DERSLER / Alfabetik dersler

ŞAHSI DEĞİL, KİTABI ESAS ALMAK

Şahıs merciiyetine bedel, tahkik mesleğinin lâzımı ola­rak hakaik-ı Kur’aniyeyi câmi’ olan Risale-i Nur Külliyatının esas alınması ve düsturlara te­ba­iyet:

1- «Üstad Bediüzzaman’ın âzamî ihlâs, âzamî  sa­da­kat ve âzamî feda­kârlık mânasını ihtiva eden gösteren ve işaret eden mesle­ğini nazara vermek lâzım gelmektedir. Tâ ki, hizmet-i Nûriyede bulunacak Kur’an Şâkirdleri kıyâmete kadar bu düs­turlar muvacehesinde hare­ket etsinler.» (Hizmet Rehberi sh: 6)

2- «Dersimizi Hakaik-ı Kur’âniye ve envar-ı îmâ­niye hazinesi olan Ri­sale-i Nur’dan aldığımız gibi, bir­birimizle mânevî münase­bet, alâka, uhuv­vet ve mu­habbet düstur­larımızı da hep o Risale-i Nur’dan ders alacağız.

Evet bu zamanda, bu dehşetli ve cihanşümûl hâ­dise­ler hen­gâmında Kur’an Şâkirdleri cüz’î ve küllî, ferdî ve içtimaî bütün ders ve îkazla­rını Risale-i Nur’la tahsil ede­ceklerdir. Çünki, Kur’an’ın bu asra bakan vechesini ve Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın bu zamandaki vezaif-i dîniye tavrını küllî bir mâna ile şimdi, bu suretle Risale-i Nur’la görmüş, anla­mış bulu­nuyoruz.» (Hizmet Rehberi sh: 8)

3- «Risale-i Nur’daki hakaik, nasılki doğrudan doğ­ruya feyz-i Kur’an’dan mülhem hakaik-ı imâniyedir za­man ve zemine göre değişmez ebedî hakikatlardır. O kudsî hakaikın ders ve tâliminde, neşir ve ilânatında da hizmete taallûk eden irşad, îkaz, teşvik ve tergîbi ta­zam­mun eden şu ge­lecek mes’eleler de herhalde değiş­mez dersler ve esasattır ki, Nur Talebeleri hayatın ve hizmetin muhtelif saha ve safhalarında on­lar­dan istifade ederler, müşkilâtlarını giderirler.» (Hizmet Rehberi sh: 9)

Bediüzzaman Hazretleri diyor:

4- «Ben size nisbeten kardeşim mürşidlik haddim değil. Üstad da de­ği­lim, belki ders arkada­şıyım. Ben sizin, kusuratıma karşı şefkatkârâne dua ve himmetlerinize muhtacım. Benden himmet bekleme­niz değil, bana him­met etmenize istihkakım var. Cenab-ı Hakkın ihsan ve keremiyle siz­lerle gayet kudsî ve gayet ehemmiyetli ve gayet kıymettar ve her ehl-i imana men­faatli bir hizmette taksimü’l-mesâi ka­idesiyle işti­rak etmişiz.

...Risale-i Nur’un talimatı dairesinde ve biz­lere bahşet­tiği hizmet nok­tasında feyizli makamlara ka­naat etmeliyiz. Haddinden fazla fevka­lâde hüsn-ü zan ve müfritane âlî makam vermek yerine, fevkalâde sa­dakat ve sebat ve müfritane irtibat ve ihlâs lâzım­dır. Onda te­rakki etmeliyiz.» (Kastamonu Lâhikası sh: 89)

5- «Bu asrın ehemmiyetli ve mânevî ve ilmî bir mür­şidi olan Risalet-in Nur’un heyet-i mecmuası...» (Kastamonu Lâhikası sh: 10)

6- «Bu durûs-u Kur’âniyenin dairesi içinde olan­lar, allâme ve müçtehidler de olsalar, vazifeleri, ulûm‑u ima­niye cihe­tinde, yalnız ya­zılan şu Sözlerin şerhleri ve izahlarıdır veya tanzimle­ridir. Çünkü, çok emârelerle an­lamışız ki, bu ulûm-u imaniyedeki fetvâ vazifesiyle tavzif edilmişiz. Eğer biri, da­iremiz içinde nefsin enâniyet-i ilmi­yeden al­dığı bir hisle, şerh ve izah haricinde birşey yazsa, soğuk bir mu­araza veya nâkıs bir tak­litçilik hükmüne ge­çer. Çünkü, çok delillerle ve emârelerle tahak­kuk etmiş ki, Risale-i Nur eczaları Kur’ânın tereşşuhâtı­dır; bizler, tak­simü’l-a’mâl kaidesiyle, herbirimiz bir vazife de­ruhte edip o âb-ı hayat tereşşuhâtını muhtaç olanlara yetiştiri­yoruz!..» (Mektubat sh: 426)

7- «Yazılan Sözler tasavvur değil, tasdiktir. Teslim değil, imandır. Ma­rifet değil, şehadettir, şuhud­dur. Taklid değil,tah­kiktir. İltizam değil, iz’andır. Tasavvuf değil, hakikattir. Dâvâ de­ğil, dâvâ içinde bür­handır.» (Mektubat sh: 376)

8- «Hem Kur'an-ı Hakîm lisanıylaاَفَلاَ تَعْقِلُونَ ٭ اَفَلاَ يَتَدَبَّرُونَ ٭ اَفَلاَ يَتَفَكَّرُونَgibi kudsî havaleler ile aklı is­tişhad edi­yor ve ikaz ediyor ve akla havale ediyor, tah­kike sevk edi­yor. Onun ile, ehl-i ilim ve ashab-ı akla, din namına makam veriyor, ehem­miyet veriyor. Katolik mezhebi gibi aklı azletmiyor, ehl-i te­fekkürü sus­turmu­yor, körü körüne taklid istemiyor.» (Mektubat sh: 436)

9- وَ تِلْكَ حُرُوفُ النُّورِ فَاجْمَعْ خَوَاصَّهَا ٭ وَ حَقِّقْ مَعَانِيهَا بِهَا الْخَيْرُ تُمِّمَتْ

 Yani, “İşte, Risale-i Nur’un sözleri, harfleri ki, onlara işaret­ler eyle­dik. Sen onla­rın hassalarını topla ve mâ­nâlarını tah­kik eyle. Bütün ha­yır ve saadet onlarla tamam olur” der. “Harflerin mânâlarını tahkik et” karinesiyle mânâyı ifade etmeyen hecaî harfler mu­rad olmayıp, belki keli­me­ler mânâsındaki “Sözler” na­mıyla risale­ler muraddır.» (Şualar sh: 298)

10- «Vakta ki mazi derelerinde hükümferma olan garaz ve husumet ve meylü’t-tefevvuku tevlid eden hissi­yat ve müyûlât ve kuvvet idi. O zama­nın ehlini irşad için iknaiyat-i hitabiye kâfi idi. Zira hissiyatı okşa­yan ve müyû­lâta tesir ettiren, müddeâyı müzey­yene ve şâşa­alandırmak veyahut hâile veya kuvve-i belâgatle hayale me’nus kıl­mak, bürhanın ye­rini tu­tardı. Fakat bizi on­lara kıyas et­mek, hareket-i ric’iye ile o zamanın köşele­rine sokmak demektir. Herbir zama­nın bir hükmü var. Biz delil is­teriz tasvir-i müd­deâ ile aldanma­yız.

...Biz ehl-i haliz, namzed-i istikbaliz. Tasvir ve tez­yin-i müddeâ, zih­nimizi işbâ’ etmiyor. Bürhan is­teriz.» (Muhakemat sh: 36)

11- «Ben vaizleri dinledim nasihatleri bana tesir et­medi. Düşündüm. Ka­sâvet-i kalbimden başka üç sebeb buldum:

Birincisi: Zaman-ı hâzırayı zaman-ı sâli­feye kı­yas ederek yalnız tas­vir-i müddeâyı parlak ve mübalâ­ğalı gös­teriyorlar. Tesir ettirmek için isbat‑ı müd­deâ ve müte­harrî-i hakikati iknâ lâzım iken, ihmal ediyor­lar.

İkincisi: Birşeyi tergib veya terhib et­mekle ondan daha mühim şeyi ten­zil edeceklerinden, muvazene-i şeriatı muhafaza etmiyorlar.

Üçüncüsü: Belâgatın muktezası olan, hale mu­tabık, yani ilcaat-ı za­ma­na muvafık, yani teşhis-i illete mü­nasib söz söyle­mezler. Güya insan­ları eski zaman köşe­lerine çe­kiyorlar, sonra konuşuyorlar.» (Divan-ı Harbi Örfî sh: 80)

12- «Evet, bu asrın dehşetine karşı taklidî olan iti­ka­dın istinad kal’aları sarsılmış ve uzaklaşmış ve perde­lenmiş olduğundan; her mü’min, tek ba­şıyla dalâletin cemaatle hücumuna mukavemet et­tirecek gayet kuv­vetli bir iman-ı tahkikî lâzımdır ki dayanabilsin. Risale-i Nur, bu vazifeyi en deh­şetli bir zamanda ve en lü­zumlu nazik bir va­kitte, herkesin anlaya­cağı bir tarzda, ha­kaik-i Kur’âniye ve imaniyenin en derin ve en gizlile­rini gayet kuvvetli bür­hanlarla isbat ederek; o iman-ı tahkikîyi taşıyan hâlis ve sâ­dık şakird­leri dahi, bulundukları kasaba, karye ve şehir­lerde, –hizmet-i imaniye itibarıyla– âdetâ birer gizli kutup gibi, mü’­minlerin mânevî birer nokta-i istinadı olarak, bi­linme­dikleri ve gö­rünmedikleri ve görüşülmedik­leri halde, kuvve‑i mâneviye-i itikad­ları cesur birer zâbit gibi, kuvve-i mâneviyeyi ehl-i imanın kalble­rine verip mü’­min­lere mânen mukavemet ve cesaret veriyorlar.» (Mektubat sh: 466)

13- «Acaba bu yirmi sene zarfında imân-ı tahkik­îyi pek kuv­vetli bir su­rette bu vatanda neşreden Risale-i Nur olmasaydı; bu dehşetli asırda, acib inkı­lâb ve infi­lâklarda bu mübarek vatan, Kur’ânını ve imanını deh­şetli sadme­lerden tam muhafaza edebi­lir miydi?» (Mektubat sh: 482)

14- «Evet, komünist perdesi altında anarşistliğin, emniyet-i umumiyeyi bozmaya dehşetli çalışmasına karşı, Risale-i Nur ve şakirdleri iman-ı tahkikî kuvvetiyle bu vatanın her tara­fında o müt­hiş ifsadı durduru­yor ve kı­rıyor» (Lem’alar sh: 261)

15- «Madem, bin seneden beri iman ve Kur’ân aley­hinde te­raküm eden Avrupa feylesoflarının itiraz­ları ve şüpheleri yol bulup ehl-i imana hücum edi­yor. Ve bir sa­adet-i ebediyenin ve bir hayat-ı bâkiyenin ve bir Cennet-i daimenin anahtarı, medarı, esası olan er­kân-ı imaniyeyi sarsmak istiyorlar. Elbette herşeyden evvel imanımızı taklidden tahkike çevirip kuv­vetlen­dirmeliyiz.» (Şualar sh: 166)

16- «Hem âyat-ı Kur’âniye başlarında ve âhirle­rinde beşeri aklına ha­vale eder, “Aklına bak” der. “Fikrine, kal­bine müracaat et, meşveret et, onunla gö­rüş ki, bu hakikati bilesin” diyor.

Meselâ, bakınız, o âyetlerin başında ve âhirlerinde diyor ki: “Neden bakmıyorsunuz? İbret almıyorsunuz? Bakınız ki, hakikati bilesiniz.” “Bili­niz” ve “Bil” haki­katine dikkat et. “Acaba neden beşer bilemiyorlar, cehl-i mürek­kebe düşüyorlar? Neden taakkul etmiyor­lar, di­va­neliğe dü­şerler? Neden bakmıyorlar, hakkı görmeye kör olmuş­lar? Neden insan sergüzeşt-i hayatında, hâdi­sat-ı âlemden tahattur ve tefekkür etmiyor ki, istikamet yo­lunu bulsun? Neden te­fekkür ve tedebbür ve aklen muha­keme etmi­yorlar, dalâlete düşü­yorlar? Ey insan­lar, ibret alınız! Geçmiş kurunlardan ibret alıp gelecek mânevî belâlardan kurtulmaya çalışınız” mânâsında gelen âyet­lerin bu cümle­lerine kıyasen, çok âyetlerde beşeri aklına, fikriyle meşverete havale ediyor.

Ey bu Câmi-i Emevîdeki kardeşlerim gibi âlem‑i İslâmın cami-i kebi­rinde olan kardeşlerim! Siz de ibret alı­nız. Bu kırk beş senedeki bu deh­şetli hadisattan ibret alı­nız. Tam aklınızı başınıza alınız, ey mütefekkir ve akıl sahibi ve kendini münevver telâkki eden­ler!

Hâsıl-ı kelâm: Biz Kur’ân şakirdleri olan Müslümanlar, bürhana tâbi oluyoruz, akıl ve fi­kir ve kalbimizle ha­kaik-i imaniyeye giriyoruz. Başka dinlerin bazı efradları gibi ruhbanları taklid için bürhanı bırakmıyo­ruz. Onun için akıl ve ilim ve fen hükmettiği istikbalde, elbette bür­han-ı ak­l­îye istinad eden ve bütün hükümlerini akla tesbit et­tiren Kur’ân hük­me­decek.» (Hutbe-i Şâmiye sh: 26)

17- «Mânevî bir elektrik olan Resâili’n-Nur dahi ga­yet yüksek ve de­rin bir ilim olduğu halde, külfet‑i tah­sile ve derse çalışmaya ve başka üstadlardan ta­al­lüm edil­meye ve müderrisînin ağ­zından ikti­bas ol­ma­ya muhtaç olmadan, herkes derece­sine göre o ulûm‑u âliyeyi, me­şak­kat ateşine lüzum kal­madan anlayabilir, kendi ken­dine istifade eder, muhak­kik bir âlim olabilir (Şualar sh: 690)

18- «Hiçbir müfsid ben müfsidim demez. Daima su­ret-i hak­tan görü­nür. Yahut bâtılı hak görür. Evet, kimse demez ayranım ekşidir. Fakat siz mihenge vurmadan al­mayınız. Zira çok si­lik söz ticarette ge­ziyor. Hattâ benim sözümü de, ben söyledi­ğim içinhüsn-ü zan edip tama­mını ka­bul etmeyi­niz. Belki ben de müfsidim. Veya bil­mediğim halde if­sad edi­yorum. Öyleyse, her söylenen sö­zün kalbe gir­mesine yol vermeyiniz. İşte, size söyle­diğim sözler ha­yalin elinde kalsın, mihenge vurunuz. Eğer al­tın çık­tıysa kalbde saklayınız. Bakır çıktıysa, çok gıybeti üs­tüne ve bed­duayı ar­kasına takınız, bana reddediniz, gön­deri­niz.» (Münazarat sh: 14)

19- «Hattâ Said de –el’iyâzü billâh– Risale-i Nur’un aleyhine dönse, bizim sadakatimiz ve alâ­kımızı inşaallah sars­mayacak» (Emirdağ Lâhikası-I sh: 125)

20- «S– Bir büyük adama ve bir veliye ve bir şeyhe ve bir bü­yük âlime karşı nasıl hür olaca­ğız? Onlar mezi­yetleri için bize tahakküm etmek hak­larıdır. Biz onların faziletlerinin esiriyiz.

C – Velâyetin, şeyhliğin, büyüklüğün şe’ni te­vazu ve mahviyettir, te­kebbür ve tahakküm de­ğildir. Demek, tekeb­bür eden sabiyy-i müteşeyyihtir. Siz de büyük tanı­mayınız.» (Münazarat sh: 23)

21- «İlm-i mantıkta “kaziye-i makbule” tâbir et­tik­leri, yani büyük zatla­rın delilsiz sözlerini ka­bul etmektir mantıkça yakîn ve kat’iyyeti ifade etmi­yor, belki zann-ı galible kanaat verir. İlm-i mantıkda bür­han-ı yakînî, hüsn-ü zanna ve makbul şahıs­lara bakmı­yor, cerh edilmez de­lile ba­kar ki, bütün Risale-i Nur hüc­cetleri, bu bürhan-ı yakinî kısmındandır.

Çünkü, ehl-i velâyetin amel ve ibadet ve sülûk ve ri­yazetle gördüğü ha­kikatler ve perdeler arkasında mü­şa­hede ettikleri ha­kaik-i imaniye, ay­nen onlar gibi, Risale-i Nur, ibadet yerinde, ilim içinde haki­kate bir yol aç­mış; sülûk ve evrad yerinde, man­tıkî bürhanlarla ilmî hüccet­ler içinde hakika­tü’l-hakaike yol açmış ve ilm-i tasavvuf ve ta­rikat yerinde, doğ­rudan doğruya ilm-i kelâm içinde ve ilm-i akîde ve usûlü din içinde bir velâyet-i kübrâ yo­lunu açmış ki, bu asrın hakikat ve tari­kat cereyanlarına galebe çalan felsefî dalâlet­lere galebe ediyor, meydanda­dır.» (Emirdağ Lâhi­kası-I sh: 91)

22- «Risale-i Nur’un şahs-ı mânevîsi ve o şahs-ı mâ­nevîyi temsil eden has şakirdlerinin şahs-ı mâ­nevîsi “Ferid” ma­kamına mazhar oldukları için, değil hususî bir memleketin kutbu, belki ekseriyet-i mut­lakayla Hi­caz’da bulunan kutb-u âza­mın tasarru­fundan hariç olduğunu ve onun hükmü altına gir­meye mecbur değil.» (Kastamonu Lâhikası sh: 196)

23- «İstibdad-ı hissiyatın seyyielerindendir ki: Mesalik ve me­zahibi ikame edecek, galiben taassub veya tadlil-i gayr veya safsata idi. Halbuki üçü de nazar-ı şe­ri­atta mezmum ve uhuvvet-i İslâmiyeye ve nisbet-i hem­cinsiyeye ve teâvün-ü fıtrîye münafidir. Hattâ o de­rece oluyor, bunlardan biri taassub ve safsatasını terk ederek nâsın icmâ ve tevatürünü tasdik ettiği gibi, bir­den mezheb ve mesleğini tebdil etmeye muztar kalıyor. Hal­buki, taassub ye­rinde hak ve safsata yerinde bürhan ve tadlil-i gayr ye­rinde tevfik ve tatbik ve isti­şare ederse, dünya birleşse, hak olan mezheb ve mesleğini bir parça tebdil edemez. Nasıl ki, zaman-ı saâ­dette ve Selef‑i Salihîn za­man­larında hükümfermâ hak ve bürhan ve akıl ve meş­veret olduklarından, şükûk ve şübehatın hükümleri ol­mazdı.

Kezalik görüyoruz ki: Fennin himmetiyle, zaman-ı halde fil­cümle, inşaallah istikbalde bitamamihî hüküm­fermâ, kuv­vete bedel hak ve safsa­taya bedel bürhan ve tab’a bedel akıl ve he­vâya bedel hüdâ ve ta­as­suba bedel metanet ve garaza bedel ha­miyet ve mü­yûlât-ı nefsani­yeye bedel temayülât-ı ukul ve his­si­yata bedel efkâr ola­caklardır. Karn-ı ev­vel ve sanî ve sâlis’teki gibi ve beşinci karn’a kadar filcümle olduğu gibi. Be­şinci asırdan şim­diye kadar kuvvet hakkı mağlub eylemişti.

Saltanat-ı efkârın icrâ-yı hasenesindendir ki: Hakaik-i İslâmiyetin gü­neşi, evham ve hayalât bulutla­rından kur­tulmuş, her yeri tenvire başla­mış­tır. Hattâ dinsizlik batak­lığında taaf­fün eden adamlar dahi o ziya ile istifadeye başlamıştır­lar. 

Hem de meşveret-i efkârın mehasinindendir ki: Makasıd ve mesalik, bür­han-ı kàtı’ üzerine teessüs her kemale mü­midd olan hakk-ı sa­bitle hakaikı rabteyleme­sidir. Bunun neticesi: Batıl, hak suretini giy­mekle ef­kârı aldatmaz.» (Muhakemat sh:37)

24- «Kur’ânın zincirini muhkem tut. Onun sözüne kulak ver. Baş­kaları seni aldat­masın. Şu zamanın gafil sarhoşları içinde seni, terk-i şeaire ve medeniyet-i dün­yaya davet edenlere de ki: “Hey ser­sem gafil­ler! Benim halim sizi dinlemeye müsait değil.» (Nurun İlk Ka­pısı sh: 143)

Daha bunun gibi tesbiti mümkün beyanlardan a­çıkça görü­lür ki: Risale-i Nur mesleğinde taklit değil tahkik esastır ve akıl­ları ta’lim, kalbleri irşad ve ten­vir eden hakaik-i Kur’aniye asıl mürşid ve mercidir.

 

download
Yukarı Çık