihçilik şöhreti bu gibi kimseleri, delilsiz, senedsiz taklid tufeylîleri gibi arkasına takıp götürdü...

Bediüzzaman’ın Abdürreşid ibrahim’le görüştüğüne ve arkadaşlık, dostluk kurduğuna dair ve Şeyh-ül İslam Cemaleddin Efendioğlu ile birlikte Padişah’la görüştüğü hakkında v.s. için delili, kaynağı, vesikası nedir? Nereden ve kimden duymuştur? Ayrıca “Şeyh-ül İslam Cemaleddin Efendioğlu’nun Muhtar Bey’e: Bediüzzaman’ın Padişah huzurunda konuştuğu sözlerini anlattı, dediği; Muhtar Bey kimdir? Ve bu Muhtar Bey bunları kime anlatmıştır? Yahut nerede yazmıştır?

Bunun yanında, Kutay’ın bence bu meseledeki sözlerinde hemencik tenakuzları da vardır. Çünki diyor: Bediüzzaman’ın bu görüşmede, hafiyelik ve jurnalcilik müessesesini tenkid cesaretini göstermesi, kendisinin Divan-ı Harb’e verilmesine sebeb olmuştur.

Bediüzzaman Divan-ı Harb’e verildi diye olan iddianın hiç bir delili, vesikası gösterilmemiştir. Çünki öyle bir hadise vaki’ olmuş değildir. Vesika ve senedlerle tavzih edilen hayatının bu faslı açık seçiktir ki; yukarda bahsi geçen dilekçesini Mabeyn’e verdikten az zaman sonra, Şekerci Hanı’nda yaptığı acîb ilânatı müteakip, evvelâ akıl hastahanesine, oradan da tevkifhaneye sevk edilmesi vardır. Yani hapis işi tertib itibariyle akıl hastahanesinden sonra olmuştur. Bu da ne bir Divan-ı Harb meselesi, ne de bir mahkeme hadisesidir.

Yine Kutay’ın mesnedsiz iddialarından birisi de: Güya Askeri Yıldız Mahkemesi’nde, Hademe Feriki, Bediüzzaman’a:

“Hangi Kürt aşiretine mensubsun?” o da ona:

“Sen hangi Tatar aşiretine mensubsun...”2 tarzında ve bizce bir askerî Divan-ı Harb mahkemesinin makâmına, vakarına yakışmıyan isnadlar gibidir. Burada Kutay’ın tenakuzu şudur: Sultan Abdülhamîd gibi ciddî, dindar, hakperest, şefkatli bir insan Bediüzzaman’ı huzuruna kabul etsin ve onu dinlesin, meramını anlasın. Bediüzzaman da ona İstanbul’a geliş sebebini serbestçe, Şeyhül-İslam’ın yanında anlatsın, düşünce ve fikirlerini beyân etsin.. Sonra da Sultan Abdülhamîd onun bu haklı sözlerinden dolayı hemen Divan-ı Harb Mahkemesi’ne sevketsin... Divan-ı Harb Mahkemesi de, makâm ve vakarının ciddiyetiyle hiç bağdaşmayan lakırdılarla Bediüzzaman’ı isticvab etsin... Hem Divan-ı Harb’ten sonra da, Bediüzzaman’ı akıl hastahanesine sevketsin?...

Acaba Bediüzzaman’ın Divan-ı Harb Mahkemesi’ne verilişinden maksad, sadece ona bir gözdağı vermek için mi idi? Yoksa eğer bu hadise doğru ise, Padişah ve icraatına hakaret suçundan en azından bir nefy veya uzun bir hapis cezası verilmeyecek miydi?

Bir kere bu iddianın, yani: “Bediüzzaman’ın Padişah’la görüşmesinden sonra Askeri Yıldız Mahkemesi’ne verildi” olan rivayetin doğru olmadığını gösteren delil, Bediüzzaman’ın kendi ifadesidir. Şöyle ki;

Bediüzzaman tevkifhânede iken, Zabtiye Nâzırı Şefik Paşa’nın, Padişah tarafından selâm ve ihsan-ı şâhâneyi ona götürüp tebliğ ederken, reddedip istememesi üzerine; Şefik Paşa: “iradeyi reddediyorsun, irade reddolunmaz:” demesine karşılık Bediüzzaman cevaben:

- “Reddediyorum.. Ta ki, Padişah darılsın, beni çağırsın, ben de doğrusunu söyliyeyim...”3

İşte, Bediüzzaman’ın bu cevabî sözleri Padişah’la görüşmediğini kat’iyyetle göstermektedir. Başka delile de ihtiyaç yoktur.. Ve netice olarak: Bediüzzaman Hazretleri, Merhûm Sultan Abdülhamîd’le görüşmek ve ona bizzât fikir ve maksadlarını anlatmak istediği halde, maalesef görüşme imkânını bulamamıştır diye kesin hüküm verebiliriz.

Merhûm Said Şamil Bey de, Bediüzzaman’ın Padişah’la olan mülâkatından ve ma’ruzâtından bahsetmişse de, fakat dikkat edilirse, bu konudaki söz ve beyânı ve cümleler şekli tıpatıp, Cemal Kutay’ın sözlerinin aynısıdır. Ayrıca nereden ve kimden duyduğunu beyân etmediğine göre, anlaşılan Said Şamil, Cemal Kutay’ın “Tarih Sohbetleri” kitabını okumuş ve yahut Şahiner’in “Bilinmeyen Taraflarıyla Said Nursi” kitabına geçen şekliyle mütalâa ettikten sonra bu beyânda bulunmuştur.

Merhûm S. Şamil Bey, aynı yazısında, Yusuf Akçura’dan, Bediüzzaman hakkında duyduklarını kaydederken; bizzât ondan şöyle şöyle duydum diyor. Fakat Padişah’la olan mülâkat hadisesini yazarken, herhangi bir nakilde bulunmamaktadır. Ayrıca “Aydınlar Konuşuyor” ve “Son Şahitler” dizisi kitaplarının hiç bir yerinde Bediüzzaman’ın Padişah’la konuştuğu   hakkında tek bir rivayet yoktur. Sadece C. Kutay ve yine onun bir rivayeti olan S. Şamil’den başka bu rivayetin bir râvisi görülmemektedir. Bu durumda rivayet ve nakil, sadece C. Kutay’ın delilsiz, belgesiz iddiasından ibaret kalmış oluyor. (Bak: Aydınlar Konuşuyor, s: 139)

C. KUTAY’IN; BEDİÜZZAMAN’IN İLK DÖNEM HAYATINA AİT İDDİALARINA BAKACAĞIZ

Diyor ki: “Bediüzzaman İstanbul’a gelmeden evvel Selanik’e gelmiş, burada Hürriyetçilerin ileri gelenleri ile tanışmış... Buhara kalpaklı, siyah iri gözlü idi.”

Başka bir kitabında: “Bediüzzaman 1906’da İstanbul’da Askerî Mahkeme’ye verildiği ve 8 ay tımarhanede kaldıktan sonra, gizlice Rumeli’ye geçirildiği..”4 Kitabının, başka bir yerinde 1896’da İstanbul’a ilk geldiğini de yazar.

Lütfen dikkat buyurun! Bunların hangisi doğru... Birinci rivayetine baksak, İstanbul’a gelmeden evvel, bir Selanik’e gitmiş, Hürriyetçilerin elebaşlarıyla iç içe olmuş, onların takdir ve muhabbetlerini kazanmış ve sonra Hürriyetin i’lânı günlerinde orada birinci konuşmayı o yapmıştır. Buhara kalpaklı, siyah iri gözlü idi vesaire,..

ikinci rivayetine bakılırsa, evvelâ İstanbul’a gelmiş, Sultan Abdülhamîd tarafından askerî mahkemeye sevk edilmiş, bilâhare de tımarhaneye konulmuş. Burada sekiz ay bekletilmiş. Sonra Hürriyetçiler onu gizlice Rumeli’ye kaçırmışlar ve hakeza...

Kutay başkasından duyduğunu söyliyerek: “Siyah iri gözlü,5   Buhara kalpaklı idi...” sözleri de galattır.  Çünki  bütün  dünya  bilir  ki;  Bediüzzaman’ın gözleri mavi-elâ idi. Kalpak meselesi ise, Rus esaretinden 1918’lerde döndüğünde başına koymuş olduğu kalpaktan gayrı hiç bir zaman kalpak giydiği yoktur.

Kaldı ki, ikinci rivayetinin aslı ise hiç yoktur. 1896, 1899, veya 1906’da ne İstanbul’a geldiği vardır, ne de askeri mahkemeye verilmesi mevzûu bahsdır. “Hele sekiz ay tımarhânede kaldı, sonra Hürriyetçiler onu gizlice Rumeli’ye kaçırdılar” iddiasında da hiç bir mülayemet tarafı yoktur. 

Zira Bediüzzaman, ne bir askerî mahkemeye verilmiş, ne de sekiz ay tımarhanede bekletilmiştir. Tımarhânede, yukarıda ispat edildiği gibi, ancak onbeş-yirmi gün kadar bekletilmiş, sonra da nezarethâneye alınmıştır...

Cemal Kutay, üstünde olduğumuz mevzu’ hakkında özetle diyor ki: Bediüzzaman Şark’tan İstanbul’a gelirken, evvela Selânik’e uğramış. Bu tarihi de kitabının bir yerinde 1896, başka bir yerinde 1899 ve diğer bir yerinde ise, 1906 şeklinde vermiştir. Eşref Sencer Kuşçubaşı’dan naklederek: Bediüzzaman Selanik’e geldiği zaman, Buhara kalpaklı, siyah ve iri gözlü idi... İstanbul’da Sultan Abdülhamid tarafından askeri divan-ı harbe verildi. Sonra tımarhâneye sevkedildi. Timarhânede sekiz ay bekletildi. Sonra ittihadçılar tarafından kaçırılıp gizlice Rumeli’ye götürüldü vesaire gibi iddialar...

Bunların yeri ve mahalli Üstâd’ın hayatında olmadığını yukarlarda ispat etmişizdir. Ancak bu iddialardan bazılarının Bediüzzaman hakkında bazı yönlerinin sübutunu vaki’ kabul etsek de, o da Bediüzzaman’ın -az yukarda ispat edildiği üzere- 1 Ağustos 1908 tarihinde Selânik’e vardığı günlerine ait olması lâzımdır.

Lâkin Kutay’ın iddialarından birisi olan mesela, “Manyasizade Refik Bey’in6   delâletiyle ittihad -Terakki erkâniyle tanıştığı..” (Çağımızda Bir Asr-ı Saadet Müslümanı, s: 163)

Durup dururken neden bu koca mason adamın, Bediüzzaman’a delâlet ettiği gösterilmek isteniyor?!. Bununla beraber bu delâlet nasıl olmuş ve nereden bilinmiş, zikredilmiyor.

Hem mesela: “Üçüncü Ordu Müşiri ibrahim Paşa ile Bediüzzaman’ın Trakya’da mülâkatı.. Ve Bediüzzaman’ın Müşir ibrahim Paşa ile yaptığı pervasız konuşması ve söylediği sözleri, muhitte büyük bir alâka uyandırdığı.. ve o tarihte Paris’te çıkan Jön Türk’lerin gazeteleri, Bediüzzaman’ın bu mülâkatını genişçe haber olarak verdikleri.. ve kendisini (Bediüzzaman) meşrutiyet ve adaletin din ve ilim sahasında bir ışık ümidi olarak övdükleri.. ve hadise hürriyetçilerle Bediüzzaman arasındaki münasebetleri daha da sıklaştırdığı.. ve “Nitekim bir din adamı olarak Hürriyet’in i’lânında, Selânik Hürriyet Meydanı’nda ilk konuşmayı Bediüzzaman’ın yaptığı..” (Bak: Çağımızda Bir Asrı Saadet Müslümanı, C. Kutay, sh: 164)

Bu rivayet ve iddialar -dediğimiz gibi- eğer 2. Meşrutiyet’in ilânından hemen sonra Bediûzzaman’ın Selânik’e gittiği tarihe ait ise, bazı yönleri doğru olabilir. Lâkin anlatış üslubunda Hürriyetin i’lânından evvelki muhayyel bir zamanı kapsıyor gibidir. Çünki Üçüncü Ordu Müşiri ibrahim Paşa, Sultan Abdülhamid’e bağlı, Trakya bölgesinde Hürriyetçilerin hareketini ta’kip etmekle muvazzaf bir padişah adamı olarak gösteriliyor ve öyle de olması lâzımdır. işbu durumda, zâhirde bal gibi tatlı görünen bu iddiaların maalesef bir kaç vecihle muallel olduğunu sıralayacağız:

1- Hürriyetin i’lânından önce, Bediüzzaman’ın Selânik’e kat’iyyen gitmediği, onun hayat seyrinde böyle bir şeyin vaki’ olmadığı yukarıda delilleriyle ispat edilmiştir.

2- Bediüzzaman 2’nci Ordu Müşiri ibrahim Paşa’nın mülâkat haberini Paris’teki Jön Türklerin çıkardığı gazetelerinin genişçe haber olarak verdiklerini rahatlıkla kaydettiğine göre, bizim de şöyle bir sual tevcih etmemizde bir mani’ olmasa gerek:

Paris’te çıkan, adı geçen o gazetelerin dünyada hiç bir nüshası kalmamış mıdır? Avrupa’nın bir kaç yerinde olduğu gibi, Paris’ten doğru neşriyat yapan o gazeteler, herhalde Türkiye’ye çoklukla gelmiş olmalıdır. Peki o gazetelerin nüshaları nerede bulunur? Kendisinde varsa, neden belge için bir klişe takdim edilmemiştir? Şayet kendilerinde nüshası yoksa, onları nerede ve hangi kütübhanelerde bulmuştur ve biz nasıl bulabileceğiz?..

Tâ ki, hem o mülâkat tarihini, hem Bediüzzaman’ın Selanik’e gittiği günleri öğrenelim. Hem de tarihî vak’ayı anlatan o gazetelerin klişelerini alalım da, o büyük ve mühim hadiseyi tarihe maledelim.

Yok, efendim yok!.. bu söz ve iddiaların -üzülerek söylüyorum- aslı faslı yoktur. Çünki Bediüzzaman’ın Hürriyet’in ilânından önce Selânik’e gitmesi vaki’ değildir.

Çok isteriz ki; Cemal Kutay bu hadisenin ve diğer iddialarının ispatlayıcı belgelerini -onun ifadesiyle- kendisinin "arşivimde reddedilmez binbir belgenin terkibi"7 içinde mücehhez arşivinden çıkarsın, âleme ilan etsin. Bizi de saldırgan, yalancı çıkarsın!..

Cemal Kutay’ın tenakuz ve tezad teşkil eden diğer bazı iddialarına bakıp seyredelim:

1- Bediüzzaman Hazretleri “Kürdî” lakabını 1919’a kadar kullandığını.. (Türkiye’de Nurculuk Davası, s: 664’den naklen)

2- Bediüzzaman Teşkilat-ı Mahsusa’ya girdikten sonra, Kûrdî lâkabını değ’iştirdiğini.. (Türkiye’de Nurculuk Davası, s. 680 naklen)

Şimdi bunlardan hangisini doğru sayalım? 1919 tarihi Bediüzzaman’ın esaret dönüşünün ikinci yılıdır. Teşkilât-ı Mahsusa -onun deyimiyle- Sultan Reşad’ın tahta geçmesiyle, yani 1909’da yeniden teşkilâtlanan bir müessesedir. Maalesef her iki iddia da doğru değildir diyebiliriz. Zira Bediüzzaman Hazretleri bu lâkabını, ta Van’dan nefy edilip Burdur’a gönderildiği zaman olan 1926 senesine kadar kullandığını görmekteyiz. İleride buna dair çok delil ve belgeler gelecektir. Hatta 1930’larda yazdığı 16’ıncı Mektub’ta:

“Sana Said-i Kürdî derler... ilh” sual ve cevabı da bu mes’eleye delildir.

3- “Ben Said-i Nursi’yi (Yani ismini, hayatını ve hizmetini) Teşkilât-ı Mahsusa dosyalarında gördüm” (Çağımızda Bir Asr-ı Saadet Müslümanı, s: 282)

4- “1966’da Nurculuğun Halk Partisi’ni yenilgiye uğratması üzerine eğildim » (s:196)

5- “Eşref Sencer Kuşçubaşı ile 17-27 Nisan arası 1953’de Emirdağı’nda ziyaret ettik” (..... 282)

Şimdi bu üç şekil söz ve iddiaların hangisi gerçek?..

Diyelim, çok önceleri onu Teşkilat-ı Mahsusa dosyalarında gördü. Fakat ehemmiyet vermedi, bakmadı. 1953’te -onun iddiasına göre- on günlük bir uzun ziyareti neden yapmıştı. Bu bir eğilme değil miydi?

6- Bediüzzaman’ın yaşı için bir yerde 94... (Türkiye’de Nurculuk Davası naklen, s: 663)

Başka bir yerde de 92.. (Türkiye’de Nurculuk Davası, s: 672)

Ve Çağımızda Bir Asr-ı Saadet Müslümanı’nın baş taraflarında ise 87 şeklinde kaydeder.

Bunlardan hangisi doğru!?. Hiç birisi doğru değil... Zira gerçek olarak Bediüzzaman Hazretleri’nin doğumu Miladi olarak 1877, Vefatı da 1960 olduğuna göre, onun yaşı 84’dür.

Ancak Hicrî takvime göre olsa, 1294-1379 ömrü 86 olur. Hicri hesabına göre, doğum ve vefat yılları beraber sayılsa 87 olur.

7- Bediüzzaman’ın Sultan Abdülhamid’le görüşmesini bir yerde 1906’da olduğu (Türkiye’de Nurculuk Davası, s: 682 naklen)

Başka bir yerde Meşrutiyet’in i’lânı yıllarında da bu görüşme olduğunu.. (Türkiyede Nurculuk Davası, s: 708 naklen)

Hangisi doğru?...

8- Bediüzzaman için elli sene fikrinden hiç taviz vermeden aynı tempoyla devam ettiğini (Türkiye’de Nurculuk Davası, s: 660 naklen)

Az aşağıdaki sâhifelerde ise; Said Nursi’ nin 1908’den önceki fikriyle, 1909’daki fikirlerinin ayrı ayrı olduğunu; dolayısıyla fikir değişikliğine uğradığını yazar.. ve bazı ma’zeretlerle bu fikir değişikliğini meşru’ göstermeye çalışır. (Bak: Türkiyede Nurculuk Davası, s: 679 naklen) bu tezâtlı iddiadan hangisi doğru acaba?

Evet bunlardan birincisi doğru ve haktır. ikincisi iftira ve bühtandır.

Zira Bediüzzaman hem 1908’lerin içinde, hem Meşrutiyet’in ilânından sonraki faaliyetlerinde sözleri, nutukları, makaleleri hiç değişmeden aynı şeyi savunmuştur. Onun o günlerde peşinde koştuğu, hararetle arzu ettiği şey, bir meşrutiyet-i meşru’ayı gerçekleştirmekti. Hatta 1909’un 23 Mayıs’ında Divan-ı Harb-i Örfî mahkemesinde yaptığı müdafaasında ezcümle şöyle demiştir:

“Ey Paşalar, zabitler! Cemi-i kuvvetimle derim ki: Ceridelerde neşrettiğim umum makâlâtımdaki umum hakaika nihayet derecede musırrım. Şayet zaman-ı mazî cânibinden asr-ı saadet mahkemesinden adaletnâme-i şeriatle davet olunsam; neşrettiğim hakâikı aynen ibrâz edeceğim. Olsa olsa, o zamanın ilcaatının modasına göre bir libas giydireceğim.

Şayet müstakbel tarafından, üçyüz sene sonra tenkidat-ı ukala mahkemesinden, tarih celbnâmesiyle, celb’olunsam, yine bu hakikatleri, -tevessu’ ve inbisat ile çatlayan bazı yerlerini yamalamakla beraber- taze olarak orada da göstereceğim. Demek hakikat tahavvül etmez... Hakikat hakdır.”8

Bu mânâyı te’yiden, Bediüzzaman Hazretleri henüz ittihâdçılardan tamamen kopmadığı ve Meşrutiyeti şeriat namına hararetle alkışlayıp telkin ettiği sırada neşrettiği bir makalesine, 1951 senesinde ilâve ettiği bir haşiyede şöyle der:

“Medar-ı ibret ve hayrettir ki; 1324 (1908) senesinde Hürriyet’in üçüncü gününde İstanbul’da, hem sonra Selânik’te meydan-ı hürriyette binler siyasîlere karşı da’va ettiği ve bütün kuvvetiyle şeriatı istediği, hürriyeti ve meşru-tiyeti şeriata hizmetkâr yaptığı halde; sonra, 31 Mart’ta Hareket Ordusu gayet dehşet ve şiddetle şeriatı istiyenleri mes’ul ettikleri zamanda, “Divan-ı Harb-i Örfî”de Said’in bu münteşir nutuklarından beraet verildiği halde; şimdi ise, si-yaseti otuz seneden beri bıraktığı ve o nutuklarına nisbeten pek az temas için 27 sene dinsizlik hesabına işkenceler, gaddarane azab ve ceza verenler, elbette din namına zulmetmiş engizisyondan daha zalim olduklarını isbat eder.” 9

Şimdi de, C. Kutay’ın ortaya attığı vesikasız, belgesiz, kavl-i mücerredden ibaret olan iddialarından bazılarına da şöyle bir atf-ı nazar edelim:

1- “Abdürreşid ibrahim 1908, ikinci Meşrutiyet inkılabından sonra İstanbul’a geldiği zaman, Sebilürreşad idarehanesinde Bediüzzaman’ın onu karşıladığı... (Türkiye’de Nurculuk Davası, s: 709 naklen)

Bu rivayetin doğru olmadığını açıklıyoruz: Sebilürreşad mecmuası 14 Ağustos 1324, 24 Ağustos 1908’de “Sırat-ı Müstakim” adıyla çıkmaya başlamıştır. Bu mecmua, Sibirya’lı Abdürreşid ibrahim’in bir iki mektubunu o sene içinde neşretti. Bu mektuplar Japonya’dan geliyordu. Birinci mektubu, 29 Mayıs 1909 tarih, Sırat-ı Müstakim 38. sayısında.. ikinci mektup, 7 Ağustos 1909’da, 48. sayısında neşredildi. Bu zâtın 1900’lerde İstanbul’da tahsil gördüğünü, 1903’lerde Rusya-Petersburg’da Arapça ve Türkçe gazeteler çıkarttığını.. 1905 Rus inkılâbında Rusya’dan uzaklaştırıldığını.. Sonra Japonya’ya gittiğini yazmaktadır. Ayrıca Sırat-ı Müstakim’in 1908-1909 arasındaki elli iki adet sayılarında Abdürreşid ibrahim’in Türkiye’ye geldiği hakkında hiç bir şey yazmamıştır. Mezkûr sayılar Bediüzzaman’dan da bahsetmemiştir.

2- Bediüzzaman’ın Abdülhamid’le görüşmesinde: “Yıldız Sarayı’nı Van’da kuracağım Medreset-üz-Zehra’ya değiş...  dediği (Çağımızda Bir Asr-ı Saadet Müslümanı, s: 63)

Bediüzzaman’ın Sultan Abdülhamid’le görüştü diye bir şey mevzu-u bahis olmadığı gibi, ona karşı böyle bir sözü de varid değildir. Ancak 1909’un başlarında bazı gazetelerde Sultan Abdülhamid’e bir açık mektup tarzında: “Münhasıf Yıldız’ı Dar-ül Fünun et, ta Süreyya kadar âli olsun..» mealinde bir nasihati olmuştur. (Bak: Âsâr-ı Bediiye, s: 312)

3- “Abdürreşid ibrahim Dünya İslam mecmuasında10 Bediüzzaman’a karşı açık mektup neşretti” diyor ve bu mektubun metni diye bir şeyler veriyor. (Çağımızda Bir Asr-ı Saadet Müslümanı, s: 236)

Eğer böyle bir mecmuada Üstâd’a karşı bir açık mektup neşredilmişse, bu mecmuanın nüshaları nerelerde bulunur? İstanbul’un hangi kütübhanesinde mevcuttur, kaçıncı sayı ve hangi tarihlidir?..diye soruyoruz. Oysaki, Araştırmacı yazar A. Nezih Galîtekin diyor: “Ben, Dünya İslam mecmuasının 26 adet sayılarını taradım, öyle bir yazıya rastlamadım.”

CİHAD FETVASININ MÜSVEDDESİNİ KİM HAZIRLADI?

C. Kutay — Cihad fetvasının müsveddesini Bediüzzaman kaleme aldı. (Çağımızda Bir Asr-ı Saadet Müslümanı, sh: 296)

Bu tatlı iddianın sıhhatini nasıl anlayacağız? Gerçekten bu çok büyük hizmetin şahidleri, ispatlayıcı belgeleri varsa nerededir ve o fetvanın Bediüzzaman’ın keleme aldığı kısmın11 metnini bulmak için nereye müracaat edeceğiz?

C. Kutay — 19 tane istiklâl Mahkemelerinden Said Nur başını kurtarmıştır... (Aydınlar Konuşuyor, sh: 10)

Bediüzzaman’ın bütün hayatında yalnız iki tane istiklâl veya Divan-ı Harb-i Örfî mahkemelerine verildiğini ve beraat ettiğini biliyoruz. Bunlardan birisi: 31 Mart hadisesiyle teşekkül eden Divan-ı Harb-i Örfi.. birisi de Rusya’da esir iken kumandana kıyam etmemesiyle oluşan Rus Divan-ı Harb-i Örfî Mahkemesi.. Bu iki mahkeme dışında tek birisini daha sayabilecekler mi? Yahud vesika ve belgelerinden bir tane gösterebilecekler mi?

 C. Kutay’ın daha bu kabil tezâtlı veya belgesiz, vesikasız iddialarından bir çok maddeler sıralamak mümkündür. Fakat daha fazla izahın lüzumu yoktur.

HÜSEYİN CAHİDE AÇIK MEKTUBLAR

Bediüzzaman Hazretleri’nin bu dönem hayatıyla ilgili olarak; N. Şahiner, C. Kutay’dan naklen, Bilinmeyen Taraflarıyla Said-i Nursi kitabında; Üstâd’ın o günlerde gazeteci ve “Tanin” gazetesinin baş muharriri Hüseyin Cahid’e açık mektublarından genişce bahsetmişlerdir. Lâkin herhangi bir belge ve vesika gösterilmemiştir. Yani Bediüzzaman’ın sözü edilen açık mektublarını neşreden o zamanda münteşir her hangi bir gazeteden bir klişe, isim veya tarih olarak hiç bir şey verilmemiştir. Bence yoktur ki verilsin. Bu da yine C. Kutay’ın her zaman olduğu gibi; delilsiz, belgesiz iddialarından birini teşkil etmektedir. Gerçi Bediüzzaman Hazretleri, “Mizan” Gazetesi’nin sahibi Murat Bey ile Muharrir Hüseyin Cahid’in fikirlerini mukayese sadedinde, bilâhare “Münazarat” isimli eserinde,  Hürriyetin  tarifini yaparken, Arapça bir cümle ile şöyle der:

 “Acele etme! Yani “Mizan” ceridesinin sahibi Murat haklıdır “Tanin” muharriri Hüseyin Cahid yanlış ve hata ediyor” 12 şeklinde bir fikir beyân etmiştir. Bunun dışında Hüseyin Cahid’e açık mektubu diye bir şeye rastlanmamıştır. (İleri sürülen iddia için, Bak: Bilinmeyen Taraflarıyla Said-i Nursi, sh: 108)

BEDİÜZZAMAN HAZRETLERİNİN HAMMALLARIN BOYKOTUNA MÜDAHELE MESELESİ

Bir de, az yukarıda bahsi geçmiş olan, Şarklı hammal ve işçilerin boykotu ile ilgili olarak aynı minval üzere, C. Kutay’dan naklen -Bediüzzaman’a atfedilmiş bazı söz ve konuşmalarından ve boykota müdahale şeklinden ve boykotu kaldırmasından söz edilmiş. Bu iddianın da, yukarıda Hüseyin Cahid’e cevabı meselesinde olduğu gibi, her hangi bir belge ve delili yoktur. Bediüzzaman Hazretleri yukarıda geçtiği gibi, Şarklı hammal ve işçilere Hürriyet ve Meşrutiyet’in mahiyetini telkin etmesi içinde, istibdadın zulüm ve tahakküm olduğunu ve padişaha karşı aşırı derecedeki bağlılıklarını ta’dil ettiğini kaydetmektedir.

Boykot mes’elesinde ise; bilâkis boykotu -Avusturya’ya karşı harb-i iktisadî olduğundan- beğenerek tahsin ettiğini şu ifadelerle beyân ederler

“...işte o hammalların Avusturya’ya karşı -benim gibi Avrupa’ya karşı-boykotajları ve en müşevveş ve heyecanlı zamanlarda âkilane hareketleri bu nasihatin te’siri olmuştur...”13

Açıkça görüldüğü gibi, kendisinin bütün Avrupa’ya harb-i iktisadî açarak boykot içinde olduğunu söylemekte, hamalların da Avusturya’ya karşı boykotajlarını istihsan edip takdir etmektedir.

BEDÜZZAMAN HAZRETLERİ BALKAN HARBİNE İŞTİRAK ETMİŞ MİDİR?

Bediüzzaman Hazretleri hayatının bir gaye-i hayali olarak takib ettiği Medreset-üz Zehra Darülfünunu’nun tarihçesini (Emirdağ Lâhikası-ll sh: 183) güzelce anlattığı gibi, kendi hayatının o günlerine ait kısa bir biyoğrafisini de çok güzel tasvir etmektedir. Balkan Harbinin patlak vermesiyle Kosova vilâyeti, o mutasavver Darülfünun’un temelleriyle birlikte istilâya uğrayıp gitmesi, 8 Ekim 1912 senesinde olduğuna göre, Bediüzzaman Hazretleri Balkan Harbi neticeleninceye kadar İstanbul'da kaldığını göstermektedir. Lâkin bu harbe onun iştirâkına dair hiç bir işaret mevcut değildir ve rivayet edilmemiştir. Târihçi Cemal Kutay'ın ortaya attığı iddiası rağmına Bediüzzzaman’ın Balkan harblerine iştirak ettiğine dair hiç bir emare ve belge, söz, konuşma, misal verme gibi hiç bir şey onun tarafından zikri yapılmamıştır. Ayrıca onun en yakın akrabaları ve talebeleri de onun bu harbe iştirakine dair hiç bir şey kaydetmiş değillerdir. Dolayısıyla Bediüzzaman'nın Balkan harbine iştirak ettiği, doğudan getirdiği milis kuvvetlerinin başında Garbi Trakya cepesinde harb ettiği vesaire gibi iddaların gerçekle alâkası olmadığını gösteriyor.

BEDİÜZZAMAN’IN 1912-1915 ARASI ÜÇ SENELİK HAYAT FASLI NASIL GEÇTİ

Bediüzzaman’ın 1912-1915 arası üç senelik hayat faslı hakkında tarihçi Cemal Kutay yine bir çok mesnedsiz hikâyeler yazdı. “Bediüzzaman’ın hayatının meçhul tarafı” diye sahifeler dolusu yazılar karaladı. Bunları dikkatle eğilip incelemeyi düşünmedi kimse... Tahkik ve inceleme şöyle dursun, pürheyecan kesilerek bunlara alkışlar tutuldu. Büyük büyük paralar sarfedilerek yayılmasına yardımcı olundu. Bir çok akıllı, tedbirli zâtlar, o mesnedsiz ve delilsiz iddiaları layetezelzel nass kabul ederek, bir sürü makale, yazı ve kitap yazarları kendilerine Cemal Kutay'ı adeta şaşmaz bir merci' kabul ederek me'haz gösterdiler, ona dayandırdılar.

Yukarılarda Bediüzzaman’ın 1899-1909 yıllarını içine alan hayat safhalarına ait yazılan şeylere tarafımızdan kısmen bakıldı.. Ve tarafsız delil ve vesikalara dayandırılarak tahliller yapıldı. Onun yazdıklarının mesnedsizlik ve delilsizlikleri ortaya konuldu. Şimdi burada Bediüzzaman'ın bu üç senelik hayat faslı hakkında da Cemal Kutay'ın ortaya attığı iddialarına bir göz gezdirmek istiyoruz. Bu iddiaların başlıcaları şunlardır:

1- Balkan Harbi'ne, Garbî Trakya cephesinde, Edirne savunmasına Doğu’dan getirdiği Milis kuvvetleriyle iştirak et-tiği... 14

2- Balkan Harbi’nin evvelisi ve sonrasında Teşkilât-ı Mahsusa'da kayıtlı olup çok büyük muvaffakiyetler başardığı...

3- 1915 baharında Alman denizaltılarıyla Trablusgarb’a (Libya'ya) cihad fetvasını götürüp dağıttığı...

4- Oradan İstanbul’a dönerek, Enver Paşa ile buluşup konuştuktan sonra, Doğu’ya gidip milis kuvvetleriyle Birinci Cihan Harbi'ne iştirak ettiği... Vesaire..

Bu başlıklar altında topladığımız iddiaların her birisinin müteferrik parçalarını onun kitaplarından yanyana getirsek, belki herbirisinin yirmişer, otuzar sahifelik ek teferruatları olabilir.

ilk nazarda, bunlar çok câzib, şa'şaalı beyanlar gibi göründüğü, hem Bediüzzaman Hazretleri’nin yüce şanına şan katan şeyler olduğu halde, lâkin bu kitabın mukaddemesinde ifade etmeye çalıştığımız veçhile, bu mes'ele Bediüzzaman Said-i Nursî gibi bir mürşid-i ümmetin hayatını ilgilendirdiği için, çok dikkat ve titizlik içerisinde eğilip tahlilini yapmak mecburiyetindeyiz. Zira onun hayatı efsaneli mübalâğalara, delilsiz hikâyelere ihtiyacı olmıyacak ölçüde âlidir ve müstağnidir. Her zaman açık, alenî ve belli olan onun hayatı, gizlilik ve meçhullük kaldırmamaktadır. Bunun için burada ister istemez yine ortaya atılmış bu maddeleri tahlil için bir fasıl açmış bulunuyoruz:

Evet dikkat edilirse, Cemal Kutay, Bediüzzaman Hazretleri’nin özellikle şu Balkan Harbi’ne iştiraki ve Doğu’dan getirmiş olduğu milis kuvvetlerinin başına geçişi hakkında ileri sürdüğü iddia, tek yoldan ve tek şahıstan rivayet yapılmaktadır. Bu rivayetin de tek adamı Eşref Sancar Kuşçubaşı’dır. Eşref Bey’in bunları kendisine anlattığını yazar. Yani tek râvi Eşref Bey.. ve tek şahid kendisi... Tabiî ravisi olduğu söylediği Eşref Bey, şimdi ahirettedir, dünyadan uzaktadır. Mes'eleyi tahkik için ma’nevî telefonumuz da yoktur ki, ahiretteki insanlarla muhabere edelim. Zira tek ravi Eşref Bey'dir.

Yine dikkat edilirse, C. Kutay Bey, Üstâd Bediüzzaman’la alâkalı yazılarını yazmadı, bekledi, bekledi.. ta Eşref Sancar Kuşçubaşı vefat etti, sonra yazdı ve yaydı. Bilmem, belki de bunlara herkes ister istemez inansın diye...

Amma hayır, biz böyle ravisi ölmüş, tek râvili bir habere ve hiç bir vesikası olmayan bir rivayete hemen inanamıyoruz. En azından bu rivayeti te'kid edip, ufacık da olsa belgelendirecek hârici bazı emareler ve Bediüzzaman'dan o rivayeti te'yid edecek bazı sızıntılar ve onun en yakın akraba ve talebelerinden ona dair bazı işaretler isteriz.

Dediğimiz gibi, zâhirde tantanalı olan bunun gibi bazı rivayetler ve delilsiz bazı haberler, Bediüzzaman'ın yüce olan şanını biraz daha yüceltiyor gibi görülebilir. Lâkin hakikatte onun kemalâtını tenkistir. Zira mübalağa Allah'ın hikmetine iftiradır.

Üstâd Bediüzzaman mübalağa hakkında Muhâkemât isimli eserinde şunları yazmıştır:

“...Her muhibb-i dine ve âşık-ı hakikata lâzımdır: Her şeyin kıymetine kanaat etmek, mücazefe ve tecavüz etmemektir. Zira mücazefe kudrete iftiradır ve “Daire-i imkanda daha ahsen yoktur” olan sözü imam-ı Gazali'ye dedirten, hilkatteki kemal ve hüsne adem-i kanaattir ve istihfaf etmektir...”

“Mesela “inşikak-ı kamer” olan mu'cize-i mütevatire-i bâhireyi meyl-ül mücazefe ile: (Arz'a nüzul ile Peygamber’in (A.S.M.) cebine girip çıkmış) olan ilave, o güneş-misal mu'cizeyi sûha yıldızı gibi mahfi ve kamermisal olan burhan-ı nübüvveti münhasif ettiği gibi, münkirlerinin bahanelerine kapılar açtı.” 15

İşte, C. Kutay'ın iddialarının bazılarının hususan Teşkilat-ı Mahsusa mes'elesinin Bediüzzaman'la olan ilgisi de bu kabildendir sanıyorum. Çünki tek ravi ve tek şahidli... Ravisi de ölmüştür.

BEDİÜZZAMAN HAZRETLERİNİN TEŞKİLAT-I MAHSUSA’DA GÖSTERİLMESİ

C. Kutay Bediüzzaman’ın hayat ve hizmetleriyle ilgili yazdığı en son eseri olan “Çağımızda Bir Asr-ı Saadet Müslümanı” sh: 281'de “Ben Said-i Nursi'yi Teşkilat-ı Mahsusa dosyalarında gördüm” şeklinde özellikle kaydetmektedir. Eğer filhakika Teşkilat-ı Mahsusa’nın dosya-ları denen şeyler varsa ve yanında mevcut ise; Bediüzzaman’ı o dosyalar içinde görmüşse, o zaman herhalde Teşkilat-ı Mahsusa çok gizli ve hususi olmakla beraber,resmî ve askerî bir teşekkül olduğundan, o dosyalarda kararlar, imzalar, raporlar, basılmış resmî evrak  proğramlar vesaire şeylerin mevcut olması lâzımdır. Acaba Kutay Bediüzzaman’ı o dosyalarda ne şekil ve sûrette görmüştür? Görmüşse neden onunla ilgili bir imza, bir kayıt örneği, bir rapor klişesiyle gösterilememiştir. Hatta oğlum diye hitap ettiği N. Şahiner'in bize bizzat i’tirafına göre; C. Kutay'ın; o dosyaların nezdinde mevcudiyetinden defalarca bahsetmesine ve kendisine münasib bir gün göstereceğine vaadlerde bulunmasına rağmen; Şahiner’in de ısrarlı bir şekilde peşine düşerek istediği halde gösterilememiş ve verilememiştir.

Şayet C. Kutay Bey, bazılarına şifahen anlattığına nazaran: “Bunlar gizli şeylerdir, herkese gösterilemez” fikrinden dolayı umuma gösteremiyorsa, biz de o zaman deriz ki: Bu işte gizlilik ve mahremiyet mevzu-ı bahis ise, neden gizli olan o teşkilatın içindeki adamların isimlerinden, yaptıkları işlerden ve aldıkları kararlardan gayet alenî bir şekilde, hem de mükerrer olarak bahsedip yazmasında ve dosyaların -onun ifadesiyle- onun kendi vicdanına ve kalemine tevdi edildiğini, yani kendisinde mevcut bulunduğunu âleme yaymasında hiç bir beis görmüyor da; dediklerinin ve yazdıklarının tasdikçi belgeleri olacak olan o muhayyel dosyaların bazı köşelerini göstermekte ne gibi bir beis olacaktı acaba?..

Bilmiyorum, fakat bence bu ifadeler öylesine tezatlarla doludur ki; birçoklarını alık alık dinleterek bakmaya sevk etmiş olsa dahi, gelecek için, tarih için terslik teşkil edecek olan bu ifadeler, hiç de ma'kul ve mülayim ölçüler içerisinde karşılanacak şeyler olmıyacaktır.

Evet, yukarda metnini ve me'hazını verdiğimiz Bediüzzaman Hazretleri’nin 18 Ağustos 1951'de, zamanın Milli Eğitim Bakanı merhum Tevfik ileri'ye ve Bakanlar Kurulu’na yolladığı mektubunda; hayatının şimdi mevzu' ettiğimiz döneminin safhalarını tek-tek kaydetmektedir. Eğer C. Kutay'ın iddiaları gibi Bediüzzaman Hazretleri o pek büyük vatanî hizmette bulunmuş ve ifasına muvaffak olmuş olsaydı, herhalde tereddütsüz onları da yazardı. Sair lahika mektuplarında da işaretli de olsa mutlaka kaydederdi. Lâkin hiç bir îma da dahi bulunmamıştır. Sair müdafaat ve risalelerinde de  buna  dair  hiç  bir  işaret ve ima yoktur. Mezkûr mektupta, kendisinin Sultan Reşat’la beraber Rumeli’ye seyahat ettiğini, Kosova'ya gittiklerini, orada te’sisine teşebbüs edilen darülfünuna yirmi bin altın liranın tahsis edilmiş olduğunu duyması üzerine, Doğu vilayetlerinin böyle bir üniversiteye daha çok muhtaç bulunduğunu ittihadçılara ve Sultan Reşad’a orada arz ettiğini, onlar da kendisine Şark Üniversitesi için vaadlerde bulunduklarını, sonra Balkan Harbi'nin çıkmasıyla Kosova Vilâyeti’nin istilâya uğraması üzerine, oraya tahsis edilmiş olan paranın behemehal Van'daki darülfûnuna tahsis edilmesini teklif ettiğini, onun bu teklifi ma'kul karşılanarak o paranın oraya (Van'a) tahsisi kararlaştırıldığını ve bu paranın ilk bölümü olan bin altının kendisine teslim edilmek üzere Van valiliğine tevdi' edildiğini, bunun üzerine İstanbul'dan Van'a döndüğünü ve Van'ın bir köyü olan göl kenarındaki Artemit'te Medreset-üz Zehra'sının temelini attığını, fakat Birinci Cihan Harbi çıktığı için ikmaline imkân kalmayıp öyle kaldığını ve harbe iştirak ettiğini gayet açık ve sarih bir ifade ile yazmaktadır.

Bu mevzuda Bediüzzaman'ın kardeşi Molla Abdülmecid Efendi de hatıra defteri sh: 10'da aynı şeyleri yazmaktadır. Keza, yeğeni Merhum Abdurrahman’ın yazdığı Tarihçe-i Hayat kitabında, Bediüzzaman'ın Şam'dan İstanbul’a gitmesi ve yine İstanbul'dan Van'a avdeti hususunda, İstanbul'da fazla kalmayıp Van'a geldiğini, Van'a geldikten sonra, bir taraftan Medreset-üz Zehra’sının temelini atma işiyle meşgul olmakla beraber, millî bir medreseyi de yeniden açarak tedrisatına devam etmekle meşgul olduğunu yazar.16

Bu hale göre, Bediüzzaman Hazretleri Doğu vilâyele-rinden getirdiği veya getirilen milis kuvvetlerinin başına kumandan olarak geçsin, büyük başarılar kazansın, lâkin bu büyük hadiseyi, bu muazzam vak'ayı hiç kimse duymasın. Gizli ve meçhul kalsın, yalnız Teşkilat-ı Mahsusa Reisi Eşref Bey bunu görsün, bilsin ve hiç kimseye anlatmasın, söylemesin.. dursun, beklesin, yalnız bir tek C. Kutay'a anlatsın!... Bilmiyorum ma'kul ve mantıkî karşılanacak bir şey midir bu?..

Bediüzzaman'ın eserlerini okuyanların malûmudur ki: Onun başından geçen vak'a ve hadiseleri veya muvaffak olduğu hizmet ve hareketleri çeşitli vesilelerle -özellikle büyük ve önemlilerini, hususan memleket ve milleti alâkadar eden kısımlarını- yazmış ve kaydetmiştir. Bunların risalelerde, mektuplarda yüzlerce nümunesi vardır. Lâkin sözü edilen bu Balkan Harbi’ne iştirâkine ve Teşkilat-ı Mahsusa’daki faaliyetlerine dair hiç bir imada, bir işarette bulunmamıştır. Gerçi Üstâd’ın: “Hayatımda görülen harikaların çoğunu gizlediğim...”17   şeklinde ifadesi de vardır. Fakat dikkat edilirse, sakladığı bu harikalar kısmı sadece onun şahsiyle ilgili olan hususi şeylerdir. Meselâ esaretten firar ederken, ta İstanbul’a kadar gelmesinde görülen kolaylıklar ve benzeri şeyler gibi... Lâkin dinî, millî ve vatanî hizmetlerini her münasebet geldikçe, ders-i ibret için anlatmış ve kaydetmiştir. Hatta onun tarihçelerini yazanların kaydettikleri hadiselerin yüzde doksan dokuzunu kendisi de risalelerinde veya şifahî sohbetlerinde yazmış ve anlatmıştır.

Bilindiği gibi, tarihçi C. Kutay'ın “Tarih Sohbetleri, Aydınlar Konuşuyor ve Çağımızda Bir Asr-ı Saadet Müslümanı” kitaplarında Üstâd’a ait şeyleri anlatırken; tarihiyle, vasikasıyla, belgesiyle bir intizam tahtında sergilemesi lâzım iken, yazdıkları bölük pörçük, sırasız ve müteferrik şekildedir. Hiç bir tarihi delil de göstermemiştir.

Mesela bir yerde Teşkilat-ı Mahsusa’nın Meşrûtiyet'in ilânından önce kurulduğu ve bir ihtilal unsurunu teşkil ettiğini yazar. (Bak: Türkiye'de Nurculuk Davası, -Naklen- s: 679)

Başka bir yerde, Bediüzzaman’ın, Hürriyet’in i’lânından sonra bu teşkilata dahil olduğunu, aynı zamanda ittihad-ı Muhammedî Cemiyeti’nin a'zası olarak da Volkan Gazetesindeki yazılarıyla iki zıt kutup görünümündeki durumunun izahını yapmak ister. (Bak: Çağımızda Bir Asr-ı Saadet Müslümanı, s: 191)

Başka bir bölümde, Sultan Reşad’ın tahta geçmesiyle, Enver Paşa'nın riyaseti altında yeniden bu teşkilâtın kurulduğunu ve Bediüzzaman’ın fa'al ve aktif bir üye olarak buna katıldığını kaydeder ve hakeza...18 (Bak: Çağımızda Bir Asr-ı Saadet Müslümanı s: 238)

Biz bir an için, C. Kutay'ın anlattığı paralelde Bediüzzaman’ın ikinci Meşrûtiyet’in i’lânını müteakip ittihad ve Terakki erkâniyle tanıştıktan sonra, o teşkilata dahil olduğunu kabul edelim. Ancak buna karşılık Üstâd Bediüzzaman'ın aynı dönemde yazdığı ve söylediği sözleri ise, bunu ve benzeri şeyleri reddetmekte ve buna zıd olduğu görülmektedir. Şöyle diyor:

“Herkesin şevkini kıran ve neşesini kaçıran ve ağraz ve hiss-i taraftarlığı uyandıran ve sebeb-i tefrika olan Cem’iyyat-ı avamiyenin teşkiline sebebiyet veren meşrûtiyet-ül isim ve müstebid-ül ma'na ittihad ve Terakki ismini de lekedar eden buradaki şube-i hafiyeye muhalefet ettim.”19

Bediüzzaman’ın bu ifadesi, bence gayet sarih olarak, ittihad ve Terakki’nin kurduğu gerek “gizli şube”20 gerekse “Teşkilat-ı Mahsusa”nın mahiyet ve karakterini gösterdiği gibi, ona muhalefet edip zıddına hareket ettiğini, değil o gibi teşkilatlara dahil olmak, dost olmak; tam tersine onun faaliyetlerini ifsad kabul ederek, kendi bildiği yolda devam ettiğini göstermektedir.

Ama asıl “Teşkilat-ı mahsusa”, 1913’te kuruldu diyen-ler varsa da, bu teşkilat hakkında derinlemesine araştırma yapan Amerikalı Dr. Philip H. Stodoard “Teşkilat-ı mahsusa” adlı eseri ile; onun yanında hadiseleri bizzat yaşamış ve bir çok kitaplar bırakmış, uzun seneler “Serbestî” gazetesini çıkarmış Mevlânzade Rifat’ın “İttihad ve Terakki ve Türkiye inkılabının iç Yüzü” kitabında ise, Teşkilat-ı mahsusanın 1915 Nisanı’nda kurulduğunda ittifak ediyorlar. Dr. Philip ki-tabında, Eşref Sencer Kuşçubaşı Teşkilat-ı Mahsusa’nın umumi reisi değil, sadece Arabistan sorumlusu olarak vazifelendirildiğini söyler. Aynı kitap, Eşref Sencer Kuşçubaşı’nın hayatının hep  isyan,  serkeşlik  içinde  geçtiğini,  Sultan  2. Abdulhamid onu birkaç  kez sürgünlere yolladığını, fakat o, daima padişaha karşı isyan hareketlerini kışkırttığını, hatta 1904’lerde Medine'de bir çete teşkil ettirerek, iki defa Kâbe örtüsü alayına hücum ederek örtüyü çaldığını ve saireyi kaydetmektedir. Teşkilat-i mahsusa için mezkûr kitabın 134-140 inci sahifelerine bakılabilir.

Mevlânzade Rifat ise, yukarıda adı geçen kitabında bel-gelerle; Teşkilat-ı Mahsusa’nın 2 Nisan 1915'te Van şehri Ermeniler tarafından işgal edildikten sonra, Talat Paşa’nın emir ve direktifleriyle, ittihad ve Terakki Cemiyeti’nin en elebaşıları, İstanbul merkez binasında gizlice toplanarak, Teşkilat-ı Mahsusa’yı kurduklarını yazar. Bu teşkilatın gayesi ise; azgın katillerden, eşkiyalardan mürekkep bir ordu-ama çok gizli ve gayr-i resmi-teşkil ettirilip tüm Ermenileri-çoluk-çocuk demeden-bir tek fert bırakmamak şartıyla imha edilmesinede kullanacaklar idi.. ve bu teşkilat, Dr. Nazım, Dr. Bahattin Şâkir ve Hasan Ali üçlüsü komutasında kuruldu ve hedeflenen gayede kısmen tahakkuk ettirildi. Hatta bu teşkilatın eliyle Ermeninin işini bitirdikten sonra, sırasıyla Kürdlere ve sairelerede yapılacak işler aynı planda vardı. (Bkz. Mevlânzade Rıfat’ın mezkûr kitabı sh. 129-138)

Şimdi düşünüyorum da, Kutay, acaba ne gayeye binaen Bediüzzaman gibi bir imân ve hidayet dahîsini, mezkûr mahiyetteki karanlık, zülümkâr ve rezil bir teşkilatla bağlantılı gösteriyor?. Ve bir nevi eşkiya ve isyancı parçası olan Eşref Sencer Kuşçubaşı ile arkadaş ediyor.!?

Evet. Mevlânzade Rıfat’ın kitabında; Teşkilat-ı Mahsusa’nın reislerinin birer azgın dinsiz ve başka milletlere hakk-ı hayat tanımayan kapkatı ve kopkoyu birer turancı ırkçı olduklarını belgelerle ispat ediliyor... O halde Bediüzzaman'ın burada işi ne?..

 

1 Cemal Kutay’ın yazdıklarının delilsizliklerini aynen kabul ve tenkid eden araştırmacı-yazar Ahmed Nezih Galitekin kardeşimdir ki, özetle şöyle der: "Belgesini koymadığı hiçbir iddianın doğruluğuna inanmıyorum. Çünki verdiği bazı me’hazleri kontrol ettim, hiçbirini göremedim. Zaten kaynakları da ya ölmüş kimselerin rivayetleri, ya da kontrolü mümkün olmayan belirsiz belgelerdir. Mesalâ: Makedonya’daki Jön Türk basını gibi. Bunların kolleksiyonlarını hiç bir yerde bulamayız, dolayısiyle kontrol edemezsiniz."

2 Bilinmiyen Taraflarıyla Said Nursi, 6. Baskı sh: 87

3 Asar-ı Bediiyye sh: 330

4 Tarih Sohbetlerinden naklen, Türkiye’de Nurculuk Davası, 3. Baskı sh: 682

5 Kutay’ın bu meseledeki açık bir tenakuzu daha: Çağımızda Bir Asr-ı Saadet Müslümanı S: 282 de: “17-27 Nisan arası 1953’de Eşref Sencer Kuşçubaşı ile birlikte Emirdağ’ında on günlük bir zaman zarfında Bediüzzaman’ı ziyaret ettiklerini ve her gün uzun sohbetlerinde bulunduklarını” kaydeder. Daha sonra 1966’larda intişara başlayan “Târih Sohbetleri” kitabında ve sonra “Çağımızda Bir Asr-ı Saadet Müslümanı” kitabında şu “Siyah iri gözlü idi” meselesini -ki birlikte Bediüzzaman’ı ziyaret ettiklerini söylediği Eşref Bey’den naklettiğine göre- bunun hakikatını şu ziyareti sırasında tahkik hususunda neden hiç bir tahkikatı olmamıştır? Çünki Bediüzzaman’ın gözleri siyah değil, mavidir. insanın aklına gelir ki, acaba gerçekten Kutay Bey’in böyle bir ziyareti vâki olmuş mudur? A.B.

6 Manyasizade Refik Bey, Selanik’te avukatlık yapan bir kişi olup ittihad ve Terakki Cemiyeti’nin batıcı Jöntürk’lerinin ileri gelenlerinden ve masonluğuyla Yahudi Karosso ile dostluğu ile meşhur olmuşlardandır. Hatta Celal Bayar’ın "Ben de Yazdım" kitabının 1. cildinde yazdığına göre bu adamın Meşrutiyet’ten sonra İstanbul’da verdiği seri konferanslar ile masonluğu öven, hatta Osmanlı Devleti’nin kurtuluşu masonluğa sarılmaya bağlı olduğunu iddia eden bir kişidir. Böyle olduğu halde, Kutay bu koca masonu Bediüzzaman Hazretleri ile dost ve arkadaş şeklinde göstermeye çabalamasının gayesi nedir?

7 Çağımızda Bir Asr-ı Saadet Müslümanı sh: 156

8 Asar-ı Bediiyye sh: 320

9 Asar-ı Bediiyye sh: 366

10 Abdürreşid İbrahim’in "İslâm Dünyası" mecmuasındaki yazılarını taradım. C. Kutay’ın bahsettiği yazıyı göremedim. Mecmuanın takımı fotokopi olarak kitaplığımda mevcud 26. sayıdır. Orjinal takımı Hakkı Tarık Us kütüphanesinde var. (A.N. Galîtekin)

11 Cihad Fetvasının metni, beş ayrı fetvadan oluşan bir fetvadır. Bu fetvanın altında Şeyh-ül İslâm Ürgüplü Hayri Efendi’nin imzası vardır......

Cihad Fetvasının yayınlandığı sıralarda Bediüzzaman Hazretleri Van’da bulunmaktadır...

(A.N.Galîtekin)

12 Asar-ı Bediiyye sh: 305

13 Asar-ı Bediiyye sh: 305

14 İlhan Bardakçı “Bir İmparatorluğun Yağması”, Ankara, basım tarihi yok. İsimli eserinin 73. sayfasında “- Bir ara Doğu’da Kürt taburlarının başına Said Nursî geçirilmek istenmişti... O zamanki adı ile Said-i Kürdî beyaz bir at üzerinde cepheye gitmek üzere hazırlanmıştı. Sonradan hükûmet bu karardan vazgeçmişti.” alt yazısı ile bir resim vardır. -A. N. Galitekin-

15 Asar-ı Bediiyye sh: 179

16 Bkz, Bediüzzaman Târihçe-i Hayatı Abdurrahman, s: 35.

17 Emirdağ-1, sh: 56.

18 Teşkilât-ı Mahsusa ile ilgili yeterli bilgilere sahip değiliz. Resmî kaynaklar henüz yayınlanmamıştır. Mevcut kaynakladan yapılan iyi bir derleme için bkz. Tarık Zafer Tunaya, Türkiye’de Siyasal Partiler, İstanbul 1989, c. III, s. 275 - 292. -A. N. Galîtekin-

19 Âsâr-ı Bediiyye, s: 313.

20 Şu'be-i hafiye: İttihad ve Tarakki Cemiyeti içinde kurulan gizli bir teşkilatdır. Bu şubeye, “Rical-i gayb” “Cemiyet-i hafiye” ve “fiube-i hafiye” denilirdi.

Bunlar karanlık odalarda, farmason localarında kurulan bir “gizli devlet ve saltanat” ile esatirî bornozlara börünmek istiyen “Rical-ı gayb” ile meclis-i mebusân ve devair-i devlete müstevli olan bir cemiyet idiki, artık hukuk-u umumiye hakkında reva görmedik hareketler, istihfaflar bırakmadı. Hürriyet-i efkâr, hürendiş mütalaât ve harekât üzerine Nemrudâne sevletler gösterdi... - Rıza Nur, Cemiyet-i hafiye, 1330 İstanbul, sah: 6.

Araştırmacı - yazar kardeşim Ahmet Nezih Galîtekin ise derki: “şu’be-yi hafiye, İttihad ve Terakki Cemiyeti’nin kendisidir. Hep gizli kaldılar, gizlice işler yürüttüler. Bu cemiyetin yöneticilerinin büyük kısmı farmason takımı, dinden uzak, batıcı idi. Bu gizli cemiyet, mebuslar, hükûmet ve diğer zevatın üzerinde çok etkili idi. Bu gizli teşkilatı idare eden Talat, Dr. Nazım, Cavit, Karasso, Manyasizade Refik, Midhat Şükrü, Kazım Nâmî, İsmail Canpolat, Miralay Galip, Nakî, Faik, Süleyman vesair şahıslardan ibaretti.

 

Bu dersi indirmek için tıklayınız.

Yukarı Çık