DERSLER / Alfabetik Derlemeler ve Dersler

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

وَ بِهِ نَسْتَعِينُ

اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ وَ الصَّلاَةُ وَ السَّلاَمُ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَ عَلَى آلِهِ وَ صَحْبِهِ اَجْمَعِينَ

TAHSİL HAYATI

İSLÂMİYETİN İLİM VE TAHSİLE VERDİĞİ EHEMMİYET

1- “İslâmiyet ilme, ehl-i ilme ve tahsile çok ehemmiyet vermiştir. Evet Kur’an اَفَلاَ يَعْقِلُونَ ٭ اَفَلاَ يَتَفَكَّرُونَ ٭ اَفَلاَ يَتَدَبَّرُونَ gibi kelimatıyla aklı ve ilmi istişhad ve ikaz ettiği ve ehl-i ilmi himaye ettiği cihetle daima İslâmiyet, fukaraların ve ehl-i ilmin kal'ası ve melce'i olmuştur.” (M:325)

Bediüzzaman Hazretlerinin Tefekkürname adlı eseride de şu rivayet var:

طَالَبَ العِلْمُ طَالِبَ الرَّحْمَنِ، طَالَبَ العِلْمُ رُكْنَ الإِسْلَامِ، وَيُعْطِي  اَجْرُهُ مَعَ النَّبِيَيْنِ

Meali: “İlmin tâlibi (talebesi), Rahman’ın tâlibidir. İlmin talebcisi, İslâmın rüknüdür. Onun ecr u mükâfatı, Peygamberlerle beraber verilir.”

Mevzu ile alâkalı diğer iki rivayet de şöyledir:

كَلِمَةُ حِكْمَةٍ   يَسْمَعُهَا الرَّجُلُ  قَدْ يَكُونُ خَيْرًا لَهُ مِنْ عِبَادَةِ سَنَةٍ وَجُلُوسُ سَاعَةً عِنْدَ مُذَاكَرَةِ الْعِلْمِ خَيْرٌمِنْ عِتْقِ رَقَبَةٍ

Meali: “Bir adamın, bir hikmet kelimesini işitmesi, bazan olur ki, ona bir sene ibadetten hayırlı olur. Ve bir saat ilim müzakeresi yanında oturmak, bir köle azad etmekten daha hayırlıdır.”

(Bediüzzaman Said Nursî Hazretlerinin “Tefekkürname” namıyla maruf Arabca eserinin sonundan alınmıştır.)

FENNî İLİMLERDE TARZ-I NAZARDAN DOĞAN MÜSBET VEYA MENFİ NETİCELER

2 - Fenni ilimler dahi, mana-yı harfî ile bakıldığında marifetullaha inkılâb eder. Bu hakikatı, Bediüzzaman Hazretleri manzum bir yazısında şöyle ifade eder:

Niyet Gibi, Tarz-ı Nazar Dahi Âdeti İbadete Çevirir

Şu noktaya dikkat et; nasıl olur niyetle mubah âdât, ibadat... Öyle tarz-ı nazarla fünun-u ekvan, olur maarif-i İlahî...

Tedkik dahi tefekkür, yani ger harfî nazarla, hem san'at noktasında "ne güzeldir" yerine "ne güzel yapmış Sani', nasıl yapmış o mâhi"

Nokta-i nazarında kâinata bir baksan, nakş-ı Nakkaş-ı Ezel, nizam ve hikmetiyle lem'a-i kasd ve itkan, tenvir eder şübehi.

Döner ulûm-u kâinat, maarif-i İlahî. Eğer mana-yı ismiyle, tabiat noktasında, "zâtında nasıl olmuş" eğer etsen nigahı,

Bakarsan kâinata, daire-i fünunun daire-i cehl olur. Bîçare hakikatlar, kıymetsiz eller kıymetsiz eder. Çoktur bunun güvahı...S:723

İlim ve fen, müsbet olunca böyle değer alırken, mâna-yı ismî ile ve esbabın müsebbebe müessiriyeti nazarıyla bakmak ve fenni, gayr-ı meşruluğa vesile yapmak gibi ilmin su-i isti’malinde ise o fen menfi hüküm alır.

Asrımızda her milletin içinde yaygınlaşan bu tarz-ı nazarla ortaya konulan fenlerin zararını Bediüzzaman Hazretleri şöyle beyan eder.

“Avrupa fünunu ve medeniyeti, Eski Said'in fikrinde bir derece yerleştiği için, Yeni Said harekât-ı fikriyede seyrettiği zaman, Avrupa'nın fünun ve medeniyeti, o seyahat-ı kalbiyede emraz-ı kalbiyeye inkılab ederek ziyade müşkilâta medar olduğundan, bilmecburiye Yeni Said zihnini silkeleyip, müzahref felsefeyi ve sefih medeniyeti atmak isterken, kendi ruhunda Avrupa'nın lehinde şehadet eden hissiyat-ı nefsaniyeyi susturmak için, Avrupa'nın şahs-ı manevîsi ile bir cihette gayet kısa, bir cihette uzun, gelecek muhavereye mecbur olmuştur.” L:115 diyerek devam eden bahiste asrın gafletinden insanları ikaz eder.

Yine aynı mevzuda Bediüzzaman Hazretleri şöyle der:

“Maatteessüf o vakte kadar ulûm-u felsefeyi, ulûm-u İslâmiye ile beraber havsalama doldurup o ulûm-u felsefeyi pek yanlış olarak maden-i tekemmül ve medar-ı tenevvür zannetmiştim. Halbuki o felsefî mes'eleler ruhumu çok fazla kirletmiş ve terakkiyat-ı maneviyemde engel olmuştu. Birden Cenab-ı Hakk'ın rahmet ve keremiyle Kur'an-ı Hakîm'deki hikmet-i kudsiye imdada yetişti. Çok risalelerde beyan edildiği gibi; o felsefî mes'elelerin kirlerini yıkadı, temizlettirdi.” L:239

Bediüzzaman Hazretlerinin, bir doktor talebesinin şahsında umuma ders verdiği bir mektubunda aynı mes’eleye dikkat çeker ve şu tavsiyede bulunur:

“Bilirsin ki; ömür kısadır, lüzumlu işler pek çoktur. Acaba benim gibi sen dahi kafanı teftiş etsen, malûmatın içinde ne kadar lüzumsuz,faidesiz, ehemmiyetsiz, odun yığınları gibi camid şeyleri bulursun. Çünki ben teftiş ettim, çok lüzumsuz şeyleri buldum. İşte o fennî malûmatı, o felsefî maarifi; faideli, nurlu, ruhlu yapmak çaresini aramak lâzımdır. Sen dahi Cenab-ı Hak'tan bir intibah iste ki, senin fikrini Hakîm-i Zülcelal'in hesabına çevirsin, tâ o odunlara bir ateş verip nurlandırsın. Lüzumsuz maarif-i fenniyen, kıymetdar maarif-i İlahiye hükmüne geçsin.” B:66

Bediüzzaman Hazretleri gibi bir dâhî, fünûn-u hâzıranın zararını büyükler için dahi öyle beyan edince, mâsum gençlerin ne derece dikkat etmeleri; yani, Risale-i Nur derslerine dikkat, devam ve tefekkür ile kendi âlemlerinde fünûnu mâna-yı harfiye çevimeye gayret etmelerinin lüzumu ortaya çıkar. Ezcümle, ehl-i bid’aya hitab eden ve müslüman ailelerin dikkatini çeken çok ehemmiyetli bir ikazında Bediüzzaman Hazretleri, milleti ehl-i takva, müsibetzede, hastalar, ihtiyarlar, çocuklar, fakirler ve gençler olarak altı taifeye ayırır ve her taifeye  uygun ders, teselli ve terbiye gerektiğini beyan eder. Bu risalenin çocuklara ait kısmında, mimsiz medeniyetçilere hitaben şöyle denilmektedir:

“Dördüncü taife ki, çocuklardır. Bunlar, hamiyet-i milliyeden merhamet isterler, şefkat beklerler. Bunlar da za'f u acz ve iktidarsızlık noktasında; merhametkâr, kudretli bir Hâlıkı bilmekle ruhları inbisat edebilir, istidadları mes'udane inkişaf edebilir. İleride, dünyadaki müdhiş ehval ve ahvale karşı gelebilecek bir tevekkül-ü imanî ve teslim-i İslâmî telkinatıyla o masumlar hayata müştakane bakabilirler. Acaba alâkaları pek az olduğu terakkiyat-ı medeniye dersleri ve onların kuvve-i maneviyesini kıracak ve ruhlarını söndürecek, nursuz sırf maddî felsefî düsturların taliminde midir? Eğer insan bir cesed-i hayvanîden ibaret olsaydı ve kafasında akıl olmasaydı; belki bu masum çocukları muvakkaten eğlendirecek terbiye-i medeniye tabir ettiğiniz ve terbiye-i milliye süsü verdiğiniz bu firengî usûl, onlara çocukçasına bir oyuncak olarak, dünyevî bir menfaatı verebilirdi. Mademki o masumlar hayatın dağdağalarına atılacaklar, mademki insandırlar; elbette küçük kalblerinde çok uzun arzuları olacak ve küçük kafalarında büyük maksadlar tevellüd edecek. Madem hakikat böyledir; onlara şefkatin muktezası, gayet derecede fakr u aczinde, gayet kuvvetli bir nokta-i istinadı ve tükenmez bir nokta-i istimdadı; kalblerinde iman-ı billah ve iman-ı bil-âhiret suretiyle yerleştirmek lâzımdır. Onlara şefkat ve merhamet bununla olur. Yoksa, divane bir vâlidenin, veledini bıçakla kesmesi gibi, hamiyet-i milliye sarhoşluğuyla, o bîçare masumları manen boğazlamaktır. Cesedini beslemek için, beynini ve kalbini çıkarıp ona yedirmek nev'inden, vahşiyane bir gadirdir, bir zulümdür.” M:421

Bu tarz idlâllerden ikaz makamında:

“Rivayette var ki: "Süfyan büyük bir âlim olacak, ilim ile dalalete düşer. Ve çok âlimler ona tâbi' olacaklar."

Vel'ilmu indallah, bunun bir tevili şudur ki: Başka padişahlar gibi ya kuvvet ve kudret veya kabile ve aşiret veya cesaret ve servet gibi vasıta-i saltanat olmadığı halde, zekâvetiyle ve fenniyle ve siyasî ilmiyle o mevkii kazanır ve aklıyla çok âlimlerin akıllarını teshir eder, etrafında fetvacı yapar. Ve çok muallimleri kendine tarafdar eder ve din derslerinden tecerrüd eden maarifi rehber edip tamimine şiddetle çalışır, demektir.” Ş:585

Burada zikredilen, “tamimine şiddetle çalışır” ikazına dikkat gerek.

“Rivayette var ki: "Âhirzamanın müstebid hâkimleri, hususan Deccal'ın yalancı cennet ve cehennemleri bulunur." َالْعِلْمُ عِنْدَ اللّٰهِ  bunun bir tevili şudur ki: Hükûmet dairesinde karşı karşıya kurulan ve birbirine bakan vaziyette bulunan hapishane ile lise mektebi, biri huri ve gılmanın çirkin bir taklidi, diğeri azab ve zindan suretine girecek diye bir işarettir.” Ş:583

FÜNÛN-U HÂZIRA İLE MEŞGULİYETİN NETİCESİ

3- Fünûn-u hâzıra ile meşgul olma derecesine göre içtihad-ı şer’iyeden; yani, Kur’an’dan murad-ı İlâhiyeyi anlamakdan geri kalındığını beyan ederken, Bediüzzaman Hazretleri mes’elemizin mahiyetine bakan şu misali verir:

Şu zamanda birisi; dört yaşında Kur'an'ı hıfzedip, âlimlerle mübahase eden Süfyan İbn-i Uyeyne olan bir müçtehidin zekâsında bulunsa, Süfyan'ın içtihadı kazandığı zamana nisbeten, on defa daha fazla zamana muhtaçtır. Süfyan, on senede içtihadı tahsil etmiş ise, şu adam yüz seneye muhtaçtır ki tahsil edebilsin. Çünki Süfyan'ın ibtida-i tahsil-i fıtrîsi sinn-i temyiz zamanından başlar. Yavaş yavaş istidadı müheyya olur, nurlanır, herşeyden ders alır, kibrit hükmüne geçer. Amma onun naziri, şu zamanda çünki zihni felsefede boğulmuş, aklı siyasete dalmış, kalbi hayat-ı dünyeviyede sersem olmuş, istidadı içtihaddan uzaklaşmış, elbette fünun-u hazırada tevaggulü derecesinde istidadı içtihad-ı şer'î kabiliyetinden uzaklaşmış ve ulûm-u arziyede tefennünü derecesinde içtihadın kabulünden geri kalmıştır. Onun için "Ben de onun gibi zekiyim, niçin ona yetişemiyorum?" diyemez ve demeye hakkı yoktur ve yetişemez.” S:481 

Bu derste de, asr-ı hazırdaki fenlerin te’sirinde kalanların, mâneviyatta ve hakaik-i Kur’aniyeyi anlamakta gerilediği nazara veriliyor.

BU ZAMANDA DALÂLETİN, FEN VE FELSEFEDEN GELMESİ

4- Bediüzzaman Hazretlerinin bu zamanda dalâletin fen ve felsefeden geldiğini açıklayan şu ifadeleri de şâyan-i dikkattır.      

“Fen ve felsefenin tasallutuyla ve maddiyyun ve tabiiyyun taunu, beşer içine intişar etmesiyle, her şeyden evvel felsefeyi ve maddiyyun fikrini tam susturacak bir tarzda imanı kurtarmaktır.” E:266

“Efendiler! Dalalet ve fenalıklar cehaletten gelse, def'etmesi kolaydır. Fakat fenden, ilimden gelen dalaletin izalesi çok müşkildir. Bu zamanda dalalet fenden, ilimden geldiği için, ancak onları izale etmeye ve nesl-i âtîden o belaya düşen kısmını kurtarmağa, karşılarında dayanmağa Risale-i Nur gibi her cihetle mükemmel bir eser lâzımdır. Risale-i Nur'un bu kıymette olduğuna delil şudur ki: Yirmi seneden beri, benim şiddetli ve kesretli bulunan muarızlarım ve şiddetli tokatlarını yiyen feylesofların hiçbirisi, Risale-i Nur'a karşı çıkmamış ve cerhedememiş ve çıkamaz.” E:22

Ahirzamanda, fünun ve delîl-i kevniyeye dayanan son iman ve küfür mücadelesinde, Risale-i Nur’un galebesi için, “Kitab-ı kâinatı okumak derlemesine  bakınız.

“Eski zamanda, esasat-ı imaniye mahfuzdu, teslim kavî idi. Teferruatta, âriflerin marifetleri delilsiz de olsa, beyanatları makbul idi, kâfi idi. Fakat şu zamanda dalalet-i fenniye, elini esasata ve erkâna uzatmış...” M:376

“Evet  bu zamanda ehl-i İslâmın en mühim tehlikesi, fen ve felsefeden gelen bir dalaletle kalblerin bozulması ve imanın zedelenmesidir.

Çünkü Harb-i umumî vasıtasıyla, bin seneden beri Kur'an aleyhinde teraküm eden Avrupa itirazları ve evhamları âlem-i İslâm içinde yol bulup yayıldılar. O şübehatın bir kısmı fennî şeklini giydi, ortaya çıktı.” Ş:701

İşte bu nakillerde görüldüğü üzere mâna-yı ismî nazariyle mecra ve maksadından, esbabın müessiriyet telkinine döndürülen fünûnun islahı ve asıl mecrasına alınması için Bediüzzaman Hazretleri, Onbirinci Şuâ’ın Altıncı meyvesi ve Onikinci Söz’ün Birinci Esası gibi derslerin ve risalelerin okunmasını ve hatta resmen neşrini tavsiye eder.

MAARİF-İ CEDİDEDEKİ MENFİ CİHETİN TASFİYE EDİLMESİ LÜZUMU

5- Maarif-i cedîdeye yani, yeni öğretim şekline Avrupa’nın esbabperest ve maddeci anlayışı te’sir ettiğinden, tasfiyesini zarurî gören Bediüzzaman Hazretleri şöyle diyor:

“Zahiren hariçten cereyan eden maarif-i cedidenin bir mecrası da, bir kısım ehl-i medrese olmalı. Tâ gıll ü gıştan tasaffi etsin. Zira bulanıklığıyla başka mecradan taaffün ile gelmiş ve atalet bataklığından neş'et ve istibdad sümûmu ile teneffüs eden, zulüm tazyiki ile ezilen efkâra bu müteaffin su, bazı aks-ül amel yaptığından, misfat-ı şeriat ile süzdürmek zarurîdir. Bu da ehl-i medresenin dûş-u himmetine muhavveldir.” H:92

Bediüzzaman Hazretlerinin şu ifadesi de aynı mes’eleyi te’yid eder:

“Ben vilayat-ı şarkıyede aşiretlerin hal-i perişaniyetini görüyordum. Anladım ki: Dünyevî bir saadetimiz, bir cihetle fünun-u cedide-i medeniye ile olacak. O fünunun da gayr-ı müteaffin bir mecrası ülema ve bir menbaı da medreseler olmak lâzımdır. Tâ ülema-i din, fünun ile ünsiyet peyda etsin.” D:28

“Yazık! Eyvahlar olsun! Saadetimiz olan meşrutiyet-i meşrûa, bir menba-ı hayat-ı içtimaiyemiz ve İslâmiyete uygun olan maarif-i cedideye, millet nihayet derecede müştak ve susamış olduğu halde, bu hâdisede ifratperver olanlar meşrutiyete garazlar karıştırmakla ve fikren münevver olanlar da dinsizce harekât-ı lâübaliyane ile milletin rağbetine karşı maatteessüf sed çektiler. Bu seddi çekenler, ref etmelidirler. Vatan namına rica olunur.” D:31

Osmanlı Devleti’nin son devrelerinde; mezkûr sebebler gibi eksikliklerden dolayı dâr-ül fünûnun dahi iyi netice vermediğini söyleyen Bediüzzaman Hazretleri, nim-manzum “Lemeât” eserinde diyorki:

“Bu âlem-i İslâmın âlem-i küfre karşı en ileri karakolu şu dârülfünun idi. Lâkayd ve gafletlikle hasm-ı tabiat-yılan

Gediği açtı cephenin arkasında, dinsizlik hücum etti, millet epey sarsıldı. En ileri karakol, İslâmiyet ruhuyla tenevvür etmiş cinan. En mütesallib olmalı. En müteyakkız olmalı yahut o dar olmamalı, İslâmı aldatmamalı. S:731

ESBABA NAZAR İLE SÂNİİ UNUTTURAN FÜNUN-U HÂZIRADAN DOĞAN CEHL-İ MÜREKKEB

6- İslâm memleketlerine giren bu tarz gafletlerin bir sebebi, Avrupanın maddeci ve Allah’ı unutturan ve menfi telkinlerini, müsbet ilim perdesi altıda gizleyen fünûnudur. Esbaba müessir-i hakikî nazariyle bakan insanlarda fennin, cehl-i mürekkebe döndüğünü anlatan Bediüzzaman Hazretleri diyor ki:

“Harf, gayrın manasını izah için bir âlet, bir hâdim olduğu gibi; şu mevcudat da, esma-i hüsnanın tecelliyatını izhar, ifham, izah için bir takım İlahî mektublardır ki, içlerinde yazılı delail, berahin, havarık mu'cize-i kudrettir. Mevcudat bu vecihle nazara alınması; ilim, iman, hikmettir. Şayet isim gibi müstakil ve maksud-u bizzât cihetiyle bakılırsa, küfran ve cehl-i mürekkeb olur.” Mn:214

“Kezalik Allah'ın hesabına kâinata bakan adam her ne müşahede ederse ilimdir. Eğer gafletle esbab hesabına bakarsa, ilim zannettiği şey de cehl olur.” Mn:199

“Feyâ Sübhanallah! Zındık maddiyyun gâvurlar bir Vâcib-ül Vücud'u kabul etmediklerinden, zerrat adedince bâtıl âliheleri kabul etmeğe mezheblerine göre muztar kalıyorlar. İşte şu cihette münkir kâfir ne kadar feylesof, âlim de olsa; nihayet derecede bir cehl-i azîm içindedir, bir echel-i mutlaktır.” S:554

“İşte ene, şu hainane vaziyetinde iken; cehl-i mutlaktadır. Binler fünunu bilse de, cehl-i mürekkeble bir echeldir. Çünki duyguları, efkârları kâinatın envâr-ı marifetini getirdiği vakit, nefsinde onu tasdik edecek, ışıklandıracak ve idame edecek bir madde bulmadığı için sönerler. Gelen herşey, nefsindeki renkler ile boyalanır. Mahz-ı hikmet gelse, nefsinde abesiyet-i mutlaka suretini alır. Çünki şu haldeki ene'nin rengi, şirk ve ta'tildir, Allah'ı inkârdır. Bütün kâinat parlak âyetlerle dolsa; o ene'deki karanlıklı bir nokta, onları nazarda söndürür, göstermez.” S:538

“İnsanların arza ait malûmat ve müsellemat-ı bedihiyatları ülfete mebnîdir. Ülfet ise, cehl-i mürekkeb üstüne serilmiş bir perdedir. Hakikate bakılırsa zannettikleri ilim, cehildir. Bu sırra binaendir ki, Kur'an âyetleriyle insanların nazarını melufatları olan şeylere çeviriyor. Âyetler, necimler gibi ülfet perdesini deler atar. İnsanın kulağından tutar, başını eğdirir. O ülfetin altındaki havarik-ul âdât mu'cizeleri o âdiyat içerisinde gösterir.” Mn:197

MEMURİYET VE İMÂRET

7- Tahsil hayatının neticesi olan imâret; yani me’muriyet hakkında da Bediüzzaman Hazretlerinin bazı tavsiyeleri var. Şöyle ki:

“Biz, gayr-ı tabiî ve tenbelliğe müsaid ve gururu okşayan imaret maişetine el atıp, belamızı bulduk.

S- Nasıl?

C- Maişet için tarîk-i tabiî ve meşru' ve zîhayat; san'attır, ziraattır, ticarettir. Gayr-ı tabiî ise, memuriyet ve her nev'iyle imarettir. Bence imareti, ne nam ile olursa olsun, medar-ı maişet edenler bir nevi cerrar ve aceze ve seeledir. Fakat hilebaz kısmında... Bence memuriyete veya imarete giren, yalnız hamiyet ve hizmet için girmelidir.” Mü:38

“Evet, İktisadsızlık yüzünden müstehlikler çoğalır, müstahsiller azalır. Herkes gözünü hükûmet kapısına diker. O vakit hayat-ı içtimaiyenin medarı olan "san'at, ticaret, ziraat" tenakus eder. O millet de tedenni edip sukut eder, fakir düşer.” L:145

Risale-i Nur’un haslar dairesinde bulunan hizmet ehlinin, imaret gibi meşgalelerle hizmette fütura düşmemeleri için Bediüzzaman Hazretlerinin bazı ikazları vardır. Şöyle ki:

“Sizin beraetiniz ve manen galebeniz, zalimleri şaşırttı. Cepheyi burada değiştirdiler. Düşmanane taarruzdan vazgeçip, dostane hulûl edip, has talebeleri Risale-i Nur'un hizmetinden geri bırakmak için, memuriyet gibi bir meşgale buluyorlar veya terfian işi çok diğer bir memuriyete veya diğer bir meşgaleyi buluyorlar. Burada o neviden çok vakıalar var. Bu taarruz bir cihette daha zararlı görünüyor.” K:147

Bu mes’ele ile alâkalı bir hadise içine girmiş bir zât da Büyük Hâfız Zühdü'dür. “Bu zât, Ağrus'taki Nur talebelerinin başında nâzırları hükmünde olduğu bir zaman, Sünnet-i Seniyeye ittiba ve bid'alardan içtinabı meslek ittihaz eden talebelerin manevî şerefini kâfi görmeyerek ve ehl-i dünyanın nazarında bir mevki kazanmak emeliyle mühim bir bid'anın muallimliğini deruhde etti. Tamamıyla mesleğimize zıd bir hata işledi. Pek müdhiş bir şefkat tokadını yedi.” L: 45

“Evet ehl-i dünya, hususan ehl-i dalalet; parasını ucuz vermez, pek pahalı satar. Bir senelik hayat-ı dünyeviyeye bir derece yardım edecek bir mala mukabil, hadsiz bir hayat-ı ebediyeyi tahrib etmeye bazan vesile olur. O pis hırs ile gazab-ı İlahîyi kendine celbeder ve ehl-i dalaletin rızasını celbe çalışır.

Ey kardeşlerim! Eğer ehl-i dünyanın dalkavukları ve ehl-i dalaletin münafıkları, sizi insaniyetin şu zaîf damarı olan tama' yüzünden yakalasalar; geçen hakikatı düşünüp, bu fakir kardeşinizi nümune-i imtisal ediniz. Sizi bütün kuvvetimle temin ederim ki: Kanaat ve iktisad; maaştan ziyade sizin hayatınızı idame ve rızkınızı temin eder. Bahusus size verilen o gayr-ı meşru para, sizden ona mukabil bin kat fazla fiat isteyecek. Hem her saati size ebedî bir hazineyi açabilir olan hizmet-i Kur'aniyeye sed çekebilir veya fütur verir. Bu öyle bir zarar ve boşluktur ki; her ay binler maaş verilse, yerini dolduramaz.” M:418

BU ZAMANDA EN LÜZUMLU İLMİ, EN KOLAY VE KISA ZAMANDA RİSALE-İ NUR VERİYOR

8- Bediüzzaman Hazretleri, bu zamanda en lüzumlu ilmin marifetullah olduğunu ve bunu da en kısa ve kolay şekilde Risale-i Nur’un  te’min ettiğini beyan etmiştir. Şöyle ki:

“Kat'î ve çok tecrübelerle anlaşılmış ki, imanı kurtarmak ve kuvvetlendirmek ve tahkikî   yapmanın en kısa ve en kolay yolu Risale-i Nur'dadır. Evet onbeşsene yerine, onbeş haftada Risale-i Nur o yolu kestirir,iman-ı hakikîye îsal eder.” K:77

“Evet, Risale-i Nur onbeş senede kazanılan kuvvetli iman-ı tahkikîyi, onbeş haftada ve bazılara onbeş günde kazandırdığına, yirmi senede yirmibin zât tecrübeleriyle şehadet ederler.” K:122

“Evet, Eski medreselerde beş-on seneye mukabil, inşâallah Nur medreseleri beş-on haftada aynı neticeyi temin edecek ve yirmi senedir ediyor.” E:249

“Bir sene bu risaleleri ve bu dersleri anlayarak ve kabul ederek okuyan; bu zamanın mühim, hakikatlı bir âlimi olabilir.” L:167

Hem yine Hazret-i Üstad, cami-ül Ezhere tahsili ilim için gitmek isteyen bir gencin nazarını Risale-i Nur’a çeviren mektubunun bir kısmında şöyle diyor:

“Aziz, sıddık, fedakâr kardeşimiz Hacı Ali!

Gönderdiğiniz kıymetdar ve bilhassa Hazret-i Üstadı pek çok sevindiren mektubunuzu aldık. Üstadımız diyor ki:

"Risale-i Nur, bu zamanda kâfidir. On sene medresede okuyanlar, Risale-i Nur'la bir senede aynı istifadeyi ettiklerine şahid, binler ehl-i ilim var. Madem Hacı Kılınç Ali birbuçuk sene bütün Risale-i Nur eczalarına sahib çıkmış, kısmen okumuş; nazarımızda yirmi senelik bir Nur talebesidir. Ben her sabah haslar içinde onun ismiyle bütün manevî kazançlarıma, defter-i a'maline geçmek için hissedar ediyorum. Öyle ise, o da bütün hayatını Risale-i Nur'a vermeye mükelleftir. Demek şimdiye kadar Câmi-ül Ezher'e gitmeğe muvaffak olmaması ehemmiyetli bir hikmet içindir ki, Nurlar ona kâfi imiş. Şimdi Şam'a, Haleb'e yakın olan Urfa'da bir Medrese-i Nuriye ileride teşekkül etmesini kuvvetli ümid ediyoruz.” Em:26

MEKTEB, MEDRESE VE TARİKAT EHLİNİ, RİSALE-İ NUR’DAN İSTİFADE ETMELERİ İÇİN YAPILAN TEŞVİK

9- Bediüzzaman Hazretlerinin mekteb, medrese ve tarikat ehli gibi taifeleri, Risale-i Nur’dan istifade etmelerine dair teşvik ve tavsiyeleri de vardır. Şöyle ki:

“Nurlar, mektebleri tam nurlandırmağa başladı. Mekteb şakirdlerini medrese talebelerinden ziyade Nurlara sahib ve naşir ve şakird eyledi. İnşâallah medrese ehli yavaş yavaş hakikî malları ve medrese mahsulü olan Nurlara sahib çıkacaklar. Şimdi de çok müftülerden ve çok ülemalardan Nurlara karşı çok iştiyak görülüyor ve istiyorlar. Şimdi en mühim tekyeler ehli, ehl-i tarîkattır. Bütün kuvvetleriyle Nur Risalelerini nurlandırmaları ve sahib çıkmaları lâzım ve elzemdir. 1. Şimdiye kadar ben yalnız iman hakikatını düşünüp "Tarîkat zamanı değil, bid'alar mani' oluyor" dedim. Fakat şimdi Sünnet-i Peygamberî dairesinde bütün oniki büyük tarîkatın hülâsası olan ve tarîklerin en büyük dairesi bulunan Risale-i Nur dairesi içine, her tarîkat ehli kendi tarîkatı dairesi gibi görüp girmek lâzım ve elzem olduğunu bu zaman gösterdi. Hem ehl-i tarîkatın en günahkârı dahi çabuk dinsizliğe giremiyor; kalbi mağlub olamıyor. Onun için onlar tam sarsılmaz, hakikî Nurcu olabilirler. Yalnız mümkün olduğu kadar bid'atlara ve takvayı kıran büyük günahlara girmemek gerektir.” Em:53

“Gençlik Rehberi'nin resmen tab'edilmesi ve intişarı, pek çok mektebleri tenvir etmiş; hattâ Ankara Dârülfünunu'ndaki ve İstanbul Dârülfünunu'ndaki kıymetdar gençlerin Risale-i Nur'un esasatını, bu vatan milletinin saadetine bir vesile olduğunu bilmeleri ve pek çok muallimler, hamiyet-i milliye ve vataniye ve haysiyet-i ilmiye cihetiyle Risale-i Nur'a kemal-i iştiyak ile alâkadar olmaları, maarif dairesinin nazar-ı dikkatini celbetmiş, Nurlara karşı bir derece beğenmemek tarzında bir ilişmek istemişler. Hattâ burada "Gençleri elde ediyor. Matbu' Gençlik Rehberi ile mekteb talebelerinin nazarlarını dine çeviriyor." diye ihbar edilmiş. Bunun üzerine hem bana, hem ekser Risale-i Nur şakirdlerine bazı vilayetlerde ilişilmiş. Halbuki ben, medreseden çıktığım için hocalardan istimdad etmek lâzımken, bütün kuvvetimle maarif dairesine ve mekteblilere itimad edip onlara dayanmak istiyordum. Çünki Nur dairesine girenlerin çoğu mekteblilerdir, hocalar azdır; çoğu çekindiği halde, mektebliler, kemal-i takdirle Nurlara sahib çıktığından, kalbimden derdim: İnşâallah maarif dairesi, Nur şakirdlerini himaye edecek. Ve yardımları beklerken, birden bize bu yeni taarruzun sebebi; matbu' Gençlik Rehberi'nin âhirinde "Nur şakirdleri, hükûmetin müsaadesine binaen, mümkün olduğu kadar Nur dershaneleri açılmak münasibdir" diye bizim gizli düşmanlarımız maarif dairesini aleyhimize çevirmeğe çalışması bir vesile oldu.” E:286

KUR’AN KURSLARI HAKKINDA

10- Yine Hazret-i Üstad’ın Kur’an kursları hakkında da teşvikkâr bazı beyanları var. Şöyle ki:

“Risale-i Nur şakirdlerinin teşebbüsüyle resmî Kur'an mektebi açılıp, en evvel Nur'un masumları ve hususan Emin'in mahdumları en evvel mektebe girip, en evvel onlar Kur'anı hatmederek kısmen hıfza başlamaları cihetinde, onları ve pederlerini ve oradaki şakirdleri tebrik ediyoruz ve o masumlara binler bârekâllah deriz.” E:225

“Safranbolu kahramanları Mehmed Feyzi ve Emin'in şehnamelerine iştirakleri ve merkez-i hükûmette umumî bir arabî hattı ve hurufu kursu açılması ve Asâ-yı Musa Risalesi'nin fütuhatına ve kerametine alâmet olmasını müjdelemeleri, pek büyük bir inşirah vermesiyle bu kışın bütün çektiğim sıkıntıları hiçe indirdi.” E:154

“Aziz sıddık kardeşlerim!

Evvelâ: İkinci vazife "Mu'cizat Mecmuası"na birinci vazifeyi bitirenler başlamalarını müjde vermeniz, sizleri bu hizmet-i imaniyede bana hakikî kardeş veren Erhamürrâhimîn, beni hadsiz şükre sevkeyledi. Hatt-ı Kur'anî lehinde birincisinin bir kerameti, merkezde hatt-ı Kur'anînin bir kursu açılması olduğu gibi; inşâallah ikincisi, daha mu'cizane bir keramet gösterecek.” E:150

Bu mektublarda kursların takdir sebebi olan ve vazifelerine işaret eden siyah yazılı kısımlar, dikkat çekicidir.

MEKTEB EHLİNİ TENVİR HİZMETİ

11- Bediüzzaman Hazretlerinin dünyaya, maaş ve makama teşvik etmemekle beraber, ehl-i mektebi Risale-i Nur’la tenvir etmeye teşvik eden metubları vardır. Şöyle ki:

“Burada lise mektebine tesirli bir nur girdi. O da Otuzikinci Söz'ün Birinci Mevkıfı, Otuzuncu Lem'a'nın İsm-i Adl ve Hakem Nükteleri, Tabiat Lem'ası hâtimesine kadar, Âyet-ül Kübra'nın,"Evet bu dünya memleketine ve misafirhanesine giren herbir misafir..." diye başlayan Birinci Makam'ın başından -ilham, vahiy mertebeleri hariç kalıp- tâ onsekizinci mertebe olan kâinatın hudûs hakikatı tâ imkâna kadar, yeni hurufla, bir ihtar-ı manevî ile izin verdik. Daktilo (el makinası) ile kendilerine yazdılar. Siz de bu dört parçayı birden cild yapıp, yeni hurufla, ehl-i inkâra onikilik top güllesi gibi atabilirsiniz.” K:147

“Çok ziyade merak ve alâka peyda ettiğim dâr-ül fünun gençlerinin, üniversite talebelerinin namına, şimdiden dokuz tane hakikî Nurcu ve küçük Salahaddin'ler ve Abdurrahman'lar nev'inde dâr-ül fünunun tenvirine ciddî çalıştıklarını bildiren bir mektub aldım. O küçük Abdurrahman'lar ise: Mustafa Oruç, Konya'lı Ziya ve Sabri'nin mahdumu Feyzi ve Bahaeddin, Abdurrahîm ve Kastamonu'lu Ömer ve Aziz ve Şükrü ve Sabri gibi ciddî genç Nurcular Nurlara sahib olmaları, merhum biraderzadem Abdurrahman ve Fuad yeniden on tane olarak dünyaya gelip vazife-i Nuriyeye başlaması gibi beni hem sevindirdi, hem hastalığımı da hafifleştirdi.” E192

“Nurlarla münasebetdar üniversite mektebinin pek gayretli bir Nurcusu ve bir Abdurrahman ve bir Salahaddin kabiliyetinde Mustafa Oruc'a evvelce eski harfle gönderdiğimiz mecmualardan sonra, yeni harfle sekiz-dokuz parçayı da, onun istemesi ve "Üniversite talebeleri çok muhtaç ve müştaktır" demesi üzerine gönderdik. Fakat o genç şakirdin tecrübesi az olmasından, Nurların himayesine kâfi gelmediğinden ve lâyık ellere vermek ve muattal kalmamak için, Nur şakirdleri hususan İstanbul'a yakın olan veya uğrayan veyahud İstanbul'un içinde bulunanlar, Nur'un neşir ve himayesinde ona yardım etmek lâzımdır.” E:188

“Konferans” eserinde de şu ifade var:

“Bu dinsizleri mağlub etmek için, yeni tahsili de yapalım diyenler veya yapanlar, Nur risalelerini devam ve sebatla mütalaa ederek, bu hedeflerine vâsıl olurlar ve çare-i yegâne de budur. Hem böylelikle, mekteb malûmatları da maarif-i İlahiyeye inkılab eder.” S:765

MEKTEB DERSLERİYLE, KUR’AN DERSLERİNİN DEĞERLERİ CİHETİYLE MUKAYESESİ

12- Bediüzzaman Hazretleri mekteb dersleri ile Kur’an ve iman derslerini şöyle mukayese eder:

“Evet mekteblerde, dünya maişeti, ya rütbeleri için fenleri ders okumak, bu kısacık dünyevî hayatta derecesi, faidesi bir ise; ebedî hayatta Kur'an ve Kur'anın kudsî kelimelerini ve nurlu ve imanî manalarını öğrenmek, binler derece daha kıymetlidir. Onlar şişe hükmünde, bunlar elmas hükmündedir.” E:238

Çocukların mekteb derslerinden ziyade Risale-i Nur derslerine çalıştıklarını beyanla çocukları Risale-i Nur’u okumaya teşvik eden  Hazret-i Üstad’ın diğer bir ifadesi de şöyle:

“Onların bu zamanda, bu ciddî çalışmaları gösteriyor ki, Risale-i Nur'da öyle manevî zevk ve cazibedar bir nur var ki, mekteblerde çocukları okumağa şevkle sevketmek için icad ettikleri her nevi eğlence ve teşviklere galebe edecek bir lezzet, bir sürur, bir şevk Risale-i Nur veriyor ki; çocuklar ve ümmi ihtiyarlar böyle hareket ediyorlar.” E:64

VALİDELERİN ŞEFKATLERİNİ SU-İ  İSTÎMAL ETMELERİ

13- Bu zamanda validelerin çocukları hakkında şefkatlerini su’-i isti’mal etmeleri hatalarına gelen cezaya ait bir sual:

“Neden fedakâr, yüksek bir şefkatı taşıyan vâlide; bu zamanda veledinin malından irsiyet almasından mahrum edildi? Kader müsaade eyledi?

Gelen cevab şu: Vâlideler bu asırda, bir aşılama suretinde şefkatlerini yanlış bir tarzda sarfetmeleridir ki; evlâdım şan, şeref, rütbe, memuriyet kazansın diye, bütün kuvvetleriyle evlâdlarını dünyaya, mekteblere sevkediyorlar. Hattâ mütedeyyin de olsa, Kur'anî ilimlerin okumasından çekip dünya ile bağlarlar. İşte bu şefkatin bu yanlışından, kader bu mahrumiyete mahkûm etti. K:264

“Hem  o şefkatli vâlide, çocuğunun hayat-ı dünyeviyede tehlikeye girmemesi, istifade ve fayda görmesi için her fedakârlığı nazara alır, onu öyle terbiye eder. "Oğlum paşa olsun" diye bütün malını verir; hâfız mektebinden alır, Avrupa'ya gönderir. Fakat o çocuğun hayat-ı ebediyesi tehlikeye girdiğini düşünmüyor ve dünya hapsinden kurtarmağa çalışıyor, Cehennem hapsine düşmesini nazara almıyor. Fıtrî şefkatin tam zıddı olarak o masum çocuğunu, âhirette şefaatçı olmak lâzım gelirken davacı ediyor. O çocuk, "Niçin benim imanımı takviye etmeden bu helâketime sebebiyet verdin?" diye şekva edecek.” L:200

Dinî ders ve terbiyeyi yeteri derecede alamayan çocuğun, dünyevi fenler ile meşguliyeti nisbetinde diyanetten uzak düştüğünü beyan eden Bediüzzaman Hazretleri, bu mes’ele üzerinde ehemmiyetle durmaktadır. Bir mektubunda şöyle diyor:

“Risale-i Nur'un fıtraten ve zamanın vaziyetine göre talebesi olacak, başta masum çocuklardır. Çünki bir çocuk küçüklüğünde kuvvetli bir ders-i imanî alamazsa, sonra pek zor ve müşkil bir tarzda İslâmiyet ve imanın erkânlarını ruhuna alabilir. Âdeta gayr-ı müslim birisinin İslâmiyeti kabul etmek derecesinde zor oluyor, yabani düşer. Bilhassa peder ve vâlidesini dindar görmezse ve yalnız dünyevî fenlerle zihni terbiye olsa, daha ziyade yabanilik verir. O halde o çocuk, dünyada peder ve vâlidesine hürmet yerinde istiskal edip çabuk ölmelerini arzu ile onlara bir nevi bela olur. Âhirette de onlara şefaatçi değil, belki davacı olur. Neden imanımı terbiye-i İslâmiye ile kurtarmadınız?” E:41

“Evet bu hakikî ihlas ile hakikî bir fedakârlık taşıyan vâlidelik şefkati sû'-i istimal edilip, masum çocuğunun elmas hazinesi hükmünde olan âhiretini düşünmeyerek, muvakkat fâni şişeler hükmünde olan dünyaya o çocuğun masum yüzünü çevirmek ve bu şekilde ona şefkat göstermek, o şefkatı sû'-i istimal etmektir.” L:200

HÜSRAN-I MÜBİN

“Başlattığı gün mektebe, duydum ki diyordu,

rahmetli babam: “Adam olur oğlum ilerde.”

Annemse,oturmuş, paşalıklar kuruyordu....

Adamlığı geçtik! Paşalık olsun, o nerde?

Âmâlî tezat üzere giderken ebeveynin,

hep böyle harab olmada etfal ara yerde!” Safahat :135 Mehmet Akif Ersoy

HAZRET-İ ÜSTADIN YEĞENİ FUAT’LA ALÂKALI BİR HATIRASI VE BİR TÂZİYE MEKTUBU

14-Bir hatıra:

Nadir Baysal Anlatıyor: “Üstadın kardeşi Abdülmecid’in oğlu Fuad’ı, Üstad çağırarak Kastamonuya getirtti. Onbeş gün kadar yanında alıkoydu. Bu onbeş gün müddetinde ben, Üstad’ın yeğeniyle mütemadiyen görüşür ve kendisini alarak Kastamonu’yu gezdirirdim. Yeğeni o zaman liseyi okuyordu. Fuad, “Amcam okumama râzı değil” diyordu. Sebebini ise açıklamadı. Onbeş gün kaldıktan sonra Üstad izin verdi, kendisi de ikamet ettiği yer olan Ürgüp’e gitti.” (Son Şahitler 4. Cild. Sh:286)

Liseyi bitirdikten sonra babası Abdülmecid, Fuad’ı Ankara’ya Ziraat Fakültesine tahsil için gönderdi. Daha sonrada Fuad vefat etti. Bu vefat sebebiyle Hazret-i Üstad şâyan-ı ibret bir taziyename yazıp, kardeşi Abdülmecid ağabeye göndermiş.

Mektubun Arabça olan baş kısmında Fuad’ın okuyacağı ziraat derslerine, -mâna-yı ismi ile verdiği menfi tesirinden dolayı- “felsefe-i sakîme” der. Hem Risale-i Nur gibi bir ihsan-ı İlâhiyeye kanaat etmek gerektiğini ve şimdiki tarz-ı hayatın te’sirinden uzak kalınmasının lüzumunu hatırlatan ve çok mânidar olan bu mektub aynen şöyledir.

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ وَاِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ

اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَ اَحْسَنَ اللّٰهُ عَزَاكُمْ وَ اَعْطَاكُمْ صَبْرًا جَمِيلاً وَ غَفَرَ لِمَيِّتِكُمْ وَ نَوَّرَ قَبْرَهُ بِنُورِ اْلاِيمَانِ وَ اْلقُرْآنِ وَ جَعَلَهُ فِى قَبْرِهِ مُشْتَغِلاً بِرِسَالَةِ النُّورِ بَدَلَ الْفَلْسَفَةِ السَّقِيمَةِ آمِينَ

Aziz kardeşim!

Bu hâdise dahi, Abdurrahman hâdisesi gibi bir hüccettir ki, bize şimdiki tarz-ı hayat yaramaz. Bize bu dünyada daha safi ve âlî ve kudsî bir hayat-ı masumane ihsan edildiğinden ona kanaat lâzımdı. Merhum Abdurrahman gerçi muvakkaten aldandı, fakat İstanbul'da Risale-i Nur mukaddematına büyük bir hizmeti var. Hem Onuncu Söz ile tam kurtuldu, sonra gitti.

Merhum Fuad dahi, inşâallah Risale-i Nur'un feyziyle imanını kurtarmış ve mektubu dahi, senin dediğin gibi gösteriyor ve size ve hanedanınıza mensubiyetiyle samimî iftiharı ve kuvvetli irtibatı, Risale-i Nur cihetiyle olduğunu hissettim.

Ben size ta'ziye vermek değil, belki hem onu hem sizi tebrik ederim ki; bu zamanın dehşetli ve dalaletli hayatından kurtuldu, daha masum ve çok bulaşmadan gitti. Ve size Cennet'te lâyık bir evlâd ve وِلْدَانٌ مُخَلَّدُونَ sırrına mazhar oldu.

Ben şimdiye kadar merhum Molla Abdullah ile beraber Abdurrahman'ı ve Ubeyd'i ekser dualarımda zikrettiğim gibi, merhum Fuad'ı dahi onlarla beraber her vakit yâd edeceğim, inşâallah.

Evet kardeşim, dediğin gibi, Fuad'ın (R.H.) mektubu aynen Abdurrahman'ın (R.H.) mektubu misillü, Risale-i Nur'un bir şu'le-i kerametini gösteriyor. Yalnız Abdurrahman'ın gayet hâlis ve şimdiki tarz-ı hayattan ve tabirlerinden müberra, safi ifadesi onda yoktur. Eğer dünyada kalsa idi, mağlub olmak ihtimali vardı.

Cenab-ı Erhamürrâhimîn hem ona, hem Risale-i Nur hanedanına ve dairesine merhamet edip, onu rahmetine ve Cennet'e aldı, mağlub ettirmedi. Risale-i Nur'un küçük talebeleri dairesindeki makamında ibka etti. Hadsiz şükür olsun ki, bu iki kahraman biraderzadelerim vefatlarının ilânnameleriyle Risale-i Nur şakirdleri imanla kabre gireceklerine dair olan müjde-i Kur'aniyeye iki misal ve iki delil gösterdiler.

Benim tarafımdan Risale-i Nur'la alâkadar veya bizimle dost olanlara selâm ve dua ile, Davud ve Nihad iki Muhammed ve Abdülmecid ile beraber, bütün manevî kazançlarıma her gün hissedardırlar.

Kardeşiniz  Said Nursi B:383

 

NETİCE

DÜNYAYA AŞIRI BAĞLAYAN CEMİYET ŞARTLARI SEBEBİYLE BU ZAMANDA DÜNYAYA TEŞVİK ETMEMENİN VE MEDRESELERİN ASR-I SAADET HAYATINI ESAS ALMALARININ LÜZÛMU

15- Bu zamanda hayat-ı içtimaiyeye teşvik eden sebeblerin çokluğundan dolayı, erbab-ı belâgat, belâgat kaidesince dünyaya teşvik etmez ve etmemeli.

“Evet insanı dünyaya çağıran ve sevkeden esbab çoktur. Başta nefis ve hevası ve ihtiyaç ve havassı ve duyguları ve şeytanı ve dünyanın surî tatlılığı ve senin gibi kötü arkadaşları gibi çok dâîleri var. Halbuki bâki olan âhirete ve uzun hayat-ı ebediyeye davet eden azdır. Eğer sende zerre mikdar bu bîçare millete karşı hamiyet varsa ve ulüvv-ü himmetten dem vurduğun yalan olmazsa, hayat-ı bâkiyeye yardım eden azlara imdad etmek lâzım gelir. Yoksa o az dâîleri susturup, çoklara yardım etsen şeytana arkadaş olursun.” L:122

Ancak geniş dairede çalışanlara müsbet mecra ve iman dersleri gösterilmelidir. Bunun için; yani, asrımızın dünyaya aşırı bağlayan bozuk şartları sebebiyle külliyatta hayata teşvik yapılmamakta ve geniş dairede müsbet mecralar gösterilmektedir. Hem cemiyetin müsbete dönmesi hâlinde gerekli olan terakki düsturlarını da vaz’etmiştir.

Malûmdur ki, cemiyetin veya cemaatın yaşayış şekli, muhavere ve sohbetleri gibi cemiyetin bütün hususiyetleri, ferdlere te’sir eden en ehemmiyetli sebeblerdendir.

Mesela: Asr-ı Saadetteki cemiyette, (İçtihad Risalesi’nde izah edildiği gibi) bütün muhavereler, sohbetler ve umumî olarak merak edilip rağbet gören meseleler; kelâm-ı İlâhî’den, murad ve marziyat-ı İlâhiyeyi öğrenmek idi. Bunun için o zamanın insanları bu mânada müsbet yetişirlerdi. Zamanımızda ise;

1- Hayat-ı dünyeviyenin te’mini..

2- Siyaset merakları..

3- Felsefenin revacı yani, dinin hükümlerine tabi olmak yerine, kendi arzu ve aklına tâbi olmak gibi haller vardır. Cemiyetteki fertler dahi, bu hususiyetlerin te’siri altında, manen ve fikren müsbet terakkinin zemin ve şartlarını bulamadığından, terakki yerine tedenniye dûçar olurlar diye içtihad bahsinde ve Külliyatın müteferrik yerlerinde beyan ve izahlar yapılmıştır.

İşte, asrın bu tehlikelerinden kurtulmanın ehemmiyetli çarelerinden birisi: Asr-ı Saadetin mezkûr hususiyetlerine sahib bir cemaatın içinde bulunmaktır. Bu cemaat asrın üç hastalığından kaçınabilmek için:

1- Hayat-ı dünyeviyeye teşvik eden..

2- Siyasî mes’elelere teşvik eden..

3- Felsefi, aklî muhakemelerle dini hükümlere tasarruf eden sohbet ve muhaverelere kendi dünyası içinde yer vermemelidir. Külliyatta tekrar edilen, “Zaman cemaat zamanıdır” şeklindeki ısrarlı tavsiyenin bir hikmeti de budur.

İşte  Sahabe mesleğinin bir cilvesi.. 2 olan Risale-i Nur mesleğinin merkezleri manasındaki dersane-i Nuriyeler, Asr-ı Saadetin mezkûr hususiyetlerin yaşanmasına cehdedilen ve zamanımızın mezkûr üç içtimaî hastalığını medar-ı bahs ve merak etmeyen ve böylece müsbet yetişme zemin ve şartlarını hâiz olan yerlerdir, ve Kur’an’a ve imana hizmet ehlinin -Ashab-ı Suffa’da olduğu gibi- suffalarıdır.

Evet mezkûr hussusiyetlerin yaşandığı yerler, daha çok vakıfların bulunduğu dersanelerdir ve öylede olmalıdır. Çünkü hizmet-i imaniyeye hasr-ı hayat edenlerin dünyevi meşgaleleri olmadığından mezkûr hususiyetlere uygun bir hayat seyri imkânına sahibdirler. Diğer Nurcular ise, fırsat buldukça bu dersanelerle irtibatlı ve derslere müdâvim olmaları gerektir ki, asrın menfi üç te’sirine karşı mukabele edebilsinler... Mevcud cemiyet şartları itibariyle zikredilen bu husus, bu tahaffuz, bir kanun-u fıtrat gibidir.

Hem böylece, “Zaman cemaat zamanıdır” hükmünün ve cemaat şuurunun ve şahs-ı mânevinin tahakkukuna zemin olur.

16- EK BİR BAHİS:      

MEDRESETÜZZEHRANIN MAHİYETİ

Bediüzzaman Hazretleri, hükûmet tarafından açılmasını istediği ve muhtelif devrelerde hükûmetlere teklif ettiği dâr-ül fünûn’da din derslerinin hakim olmasını şart koşar ve devletin resmen te’sis etmesini ister.

Bediüzzaman Hazretleri, meşrutiyetten beri takib ettiği isteğini Ankara’da kurulan ilk meclise teklif ettiği zaman

“bazı mebuslar diyorlar ki: Yalnız, sen, medrese usuliyle, sırf İslâmiyet noktasında gidiyorsun; halbuki şimdi garblılara benzemek lâzım.

Bediüzzaman:

O Vilâyât-ı Şarkiye, Âlem-i İslâmın bir nevi merkezi hükmündedir; fünun-u cedide yanında, ulûm-u diniye de lâzım ve elzemdir. Çünkü: Ekser enbiyanın Şarkta, ekser hükemanın Garbda gelmesi gösteriyor ki; Şarkın terakkiyatı dinle kaimdir. Başka vilâyetlerde sırf fünun-u cedide okuttursanız da, Şarkta her halde; millet, vatan maslahatı namına, ulûm-u diniye esas olmalıdır. Yoksa, Türk olmayan müslümanlar, Türke hakikî kardeşliğini hissedemiyecek. Şimdi, bu kadar düşmanlara karşı teavün ve tesanüde muhtacız. Hattâ bu hususta size bir hakikatlı misâl vereyim:

Eskiden, Türk olmayan bir talebem vardı. Eski medresemde, hamiyetli ve gayet zeki o talebem, ulûm-u diniyeden aldığı hamiyet dersi ile her vakit derdi: "Salih bir Türk, elbette fâsık kardeşimden ve babamdan bana daha ziyade kardeştir ve akrabadır." Sonra aynı talebe, talihsizliğinden, sırf maddî fünun-u cedide okumuş. Sonra ben -dört sene sonra- esaretten gelince onunla konuştum. Hamiyet-i milliye bahsi oldu. O dedi ki:

Ben şimdi, râfizî bir Kürdü, salih bir Türk hocasına tercih ederim. Ben de:

Eyvah! dedim, ne kadar bozulmuşsun? Bir hafta çalıştım, onu kurtardım; eski hakikatlı hamiyete çevirdim.

İşte ey meb'uslar!... O talebenin evvelki hali, Türk Milletine ne kadar lüzumu var. İkinci hali, ne kadar vatan menfaatine uygun olmadığını fikrinize havâle ediyorum. Demek -farz-ı muhal olarak- siz başka yerde dünyayı dine tercih edip, siyasetçe dine ehemmiyet vermeseniz de; her halde Şark vilâyetlerinde din tedrisatına azamî ehemmiyet vermeniz lâzım.

Bu hakikatlı maruzat üzerine, muhalifler dışarı çıkıp, 163 meb'us o kararı imza ederler.” T:143

“Te’sis edilecek Şark Dârülfünununun ilk müteşebbisinin bir ders kitabı olan ve ulûm-u müsbete ve fenniye ile ulûm-u imaniyeyi barıştıran ve bu otuz seneden beri bütün feylesoflara meydan okuyan ve resmî ülemaya dokunduğu ve eski hükûmetle resmen mübareze ettiği halde bütün bunlar tarafından takdir ve tahsine mazhar olan ve mahkemelerde beraet kazanan Risale-i Nur'un bu vatan ve millete temin ettiği asayiş ve emniyettir ki; İslâm memleketlerinde, hususan Fas'ta, Mısır ve Suriye ve İran gibi yerlerde vuku' bulan dâhilî karışıklıkların bu vatanda görülmemesidir.

İşte nasılki bu vatan ve millette Risale-i Nur -emniyet ve asayişin ihlâline sair memleketlerden daha ziyade esbab bulunmasına rağmen- asayişi temin etmesi gösteriyor ki; o Doğu Üniversitesi'nin tesisi, beşeri müsalemet-i umumiyeye mazhar kılacaktır. Çünki şimdi tahribat manevî olduğu için ona mukabil tamirci manevî bir atom bombası lâzımdır.

İşte bu zamanda tahribatın manevî olduğuna ve ona karşı mukabelenin de ancak tamirci manevî atom bombasıyla mümkün olabileceğine kat'î bir delil olarak üniversitenin mebde' ve çekirdeği olan Risale-i Nur'un bu otuz sene içerisinde Avrupa'dan gelen dehşetli dalalet ve felsefe ve dinsizlik hücumlarına bir sed teşkil etmesidir. O manevî tahribata karşı Risale-i Nur tamirci ve manevî bir atom bombası olmuş.” Em:185

“Şark Üniversitesi'nin bir nevi proğramı olmaya lâyık üss-ül esas dersi ise, Kur'an-ı Hakîm'in hakaik-i imaniyesini tefsir eden ve bütün mes'elelerini fünun-u akliye ile ve delail-i mantıkıye ve müsbete ile tesbit ettiren ve makulatla ders veren Risale-i Nur'dur ki; yeni asrın üniversitelerinde ve mekteblerinde okutulmaya şâyandır.” Em: 192

“O azîm üniversitenin temelleri ve esasatı ve manevî bir proğramı ve muazzam bir tedrisatı nev'inden Risale-i Nur'un yüzelli risalesini kendime tevkil ediyorum. Bu vatan ve milletin istikbalinin fedakâr genç üniversite talebelerine ve maarif dairesine arz edip bu mes'elede muvaffakıyete mazhar olan Tevfik İleri'nin bu bîçare Said'e bedel Risale-i Nur'a himayetkârane sahib çıkmasını rahmet-i İlahîden niyaz ediyorum.” Em: 184

“Evet ulûm-u diniye o üniversitede esas olacak. Çünki hariçteki kuvvet tahribatı manevîdir, imansızlıkladır. O manevî tahribata karşı atom bombası, ancak manevî cihetinde maneviyattan kuvvet alıp o tahribatı durdurabilir.” Em: 225

“Şu medrese neşredeceği semeratla, tamim edeceği ziya ile, İslâmiyete edeceği hizmetle ukûl yanında en a'lâ bir mekteb olduğu gibi; kulûb yanında en ekmel bir medrese, vicdanlar nazarında en mukaddes bir zaviyeyi temsil edecektir. Nasıl medrese, öyle de mekteb, öyle de tekke olduğundan; İslâmiyetin ianat-ı milliyesi olan nüzur ve sadakat kısmen ona teveccüh edecektir.” Mü: 88

17-İKİNCİ EK BAHİS:

MAARİF DÜNYASINDA MÜSBET İLİMLERDE TARZ-I NAZAR MES’ELESİ

Bu asırda fen ve felsefeden gelen dalâletin en birinci sebebi, nokta-i nazar yanlışlığıdır.

Mübet ilimlerde bakış tarzı bizzarure iki çeşittir. Biri, her şeyi var eden yalnız Allah olduğu inancı olan tevhid nazarıdır. Diğeri, tabiat ve sebebler namına nazardır. Yani, İlâhi eserler olan kâinattaki varlıklara, tabiat ve esbaba müessir ve fail oldukları mânasında bakmaktır ki, şirk, inkâr ve dalâlete yol açar. Hem bu iki nazar birbirine zıt olup ortası düşünülemez. “Eğer tarafsızlık iddiasıyla, müsbet fenlerde Allah mevzu edilmeden, bîtaraf bir görüş gereklidir” denilse deriz ki; verilen derslerde öğrenciye tabiat ve sebeblerin hakiki müessir olduğu fikri telkin ediliyor ve neticeleri de görülüyorsa ve Allah fikri de mevzu edilmiyorsa, bu durum din lehinde ve tarafında değil, ancak dinden kopuk ve zıt taraftır. Dinden kopuk tutum ise, biri mütecaviz, diğeri alâkasız iki tutumdan ibarettir ki, her ikisi de dinde reddedilmiştir. Çünkü Allah, varlıkları ve hâdiseleri, kendini tanıtmak için halketmiş ve bu hususu Kur’anda tekrarla bildirmiştir. O halde dine karşı tarafsızlık fikri, yanlış bir iddia olur.

Şimdi bu iki nokta-i nazar olan hikmet-i Kur’aniye ile hikmet-i fenniyenin farklarına ve bu iki zıt nazarın ortası olmadığına Sözler Mecmuasında zikredilen şu gelecek hikâye-i temsiliye dürbünüyle bakalım:

“Bir zaman, hem dindar, hem gayet san'atkâr bir Hâkim-i Namdar istedi ki: Kur'an-ı Hakîm'i, maânîsindeki kudsiyetine ve kelimatındaki i'caza şayeste bir yazı ile yazsın. O mu'ciz-nüma kamete, hârika bir libas giydirilsin. İşte o Nakkaş Zât, Kur'anı pek acib bir tarzda yazdı. Bütün kıymettar cevherleri, yazısında istimal etti. Hakaikının tenevvüüne işaret için bazı mücessem hurufatını elmas ve zümrüt ile ve bir kısmını lü'lü ve akik ile ve bir taifesini pırlanta ve mercanla ve bir nev'ini altun ve gümüş ile yazdı. Hem öyle bir tarzda süslendirip münakkaş etti ki, okumayı bilen ve bilmeyen herkes temaşasından hayran olup istihsan ederdi. Bahusus ehl-i hakikatın nazarına o surî güzellik, manasındaki gayet parlak güzelliğin ve gayet şirin tezyinatın işaratı olduğundan, pek kıymettar bir antika olmuştur.

Sonra o Hâkim, şu musanna ve murassa Kur'anı, bir ecnebi feylesofa ve bir müslüman âlime gösterdi. Hem tecrübe, hem mükâfat için emretti ki: "Herbiriniz, bunun hikmetine dair bir eser yazınız." Evvelâ o feylesof, sonra o âlim, ona dair birer kitab te'lif ettiler. Fakat feylesofun kitabı, yalnız harflerin nakışlarından ve münasebetlerinden ve vaziyetlerinden ve cevherlerinin hâsiyetlerinden ve tarifatından bahseder. Manasına hiç ilişmez. Çünki o ecnebî adam, arabî hattı okumayı hiç bilmez. Hattâ o müzeyyen Kur'anı, bilmiyor ki bir kitabdır ve manayı ifade eden yazıdır. Belki ona münakkaş bir antika nazarıyla bakıyor. Lâkin çendan arabî bilmiyor fakat çok iyi bir mühendistir, güzel bir tasvircidir, mahir bir kimyagerdir, sarraf bir cevhercidir. İşte o adam, bu san'atlara göre eserini yazdı.

Amma müslüman âlim ise ona baktığı vakit anladı ki: O, Kitab-ı Mübin'dir, Kur'an-ı Hakîm'dir. İşte bu hakperest zât, ne tezyinat-ı zahiriyesine ehemmiyet verdi ve ne de hurufun nukuşuyla iştigal etti. Belki öyle bir şeyle meşgul oldu ki, milyon mertebe öteki adamın iştigal ettiği mes'elelerinden daha âlî, daha galî, daha latif, daha şerif, daha nâfi', daha câmi'... Çünki nukuşun perdesi altında olan hakaik-i kudsiyesinden ve envâr-ı esrarından bahsederek gayet güzel bir tefsir-i şerif yazdı. Sonra ikisi, eserlerini götürüp o Hâkim-i Zîşan'a takdim ettiler. O Hâkim, evvelâ feylesofun eserini aldı. Baktı gördü ki: O hodpesend ve tabiatperest adam çok çalışmış, fakat hiç hakikî hikmetini yazmamış. Hiçbir manasını anlamamış, belki karıştırmış. Ona karşı hürmetsizlik, belki edebsizlik etmiş. Çünki o menba-ı hakaik olan Kur'anı, manasız nukuş zannederek, mana cihetinde kıymetsizlik ile tahkir etmiş olduğundan, o Hâkim-i Hakîm dahi onun eserini başına vurdu, huzurundan çıkardı.

Sonra öteki hakperest, müdakkik âlimin eserine baktı gördü ki: Gayet güzel ve nâfi' bir tefsir ve gayet hakîmane, mürşidane bir te'liftir. "Âferin, bârekâllah" dedi. İşte hikmet budur ve âlim ve hakîm, bunun sahibine derler. Öteki adam ise, haddinden tecavüz etmiş bir san'atkârdır. Sonra onun eserine bir mükâfat olarak; herbir harfine mukabil, tükenmez hazinesinden "On altun verilsin" irade etti.

Eğer temsili fehmettin ise bak, hakikatın yüzünü de gör:

Amma o müzeyyen Kur'an ise, şu musanna kâinattır. O hâkim ise, Hakîm-i Ezelî'dir. Ve o iki adam ise, birisi yani ecnebisi; ilm-i felsefe ve hükemasıdır. Diğeri, Kur'an ve şakirdleridir. Evet Kur'an-ı Hakîm, şu Kur'an-ı Azîm-i Kâinatın en âlî bir müfessiridir ve en belig bir tercümanıdır. Evet o Furkan'dır ki; şu kâinatın sahifelerinde ve zamanların yapraklarında kalem-i kudretle yazılan âyât-ı tekviniyeyi cin ve inse ders verir. Hem herbiri birer harf-i manidar olan mevcudata "mana-yı harfî" nazarıyla, yani onlara Sâni' hesabına bakar, "Ne kadar güzel yapılmış, ne kadar güzel bir surette Sâniinin cemaline delalet ediyor" der. Ve bununla kâinatın hakikî güzelliğini gösteriyor. Amma ilm-i hikmet dedikleri felsefe ise; huruf-u mevcudatın tezyinatında ve münasebatında dalmış ve sersemleşmiş, hakikatın yolunu şaşırmış. Şu kitab-ı kebirin hurufatına "mana-yı harfî" ile, yani Allah hesabına bakmak lâzım gelirken; öyle etmeyip "mana-yı ismî" ile, yani mevcudata mevcudat hesabına bakar, öyle bahseder. "Ne güzel yapılmış"a bedel, "Ne güzeldir" der, çirkinleştirir. Bununla kâinatı tahkir edip, kendisine müştekî eder. Evet dinsiz felsefe, hakikatsiz bir safsatadır ve kâinata bir tahkirdir...” S:130

Demek Allah’ın eserleri olan varlıklara ve hâdiselere, tabiat ve esbab namına bakmak ve mana-yı ismi anlayışında olan fenler nazariyle baktırmak, eserleriyle kendisini tanıttırmak isteyen Allah’ın maksadına tamamıyla zıt bir hareket olur. Bediüzzaman Hazretleri mevzu ile alâkalı olarak der ki:

“Cenab-ı Hakk'ın masivasına (yani kâinata) mana-yı harfiyle ve Onun hesabına bakmak lâzımdır. Mana-yı ismiyle ve esbab hesabına bakmak hatadır.

Evet her şeyin iki ciheti vardır. Bir ciheti Hakk'a bakar. Diğer ciheti de halka bakar. Halka bakan cihet, Hakk'a bakan cihete tenteneli bir perde veya şeffaf bir cam parçası gibi, altında Hakk'a bakan cihet-i isnadı gösterecek bir perde gibi olmalıdır. Binaenaleyh nimete bakıldığı zaman Mün'im, san'ata bakıldığı zaman Sâni', esbaba nazar edildiği vakit Müessir-i Hakikî zihne ve fikre gelmelidir.” Mn:51

“Avrupa ve Amerikadan getirilen ve hakikatta yine İslâmın malı olan fen ve san'atı, nur-u tevhid içinde yoğurarak, Kur'anın bahsettiği tefekkür ve mâna-yı harfî nazariyle, yâni onun san'atkârı ve ustası namiyle onlara bakmalı ve "saadet-i ebediye ve sermediyeyi gösteren hakaik-ı imaniye ve Kur'aniye mecmuası olan Nurlara doğru ileri, arş!" demeli ve dedirmeliyiz!..” T:158

“Şu noktaya dikkat et; nasıl olur niyetle mubah âdât, ibadat... Öyle tarz-ı nazarla fünun-u ekvan, olur maarif-i İlahî...

Tedkik dahi tefekkür, yani ger harfî nazarla, hem san'at noktasında "ne güzeldir" yerine "ne güzel yapmış Sani', nasıl yapmış o mâhi"

Nokta-i nazarında kâinata bir baksan, nakş-ı Nakkaş-ı Ezel, nizam ve hikmetiyle lem'a-i kasd ve itkan, tenvir eder şübehi.

Döner ulûm-u kâinat, maarif-i İlahî. Eğer mana-yı ismiyle, tabiat noktasında, "zâtında nasıl olmuş" eğer etsen nigahı,

Bakarsan kâinata, daire-i fünunun daire-i cehl olur. Bîçare hakikatlar, kıymetsiz eller kıymetsiz eder. Çoktur bunun güvahı...” S:723

Hem yine ifade tarzı için biyolojiye ait bir örnek daha verelim. Şöyle ki:

“Sâni'-i Hakîm, beden-i insanı gayet muntazam bir şehir hükmünde halketmiştir. Damarların bir kısmı, telgraf ve telefon vazifesini görür. Bir kısmı da çeşmelerin boruları hükmünde, âb-ı hayat olan kanın cevelanına medardırlar. Kan ise içinde iki kısım küreyvat halkedilmiş. Bir kısmı küreyvat-ı hamra tabir edilir ki, bedenin hüceyrelerine erzak dağıtıyor ve bir kanun-u İlahî ile hüceyrelere erzak yetiştiriyor (tüccar ve erzak memurları gibi). Diğer kısmı küreyvat-ı beyzadırlar ki; ötekilere nisbeten ekalliyettedirler. Vazifeleri, hastalık gibi düşmanlara karşı asker gibi müdafaadır ki, ne vakit müdafaaya girseler Mevlevî gibi ilki hareket-i devriye ile sür'atli bir vaziyet-i acibe alırlar.” S:593

Meterolojiye ait diğer bir misal de şöyledir: Kur’an’da (2:19) âyetin iki kelimesi olan :

“Yani, gök gürültüsüyle şimşek, Cenab-ı Hakkın azametine ve kudretine delâlet eden pek çok âşikâr iki ayettir ki, âlem-i gaybdan, bulutların idare ve devirlerine müekkel ve nizam ve intizam kanunlarının mümessilleri ve me’murları olan meleklerin yed-i selahiyetlerine verimiştir.

Sonra müsebbebatın esbabla zahirde bağlı oldu­ğuna binaen, bulutlar, havada münteşir olan bu­har-ı mâiden izn-i İlâhî ile teşekkül ederler. Bu bulutların hikmet-i Rabbaniye ile bir kısmı menfî elektriği hâmildir, bir kısmı da müsbet elektriği hâmiledir. Bu kısımlar birbirine yaklaşıp, araların­da müsademe hasıl olduğunda, irade-i Hâlık ile berk tevellüd eder. Bulutların bir kısmı hücum, bir kısmı da firar ettikleri zaman, aralarında ha­vasız kalan yerleri doldurmak için emr-i Rabbanî ile tabakat-ı havaiye hareketle heyecana geldi­ğinde ra’d sadâsı, yani gök gürültüsü meydana gelir. Fakat bu hallerin cereyanı bir nizam ve bir kanun altında olur ki, o nizamı ve o kanunu temsil eden, ra’d ve berk melekleridirler.” Osmanlıca İşarat’ul İ’cazdan

Alim ve fâzıl bir zâtın eserinde bulunan ve jeoloji ilmine ait olup umumi alışkanlığın te’siri ile yazıldığından Bediüzzaman Hazretlerinin ifade tarzını beğenmediği şu ifade şekli de bir örnektir          

“Hem meselâ: Felsefeye temas eden bazı cümleler, "Mürur-u zamanla kabuk bağlamış, sonra toprağa inkılab etmiş, sonra nebatat husule gelmiş, sonra hayvanat vücuda gelmiş" gibi tabirler, icad ve hilkat-i İlahî noktasında felsefîdir ki, Risale-i Nur'un san'at ve icad-ı İlahî cihetindeki beyanatına münasib düşmüyor.” E:176

Halbuki bu ifade mevzu edilen dünyanın yaradılışı hakkında verilen bilgiler şöyle anlatılabilirdi:

“Kanun-u Rabbaninin tecellisi altında mürur-u zamanla kabuk bağlamış, sonra toprak yapılmış sonra nebatat halkedilmiş, sonra hayvanat yaratılmış...”

Yine mevzumuzla  alâkalı olarak ve kimya ilmine ait istidlâl kaidesinden bir örnek:

“Meselâ: Nasılki mükemmel bir eczahane ki, her kavanozunda hârika ve hassas mizanlarla alınmış hayatdar macunlar ve tiryaklar var. Şübhesiz gayet meharetli ve kimyager ve hakîm bir eczacıyı gösterir. Öyle de, küre-i arz eczahanesinde bulunan dörtyüz bin çeşit nebatat ve hayvanat kavanozlarındaki zîhayat macunlar ve tiryaklar cihetiyle, bu çarşıdaki eczahaneden ne derece ziyade mükemmel ve büyük olması nisbetinde, okuduğunuz fenn-i tıp mikyasıyla küre-i arz eczahane-i kübrasının eczacısı olan Hakîm-i Zülcelal'i hattâ kör gözlere de gösterir, tanıttırır.” Ş:205

İşte bu gibi ifade şekilleri aynı ilmî hakikati anlatır. Fakat tabiatçılık anlayışına kapı açmaz. Bu tarz telkinatın neticesi olarak da, gençlik dimağ ve ruhunda kâinat sahibine karşı mânevî mes’uliyet duygusu ve itaat hissine sahip olur. Hayat-ı içtimaiyenin hüsn-ü cerayanına medar şahsiyetli gençlik kazanılır.

Çeşitli misallerde görüldüğü gibi fenler, dünya hayatının imarında faydalı olduğu gibi mânevi hayatta da tahkik-i imana vesile olabilmektedir. O halde iman nokta-i nazarıyla olmak şartıyla ulûm-u müsbete ile mânevî mezcedilmelidir. Evet, tedriste mâneviyattan ayrılmış olan ilimlerin büyük zararlara  vesile olduğuna, Osmanlı İmparatorluğu’nun son devresindeki dâr- ül fünunun durumunu bir örnek olarak nazara veren Bediüzzaman Hazretleri diyor:

“Bu âlem-i İslâmın âlem-i küfre karşı en ileri karakolu şu dârülfünun idi. Lâkayd ve gafletlikle hasm-ı tabiat-yılan

Gediği açtı cephenin arkasında, dinsizlik hücum etti, millet epey sarsıldı. En ileri karakol, İslâmiyet ruhuyla tenevvür etmiş cinan.

En mütesallib olmalı. En müteyakkız olmalı yahut o dar olmamalı, İslâmı aldatmamalı. İmanın yeri kalbdir; dimağ ise oluyor ma'kes-i nur-u iman.

Bazan da mücahiddir, bazan süpürgecidir, dimağda vesveseler, hem pek çok ihtimaller kalb içine girmese, sarsılmaz iman, vicdan.

Yoksa bazıların zannınca iman dimağda olsa; ruh-u iman olan hakkalyakîne, ihtimalât-ı kesîre olur birer hasm-i bîeman.

Kalb ile vicdan, mahall-i iman. Hads ile ilham, delil-i iman.

Bir hiss-i sâdis; tarîk-ı iman... Fikr ile dimağ, bekçi-i iman.” S:731

Maarifte takip edilen bu yanlış hareketin neticesi olarak dalâlete yol açan anlayışlar da doğmuştur.

“Evet ehl-i dalâlet “Dalaletten gelen hadsiz bir cehalet ve zındıkadan neş'et eden çirkin bir temerrüd sebebiyle bilmiyorlar ki: Esbab yalnız birer bahanedirler, birer perdedirler. Dağ gibi bir çam ağacının cihazatını dokumak ve yetiştirmek için bir köy kadar yüz fabrika ve tezgâh yerine küçücük çekirdeği gösterir: "İşte bu ağaç bundan çıkmış" diye Sâniinin o çamdaki gösterdiği bin mu'cizatı inkâr eder misillü bazı zahirî sebebleri irae eder. Hâlık'ın ihtiyar ve hikmet ile işlenen pek büyük bir fiil-i rububiyetini hiçe indirir. Bazan gayet derin ve bilinmez ve çok ehemmiyetli, bin cihette de hikmeti olan bir hakikata fennî bir nam takar. Güya o nam ile mahiyeti anlaşıldı, âdileşti, hikmetsiz, manasız kaldı.

İşte gel! Belâhet ve hamakatın nihayetsiz derecelerine bak ki: Yüz sahife ile tarif edilse ve hikmetleri beyan edilse ancak tamamıyla bilinecek derin ve geniş bir hakikat-ı meçhuleye bir nam takar; malûm bir şey gibi: "Bu budur" der. Meselâ: "Güneşin bir maddesi, elektrikle çarpmasıdır. Hem birer irade-i külliye ve birer ihtiyar-ı âmm ve birer hâkimiyet-i nev'iyenin ünvanları bulunan ve "âdetullah" namıyla yâdedilen fıtrî kanunların birisine, hususî ve kasdî bir hâdise-i rububiyeti irca' eder. O irca' ile, onun nisbetini irade-i ihtiyariyeden keser; sonra tutar tesadüfe, tabiata havale eder. Ebucehil'den ziyade muzaaf bir eçheliyet gösterir. Bir neferin veya bir taburun zaferli harbini bir nizam ve kanun-u askeriyeye isnad edip; kumandanından, padişahından, hükûmetinden ve kasdî harekâttan alâkasını keser misillü âsi bir divane olur.”S:174

Bediüzzaman Hazretleri böyle neticelere düşülmemesi için İmparatorluğun son devresinde çok gayretler göstermiş ve İslami maarifin teşekkülü için çalışmıştır.

“Evet Said Nursî İstanbul'a, şûrezâr vilayat-ı şarkıyenin maarifsizlikle öldürülmek istenilen Yıldız siyasetlerine istikamet vermek azmiyle gelmişti” D:6

Bediüzzaman Hazretleri diyor:

“Ben vilayat-ı şarkıyede aşiretlerin hal-i perişaniyetini görüyordum. Anladım ki: Dünyevî bir saadetimiz, bir cihetle fünun-u cedide-i medeniye ile olacak. O fünunun da gayr-ı müteaffin bir mecrası ülema ve bir menbaı da medreseler olmak lâzımdır. Tâ ülema-i din, fünun ile ünsiyet peyda etsin.” D:28

Bediüzzaman Hazretlerinin fennin istinad ettiği asıl hakikatı hakkında şu izahı ile hâtime veririz:

“(2:31) Şu âyet-i acibe, insanın câmiiyet-i istidadı cihetiyle mazhar olduğu bütün kemalât-ı ilmiye ve terakkiyat-ı fenniye ve havarik-ı sun'iyeyi "talim-i esma" ünvanıyla ifade ve tabir etmekte şöyle latif bir remz-i ulvî var ki: Herbir kemalin, herbir ilmin, herbir terakkiyatın, herbir fennin bir hakikat-ı âliyesi var ki; o hakikat, bir ism-i İlahîye dayanıyor. Pek çok perdeleri ve mütenevvi tecelliyatı ve muhtelif daireleri bulunan o isme dayanmakla o fen, o kemalât, o san'at kemalini bulur, hakikat olur. Yoksa yarım yamalak bir surette nâkıs bir gölgedir.

Meselâ: Hendese bir fendir. Onun hakikatı ve nokta-i müntehası, Cenab-ı Hakk'ın İsm-i Adl ve Mukaddir'ine yetişip, hendese âyinesinde o ismin hakîmane cilvelerini haşmetiyle müşahede etmektir.

Meselâ: Tıb bir fendir, hem bir san'attır. Onun da nihayeti ve hakikatı; Hakîm-i Mutlak'ın Şâfî ismine dayanıp, eczahane-i kübrası olan rûy-i zeminde rahîmane cilvelerini edviyelerde görmekle tıb kemalâtını bulur, hakikat olur.

Meselâ: Hakikat-ı mevcudattan bahseden Hikmet-ül Eşya, Cenab-ı Hakk'ın (Celle Celalühü) "İsm-i Hakîm"inin tecelliyat-ı kübrasını müdebbirane, mürebbiyane; eşyada, menfaatlarında ve maslahatlarında görmekle ve o isme yetişmekle ve ona dayanmakla şu hikmet hikmet olabilir. Yoksa, ya hurafata inkılab eder ve malayaniyat olur veya felsefe-i tabiiye misillü dalalete yol açar.” S:262

“Kur'an mevcudatın ahvalinden ancak Hâlıkları için bahseder. Mevcudatın zâtlarına ait değildir. Bu itibarla Kur'anca en mühim, kâinatın Hâlık'a nâzır olan ahvalidir. Fen ise, Hâlık'ı işe katmıyor. Kâinatın ahvalinden bizâtiha bahsediyor. Ve keza Kur'an bütün insanlara hitab eder. Ve ekseriyetin fehmini müraat eder ki, tahkiki bir marifet sahibi olsunlar. Fen ise, yalnız fenciler ile konuşur. Avamı nazara almıyor. Avam taklidde kalıyor. Bu itibarla fennin tafsilâtını ihmal veya ibham, maslahat-ı âmme ve menfaat-i umumiyeye nazaran, ayn-ı isabet ve ayn-ı hikmettir.” Ms:233

“Kur'an-ı Hakîm arz ve semavattan bahsi, Sâni'-i Zülcelal'i sıfatıyla bildirmek için bahsediyor. Dolayısıyla ve mana-yı harfiyle bakıyor. Kozmoğrafya, Coğrafya ders vermiyor. San'at ve intizam, hikmet ve mizan ile Hâlık'ı bildiriyor. Mana-yı harfiyle o kitab-ı kebir-i kâinata bakıyor, okuyor. Ehl-i fen gibi mana-yı ismiyle, madde ve tabiat hesabıyla bakmıyor.” Nç:121

“İşte ey bu şimendiferdeki arkadaşlarım ve elli sene sonra fenlere çalışan kardeşlerim! Bu masum çocuğun yerinde Rüstem-i İranî ve Herkül-ü Yunanî o acib kahramanlıklarıyla beraber tayy-ı zaman ederek, o çocuk yerinde burada bulunduklarını farzediniz. Onların zamanında şimendifer olmadığı için, elbette şimendiferin bir intizam ile hareket ettiğine bir itikadları olmayacak. Birden bu tünel deliğinden, başında ateş, nefesi gök gürültüsü gibi, gözlerinde elektrik berkleri olduğu halde birden çıkan şimendiferin dehşetli tehdid hücumuyla Rüstem ve Herkül tarafına koşmasına karşı o iki kahraman nekadar korkacaklar, ne kadar kaçacaklar!.. O hârika cesaretleriyle bin metreden fazla kaçacaklar. Bakınız nasıl bu dabbetülarzın tehdidine karşı hürriyetleri, cesaretleri mahvolur. Kaçmaktan başka çare bulamıyorlar. Çünki onlar, onun kumandanına ve intizamına itikad etmedikleri için mutî bir merkeb zannetmiyorlar. Belki gayet müdhiş, parçalayıcı, vagon cesametinde yirmi arslanı arkasına takmış bir nevi arslan tevehhüm ederler.

Ey kardeşlerim ve ey elli sene sonra bu sözleri işiten arkadaşlarım! İşte altı yaşına girmeyen bu çocuğa o iki kahramandan ziyade cesaret ve hürriyet veren ve çok mertebe onların fevkinde bir emniyet ve korkmamak haletini veren, o masumun kalbinde hakikatın bir çekirdeği olan şimendiferin intizamına ve dizgini bir kumandanın elinde bulunduğuna ve cereyanı bir intizam altında ve birisi onu kendi hesabıyla gezdirmesine olan itikadı ve itminanı ve imanıdır. Ve o iki kahramanı gayet korkutan ve vicdanlarını vehme esir eden, onların onun kumandanını bilmemek ve intizamına inanmamak olan cahilane itikadsızlıklarıdır.” H:67

“Evet şimdi olmasa da otuz-kırk sene sonra fen ve hakikî marifet ve medeniyetin mehasini, bu üç kuvveti tam techiz edip, cihazatını verip o sekiz manileri mağlub edip dağıtmak için taharri-i hakikat meyelanını ve insafı ve muhabbet-i insaniyeti, o sekiz düşman taifesinin sekiz cephesine göndermiş. Şimdi onları kaçırmağa başlamış. İnşâallah yarım asır sonra onları darmadağın edecek.” H:30

“Nazar-ı nübüvvet ve tevhid ve iman; vahdete, âhirete, uluhiyete baktığı için, hakaikı ona göre görür. Ehl-i felsefe ve hikmetin nazarı; kesrete, esbaba, tabiata bakar, ona göre görür. Nokta-i nazar birbirinden çok uzaktır. Ehl-i felsefenin en büyük bir maksadı, ehl-i Usûl-üd Din ve ülema-i İlm-i Kelâm'ın makasıdı içinde görünmeyecek bir derecede küçük ve ehemmiyetsizdir.

İşte onun içindir ki, mevcudatın tafsil-i mahiyetinde ve ince ahvallerinde ehl-i hikmet çok ileri gitmişler. Fakat hakikî hikmet olan ulûm-u âliye-i İlahiye ve uhreviyede o kadar geridirler ki, en basit bir mü'minden daha geridirler. Bu sırrı fehmetmeyenler, muhakkikîn-i İslâmiyeyi, hükemalara nisbeten geri zannediyorlar. Halbuki akılları gözlerine inmiş, kesrette boğulmuş olanların ne haddi var ki, veraset-i nübüvvet ile makasıd-ı âliye-i kudsiyeye yetişenlere yetişebilsinler.” S:350

(Mezkûr mananın tafsilâtı için, Mesnevî / Badıllı tercümesi sh: 484 İkinci nükteye bakınız.)

Fen ve san’atla kâinatı teftiş eden insan bu meziyetini mikyas yapıp Allah’ı tanır.

“Hem istikra-i tâmme ile ve fenlerin tahkikatıyla sabit olmuş ki; mahlukat içinde en mükerrem, en ehemmiyetli beşerdir. Çünki beşer, hilkat-ı kâinattaki zahirî esbab ve neticelerinin mabeynindeki basamakları ve teselsül eden illetlerin ve sebeblerin münasebetlerini aklıyla keşfedip san'at-ı İlahiyeyi ve muntazam hikmetli icadat-ı Rabbaniyenin taklidini san'atçığıyla yapmak ve ef'al-i İlahiyeyi anlamak için ve san'at-ı İlahiyeyi bilmek ve cüz'î ilmiyle ve san'atlarıyla anlamak için bir mizan, bir mikyas, kendi cüz'î ihtiyarıyla işlediği maddelerle, Hâlık-ı Zülcelal'in küllî, muhit ef'al ve sıfatlarını bilerek kâinatın en eşref, en ekrem mahluku beşer olduğunu isbat ediyor.” H:39

İşte mezkûr hakikat çerçevesinde yetiştirilecek gençlik, bütün kâinatı büyük bir mekteb ve dar-ül maarif görür. Dersini yalnız sınıf geçmek, makam kazanmak değil, düşünen ve şahsiyetli bir insan olmak için zevk ve ciddiyetle okur, şahsiyet kazanır. Ancak bu şahsiyeti kazanabilmek için mezkûr şart yeterli olmayıp sefahete istinad eden ve sefaheti aşılayan içtimaî durumun tâmir edilmesi de zarurîdir. Nasıl ki çekirdekler baharda neşvü nema bulur, öyle de bir çekirdeğe benziyen insanın istidad ve kabiliyeti de müsbet ve sefahetten uzak cemiyet toprağında gelişir.

Mezkûr ölçü ve hakikatler müvacehesinde her ebeveynin de vazife ve mesuliyeti var. Mes’uliyeti altında olan çocuklarını ikaz ve kontrol etmelidir.

Eğer denilse: Anlatılan mânada bir tedrisatı, devlet resmen tatbik etse, lâikliğe aykırı olur.

Cevab: Halkının ekseriyeti müslüman olan bir millet içinde din dersinin lâikliğe aykırı olduğu iddiası, evvelâ cumhuriyete aykırıdır. Çünkü cumhuriyetin değişmez esası, halk ekseriyetinin hâkimiyetidir.

Sonra aynı iddia, lâikliğe de aykırıdır. Zira lâik devlet tarafsızdır. Dine uymayan fikirleri okuttuğu gibi dine uygun fikirleri de okutur. Ancak, okuttuğu fikirlere inanmaya ve amel etmeye zorlayamaz.

Sonra bu aynı iddia, memleket ve millet maslahatına da aykırıdır. Çünkü Türk Milleti asıl tarihî şerefini, bin senelik İslâm faziletinden ve kahramanlığından kazanmıştır. Bu büyük ve milli şahsiyetin korunması, ancak İslâma aykırı ideolojilerin gençlik içinde türememesine ve ilim ve mâneviyata saygılı gençliğin yetişmesine bağlıdır.

Aynı iddia, medeniyet dünyasına da aykırıdır. Zira medenî memleketlerde din, devlet tarafından himaye edilir. Meselâ: “Evanjelik Luterien kilisesi, İsveç’in de kilisesidir. Bu kiliseye mensup olmayanlar, millet vekili olamazlar.” “Norveç Anayasası’nda, kral daima İncil-i Luter dinine  sâdık olmaya ve dini korumaya mecburdur.” Keza Finlandiya, İngiltere ve Amerika gibi devletlerde aynı mânâda din, devlet tarafından himaye edilir. (Bak: Dünya Anayasalarında Din, Doğan Güneş Yayınları 1961 İstanbul)

HÜSRAN-I MÜBİN

Başlattığı gün mektebe, duydum ki diyordu,

rahmetli babam: “Adam olur oğlum ilerde.”

Annemse,oturmuş, paşalıklar kuruyordu....

Adamlığı geçtik! Paşalık olsun, o nerde?

Âmâlî tezat üzere giderken ebeveynin,

hep böyle harab olmada etfal ara yerde!

                                               Safahat :135 Mehmet Akif Ersoy

 

1 İşte mühim bir nümunesi: Seydişehir'li Hacı Abdullah'ın bütün mensubları, hem Kastamonu'da, hem Isparta'da, hem Eskişehir'de Risale-i Nur dairesini kendi tarîkat daireleri telakki etmişler ki, onlardan Nurlara rastlayanlar, takdirkârane sahib çıkıyorlar. Onlara bin bârekâllah

2 Emirdağ Lâhikası-1. Sh: 67 ve Mektubat

Bu dersi indirmek için tıklayınız.

Yukarı Çık