DERSLER / Alfabetik Derlemeler ve Dersler

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

وَ بِهِ نَسْتَعِينُ

اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ وَ الصَّلاَةُ وَ السَّلاَمُ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَ عَلَى آلِهِ وَ صَحْبِهِ اَجْمَعِينَ

AZ FAKAT KEYFİYETLİ BİR TAİFEYİ ANLATAN BİR RİVAYETİN HAKİKATI

Daha çok ahirzamana yani zamanımıza bakan bu gelen rivayet işareten Risale-i Nur cemaatini giderek ortaya çıkan kemmiyet ve keyfiyet durumuna baktırır.

Hadis şöyledir:

إذا أراد اللَّه بقوم خيرا كثّر فقهاءهم و أقلّ جهالهم فإذا تكلّم الفقيه وجد أعوانا و إذا تكلّم الجاهل قهر و إذا أراد اللَّه بقوم شرّا كثّر جهّالهم و أقلّ فقهاءهم فإذا تكلّم الجاهل وجد أعوانا و إذا تكلّم الفقيه قهر 

(Deylemi an İbn-i Ömer Ebu Nasr an Hayyan.)

Hadisin meali şöyledir:

“Allah, bir millete iyilik murad etti mi, fakihlerini çoğaltır. Cahillerini azaltır fakih konuştuğu zaman yanında bir çok yardımcı bulur. Cahil konuştuğu zaman kimse yüzüne bakmaz. Bir kavme de şerri murad etti mi, cahillerini çoğaltır fakihlerini azaltır. Cahil konuştuğunda yanında bir çok yardımcı bulur (Herkes ona kulak kesilir.) Fakih konuştuğu zaman kimse onu dinlemez. Üzüntüsünden kahrolur.”1

Bu rivayet, ahirzamanda kemmiyete alaka gösterildiği halde, keyfiyete ehemmiyet verilmeyecek diye zamanımızdaki durumu açıkça haber verir.

Rivayette geçen fakih tabirini Elmalılı Tefsiri şöyle izah eder:

«Fıkıh kelimesi esas itibariyle hikmet kelimesine müradif gibidir. Meselâ şunun hikmeti veya sırrı veya ruh-u hakikatı şudur yerinde, “fıkhı şudur” denilir. Hikmet gibi fıkıh dahi, vücuh ve esbab-ı mufassalası ile ilm-i dakik ve amel-i nafi’ ifade eder. Asl-ı lügatte, fıkıh, garaz ve maksadı anlayıp bilmektir. “ (E.T: 916)

İmam-ı Azam Hazretleri itikadiyat, yani imanın esasları hakkında yazdığı hacim cihetiyle küçük olan eserine, en büyük fıkıh manasına gelen “Fıkh-ı Ekber” ismini vermiştir. Risale-i Nur’un da en çok ehemmiyet verdiği husus, fıkh-ı ekberdir. Yani hikmet-i İlahiyeyi beyan, iman esaslarını izah ve isbattır.

Keza «Kesretli her mü’min cemiyyetinden طَائِفَةٌ bir taife -bir kısım, bir  cemaat-ı  kalile لِيَتَفَقَّهُوا فِى الدّ۪ينِ  dinde tefakkuh etmeleri -külfet ve meşakkate katlanıp fıkıh tahsil eylemeleri için nefir olsalar, hareket edip toplansalar.

وَلِيُنْذِرُوا قَوْمَهُمْ اِذَا رَجَعُٓوا اِلَيْهِمْ لَعَلَّهُمْيَحْذَرُونَ۟ ve (cihada giden kavimleri) dönüp geldikleri vakit belki hazer ederler diye inzar için bunu yapsalar- yani halka tahakküm etmek veya diğer makasıd-ı dünyeviyye elde eylemek gibi bir garaz için değil, sırf inzar ve irşad maksad ve gayesi ile fıkıh, ilm-i din tahsil için seferber olup toplansalar... Binaenaleyh bu suretle dinde tefakkuh farz-ı kifayedir ve fisebîlillah cihaddan ma’duddur. Bu manaya göre ilm-i din tahsili içinde de seferberlik mevzu-u bahisdir.» E.T.2646

Yani din hizmeti için bir nevi hicret gerekiyor.

Görüldüğü gibi Kur’an ve ehadis lisanında fıkıh tabirinin mana muhtevası, daha çok hikemiyat-ı Kur’aniye ve teşriiyeyi ve hilkatte gayât-ı İlahiyeyi bilmektir. Sonraları amelî fıkıh ilmi, ihtiyacın zuhuruyla bütün usûl ve teferruatıyla ortaya çıkarıldı. Fakihler zamanla bu tabiri fıkıh ilmi lisanında, amelî ilim manasında da kullanmışlardır.

İşte fıkhın bu mezkûr manası itibariyle Risale-i Nur, en mükemmel ve en son fıkıh ilmidir ve ilm-i hikmettir. Bu nokta-i nazardan meseleye bakılınca, hakiki bir Nurcu, hikmet ilmine, kainatın İlahî ve derin sırlarına merakla teveccüh eder ve bu esrar-ı Kur’aniyeye dikkat çeker. Fakat ahirzamanın son devrelerinde nifak cereyanının ifsadatı ile meraklar âfâka dağılır ve yerini fuzulî ve hatta zararlı konuşmalar alır. Cemiyette yaygınlaşan bu durum, gafleti çokça arttırır. Böylece pek az kalan hakiki fakihler, yani Risale-i Nur’da anlatılan hakiki hikmet-i Kur’aniye ehlini dinleyenler dahi azalır, fakat umumi gaflet dairesinde bulunan ve kemmiyeti esas alanların dinleyicileri çoğalır. Çünkü dinletenlerle dinleyenler arasında kemmiyet nokta-i nazarında beraberlik vardır diye mezkûr rivayetten anlaşılıyor.

Evet, cemaata hitab eden ve teveccüh-ü nası isteyenlere atfen Hz.Üstad diyor:

“Teveccüh-ü nâs istenilmez, belki verilir. Verilse de onunla hoşlanılmaz. Hoşlansa ihlası kaybeder, riyaya girer. Şan ü şeref arzusuyla teveccüh-ü nâs ise; ücret ve mükâfat değil, belki ihlassızlık yüzünden gelen bir itab ve bir mücazattır. Evet amel-i sâlihin hayatı olan ihlasın zararına teveccüh-ü nâs ve şan ü şeref, kabir kapısına kadar muvakkat olan bir lezzet-i cüz'iyeye mukabil, kabrin öbür tarafında azab-ı kabir gibi nâhoş bir şekil aldığından; teveccüh-ü nâsı arzu etmek değil, belki ondan ürkmek ve kaçmak lâzımdır. Şöhretperestlerin ve şan ü şeref peşinde koşanların kulakları çınlasın.” L:149

Yani, bu kısımda anlatılan ve kemmiyete dayanan teveccüh-ü nas ve cemaat kalabalığı, istidracî bir nevi cezadır.

İşte başta zikredilen fakîh, Risale-i Nur’un haslar dairesinde bulunan hâlis ve sâdık şakirdlerin hususiyetlerine daha çok bakar. Çünkü hadis umum zamanlara, hasseten mezkûr hadis daha çok ahirzamana, yani zamanımıza bakar.

Evet, Risale-i Nur, fıkıh manasını tazammun eden ilm-i hikmeti esas alır. Mesela:

Hikmet hakkındaki mühim âyetlerden olan: (2:269) (2:129) (2:151)

 يُؤْتِى الْحِكْمَةَ مَنْ يَشَٓاءُۚ وَمَنْ يُؤْتَ الْحِكْمَةَ فَقَدْ اُو۫تِىَ خَيْرًا كَث۪يرًۜا وَمَا يَذَّكَّرُ اِلآَّ اُو۬لُوا اْلاَلْبَابِ{٢٦٩}

 رَبَّنَا وَابْعَثْ ف۪يهِمْ رَسُولاً مِنْهُمْ يَتْلُوا عَلَيْهِمْ اٰيَاتِكَ وَيُعَلِّمُهُمُ الْكِتَابَ وَالْحِكْمَةَ وَيُزَكّ۪يهِمْۜ اِنَّكَ اَنْتَ الْعَزِيزُ الْحَك۪يمُ۟{١٢٩}

 كَمَٓا اَرْسَلْنَا ف۪يكُمْ رَسُولاً مِنْكُمْ يَتْلُوا عَلَيْكُمْ اٰيَاتِنَا وَيُزَكّ۪يكُمْ وَيُعَلِّمُكُمُ الْكِتَابَ وَالْحِكْمَةَ وَيُعَلِّمُكُمْ مَالَمْ تَكُونُوا تَعْلَمُونَۜ{١٥١}

âyetlerinin meal-i icmalîleri der ki: Kur’an hikmet-i kudsiyeyi size bildiriyor. Sizi manevi kirlerden temizlendiriyor.

Risale-i Nur’un müstesna bir hassası, İsm-i Hakem ve Hakîm’in mazharı olup bütün safahatında, mebahisinde nizam ve intizam-ı kâinatın ayinesinde İsm-i Hakem ve Hakîm’in cilveleri olan hikmet-i kudsiyeyi ve hikemiyat-ı Kur’aniyeyi ders veriyor. Mevzuu ve neticesi, hikmet-i Kur’aniyedir.” Ş.700

Yani hakiki bir Nurcu, Risale-i Nur’un mezkûr hususiyetine merakla müteveccih olup bu hususiyeti nazara alacak ve dikkat çekecektir.

Evet, bu hakikatı nazara veren Hz. İmam-ı Alinin sözünü nakleden Hz. Üstad, şu beyana dikkat çeker:

  وَ تِلْكَ حُرُوفُ النُّورِ فَاجْمَعْ خَوَاصَّهَا ٭ وَ حَقِّقْ مَعَانِيهَا بِهَا الْخَيْرُ تُمِّمَتْ

Yani: "İşte Risale-i Nur'un sözleri hurufları ki, onlara işaretler eyledik. Sen onların hassalarını topla ve manalarını tahkik eyle. Bütün hayır ve saadet, onlarla tamam olur." der. "Hurufların manalarını tahkik et." karinesiyle manayı ifade etmeyen hecaî harfler murad olmayıp, belki kelimeler manasındaki "Sözler" namıyla risaleler muraddır.” Ş:298

İşte bu manadaki tahkik mesleği, keyfiyet hususiyetlerinden biridir. Evet, Risale-i Nur’da keyfiyeti esas alan beyanlar vardır. Mesela: Keyfiyeti nazara veren Bediüzzaman Hazretleri şöyle diyor:

Kemmiyet, keyfiyete nisbeten ehemmiyetsiz olduğundan, halis bir hâdim olarak hakikat-ı ihlas ile, herşeyin fevkinde hakaik-ı imaniyeyi on adama ders vermek, büyük bir kutbiyetle binler adamı irşad etmekten daha ehemmiyetli görüyorum. Çünki o on adam, tam o hakikatı herşeyin fevkinde gördüklerinden sebat edip, o çekirdekler hükmünde olan kalbleri, birer ağaç olabilirler.” E:75

Hem kemmiyete ehemmiyet verilmez. Sen o havalide bir tek Âtıf'ı bulsan, yüzü bulmuş gibidir.”K:259

Evet, Risale-i Nur’u “Binden bir-iki adam sizden kabul etse, yine sarsılmamak gerektir. Bazan bir-iki adam, bine mukabil geliyor.“Em:56

Hem Hz. Üstad, yeise düşen bir talebesine ve dolayısiyle herkese diyor ki: “Kıymet, kemmiyette değil, keyfiyettedir. Bazan bir halis ve fedakâr talebe, bine mukabildir" diyerek ye'sini giderir.” T:463

Keza dinleyenlerin azlığından ve füturlarından dolayı durum Hz. Üstada bildirildiğinde, yine Hz. Üstad diyor: “….onlardan gelen fütur, size fütur vermesin. Çünki o dersler, ulûm-u imaniyeden olduğu için, bir insan yalnız kendi nefsine dinlettirse yeter. Bahusus siz daima bir-iki hakikî kardeşi de bulursunuz.

Hem o dersi dinleyenler yalnız insanlar değil. Cenab-ı Hakk'ın zîşuur çok mahlukatı vardır ki, hakaik-i imaniyenin istimaından çok zevk alırlar. Sizin o kısım arkadaşınız ve müstemi'leriniz çoktur. Hem mütefekkirane, o çeşit sohbet-i imaniye, zemin yüzünün bir manevî zîneti ve medar-ı şerefi olduğuna işareten biri demiş:

آسْمَانْ رَشْكْ بَرَدْ بَهْرِ زَمِينْ كِه دَارَدْ

يَكْ دُو كَسْ يَك دُو نَفَسْ بَهْرِ خُدَا بَرْ نِشِينَنْد

Yani: Semavat zemine gıbta eder ki; zeminde hâlisen-lillah sohbet ve zikir ve tefekkür için, bir-iki adam, bir-iki nefes, yani bir-iki dakika beraber otururlar; kendi Sâni'-i Zülcelalinin çok güzel âsâr-ı rahmetini ve çok hikmetli ve süslü eser-i san'atını birbirine göstererek Sâni'lerini sevip sevdirirler, düşünüp düşündürürler.” B:260

Keza, “Cemaatte vâhid-i sahih olmazsa; cem' ve zamm, kesir darbı gibi küçültür.2

Yani keyfiyetsiz kemmiyet, ihtilaflara ve karışıklıklara ve zararlı neticelere sebebiyet verir diye ehemmiyetli bir ikazdır. Kesir darbı, yani tam sayı olmayan rakamların çarpımı demektir.

Yine Hz.Üstad keyfiyetsiz kemmiyeti tercih etmediğini anlatan bir yazısında şöyle der:

“Ben Isparta'ya geldiğim vakit, Isparta'da İmam-Hatib ve Vaiz Mektebinin açılacağını haber aldım. O mektebe kaydolacak talebelerin ekserisi Nurcu olmaları münasebetiyle o mektebin civarında gayr-ı resmî bir surette bir Nur Medresesi açılıp, o mektebi bir nevi Medrese-i Nuriye yapmak fikriyle bir hatıra kalbime geldi. Bir-iki gün sonra güya bir ders vereceğim diye etrafta şâyi' olmasıyla o dersimi dinlemek için rical ve nisa kafilelerinin etraftan gelmeleriyle anlaşıldı ki, böyle nim-resmî ve umumî bir Medrese-i Nuriye açılsa o derece kalabalık ve tehacüm olacak ki, kabil olmayacak. Afyon'da mahkemeye gittiğimiz vakitki gibi pek çok lüzumsuz içtimalar olmak ihtimali bulunduğundan o hatıra terkedildi. Kalbe bu ikinci hakikat ihtar edildi. Hakikat da şudur:

Her bir adam eğer hanesinde dört-beş çoluk çocuğu bulunsa kendi hanesini bir küçük Medrese-i Nuriyeye çevirsin. Eğer yoksa, yalnız ise, çok alâkadar komşularından üç-dört zât birleşsin ve bu heyet bulundukları haneyi küçük bir Medrese-i Nuriye ittihaz etsin. Hiç olmazsa işleri ve vazifeleri olmadığı vakitlerde, beş-on dakika dahi olsa Risale-i Nur'u okumak veya dinlemek veya yazmak cihetiyle bir mikdar meşgul olsalar, hakikî talebe-i ulûmun sevablarına ve şereflerine mazhar oldukları gibi, İhlas Risalesi'nde yazılan beş nevi ibadete de mazhar olurlar. Hakikî ilim talebeleri gibi, onların maişetlerini temin hususundaki âdi muameleleri de bir nevi ibadet hükmüne geçebilir diye kalbe ihtar edildi. Ben de kardeşlerime beyan ediyorum.” Em:103 gibi beyanlar, açıkça gösteriyor ki Risale-i Nur’un haslar dairesinde kemmiyete bedel keyfiyet esastır.

Bu mektubun dikkat çeken bir ciheti şudur ki, çok partili devrenin başladığı ve Nurların bir derece serbestlik kazandığı demokrat devresinde, birbirini yakinen tanıyan 3-4 kişi ile ders yapmayı tavsiye etmesi, nifak cereyanının hücum tarzına bedel hulûl tarzına dönüp içten parçalamayı planlamasıdır. Merhum Zübeyir ağabey bu hususu bize ciddiyetle anlatmıştı. Hem bu planın daha zararlı olduğunu söylüyordu.

Hülâsa, keyfiyetin kıymetini anlamayan avam, kemmiyete yani sayı çokluğuna değer verir ve aldanır.

Bu meseleye bakan çok manidar bir hadis şöyledir:

“Ümmetime yakında bir zaman gelir ki, Kur'an okuyucu çok, fakihler az olur. İlim kabz olunur. Kargaşalık çoğalır. Ondan sonra bir zaman gelir ki, ümmetimden bir takım adamlar Kur'an okurlar ama bu, gırtlaklarını geçmez. Bundan sonra yine öyle bir zaman gelir ki, müşrik mü'minle aynı mevzuda söylediğinin mislinde mücadele eder.”3

Bu rivayet, giderek milleti bozan fitne-i ahirzamanın üç devresine imaen işaret eder.

Birinci devresinde Kur’an okunur fakat Kur’andaki ilmin ince mana ve hikmetlerini bilen fakihler azalır.

İkinci devresinde de yine Kur’an okunur fakat kalb ve vicdanlarda Kur’anın manevî tesiri bulunmaz. Yani bozuk cemiyetin tesiri artar.

Üçüncü devresinde ise, çokça gaflete düşen millet, habersiz ve şuursuz olarak müşriklerin anlayışlarına düştükleri, yani kainatta ve insan aleminde Allah’ın hakimiyetini düşünmez oldukları halde müşriklerin anlayışına karşı mücadele verdiklerini zannederler. Yani mü’min ve müşrik anlayışları arasında çok fazla fark kalmaz diye işaret ediliyor.

 

 

1 Ramuz El Ehadis Pamuk yayınları hadis sıra no:336  Hz. İbni Ömer r.a.

2 Hesabda malûmdur ki; darb ve cem', ziyadeleştirir. Dört kerre dört, onaltı olur. Fakat kesirlerde darb ve cem', bilakis küçültür. Sülüsü sülüs ile darbetmek, tüsü' olur; yani, dokuzda bir olur. Aynen onun gibi, insanlarda sıhhat ve istikamet ile vahdet olmazsa; ziyadeleşmekle küçülür, bozuk olur, kıymetsiz olur.” M:475

3 Hz. Ebu Hüreyre (r.a.) (RAMUZ EL EHADİS sh:301 1.hadis)

Bu dersi indirmek için tıklayınız.

Yukarı Çık