DERSLER / Alfabetik Derlemeler ve Dersler

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

وَ بِهِ نَسْتَعِينُ

اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ وَ الصَّلاَةُ وَ السَّلاَمُ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَ عَلَى آلِهِ وَ صَحْبِهِ اَجْمَعِينَ

Ehemmiyetli bir kaide-i Kur’aniye

“Bazan Kur’an, Cenab-ı Hakk’ın fiillerini tafsil ediyor. Sonra bir fezleke ile icmal eder. Tafsiliyle kanaat verir, icmal ile hıfzettirir, bağlar.” S:418

DEHA

Çok şeylerde olduğu gibi dehanın dahi müsbet ve menfi olanı vardır. Menfi deha, yani dinden kopuk beşerî zekâ dinde makbul değil. Bu bozuk asırda müsbet ve menfiler birbirine karıştırılıp hakikat asliyetini kaybediyor. Risale-i Nur böyle karışıklıkların tesirinde kalmamak için irşadî dersler veriyor. Şöyle ki:

1-Vahye dayanan İslamiyetin Roma dehası ile yani dinden kopuk beşeri düşünce ile birleşmeyeceğini anlatan Hz. Üstad diyor ki:

“Âlem-i İslâm’daki istinkâf-ı manidar hem de bir cây-ı dikkat.

Kabulde muzdaribdir, soğuk da davranmıştır. Evet Şeriat-ı Garra’da olan nur-u İlahî, hassa-i mümtazıdır: İstiğna, istiklaliyet.

O hassadır bırakmaz ki o nur-u hidayet, şu medeniyet ruhu olan Roma dehası ona tahakküm etsin. Onda olan hidayet,

Bundaki felsefe ile mezcolmaz, hem aşılanmaz, hem de tâbi’ olamaz. İslâmiyet ruhunda şefkat izzet-i iman, beslediği şeriat Kur’an-ı Mu’ciz-Beyan tutmuş yed-i beyzada hakaik-i şeriat.

O yemin-i beyzada birer asâ-yı Musa’dır. Sehhar medeniyet, istikbalde edecek ona secde-i hayret...” S:713

“Şimdi buna dikkat et: Eski Roma, Yunan’ın iki dehası vardı; bir asıldan tev’emdi, biri hayal-âlûddu, biri madde-perestti.

Su içinde yağ gibi imtizac olamadı. Mürur-u zaman istedi, medeniyet çabaladı. Hristiyanlık da çalıştı, temzicine muvaffak hiçbiri de olmadı.

Herbiri istiklalini filcümle hıfzeyledi. Hattâ el’an âdeta o iki ruh, şimdi de cesedleri değişmiş, Alman Fransız oldu.

Güya bir nevi tenasüh başlarından geçmişti. Ey birader-i misalî! Zaman böyle gösterdi. O ikiz iki deha, öküz gibi reddetti

Temzicin esbabını. Şimdi de barışmadı. Madem onlar tev’emdi, kardeş ve arkadaştı, terakkide yoldaştı; birbiriyle döğüştü.

Hiç de barışmadılar. Nasıl olur ki aslı, hem madeni, matlaı başka çeşit olmuştu. Kur’anda olan nuru, şeriat hidayeti

Şu medeniyetin ruhu olan Roma dehası, birbiriyle barışır hem mezc u ittihadı.”  S:714                                                                                               

“O deha ile bu hüda menşe’leri ayrıdır: Hüda semadan indi, deha zeminden çıktı. Hüda kalbde işliyor, dimağı da işletir.

Deha dimağda işler, kalbi de karıştırır. Hüda ruhu eder tenvir, taneleri sünbüllettirir. Karanlıklı tabiat onunla ışıklanır.

İstidad-ı kemali birdenbire yol alır, nefs-i cismanî yapar hizmetkâr-ı emirber. Melek-sîma ediyor insan-ı himmetperver.

Deha ise: Evvelâ nefs u cisme bakıyor, tabiata giriyor, nefsi tarla ediyor. İstidad-ı nefsanî neşvünema buluyor.

Ruhu eder hizmetkâr, taneleri kuruyor. Şeytanın sîmasını beşerde gösteriyor.

Hüda, hayateyne saadet veriyor. Dâreyne ziya neşrediyor. İnsanı yükseltiyor.

Deccal-misal dehâ-i a’ver, bir dar ile bir hayatı anlar; madde-perest olur ve dünya-perver. İnsanı yapar birer canavar.

Evet deha, sağır tabiata tapar. Kör kuvvete fermanber. Fakat hüda, şuurlu san’atı tanır, hikmetli kudrete bakar. Deha, zemine küfran perdesi çeker. Hüda, şükran nurunu serper.

Bu sırdandır: Deha, a’ma-i asamm; hüda, semî-i basîr. Dehanın nazarında, zemindeki nimetler sahibsiz ganîmettir.

Minnetsiz gasb ve sirkat, tabiattan koparmak canavarca his verir. Hüdanın nazarında; zeminin sinesinde kâinatın yüzünde

Serpilmiş olan niam, rahmetin semeratı. Her nimetin altında bir yed-i muhsin görür, şükran ile öptürür. ” S:714

“Âlem-i İslâmın şu medeniyete karşı istinkâfı ve soğuk davranması ve kabülde ıztırabı cây-ı dikkattir. Zira istiğna ve istiklâliyet hassasiyle mümtaz olan şeriattaki İlâhî hidayet, Roma felsefesinin dehasiyle aşılanmaz, imtizac etmez, bel' olunmaz, tâbi olmaz… Bir asıldan tev'em (ikiz) olarak neş'et eden Eski Roma ve Yunan, iki dehalariyle; su ve yağ gibi mürur-u a'sar (asırlar) medeniyet ve Hıristiyanlığın temzîcine çalıştığı halde, yine istiklâllerini muhafaza, âdeta tenasuhla o iki ruh şimdi de başka şekillerde yaşıyorlar. Onlar, tev'em ve esbab-ı temzic varken imtizac olunmazsa, şeriatın ruhu olan nur-u hidayet, o muzlim, pis medeniyetin esası olan Roma dehasiyle hiçbir vakit mezc olunmaz, bel' olunmaz...” T:132

İşte Avrupa’dan gelen dünyaperest deha zamanımızın cemiyetini kendi anlayış ve hissiyatına alıştırıyor.

2-Resul-i Ekremin (A.S.M.) mazi ve müstakbeli ihata eden ihbarat-ı külliyesi, deha-i beşeriyeye dayanması imkansızdır:

“Şimdi ey bedbaht, kalbsiz, bîçare adam! Muhammed-i Arabî akıllı bir adam idi diye o Şems-i Hakikat’a karşı gözünü yuman bîçare insan! Onbeş enva’-ı külliye-i mu’cizatından birtek nev’i olan umûr-u gaybiyeden onbeş ve belki yüz kısmından bir kısmını işittin. Manevî tevatür derecesinde kat’î bir kısmını duydun. Şimdi ey mülhid-i bîhuş! “Muhammed-i Arabî (A.S.M.) akıllı bir adam idi” deyip geçme. Çünki şu umûr-u gaybiyeye dair ihbarat-ı sadıka-i Ahmediye (A.S.M.) iki şıktan hâlî değil; ya diyeceksin ki: O Zât-ı Kudsî’de öyle keskin bir nazar ve geniş bir deha var ki, mazi ve müstakbeli ve umum dünyayı görür, bilir ve etraf-ı âlemi ve şark ve garbı temaşa eder bir gözü ve geçmiş ve gelecek bütün zamanları keşfeder bir dehası vardır. Bu hal ise, beşerde olamaz; eğer olsa, Hâlık-ı Âlem tarafından verilmiş bir hârika, bir mevhibe olur.”M:110

3-Deha-yı kudsî:

“Acaba yerde iken arş-ı a’zamı temaşa eden, hârika bir deha-yı kudsî sahibi olan ve doksan sene maneviyatta terakki edip çalışan ve hakaik-i imaniyeyi ilmelyakîn, aynelyakîn hattâ hakkalyakîn suretinde keşfeden Şeyh-i Geylanî (K.S.) gibi yüzbinler ehl-i hakikatın ittifak ettikleri, tevhidî ve kudsî ve manevî mes’elelerde, maddiyatın en dağınık ve kesretin en cüz’î teferruatına dalan ve sersemleşen ve boğulan feylesofların sözleri kaç para eder ve inkârları ve itirazları, gök gürültüsüne karşı sivrisineğin sesi gibi sönük olmaz mı? ” Ş:102

Bu parağrafda dini sahadaki ihtisasın nazara alınıp, sözünün dinlenmesi nazara veriliyor. Keza deha-yı kudsî tabiri, kudsî kelimesi cihetinde Kur’andan gelme eksiksiz anlayış manasını ifade ettiğinden, deha-yı beşerî manasında değildir. Evet bu cihetin tefriği önemlidir.

4-Menfi olan beşeri deha:

“Bir dehşetli kumandan deha ve zekâvetiyle ordunun müsbet hasenelerini kendine alıp ve kendinin menfî seyyielerini o orduya vererek, o efrad adedince haseneleri, gazilikleri bire indirdiği ve seyyiesini o ordu efradına isnad ederek onların adedince seyyieler hükmüne getirdiğinden dehşetli bir zulüm ve hilaf-ı hakikat olmasından, ben kırk sene evvel beyan ettiğim bir hadîsin o şahsa vurduğu tokada binaen, sâbık mahkemelerimizde bana hücum eden bir müddeiumumîye dedim: Gerçi onu hadîslerin ihbarıyla kırıyorum, fakat ordunun şerefini muhafaza ve büyük hatalardan vikaye ederim. Sen ise birtek dostun için Kur’anın bayrakdarı ve âlem-i İslâm’ın kahraman bir kumandanı olan ordunun şerefini kırıyorsun ve hasenelerini hiçe indiriyorsun.” dedim. İnşâallah o müddeî insafa geldi, hatadan kurtuldu.” Ş:378

Bu parçada dünyevi ve menfi dehanın zararları cihetinde ikaz var.  

5-Şahs-ı manevideki dehayı esas almak:

“Bu zaman, cemaat zamanıdır. Ferdî şahısların dehası, ne kadar hârika da olsalar, cemaatın şahs-ı manevîsinden gelen dehasına karşı mağlub düşebilir. Onun için, o mübarek kardeşimin yazdığı gibi, âlem-i İslâmı bir cihette tenvir edecek ve kudsî bir dehanın nurları olan bir vazife-i imaniye; bîçare, zaîf, mağlub, hadsiz düşmanları ve onu ihanetle, hakaretle çürütmeye çalışan muannid hasımları bulunan bir şahsa yüklenmez. Yüklense, o kusurlu şahıs ihanet darbeleriyle düşmanları tarafından sarsılsa; o yük düşer, dağılır.

Eski zamandan beri çok zâtlar, üstadını veya mürşidini veya muallimini veya reisini kıymet-i şahsiyelerinden çok ziyade hüsn-ü zan etmeleri, dersinden ve irşadından istifadeye vesile olması noktasında o pek fazla hüsn-ü zanlar bir derece kabul edilmiş, hilaf-ı vakıadır diye tenkid edilmezdi. Fakat şimdi, Risale-i Nur şakirdlerine lâyık bir üstada muvafık bir ulvî mertebe ve fazileti; bîçare, kusurlu bu şahsımda kabul ettikleri sebebiyle gayret ve şevkleriyle çalışmaları, bu noktada haddimden ziyade hüsn-ü zanları kabul edilebilir. Fakat Risale-i Nur’un şahs-ı manevîsinin malı olarak elimde bulunuyor diye bilmek gerektir. Fakat başta zındıklar ve ehl-i dalalet ve ehl-i siyaset ve ehl-i gaflet, hattâ safi-kalb ehl-i diyanet şahsa fazla ehemmiyet verdikleri cihetinde, haksızlar o şahsı çürütmekle hakikatlara darbe vurmak ve o Nurlara, benim gibi bir bîçareyi maden zannederek bütün kuvvetleriyle beni çürütüp, o nurları söndürmeye ve safi-kalblileri de inandırmaya çalışıyorlar.” E:71

Bu kısımda da, şahıs dahi de olsa Risale-i Nur’un ve halis ve sadık haslar dairesinin dehasını esas almak gerektiği bildiriliyor.

6-Yek-çeşm dehanın dalaleti:

“Sair esasatın, bu iki esasın gibi esassızdırlar. Seni bu hataya düşüren, senin yek-çeşm dehandır. Çünki sen, Rabbini unuttun. Hikmet-i san’at-ı Rabbaniyeye, kör tabiat namını taktın, âsâr-ı rahmeti, o mevhum tabiata istinad ederek, esbaba isnad ettin, küfrana başladın. Allah’ın malını, bazı şeytan tagutlara taksim ettin, küfre girdin.” Ni:91

7-Said Nursî şahsî dehasıyla hareket etmemiştir.

“Evet; Said Nursî şahsî dehasiyle insanlık âleminde yeni bir çığır açmamıştır. Bu zât, bütün istidadını ve benliğini ezelî bir hakikata feda ederek; bütün zamanlarda hükümran olan bir hakikatı dâva edinmiştir. Şahsında ve hizmetinde görünen bütün yüksek vasıf ve kemalât, ancak kudsî dâvasından aksetmektedir. Nasılki binler ayna ortasında bulunan bir lâmba, nûranî ışığa mâlik olduğu için karşısındaki aynalar adedince külliyet kesbeder ve o kadar kıymet alır. Zira her bir aynada bir lâmba, ışığiyle beraber mevcuttur.. aynen öyle de, Bediüzzaman, şu kâinatın ve umum zamanların mânevî güneşi olan Kur'an-ı Hakîme ve Din-i Mübin-i İslâmın mübelliği Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâma müteveccih olmuştur. Ve onların ziyasına ma'kes Risale-i Nurun zuhuruna, inkişafına vesîle olduğu için; eserinden ışık alan, dâvasından feyiz ve kuvvet alan yüzbinler, hattâ milyonlarca insanın âyine-misal akıl, kalb ve ruhlarında mânen yaşamakta ve örnek bir insan, büyük bir mütefekkir olarak kabul ve yad edilmektedir.” T:23

Netice: Bu dersten anlaşılıyor ki, deha müsbet ve menfi olarak ikiye ayrılıyor. Kudsî deha, Kur’andan alınan feyiz ve ilham yoluyla ve ihsan-ı İlahî olarak zuhur eder. Menfi deha ise, Kur’andan kopuk, beşerî ve dünyevî anlayışın zekâvetidir. Bu deha çok kere cemiyet dairesinde menfi çığırların açılmasına sebebiyet verir.

Muhteva:

1-Vahye dayanan İslamiyetin Roma dehası ile yani dinden kopuk beşeri düşünce ile birleşmeyeceğini anlatan Hz. Üstad diyor ki:

2-Resul-i Ekremin (A.S.M.) mazi ve müstakbeli ihata eden ihbarat-ı külliyesi, deha-i beşeriyeye dayanması imkansızdır.

3-Deha-yı kudsî

4-Menfi olan beşeri deha

5-Şahs-ı manevideki dehayı esas almak

6-Yek-çeşm dehanın dalaleti

7-Said Nursî şahsî dehasıyla hareket etmemiştir.

Bu dersi indirmek için tıklayınız.

Yukarı Çık