DERSLER / Alfabetik Derlemeler ve Dersler

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

وَ بِهِ نَسْتَعِينُ

اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ وَ الصَّلاَةُ وَ السَّلاَمُ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَ عَلَى آلِهِ وَ صَحْبِهِ اَجْمَعِينَ

Ehemmiyetli bir kaide-i Kur’aniye

“Bazan Kur’an, Cenab-ı Hakk’ın fiillerini tafsil ediyor. Sonra bir fezleke ile icmal eder. Tafsiliyle kanaat verir, icmal ile hıfzettirir, bağlar.” S:418

FATİHA

Lügat manasıyla fatiha bir şeyin başlangıcı, ibtidası, mübaşeret, başlamak, karar vermek gibi manalara gelir. Bu bahis oldukça derin ve incedir. Bir şeyler hissetmek dahi kârdır. Anlamıyoruz denilmesin.

1- Fatiha-i Şerife Kur’an-ı Azîmüşşan’ın bir timsal-i münevveridir:

Evet, Nasılki insan, şu âlem-i kebirin bir misal-i musaggarıdır ve Fatiha-i Şerife, şu Kur'an-ı Azîmüşşan'ın bir timsal-i münevveridir. Namaz dahi bütün ibâdâtın enva'ını şamil bir fihriste-i nuraniyedir ve bütün esnaf-ı mahlukatın elvan-ı ibadetlerine işaret eden bir harita-i kudsiyedir.” S:41

Namaza, Fatiha ile başlamak, yani bir şeye yaramayan ve yerinde olmayan nâkıs, fakir mahlukları medih ve minnettarlığa bedel, bir Kâmil-i Mutlak ve Ganiyy-i Mutlak ve Rahîm-i Kerim olan Rabb-ül Âlemîn'i medh ü sena etmek....” S:46

Yani Fatiha suresinin başındaki hamd’in bu manidar manası, namazda bir derece anlaşılıp hissedilse, kalbi Kâmil-i Mutlak olan Zata müteveccih kılar.

Evet, Üslûb-u Kur'anın o kadar acib bir cem'iyeti var ki, birtek sure, kâinatı içine alan bahr-i muhit-i Kur'anîyi içine alır. Birtek âyet, o surenin hazinesini içine alır. Âyetlerin çoğu, herbirisi birer küçük sure, surelerin çoğu, herbirisi birer küçük Kur'andır. İşte şu, i'cazkârane îcazdan büyük bir lütf-u irşaddır ve güzel bir teshildir. Çünki herkes, her vakit Kur'ana muhtaç olduğu halde, ya gabavetinden veya başka esbaba binaen her vakit bütün Kur'anı okumayan veyahut okumaya vakit ve fırsat bulamayan adamlar, Kur'andan mahrum kalmamak için, herbir sure, birer küçük Kur'an hükmüne, hattâ herbir uzun âyet, birer kısa sure makamına geçer. Hattâ Kur'an Fatiha'da, Fatiha dahi Besmele'de münderic olduğuna ehl-i keşif müttefiktirler. Şu hakikata bürhan ise, ehl-i tahkikin icmaıdır. S:398

O halde her rekâtta okunan Fatihanın bu mana câmiiyetini hatırlamak, namazın ciddiyetine vesile ve kalbin namaza teveccühünde inkişafına sebeb olur.

Ehl-i ilhada kapılan ülema-üs sû', milleti aldatmak için diyorlar ki: İmam-ı A'zam, sair imamlara muhalif olarak demiş ki: "İhtiyaç olsa, diyar-ı baidede, Arabî hiç bilmeyenlere, ihtiyaç derecesine göre; Fatiha yerine Farisî tercümesi cevazı var." Öyle ise, biz de muhtacız, Türkçe okuyabiliriz?

Elcevab: İmam-ı A'zam'ın bu fetvasına karşı, başta a'zamî imamların en mühimleri ve sair oniki eimme-i müçtehidîn, o fetvanın aksine fetva veriyorlar. Âlem-i İslâmın cadde-i kübrası, o umum eimmenin caddesidir. Mu'zam-ı Ümmet, cadde-i kübrada gidebilir. Başka hususî ve dar caddeye sevkedenler, idlâl ediyorlar. İmam-ı A'zam'ın fetvası, beş cihette hususîdir:

Birincisi: Merkez-i İslâmiyetten uzak diyar-ı âherde bulunanlara aittir.

İkincisi: İhtiyac-ı hakikîye binaendir.

Üçüncüsü: Bir rivayette, lisan-ı ehl-i Cennet'ten sayılan Farisî lisanıyla tercümeye mahsustur.

Dördüncüsü: Fatiha'ya mahsus olarak cevaz verilmiş, tâ Fatiha'yı bilmeyen namazı terketmesin.

Beşincisi: Kuvvet-i imandan gelen bir hamiyet-i İslâmiye ile, maânî-i mukaddesenin, avamın tefehhümüne medar olmak için cevaz gösterilmiş. Halbuki za'f-ı imandan gelen ve menfî fikr-i milliyetten çıkan ve lisan-ı Arabîye karşı nefret ve za'f-ı imandan tevellüd eden meyl-i tahrib saikasıyla tercüme edip Arabî aslını terketmek, dini terk ettirmektir!” M:434

Bu kısımdan anlışılıyor ki namazda fatihanın okunması şarttır. Nitekim bir rivayette şöyle buyuruluyor:

كُلُّ صَلَاةٍ لَايُقْرَاُ فِيهَا بِاُمِّ الْكِتَابِ فَهِىَ خِدَاجٌ

Yani herhangi bir namaz ki, onda Fatiha-i Şerife okunmaz, o namaz noksandır. (İslam Prensipleri Ansiklopedisi Namaz maddesi 2807.p) (Büluğ-ul Meram eserinden naklen)

2- İmam arkasında Fatiha’yı birer birer okumak mes’elesi:

Eğer desen: Hak bir olur; nasıl böyle dört ve oniki mezhebin muhtelif ahkâmları hak olabilir?

Elcevab: Bir su, beş muhtelif mizaçlı hastalara göre nasıl beş hüküm alır; şöyle ki: Birisine, hastalığının mizacına göre su ilâçtır, tıbben vâcibdir. Diğer birisine, hastalığı için zehir gibi muzırdır; tıbben ona haramdır. Diğer birisine, az zarar verir; tıbben ona mekruhtur. Diğer birisine, zararsız menfaat verir; tıbben ona sünnettir. Diğer birisine ne zarardır, ne menfaattir; âfiyetle içsin, tıbben ona mubahtır. İşte hak burada taaddüd etti. Beşi de haktır. Sen diyebilir misin ki: "Su yalnız ilâçtır, yalnız vâcibdir, başka hükmü yoktur."

İşte bunun gibi, ahkâm-ı İlahiye mezheblere hikmet-i İlahiyenin sevkiyle ittiba edenlere göre değişir, hem hak olarak değişir ve herbirisi de hak olur, maslahat olur. Meselâ, hikmet-i İlahiyenin tensibiyle İmam-ı Şafiî'ye ittiba eden, ekseriyet itibariyle Hanefîlere nisbeten köylülüğe ve bedeviliğe daha yakın olup cemaatı birtek vücud hükmüne getiren hayat-ı içtimaiye de nâkıs olduğundan, herbiri bizzât dergâh-ı Kadıyy-ül Hacat'ta kendi derdini söylemek ve hususî matlubunu istemek için, imam arkasında Fatiha'yı birer birer okuyorlar. Hem ayn-ı hak ve mahz-ı hikmettir. İmam-ı A'zam'a ittiba edenler, ekseriyet-i mutlaka itibariyle, İslâmî hükûmetlerin ekserisi, o mezhebi iltizam etmesiyle medeniyete, şehirliliğe daha yakın ve hayat-ı içtimaiyeye müstaid olduğundan; bir cemaat, bir şahıs hükmüne girip, birtek adam umum namına söyler; umum kalben onu tasdik ve rabt-ı kalb edip, onun sözü umumun sözü hükmüne geçtiğinden, Hanefî Mezhebi'ne göre imam arkasında Fatiha okunmaz. Okunmaması ayn-ı hak ve mahz-ı hikmettir.” S:486

3- Fatiha-i Şerife’nin âhirinde işaret olunan üç meslek:

Bir seyahat-ı hayaliye suretinde nim-manzum olarak "Lemaat"ta yazdığım bir vakıa-i misaliyenin mealini şurada zikretmeğe münasebet geldi. Şöyle ki:

Bu risalenin te'lifinden sekiz sene evvel İstanbul'da, Ramazan-ı Şerifte, meslek-i felsefe ile münasebette bulunan Eski Said'in Yeni Said'e inkılab edeceği bir hengâmdadır ki, Fatiha-i Şerife'nin âhirinde صِرَاطَ الَّذِينَ اَنْعَمْتَ عَلَيْهِمْ غَيْرِ الْمَغْضُوبِ عَلَيْهِمْ وَ لاَ الضَّالِّينَ ile işaret ettiği üç mesleği düşünürken şöyle bir vakıa-i hayaliye, bir hâdise-i misaliye, rü'yaya benzer bir hâdise gördüm ki:....

Kendimi, bir sahra-yı azîmede görüyorum. Bütün zeminin yüzünü; karanlıklı, sıkıcı ve boğucu bir bulut tabakası kaplamış. Ne nesim var, ne ziya, ne âb-ı hayat.. hiçbirisi bulunmuyor. Her tarafı canavarlar, muzır ve muvahhiş mahluklarla dolu olduğunu tevehhüm ettim. Kalbime geldi ki: “Şu zeminin öteki tarafında ziya, nesim, âb-ı hayat var. Oraya geçmek lâzım.” Baktım ki, ihtiyarsız sevk olunuyorum. Zeminin içinde, tünel-vari bir mağaraya sokuldum. Gitgide zeminin içinde seyahat ettim. Bakıyorum ki: Benden evvel o taht-el arz yolda çok kimseler gitmişler. Her tarafta boğulup kalmışlar. Onların ayak izlerini görüyordum. Bazılarının bir zaman seslerini işitiyordum. Sonra sesleri kesiliyordu.

Ey, hayali ile benim seyahat-ı hayaliyeme iştirak eden arkadaş! O zemin, tabiattır ve felsefe-i tabiiyedir. Tünel ise, ehl-i felsefenin efkârı ile hakikata yol açmak için açtıkları meslektir. Gördüğüm ayak izleri, Eflatun ve Aristo 1gibi meşahirlerindir. İşittiğim sesler, İbn-i Sina ve Farabî gibi dâhîlerindir. Evet İbn-i Sina’nın bazı sözlerini, kanunlarını bazı yerlerde görüyordum. Sonra, bütün bütün kesiliyordu. Daha ileri gidememiş. Demek boğulmuş. Her ne ise, seni meraktan kurtarmak için hayalin altındaki hakikatın bir köşesini gösterdim. Şimdi seyahatıma dönüyorum.

Gitgide baktım ki benim elime iki şey verildi. Biri, bir elektrik; o taht-el arz tabiatın zulümatını dağıtır. Diğeri, bir âlet ile dahi azîm kayalar, dağ-misal taşlar parçalanıp bana yol açılıyor. Kulağıma denildi ki: “Bu elektrik ile o âlet, Kur’anın hazinesinden size verilmiştir.” Her ne ise, çok zaman öylece gittim. Baktım ki, öteki tarafa çıktım. Gayet güzel bir bahar mevsiminde bulutsuz bir güneş, ruh-efza bir nesim, hayatdar bir âb-ı leziz, her taraf şenlik içinde bir âlem gördüm. Elhamdülillah dedim.

Sonra baktım ki, ben kendi kendime mâlik değilim. Birisi beni tecrübe ediyor. Yine evvelki vaziyette o sahra-yı azîmede, boğucu bulut altında yine ben kendimi gördüm. Daha başka bir yolda bir saik beni sevkediyordu. Bu defa taht-ez zemin değil, belki seyr ü seyahatla yeryüzünü kat’edip öteki yüze geçmek için gidiyordum. O seyahatımda öyle acaib ve garaibi görüyordum ki, tarif edilmez. Deniz bana hiddet ediyor, fırtına beni tehdid eder, herşey bana müşkilât peyda eder. Fakat yine Kur’andan bana verilen bir vasıta-i seyahatımla geçiyordum, galebe çalıyordum. Gitgide bakıyordum, her tarafta seyyahların cenazeleri bulunuyor. O seyahatı bitirenler, binde ancak birdir. Her ne ise... O buluttan kurtulup, zeminin öteki yüzüne geçip güzel güneşle karşılaştım. Ruh-efza nesimi teneffüs ederek, Elhamdülillah dedim. O cennet gibi o âlemi seyre başladım.

Sonra baktım: Biri var ki, beni orada bırakmıyor. Başka yolu bana gösterecek gibi, yine beni bir anda o müdhiş sahraya getirdi. Baktım ki: Yukarıdan inmiş aynı asansörler gibi muhtelif tarzlarda bazı tayyare, bazı otomobil, bazı zenbil gibi şeyler görünüyor. Kuvvet ve istidada göre onlara atılsa yukarıya çekiliyor. Ben de birisine atladım. Baktım, bir dakika zarfında bulutun fevkine beni çıkardı. Gayet güzel, müzeyyen, yeşil dağların üstüne çıktım. O bulut tabakası, dağın yarısına kadar gelmemişti. En latif bir nesim, en leziz bir âb, en şirin bir ziya her tarafta görünüyor. Baktım ki: O asansörler gibi nurani menziller, her tarafta var. Hattâ iki seyahatımda ve zeminin öteki yüzünde onları görmüştüm. anlamamıştım. Şimdi anlıyorum ki şunlar, Kur’an-ı Hakîm’in âyetlerinin cilveleridir.

İşte وَلاَ الضَّالِّينَ ile işaret olunan evvelki yol, tabiata saplananların ve tabiiyyun fikrini taşıyanların mesleğidir ki; onda, hakikata ve nura geçmek için ne kadar müşkilât olduğunu hissettiniz. غَيْرِ الْمَغْضُوبِ  ile işaret olunan ikinci yol, esbabperestlerin ve vesaite icad ve tesir verenlerin, Meşaiyyun hükeması gibi; yalnız akıl ile, fikir ile hakikat-ül hakaika ve Vâcib-ül Vücud'un marifetine yol açanların mesleğidir. اَلَّذِينَ اَنْعَمْتَ عَلَيْهِمْ ile işaret olunan üçüncü yol ise: Sırat-ı müstakim ehli olan ehl-i Kur'anın cadde-i nuraniyesidir ki en kısa, en rahat, en selâmet ve herkese açık, semavî ve rahmanî ve nuranî bir meslektir.” S:544

Demek Fatihanın daha ince böyle küllî manaları var. Aklın, kalbin ve ruhun inkişafı ve ihatası nisbetinde manaları tezahür eder.

Sonra, dünyaya gelen ve dünyanın yaratanını arayan ve onsekiz aded mertebelerden çıkan ve arş-ı hakikate yetişen bir mi'rac-ı imanî ile gaibane marifetten hazırane ve muhatabane bir makama terakki eden2 meraklı ve müştak yolcu adam, kendi ruhuna dedi ki: Fatiha-i Şerife'de başından tâ اِيَّاكَ kelimesine kadar gaibane medh ü sena ile bir huzur gelip اِيَّاكَ hitabına3 çıkılması gibi, biz dahi doğrudan doğruya gaibane aramayı bırakıp, aradığımızı aradığımızdan sormalıyız; herşeyi gösteren güneşi, güneşten sormak gerektir. Evet herşeyi gösteren, kendini herşeyden ziyade gösterir. Öyle ise şemsin şuaatı ile onu görmek ve tanımak gibi,4 Hâlıkımızın esma-i hüsnasıyla ve sıfât-ı kudsiyesiyle onu kabiliyetimizin nisbetinde tanımaya çalışabiliriz.” Ş:144

Elhamdülillah cümlesinin “Kur'anın başlangıcı olan Fatiha Suresi'ne fatiha yani başlangıç yapılması neye binaendir?

Cevab: Kâinatın ve dolayısıyla insanların hilkatindeki hikmet ve gaye, وَ مَا خَلَقْتُ الْجِنَّ وَ اْلاِنْسَ اِلاَّ لِيَعْبُدُونِ  ferman-ı celilince, ibadettir. Hamd ise, ibadetin icmalî bir sureti ve küçük bir nüshasıdır. اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ ın bu makamda zikri, hilkatin gayesini tasavvur etmeğe işarettir.” İ:17

Yukarıda zikredilen ibadet, Allah’ın bütün emir ve yasaklarına ve tavsiyelerine niyeten teslim olup, fiilen dahi ifaya çalışmayı ve bu ibadet hayatında yapılan eksiklikleri de anlayıp, istiğfar etmeyi anlatır. Adalet-i İlâhiye İslâm cemiyeti ve fitne cemiyetinde yapılan amel-i salihin sevabı ve işlenen suçun mesuliyet derecesini farklı görür ve gösterir. Mesela :

Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ferman etmiş: مَنْ تَمَسَّكَ بِسُنَّتِى عِنْدَ فَسَادِ اُمَّتِى فَلَهُ اَجْرُ مِاَةِ شَهِيدٍ Yani: “Fesad-ı ümmetim zamanında kim benim sünnetime temessük etse, yüz şehidin ecrini, sevabını kazanabilir.” Evet Sünnet-i Seniyeye ittiba, mutlaka gayet kıymetdardır. Hususan bid’aların istilâsı zamanında sünnet-i seniyeye ittiba etmek daha ziyade kıymetdardır. Hususan fesad-ı ümmet zamanında Sünnet-i Seniyenin küçük bir âdâbına müraat etmek, ehemmiyetli bir takvayı ve kuvvetli bir imanı ihsas ediyor.” L:49

Keza rivayette mealen şöyle buyruluyor: “Müslümanlardan bir cemaat dağlar gibi günahlarla (mahşere) gelir. Allah onları affeder ve günahları yahudilere yükler.”

Bu hadisin meali şöyledir: Kıyamet gününde Müslümanlardan bir takım kimseler dağlar kadar günahlarla gelecekler, fakat Allah onların bu günahları affedecek ve onları – benim zannettiğime göre – Yahudilerle Hıristiyanların üzerine yükleyecektir.

Bu Rivayetin izahının bir kısmında da şöyle deniliyor: “Kâfirlerin açtığı kötü bir çığırdan bazı Müslümanlar da gidecek, fakat Allah’ın affına mazhar olacaklar; çığırı açan kâfirlere ise o günahların misli yüklenecektir.” Hz. Ömer b. Abdi’l-Aziz, “Bu müjdeye pek sevinmiştir.” Filhakika Ömer b. Abdi’l-Aziz ile İmam-ı Şafii’nin: “Bu hadis Müslümanlar için en ümit bahş hadistir” dedikleri rivayet olunur ki, İmam-ı Nevevi: “Hadis onların dedikleri gibidir. Çünkü onda her Müslümanın bir fidyesi (suçun affedilme vesilesi) olacağına sarahat vardır. Fidye umumi olarak zikredilmiştir.” diyor. (Müslim, kitab-üt-tevbe, bab: 8 hadis no: 51 cilt 11. sh:125 )

Bu hadisin istinad ettiği şu mealdeki âyet dahi gayet manidardır:

لِيَحْمِلُٓوا اَوْزَارَهُمْ كَامِلَةً يَوْمَ الْقِيٰمَةِۙ وَمِنْ اَوْزَارِ الَّذ۪ينَ يُضِلُّونَهُمْ بِغَيْرِ عِلْمٍۜ اَلاَ سَٓاءَ مَايَزِرُونَ۟

“Şunun için Kıyamet günü kendi veballerini kâmilen yüklendikten başka ilimsizlikleri yüzünden idlâl ettikleri kimselerin veballerinden bir kısmını da yüklenecekler, bak ne fena yük yükleniyorlar.” (16:25)

Rivayette Eddeccale feşşerrun gaibun” Deccal, yani İslam deccali olan Süfyan hakkındaki rivayette:  Deccal mechul (gaib) bir şerdir şeklindeki ifadeden de anlaşıldığı gibi, Süfyan denen İslâm Deccalının deccallığı, yani süfyaniyet denen nifakkârane ifsadatı sinsidir. Yani İslam cemiyetini teşkil eden şeairi sinsice kaldırıp, yerine alıştıra alıştıra bid’atları getirip, yaygınlaştırır. Zaman seyrinde bozulan millet ekseriyeti medeni yaşayış zanniyle ve nefsin de hoşuna gittiği için severek içine girer. Ve habersiz dinî hayattan ve hissiyatından uzak düşer. İşte bu ictimai ve adeta fabrikasyon ifsadatı bu rivayet, mecaz ifadelerle haber veriyor. Bu anlatılan hususun bilinmesi süfyaniyetin tesirinden kurtulmak için birinci sebebtir. Dikkat oluna.

Burada bildirilen aldatılan cahil müslümanların şefaat cihetiyle kurtulmalarına bakan bazı rivayetler de vardır. Ezcümle bir rivayette şöyle buyuruluyor:

“Ben şefâat etmek ve (ya) ümmetimin yarısının cennete girmesi arasında muhayyer (serbest) kılındım. Ben şefâat etmeyi seçtim. Çünkü şefâat daha umûmî ve daha çok yeterlidir. Siz bu şefâatımı takvâ sâhibi (yani Allah’tan korkup kulluk görevlerini yerine getiren ve yasaklardan sakınan) mü’minler için mi sanırsınız? Hayır (öyle sanmayınız). Ve lâkin o (şefâtim) günahkâr, hatalı ve pis işlere (günahların pisliklerine) karışan (müslüman)lar içindir. (İbn-i mace 10.ci. sh:609) (Aynı hadis, Küt. Sitte. 17.ci. sh:607de de vardır.)

Aynı mevzuyu te’yid eden şu beyan dahi nazara alınmalı. Şöyle ki: “Şefâat-ı makbule-i Muhammediye’den (S.A.V) müstefid olmayacak ferd-i aferide yoktur. Habib-i Hüda (aleyhi efdatü’t-tehaya) Efendimizin bütün halkın hevl-i mevki’den rahat bulması için bir şefâat-ı ammesi olduğu gibi (kadere layık görülen) bazı küffarın tahfif-i azabı, müstehakk-ı ikab olan bazı mü’minînin Nar-ı cahim’den necatı, cehenneme girmiş mü’minînin halâsı, bazı mü’minînin bilahesab velâ azab dahil-i cinan olması, keza dahil-i cinan olan mü’min’nin ref-i derecatı için gûna-gûn şefâatleri vardır. Bu şefâatler içinden en ziyade müstefid olacakların, muhlis mü’minler olduğundan şüphe yoktur. (İslam Prensipleri Ansiklopedisi Şefaat maddesi 3503.p haşiyesi) (Sahih-i Buhari Muhtasarından naklen)

Keza Mesnevi’de de şu müjde var:

“Arkadaş! Amele ve taate muvaffak olamayan azabdan korkar, yeise düşer. Böyle bir me’yusun gözüne, dinî mes’elelere münafî edna ve zayıf bir emare, kocaman bir bürhan görünür. Böyle birkaç emareyi elde eder etmez, diğer emarelerin saikasıyla ilân-ı isyan ederek İslâm dairesinden çıkar, şeytanın ordusuna iltihak eder. Binaenaleyh a’male muvaffak olamayanlar, yeise düşmemek için şu âyete müracaat etsin:

قُلْ يَا عِبَادِىَ الَّذِينَ اَسْرَفُوا عَلَى اَنْفُسِهِمْ لاَ تَقْنَطُوا مِنْ رَحْمَةِ اللّٰهِ

اِنَّ اللّهَ يَغْفِرُ الذُّنُوبَ جَمِيعًا اِنَّهُ هُوَ الْغَفُورُ الرَّحِيمُ Ms:65

Keza ayette geçen نَاس aslında nisyandan alınmış bir ism-i fâildir, vasfiyet-i asliyesi mülâhazasıyla insanlara bir itaba işarettir. Yani: Ey İnsanlar! Ne için misak-ı ezelîyi unuttunuz... Fakat bir cihetten de insanlara bir mazeret yolunu gösteriyor. Yani: Sizin o misakı terketmeniz amden değil, belki sehiv ve nisyandan ileri gelmiştir.” İ:97

Yani nefis, şeytan ve dahil olduğu cemiyetin ifsadatına aldanarak ve cehalet ve gafletle insan günahın içine düşer. Lem’alarda şu ifade var:

“Ey bedbaht fâsık adam! Fâsıkların kesretine bakıp aldanma ve “Ekseriyetin efkârı benimle beraberdir” deme! Çünki fâsık adam, fıskı isteyerek ve bizzât taleb edip girmemiş; belki içine düşmüş çıkamıyor. Hiçbir fâsık yoktur ki, sâlih olmasını temenni etmesin ve âmirini ve reisini mütedeyyin görmek istemesin. İllâ ki, el’iyazü billah irtidad ile vicdanı tefessüh edip, yılan gibi zehirlemekten lezzet alsın.” L:122

Bu bahis ve reca bahsi dinimizde bildirilen ve Kur’anda bir esas olan hafv ü reca kaidesidir. Bu reca kaidesini esas alıp salabet-i diniyede yumuşamak bu hafv ü recaya ters düşer.

Muhteva:

1- Fatiha-i Şerife Kur’an-ı Azîmüşşan’ın bir timsal-i münevveridir.

2- İmam arkasında Fatiha’yı birer birer okumak mes’elesi

3- Fatiha-i Şerife’nin âhirinde işaret olunan üç meslek

 

1 Eğer desen: “Sen necisin, bu meşahire karşı meydana çıkıyorsun? Sen bir sinek gibi olup da, kartalların uçmalarına karışıyorsun?” Ben de derim ki: “Kur’an gibi bir üstad-ı ezeliyem varken, dalalet-âlûd felsefenin ve evham-âlûd aklın şakirdleri olan o kartallara, hakikat ve marifet yolunda, sinek kanadı kadar da kıymet vermeğe mecbur değilim. Ben onlardan ne kadar aşağı isem, onların üstadı dahi, benim üstadımdan bin defa daha aşağıdır. Üstadımın himmetiyle, onları garkeden madde, ayağımı da ıslatamadı. Evet büyük bir padişahın, onun kanununu ve evamirini hâmil küçük bir neferi, küçük bir şahın büyük bir müşirinden daha büyük işler görebilir.”

2 Yani zikredilen gaibane marifet, eserden müessire intikal tarzı olduğu gibi, hazırane ve muhatabane ise, sıfât ve esma-i İlâhiyeyi ruhen ve manen nazara alarak; yani karşısındaki muhataba hitab etmeyi ve (sen) manasını ifade eden اِيَّاكَ deki كَ zamiri, eserlerden müessire intikalden sonra gelen yakîniyet derecesini anlatır. Mesnevi’de şu ifade var:

Evet delil içinde neticeyi görmek, âlemde Sânii müşahede etmek, tarîk-ı istiğrakkârane cihetiyle cedavil-i ekvanda cereyan-ı tecelliyat-ı İlahiyeyi ve melekûtiyet-i eşyada sereyan-ı füyuzatı ve meraya-yı mevcudatta tecelli-i esma ve sıfâtı, yalnız zevken anlaşılır birer hakikat iken, dîk-ı elfaz sebebiyle uluhiyet-i sâriye ve hayat-ı sâriye tabir ettiler.” Ms:256 

Keza Mi’rac risalesinin لِنُرِيَهُ مِنْ آيَاتِنَا âyetinin izahı sadedinde olan (Hakikat-ı Mi’rac nedir?) başlıklı kısmında gayb ve şehadet alemlerini, yani kitab-ı kâinatı, yani âsâr-ı İlâhiyeyi müşahede ile eserden müessire intikale benzeyen terakki ile Zat-ı Zülcemali muhataba ve hazırane görme ve konuşma makamına, yani kab-ı kevseyne, yani imkân ve vücub ortasına çıkmış (S:566 başı) ve o yolu evliya-i ümmetine açık bırakmıştır (S:580 baş kısmı). Demek gaibane’den sonra hazırane makamı geliyor.  

3 Yani muhataba makamına

4 Yani güneşi şeffafattaki akisleriyle tanıdıktan sonra şuaatiyle, yani zatında konulan elvan-ı seb’asiyle tanımak gibi

Bu dersi indirmek için tıklayınız.

Yukarı Çık