DERSLER / Alfabetik Derlemeler ve Dersler

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

وَ بِهِ نَسْتَعِينُ

اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ وَ الصَّلاَةُ وَ السَّلاَمُ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَ عَلَى آلِهِ وَ صَحْبِهِ اَجْمَعِينَ

KADER

Cenab-ı Hakk’ın kâinatta olmuş ve olacak her şeyin evsafını ve havassını vesair, geleceğini ve geçmişini ezelden bilip, levh-i mahfuzunda takdiri ve yazması, yani takdir-i İlahî manalarındadır.

Kader kelimesi (kadr) kökündendir. Kadr kökü ise, ayarlamak, kıymetini bilmek, daraltmak, gücü yetmek, ölçülü ve maksada uygun muayyen şekil vermek ve muayyenlik gibi manalara gelir. Kadir: kudretli; makdur: kaderlenmiş; takdir: bir şeye kaderini ve lâyık olduğu hüküm ve hususiyetlerini vermek; mikdar: muayyen kısım veya şekil manalarındaki bu kelimeler de aynı köktendir.

Kâinattaki maddi veya manevi herşey, bütün hususiyetleriyle Allah tarafından takdir, ta’yin ve tanzim edilmiştir ve edilir. Kâinata hâkim olan kaderi kabul etmemek; herşeyde görünen intizam, mizan, muayyen şekil ve tertibleri, tesadüfe veya şuursuz ve mevhum tabiata isnad etmek gibi akla ve ilme aykırı bir anlayışa hak vermek demektir ki, akıl, mantık ve ilmin bunu reddettiğini eserlerinin muhtelif yerlerinde izah eden Bediüzzaman Hazretleri diyor ki:

Kader, ilmin bir nev’idir ki, herşeyin manevi ve mahsus kalıbı hükmünde bir mikdar tayin eder. Ve o mikdar-ı kaderî, o şey’in vücuduna bir plan, bir model hükmüne geçer. Kudret icad ettiği vakit; gayet sühuletle o kaderî mikdar üstünde icad eder. Eğer o şey muhit ve hadsiz ve ezelî bir ilmin sahibi olan Kadir-i Zülcelal’e verilmezse... binler müşkilat değil, belki yüz muhalât ortaya düşer. Çünki o mikdar-ı kaderî ve mikdar-ı ilmî olmazsa; binler haricî ve maddî kalıplar, küçücük bir hayvanın cesedinde istimal edilmek lâzım gelir.” L:193

Sözler mecmuasında da şu izahat var:

Kadere iman, imanın erkânındandır. Yani: “Herşey, Cenab-ı Hakk’ın takdiriyledir.” Kadere delail-i kat’iye o kadar çoktur ki, had ve hesaba gelmez. Biz, basit ve zahir bir tarz ile şu rükn-ü imaniyeyi, ne derece kuvvetli ve geniş olduğunu bir mukaddeme ile göstereceğiz.

Mukaddeme: Herşey vücudundan evvel ve vücudundan sonra yazıldığını وَلاَ رَطْبٍ وَلاَ يَابِسٍ اِلاَّ ف۪ى كِتَابٍ مُب۪ينٍ gibi pekçok âyât-ı Kur’aniye tasrih ediyor ve şu kâinat denilen, kudretin Kur’an-ı Kebirin âyâtı dahi şu hükm-ü Kur’anîyi, nizam ve mizan ve intizam ve tasvir ve tezyin ve imtiyaz gibi âyât-ı tekviniyesiyle tasdik ediyor. Evet şu kâinat kitabının manzum mektubatı ve mevzun âyâtı şehadet eder ki, herşey yazılıdır. Amma vücudundan evvel herşey mukadder ve yazılı olduğuna delil, bütün mebadi ve çekirdekler ve mekadîr ve suretler,  birer şahittir. Zira herbir tohum ve çekirdekler, “Kâf-Nun” tezgahından çıkan birer latif sandukçadır ki, kaderle tersim edilen bir fihristecik ona tevdi edilmiştir ki, kudret o kaderin hendesesine göre zerratı istihdam edip, o tohumcuklar üstünde koca mu’cizat-ı kudreti bina ediyor. Demek bütün ağacın başına gelecek, bütün vakıatı ile çekirdeğin de yazılı hükmündedir. Zira tohumlar maddeten basittir, birbirinin aynıdır, maddeten birşey yoktur. Hem herşeyin miktar-ı muntazaması, kaderi vâzıhan gösterir. Evet hangi zihayata bakılsa görünüyor ki, gayet hikmetli ve san’atlı bir kalıbdan çıkmış gibi bir mikdar, bir şekil var ki; o mikdarı, o sureti, o şekli almak, ya hârika ve nihayet derecede eğri büğrü maddi bir kalıb bulunmalı veyahut kaderden gelen mevzun, ilmî bir kalıb-ı manevi ile kudret-i ezeliye o sureti, o şekli biçip giydiriyor. Meselâ: Sen şu ağaca şu hayvana dikkat ile bak ki; camid, sağır, kör, şuursuz, birbirinin misli olan zerreler; onun neşv ü nemasında hareket eder. Bazı eğri büğrü hududlarda, meyve ve faidelerin yerini tanır, görür, bilir gibi durur, tevakkuf eder. Sonra başka bir yerde, büyük bir gayeyi takib eder gibi yolunu değiştirir. Demek kaderden gelen mikdar-ı manevinin ve o mikdarın emr-i manevisiyle zerreler hareket ederler.

Madem maddi ve görünecek eşyada bu derece kaderin tecelliyatı var. Elbette eşyanın mürur-u zamanla giydikleri suretler ve ettikleri harekât ile hasıl olan vaziyetler dahi, bir intizam-ı kadere tabidir.” S:468

Not: Yukarıda bahsi geçen “Kader kalemiyle çekirdeklerdeki yazı” ifadesi ile alâkalı olarak fünun-u cedide ehlinin bir itirafı: “İnsanın biçimlenmesi kromozomlarda bulunan kodlarla adeta proğramlanmıştır. Bu kodların tamamı, kullandığımız yazı ile yazılsaydı 1000 ciltlik büyük bir ansiklopedi olurdu.” Bilim ve Teknik cilt: 8. sayı 213 sh:35

Fünun-u cedidenin bu itirafını سَنُر۪يهِمْ اٰيَاتِنَا فِى اْلاٰفَاقِ وَف۪ٓى اَنْفُسِهِمْ حَتّٰى يَتَبَيَّنَ لَهُمْ اَنَّهُ الْحَقُّۜ Afakta ve kendi nefislerinde âyetlerimizi ve delillerimizi gelecekte göstereceğiz, ta ki O’nun hak olduğu onlara tebeyyün etsin.” mealindeki âyetin küllî hakikatlerinden bir cüz-ü olarak telakki edebiliriz.

Bu âyetin mânâ-yı küllîsinden bir cüzü olarak ve “Zaman ilerledikçe Kur’an gençleşir” hakikatine binaen anlaşılıyor ki; hakiki ilimlerin ve bilhassa tahkikî iman ilminin inkişafiyle âfakî ve enfüsî deliller tam tebeyyün etmekle hak ve hakikat vuzuhuyla ortaya çıkıyor ve çıkacaktır.

Kâinatta kaderin böyle tecellileri olduğu gibi, İnsanların ef’al-i ihtiyariyelerine talluk eden kader ise, insanların cüz’-i ihtiyariyelerine göre lâyık oldukları muamelelerin Allah tarafından ezelen bilinip takdir edilmiş olduğu dahi şöyle beyan ediliyor:

Evet “Şu kâinatta tasarruf eden zatın muhit bir ilmi vardır. Ve her şeyi bütün şuunatıyla bilir, sonra yapar. Madem şu kâinat sahibinin böyle bir ilmi vardır; elbette insanları ve insanların amellerini görür ve insanlar neye lâyık ve müstehak olduklarını bilir. Hikmet ve rahmetin muktezasına göre onlarla muamele eder ve edecek.” M:243

Kur’anda sarahaten ve işareten kaderi bildiren âyetler vardır. Ezcümle: (15:21) وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ عِنْدَنَا خَزَٓائِنُهُۘ وَمَا نُنَزِّلُهُٓ اِلاَّ بِقَدَرٍ مَعْلُومٍ (36:12) وَكُلَّ شَىْءٍ اَحْصَيْنَاهُ ف۪ٓى اِمَامٍ مُب۪ين âyetleri kaderi vazıhan ifade eder.

Kaderin, hâlî ve vicdanî olarak şuur edildiği hakkında şu izahat veriliyor:

“Kader ve cüz-i ihtiyarî, İslâmiyetin ve imanın nihayet hududunu gösteren, halî ve vicdanî bir imanın cüz’lerindendir. Yoksa ilmî ve nazarî değillerdir. Yani mü’min, herşeyi hatta fiilini, nefsini Cenab-ı Hakk’a vere vere, ta nihayette teklif ve mes’uliyetten kurtulmamak için “cüz’-i ihtiyarî” önüne çıkıyor. Ona “mes’ul ve mükellefsin” der. Sonra, ondan sudur eden iyilikler ve kemalat ile mağrur olmamak için” Kader” karşısına geliyor. Der: “Haddini bil, yapan sen değilsin.” Evet kader, cüz-i ihtiyâri iman ve İslamiyet’in nihayet merâtibinde. Kader, nefsi gururdan ve cüz-i ihtiyarî, adem-i mes’uliyetten kurtarmak içindir ki, mesail-i imaniyeye girmişler. Manen terakki etmiyen avam içinde kaderin cay-ı istimali var. Fakat o da maziyat ve mesaibdedir ki, ye’sin ve hüznün ilacıdır.

Yoksa maasi ve istikbaliyatta değildir ki, sefahete ve atalete sebeb olsun. Demek kader mes’elesi, teklif ve mes’uliyetten kurtarmak için değil, belki fahr ve gururdan kurtarmak içindir ki, imana girmiş.

Cüz-i ihtiyarî, seyyiata merci olmak içindir ki, akideye dahil olmuş. Yoksa mehasine masdar olarak tefer’un etmek için değildir.

Evet Kur’anın dediği gibi: İnsan, seyyiatından tamamen mes’uldür.1 Çünki seyyiatı istiyen odur. Seyiat tahribat nev’inden olduğu için, insan bir seyyie ile çok tahribat yapabilir. Müthiş bir cezaya kesb-i istihkak eder. Bir kibrit ile bir evi yakmak gibi. Fakat hasenatta iftihara hakkı yoktur. Onda onun hakkı pek azdır. Çünki hesanatı istiyen, iktiza eden rahmet-i İlahiye ve icad eden kudret-i Rabbaniyedir. Sual ve cevab, daî ve sebeb, ikisi de Hak’dandır. insan yalnız dua ile, iman ile, şuur ile, rıza ile onlara sahib olur. Fakat seyyiatı istiyen, nefs-i insaniyedir (ya istidad ile, ya ihtiyar ile). Nasılki beyaz, güzel Güneşin ziyasından bazı maddeler siyahlık ve taaffün alır. O siyahlık, onun istidadına aittir. Fakat o seyyiatı, çok mesalihi tazammun eden bir kanun-u İlahî ile icad eden yine Hak’dır. Demek sebebiyet ve sual, nefistendir ki, mes’uliyeti o çeker. Hakk’a ait olan halk ve icad ise, daha başka güzel netice ve meyveleri olduğu için güzeldir, hayırdır. İşte şu sırdandır ki: Kesb-i şer, şerdir; halk-ı şer, şer değildir. Nasılki pekçok mesalihi tazammun eden bir yağmurdan zarar gören tenbel bir adam diyemez: “Yağmur rahmet değil.” Evet halk ve icadda bir şerr-i cüz’î ile beraber hayr-ı kesir vardır. Bir şerr-i cüz’î için hayr-ı kesiri terketmek, şerr-i kesir olur. Onun için o şerr-i cüz’î, hayır hükmüne geçer. İcad-ı İlahîde şer ve çirkinlik yoktur. Belki abdin kesbine ve istidadına aittir.” S:463

Kaderin adaletle muamele ettiğini beyan eden Bediüzzaman Hazretleri şu hususu ehemmiyetle nazar verip diyor ki:

“Bir hâdisede hem insan eli, hem de kader müdahalesi olduğundan; insan, zahirî sebebe bakıp bazan haksız hükmedip zulmeder. Kader, o musibetin gizli sebebine baktığı için adalet eder.” diye Risale-i Nurda bir kaide-i esasiyedir. K:193

Evet “Bazan zulüm içinde adalet tecelli eder. Yani insan bir sebeble bir haksızlığa, bir zulme maruz kalır; başına bir felaket gelir, hapse de mahkûm olur, zindana da atılır. Bu sebeb haksız olur. Bu hüküm bir zulüm olur. Fakat bu vakıa, adaletin tecellisine bir vesile olur. Kader-i İlahî başka bir sebebden dolayı cezaya mahkûmiyete istihkak kesbetmiş olan o kimseyi bu defa bir zalim eliyle cezaya çarptırır, felakete düşürür. Bu adalet-i İlahiyenin bir nevi tecellisidir.” Em:78  der Bu kaderî tecellinin bir tatbikatı manasında Hz. Üstad şunu hikâye eder:

“Bu sekiz dokuz senede, sekiz dokuz defa tecrübem var ki, onların zâlimane bana karşı muamelelerinin vukuundan sonra, kader-i İlahîyi düşünüp “Ne için bunları bana musallat etti diye nefsimin desiselerini arıyordum. Her defada, ya nefsim şuursuz olarak enaniyete fıtrî meyletmiş veyahud bilerek beni aldatmış, anlıyorum. O vakit kader-i İlahî o zâlimlerin zulmü içerisinde hakkımda adâlet etmiş, derdim. Ezcümle: Bu yazın arkadaşlarım güzel bir ata beni bindirdiler. Bir seyrangâha gittim. Şuursuz olarak nefsimde hodfuruşane bir keyf arzusu uyanmakla ehl-i dünya öyle şiddetli o arzumun karşısına çıktılar ki, yalnız o gizli arzuyu değil belki çok iştihalarımı kestiler. Hattâ ezcümle, bu defa Ramazandan sonra, eski zamanda gayet büyük, kudsî bir imamın bize karşı gaybî kerametiyle iltifatından sonra kardeşlerimin takva ve ihlasları ve ziyaretçilerin hürmet ve hüsn-ü zanları içinde-ben bilmeyerek-nefsim müftehirane, güya müteşekkirane perdesi altında riyakârane bir enaniyet vaziyetini almak istedi. Birden bu ehl-i dünyanın hadsiz hassasiyetle ve hattâ riyakârlığın zerrelerini de hissedebilir bir tarzda, birden bana iliştiler. Ben Cenab-ı Hakk’a şükrediyorum ki, bunların zulmü bana bir vasıta-i ihlas oldu.” L:175

İşte böyle kaderî tecellilere muhatab olanların bu anlatılan isabetli düşünceyi esas alıp,  İlahî terbiye dairesinde olduğunu düşünmeleri İlahî maksada uygun düşer.

Hakikat-ı hal böyle olduğu halde, “Nefis daima ızdıraplar, kalaklar içinde evhamdan kurtulup tevekküle yanaşmıyor. Hükm-ü kadere razı olmuyor. Halbuki şemsin tulu’ ve gurubu muayyen ve mukadder olduğu gibi, insanın da dünyaya tulu’ ve gurubu ve sair mukadderat, kalem-i kader ile cephesinde yazılıdır. isterse başını taşa vursun ki, o yazıları silsin; fakat başı kırılır, yazılara bir şey olmaz ha! ...” Ms:122

KezaMerayı tecavüz eden koyun sürüsünü çevirtmek için çobanın attığı taşlara musab olan bir koyun lisan-ı haliyle: “Biz çobanın emri altındayız, o bizden daha ziyade faidemizi düşünür. Madem onun rızası yoktur, dönelim.” diye kendisi döner, sürü de döner.

Ey nefis! Sen o koyundan fazla asi ve dâll değilsin. Kaderden sana atılan bir musibet taşına maruz kaldığın zaman, اِنَّا لِلّٰهِ وَ اِنَّا اِلَيْهِ رَاجِعُونَ söyle ve merci-i hakikiye dön, imana gel, mükedder olma. O seni senden daha ziyade düşünür.” Ms:120

Kaderin hâkimiyetini gösteren bir hâdise hakkında sorulan bir sual ve cevabı:

“Hazret-i Ömer’in (R.A.) minber üstünde, bir aylık mesafede bulunan Sariye namındaki bir kumandanına:   يَا سَارِيَةُ اَلْجَبَلَ اَلْجَبَلَ2 deyip, Sariye’ye işittirip, sevk-ül ceyş noktasından zaferine sebebiyet veren kerametkârane kumandası ne derece keskin nazarlı olduğunu gösterdiği halde, neden yanındaki katili Firuz’u o keskin nazar-ı velayetiyle görmedi?

Elcevab: Hazret-i Yakub Aleyhisselâm’ın verdiği cevab ile cevab veririz. Yani Hazret-i Yakub’dan sorulmuş ki: “Ne için Mısır’dan gelen gömleğinin kokusunu işittin de, yakınında bulunan Ken’an Kuyusundaki Yusuf’u görmedin?” Cevaben demiş ki: “Bizim halimiz şimşekler gibidir; bazan görünür, bazan saklanır. Bazı vakit olur ki, en yüksek mevkide oturup her tarafı görüyoruz gibi oluruz. Bazı vakitte de ayağımızın üstünü göremiyoruz.”

Elhasıl: insan her ne kadar fail-i muhtar ise de, fakat وَمَا تَشَٓاؤُ۫نَ اِلآَّ اَنْ يَشَٓاءَ اللّٰهُۜ sırrınca meşiet-i ilahiye asıldır, kader hâkimdir. Meşiet-i İlahiye, meşiet-i insaniyeyi geri verir. اِذَا جَاءَ الْقَدَرُ عُمِىَ الْبَصَرُ hükmünü icra eder. Kader söylese iktidar-ı beşer konuşmaz, ihtiyar-ı cüz’î susar.” M:52

Ve keza, “Maziye, mesaibe kader nazarıyla ve müstakbele, maasîye teklif noktasında bakmak lâzımdır. Cebr ve İ’tizal, burada barışırlar.” M:472

Hatta Risale-i Nur Müellifini müdafaa etmek, dinen vazifesi olmasına rağmen muhalefet eden bir şeyhin itirazını Bediüzzaman Hazretleri, efkâr-ı ammede kendisine, siyaset-i İslâmiyede inkılapçı bir zat nazarıyla bakılmasını önlemesi cihetiyle kaderin bir himayeti diye çok manidar bir mana ile tefsir ederken şöyle der:

“Risale-i Nur’un  hakikatıyla ve şakirdlerinin şahs-ı manevisiyle tezahür eden fevkalâde imanî hizmetlerin ehemmiyetli bir kısmını biçare tercümanına vermek ve ehl-i dünya ve ehl-i siyaset ve avamın nazarında birinci derece, hakikat nazarında, imana nisbeten ancak onuncu derecede bulunan siyaset-i İslâmiye ve hayat-ı içtimaiye-i ümmete dair hizmeti, kâinatta en büyük mes’ele ve vazife ve hizmet olan hakaik-ı imaniyenin çalışmasına racih gördüklerinden; o tercümana karşı arkadaşlarının pek ziyade hüsn-ü zanları ehl-i siyasete, inkılapçı bir siyaset-i İslâmiye fikrini vermek cihetinde, Risale-i Nur’a karşı hayat-ı içtimaiye noktasında cephe almak ve fütuhatına mani olmak pek kuvvetli ihtimali vardı. Bunda hem hata, hem zarar büyüktür.

Kader-i İlahî, bu yanlışı tashih etmek ve o ihtimali izale etmek ve öyle ümid besliyenlerin ümidlerini tadil etmek için, en ziyade öyle cihetlerde yardım ve iltihaka koşacak olan ülemadan ve sâdattan ve meşayihten ve ahbabdan ve hemşehriden birisini muarız çıkardı; o ifratı tadil edip adalet etti. “Size, kâinatın en büyük mes’elesi olan iman hizmeti yeter” diye bizi merhametkârane o hâdiseye mahkûm eyledi. Sonra Lillahilhamd, o muarızı susturdu, o ateşi söndürdü. Fakat münafıklar söndürmemek için çalışıyorlar.” K:193

Adeta Kur’an (18:79) âyetinde bildirilen Hz. Hızır’ın (A.S.) mesakînin gemisini gasıb mütehakkimler tarafından gasbedilmemesi için, kaderin hükmüyle arızalandırması gibi, iman hizmetinin haslar dairesini, maddi ve kemmiyet kuvveti cihetinde evhama kapılan ehl-i siyasetin tasallutundan ve azami ihlasın zedelenmesinden hıfzetti. Halbuki bazı çevreler, bağlandıkları şahsı siyasî sahada Mehdi görüp göstermek istedikleri ve en büyük makam zanniyle düşünmelerinin mezkûr hakikat nazarında yanlış olduğu görülüyor.

Bir kısım safdil müslümanların ehl-i dalaleti desteklemekle kader nazarında musibete lâyık olmaları şöyle ifade edilir:

“Bu asırdaki ehl-i İslâmın fevkalâde safderunluğu ve dehşetli cânileri de âlicenabane affetmesi ve birtek haseneyi, binler seyyiatı işleyen ve binler manevi ve maddi hukuk-u ibadı mahveden adamdan görse, ona bir nevi tarafdar çıkmasıdır. Bu suretle ekall-i kalil olan ehl-i dalâlet ve tuğyan, safdil tarafdar ile ekseriyet teşkil ederek, ekseriyetin hatasına terettüb eden musibet-i ammenin devamına ve idamesine, belki teşdidine kader-i İlahiyeye fetva verirler; biz buna müstehakız derler.

Evet elması bildiği (âhiret ve iman gibi) halde yalnız zaruret-i kat’iye suretinde şişeyi (dünya ve mal gibi) ona tercih etmek ruhsat-ı şer’iye var; yoksa küçük bir ihtiyaçla veya heves ile veya tama’ ve hafif bir korku ile tercih edilse, eblehane bir cehalet ve hasarettir, tokada müstehak eder. Hem âlicenabane afvetmek ise yalnız kendine karşı cinayetini afv edebilir. Kendi hakkından vazgeçse hakkı var; yoksa başkalarının hukukunu çiğneyen canilere afuvkârane bakmağa hakkı yoktur, zulme şerik olur...” K:25

Sual: Neden fedakâr, yüksek bir şefkatı taşıyan vâlide; bu zamanda veledinin malından irsiyet almasından mahrum edildi? Kader müsaade eyledi?

Gelen cevab şu: Vâlideler bu asırda, bir aşılama suretinde şefkatlerini yanlış bir tarzda sarfetmeleridir ki; evlâdım şan, şeref, rütbe, memuriyet kazansın diye, bütün kuvvetleriyle evlâdlarını dünyaya, mekteblere sevkediyorlar. Hattâ mütedeyyin de olsa, Kur'anî ilimlerin okumasından çekip dünya ile bağlarlar. İşte bu şefkatin bu yanlışından, kader bu mahrumiyete mahkûm etti.” K:264

Risale-i Nur Külliyatından tercihli olarak alınan parçalardan kader meselesinin hakikat ve mahiyeti hakkında yeterli bir bilgi alınır ve o hakikatlara uygun düşünüp yaşanması halinde dereceye göre istikamet kazanılır.

 

1 مَا اَصَابَكَ مِنْ حَسَنَةٍ فَمِنَ اللّٰهِ وَمَا اَصَابَكَ مِنْ سَيِّئَةٍ فَمِنْ نَفْسِكَ  dersini verdiği gibi: Nefsin muktezası, daima iyiliği kendinden bilip fahr ve ucbe girer. Bu hatvede: Nefsinde yalnız kusuru ve naksı ve aczi ve fakrı görüp; bütün mehasin ve kemalâtını, Fâtır-ı Zülcelal tarafından ona ihsan edilmiş nimetler olduğunu anlayıp, fahr yerinde şükür ve temeddüh yerinde hamdetmektir. Şu mertebede tezkiyesi, قَدْ اَفْلَحَ مَنْ زَكَّيهَا sırrıyla şudur ki: Kemalini kemalsizlikte, kudretini aczde, gınasını fakrda bilmektir.” S:477

2 K.H. hadis: 3172

Bu dersi indirmek için tıklayınız.

Yukarı Çık