DERSLER / Alfabetik Derlemeler ve Dersler

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

وَ بِهِ نَسْتَعِينُ

اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ وَ الصَّلاَةُ وَ السَّلاَمُ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَ عَلَى آلِهِ وَ صَحْبِهِ اَجْمَعِينَ

KERAMET-İ EVLİYA

Keramet tabiri lügat manasiyle kerem, ikram, ağırlama, bağış, manalarına gelir. Tabir olarak da Allah (C.C.) indinde makbul bir veli abdin (yani adi beşeriyetten bir derece tecerrüd edebilen zatların) lütf-u İlahî ile gösterdigi büyük marifet ve hârika hal. Velayet  mertebelerinde yükselen bir abdin hilaf-ı âdet ve hârika hali manalarını ifade eder. Bu hârika halleri, ancak Allah tarafından ihsan edilir.

Evet, “Velilerin himmetleri, imdatları, manevi fiilleriyle feyiz vermeleri hâlî veya fiilî bir duadır. Hâdi, Mugis, Muin ancak Allah’tır. Fakat insanda öyle bir latife, öyle bir halet vardır ki, o latife lisanıyla her ne sual edilirse, -velev ki fâsık da olsun-Cenab-ı Hak o latifeye hürmeten o matlubu yerine getirir. O latife pek uzaktan bana göründü ise de, teşhis edemedim.” Ms:240

“Evet öyle bir latifedir ki, hadis-i şerifte بر ها اذا ا اقسمت علی ا لله1 yani, o latife Allah’a yemin ettiği zaman, Allah onun yeminini doğruluyor, yani dilediğini kabul ediyor.” BMs:599

Ehl-i Sünnet haricinde velayet olur mu? suali:

“Âlem-i İslâmda Ehl-i Sünnet ve Cemaat denilen ehl-i hak ve istikamet fırka-i azimesi, hakaik-ı Kur’aniyeyi ve imaniyeyi, istikamet dairesinde hüve hüvesine Sünnet-i Seniyeye ittiba’ ederek muhafaza etmişler. Ehl-i velayetin ekseriyet-i mutlakası, o daireden neş’et etmişler. Diğer bir kısım ehl-i velayet, Ehl-i Sünnet ve Cemaatin bazı desatirleri haricinde ve usullerine muhalif bir caddede görünmüş. İşte şu kısım ehl-i velayete bakanlar iki şıkka ayrıldılar.

Bir kısım ise, Ehl-i Sünnetin usûlüne muhalif oldukları için velayetlerini inkâr ettiler. Hatta onlardan bir kısmının tekfirine kadar gittiler. Diğer kısım ki, onlara ittiba’ edenlerdir. Onların velayetlerini kabul ettikleri için, derler ki: “Hak yalnız Ehl-i Sünnet ve Cemaatin mesleğine münhasır değil.” Ehl-i bid’adan bir fırka teşkil ettiler, hatta dalalete kadar gittiler. Bilmediler ki; her hâdi zat, mühdi olamaz. Şeyhleri hatasından mazurdur. Çünki meczubdur. Kendileri ise mazur olamazlar. mutavassıt bir kısım ise; o velilerin velayetlerini inkâr etmediler, fakat yollarını ve mesleklerini kabul etmediler. Diyorlar ki: “Hilaf-ı usûl olan sözleri, ya hale mağlub olup hata ettiler veyahut manası bilinmez müteşabihat misillü şatahattır.”

Maatteessüf birinci kısım, hususan ülema-i ehl-i zâhir, meslek-i Ehl-i Sünneti muhafaza niyetiyle, çok mühim evliyayı inkâr, hatta tadlil etmeye mecbur olmuşlar. İkinci kısım olan tarafdarları ise, o çeşit şeyhlere ziyade hüsn-ü zan ettikleri için, hak mesleğini bırakıp, bid’ate hatta dalalete girdikleri olmuş.

İşte şu sırra dair, pek çok zaman zihnimi işgal eden bir halet vardı. Bir zaman ben, bir kısım ehl-i dalalete mühim bir vakitte kahr ile dua ettim. Bedduama karşı müthiş bir kuvvet-i maneviye çıktı. Hem duamı geri veriyordu, hem beni men’eti.

Sonra gördüm ki: O kısım ehl-i dalalet, hilaf-ı hak icraatında bir kuvve-i maneviyenin teshilatıyla, arkasına aldığı halkı sürükleyip gidiyor, muvaffak oluyor. Yalnız cebr ile değil, belki velayet kuvvetinden gelen bir arzu ile imtizac ettiği için, ehl-i imanın bir kısmı o arzuya kapılıp hoş görüyorlar, çok fena telakki etmiyorlar.

İşte bu iki sırrı hissettiğim vakit dehşet aldım, Fesübhanallah dedim. “Tarîk-i haktan başka velayet bulunabilir mi?” dedim. Sonra bir mübarek arefe gününde müstahsen bir âdet-i İslâmiyeye binaen Sure-i İhlas’ı yüzer defa tekrar ederek okuyup, onun bereketiyle “Mühim bir suale cevab” namında yazılı mes’ele ile beraber şöyle bir hakikat dahi rahmet-i İlahiye ile kalb-i âcizaneme gelmiş. Hakikat şudur ki:

Sultan Mehmed Fatih’in zamanında hikâye edilen meşhur ve manidar “Cibali Baba Kıssası” nev’inden olarak; bir kısım ehl-i velayet, zahiren muhakemeli ve âkıl görünürken, meczubdurlar. Ve bir kısmı dahi, bazan sahvede ve daire-i akılda görünür; bazan aklın ve muhakemenin haricinde bir hale girer. Şu kısımdan bir sınıfı ehl-i iltibastır; tefrik etmiyor. Sekir halinde gördüğü bir mes’eleyi, halet-i sahvede tatbik eder, hata eder ve hata ettiğini bilmez. Meczubların bir kısmı ise, indallah mahfuzdur, dalalete sülûk etmez. Diğer bir kısmı ise, mahfuz değiller; bid’at ve dalalet fırkalarında bulunabilirler. Hatta kâfirler içinde bulunabileceği, ihtimal verilmiş.

İşte muvakkat veya daimî meczub olduklarından, manen “mübarek mecnun” hükmünde oluyorlar. Ve mübarek ve serbest mecnun hükmünde oldukları için, mükellef değiller. Ve mükellef olmadıkları için, muaheze olunmuyorlar. Kendi velayet-i meczubaneleri baki kalmakla beraber, ehl-i dalalete ve ehl-i bid’aya tarafdar çıkarlar. Mesleklerine bir derece revaç verip, bir kısım ehl-i imanı ve ehl-i hakkı, o mesleğe girmeye meş’umane bir sebebiyet verirler.” M:342

İmam-ı Rabbani Hazretlerinin iman hakikatlarına daha çok ehemmiyet verdiğini bildiren Bediüzzaman Hazretleri Mektubat eserinde şöyle der:

“Silsile-i Nakşi’nin kahramanı ve bir güneşi olan İmam-ı Rabbani (R.A.) Mektubat’ında demiş ki:

“Hakaik-ı imaniyeden bir mes’elenin inkişafını, binler ezvak ve mevacid ve keramata tercih ederim”

Hem demiş ki: “Bütün tariklerin nokta-i müntehası, hakaik-ı imaniyenin vuzuh ve inkişafıdır.”

Hem demiş ki: “Velayet üç kısımdır: Biri velayet-i suğra ki, meşhur velayettir, biri velayet-i vusta, biri velayet-i kübrâdır. Velayet-i kübrâ ise; veraset-i nübüvvet yoluyla, tasavvuf berzahına girmeden doğrudan doğruya hakikata yol açmaktır.”

Hem demiş ki: “Tarik-i Nakşi’de iki kanad ile sülûk edilir” Yani: “Hakaik-ı imaniyeye sağlam bir surette itikad etmek ve feraiz-i diniyeyi imtisal etmekle olur. Bu iki cenahta kusur varsa, o yolda gidilmez.” Öyle ise tarik-ı Nakşi’nin üç perdesi var:

Birisi ve en birincisi ve en büyüğü: Doğrudan doğruya hakaik-ı imaniyeye hizmettir ki, İmam-ı Rabbani de (R.A.) âhir zamanında ona sülûk etmiştir.

İkincisi: Feraiz-i diniyeye ve Sünnet-i Seniyyeye tarikat perdesi altında hizmettir.

Üçüncüsü: Tasavvuf yoluyla emraz-ı kalbiyenin izalesine çalışmak, kalb ayağıyla sülûk etmektir. Birincisi farz, ikincisi vacib, bu üçüncüsü ise sünnet hükmündedir.

Madem hakikat böyledir, ben tahmin ediyorum ki: Eğer Şeyh Abdülkadir-i Geylani (R.A.) ve Şah-ı Nakşibend (R.A.) ve İmam-ı Rabbanî (R.A.) gibi zatlar bu zamanda olsaydılar, bütün himmetlerini hakaik-ı imaniyenin ve akaid-i İslâmiyenin takviyesine sarfedeceklerdi. Çünkü saadet-i ebediyenin medarı onlardır. Onlarda kusur edilse, şekavet-i ebediyeye sebebiyet verir. İmansız Cennet’e gidemez, fakat tasavvufsuz Cennet’e giden pek çoktur. Ekmeksiz insan yaşayamaz, fakat meyvesiz yaşayabilir. Tasavvuf meyvedir, hakaik-ı İslâmiye gıdadır.” M:22

Hizmet cemaatında bulunan niyet-i hâlisenin kerameti olur. Şöyle ki:

“Fütur verecek ve şevki kıracak çok esbab varken, bunların fütursuz, kemal-i şevk ve gayretle bu hizmetleri, doğrudan doğruya bir keramet-i Kur’aniye ve zahir bir inayet-i İlahiyedir.

Evet velayetin kerameti olduğu gibi, niyet-i halisenin dahi kerameti vardır. Samimiyetin dahi kerameti vardır. Bahusus lillah için olan bir uhuvvet dairesindeki kardeşlerin içinde, ciddi samimi tesanüdün çok kerametleri olabilir. Hatta şöyle bir cemaatın şahs-ı manevisi bir veliyy-i kâmil hükmüne geçebilir, inayata mazhar olur.

İşte ey kardeşlerim ve ey hizmet-i Kur’anda arkadaşlarım! Bir kal’ayı fetheden bir bölüğün çavuşuna bütün şerefi ve bütün ganimeti vermek nasıl zulümdür, bir hatadır; öyle de: Şahs-ı manevinizin kuvvetiyle ve kalemleriniz ile hasıl olan fütuhattaki inayatı benim gibi bir biçareye veremezsiniz.!” M:371

KERAMET-İ İLMİYE: İktisab suretiyle olmayıp, vehbî yani Cenab-ı Hakk’ın atiyyesi olarak geniş bir ilme mazhariyetten hasıl olan ilmî keramet. *İlim tahsili ile çok büyük ilim sahibi olan bir allameden çok daha yüksek, vâsi’ ve hârikulâde bir ilme mazhar bulunan, hem ilmî dehası ve fart-ı zekâsı tecrübelerle ve hârika eserleri ile sabit ve müsellem olarak bir ferd-i ferid-i zaman halinde zuhur ve iştihar eden ender evliyaullahtan vücuda gelen ve zuhur eden, nur-efşan, hikmet-feşan ilmî keramet, ilmî hârikalığı ifade eder. Z.Gündüzalp

KERAMET-İ KEVNİYE: Kudret-i Rabbaniyenin ihsanı ile letafet kesbedip havada uçmak, uzun yolu kısa zamanda gitmek, bir mü’minin bir sıkıntısı halinde Cenab-ı Hakk’a dua edip ind-i İlahîde makbul bir zattan yardım istemekle, o zatın izn-i İlahî ile o muztar kimsenin imdadına yetişmesi. Kale gibi muhkem bir yerde, üzerinden kilitli muhkem bir hücresinde hapis olan bir  zatın, orada ibadet ve taatla meşgul olduğu bir zamanda görüldüğü halde, aynı zat aynı zamanda çarşıda halk arasında veya camide görülmesi ve bir zata şiddetli ve kesretli zehirlemelerle su-i kasdlar yapıldığı halde, ona zehir te’sir etmemesi ve ona düşmanları tarafından kurşun isabet ettirilememesi ve tayy-ı mekân ve bast-ı zaman gibi hârika hallere mazhar olması gibi hâdiselere o zatın “keramet-i kevniyesi” denilmektedir. Bu gibi hârika haller Cenab-ı Hak indinde ve Resul-ü Ekrem (A.S.M.) yanında makbul ve mahbub olan ender velilerde zuhur eder. Z.Gündüzalp

“Bir zaman meşhur bir allameyi, harbin müteaddid cephesinde cihada gidenler görmüşler, ona demişler... O da demiş: “Bana sevab kazandırmak ve derslerimden ehl-i imana istifade ettirmek için benim şeklimde bazı evliyalar benim yerimde işler görmüşler.” Aynen bunun gibi, Denizli’de camilerde beni gördükleri hatta resmen ihbar edilmiş ve müdür ve gardiyana aksetmiş. Bazıları telaş ederek, “Kim ona hapishane kapısını açıyor?” demişler. Hem burada dahi aynen öyle oluyor. Halbuki benim çok kusurlu, ehemmiyetsiz şahsiyetime pek cüz’î bir hârika isnadına bedel, Risale-i Nur’un hârikalarını isbat edip gösteren “Sikke-i Gaybî Mecmuası” yüz derece, belki bin derece ziyade Nurlara itimad kazandırır ve makbuliyetine imza basar. Hususan Nur’un kahraman talebeleri, hakikaten hârika halleri ve kalemleriyle imza basıyorlar.” Ş:485

“Bir zaman Hazret-i Gavs-ı Azam Şeyh Geylani’nin (K.S.) terbiyesinde, nazdar ve ihtiyare bir hanımın bir tek evladı bulunuyormuş. O muhterem ihtiyare, gitmiş oğlunun hücresine, bakıyor ki, oğlu bir parça kuru ve siyah ekmek yiyor. O riyazattan za’fiyetiyle vâlidesinin şefkatini celbetmiş. Ona acımış. Sonra Hazret-i Gavs’ın yanına şekva için gitmiş. Bakmış ki, Hazret-i Gavs, kızartılmış bir tavuk yiyor. Nazdarlığından demiş: “Ya Üstad! Benim oğlum açlıktan ölüyor. Sen tavuk yersin!” Hazret-i Gavs tavuğa demiş: “Kum Biiznillah”. O pişmiş tavuğun kemikleri toplanıp, tavuk olarak yemek kabından dışarı atıldığını mutemed ve mevsuk çok zatlardan Hazret-i Gavs gibi keramat-ı hârikaya mazhariyeti dünyaca meşhur bir zatın bir kerameti olarak manevi tevatürle nakledilmiş. Hazret-i Gavs demiş: “Ne vakit senin oğlun da bu dereceye gelirse, o zaman, o da tavuk yesin.” İşte Hazret-i Gavs’ın bu emrinin mânâsı şudur ki: Ne vakit senin oğlun da, ruhu cesedine, kalbi nefsine, aklı midesine hâkim olsa ve lezzeti şükür için istese, o vakit leziz şeyleri yiyebilir.” L:141

Bast-ı zaman kerametleri hakkında da şu bilgi veriliyor:

“…denizlerde vukua gelen med ve cezir gibi, evliya arasında da bast-ı zaman (2) tayy-ı mekân mes’elesi şöhret bulmuştur. Ezcümle Kitab-ı Yevakit’in rivayetine göre, İmam-ı Şa’ranî bir günde iki buçuk defa kocaman Fütuhat-ı Mekkiyye namındaki büyük mecmuayı mütalaa etmiştir. Bu gibi vukuat, istiğrab ile inkâr edilmesin. Zira bu gibi garip mes’eleleri tasdike yaklaştıran misaller pek çoktur. Meselâ rü’yada bir saat zarfında bir senenin geçtiğini ve pek çok işler görüldüğünü görüyorsun. Eğer o saatte o işlere bedel Kur’an okumuş olsa idin, bir kaç hatim okumuş olurdun. Bu halet evliya için halet-i yakazada inkişaf eder. Zaman inbisat eder. Mes’ele ruhun dairesine yaklaşır. Ruh zaten zaman ile mukayyed değildir. Ruhu cismaniyetine galip olan evliyanın işleri, fiilleri sür’at-ı ruh mizaniyle cereyan eder.” Ms: 197

 Kerametin izharı, zaruret olmadan zarardır. İkramın izharı ise, bir tahdis-i ni’mettir. Eğer keramet ile müşerref olan bir şahıs, bilerek hârika bir emre mazhar olursa, o halde eğer nefs-i emmaresi baki ise, kendine güvenmek ve nefsine ve keşfine itimad etmek ve gurura düşmek cihetinde istidrac olabilir. Eğer bilmiyerek hârika bir emre mazhar olursa meselâ birisinin kalbinde bir sual var, intak-ı bilhak nev’inden ona muvafık bir cevap verir; sonra anlar. Anladıktan sonra kendi nefsine değil, belki kendi Rabbisine itimadı ziyadeleşir ve “Beni benden ziyade terbiye eden bir hafizim vardır” der, tevekkülünü ziyadeleştirir. Bu kısım, hatarsız bir keramettir; ihfasına mükellef değil, fakat fahr için kasden izharına çalışmamalı. Çünki onda zahiren insanın kesbinin bir medhali bulunduğundan, nefsine nisbet edebilir. Amma ikram ise: O kerametin selâmetli olan ikinci nev’inden daha selâmetli, bence daha âlîdir. İzharı, tahdis-i ni’mettir. Kesbin medhali yoktur, nefsi onu kendine isnad etmez.”M:32

“Sahabelerin velayeti, velayet-i kübra denilen, veraset-i nübüvvetten gelen, berzah tarikına uğramıyarak, doğrudan doğruya zâhirden hakikata geçip, akrebiyet-i ilahiyenin inkişafına bakan bir velayettir ki, o velayet yolu gayet kısa olduğu halde gayet yüksektir. Hârikaları az, fakat meziyatı çoktur. Keşif ve keramet orada az görünür. Hem evliyanın kerametleri ise, ekserisi ihtiyarî değil. Ummadığı yerden, ikram-i İlahî olarak bir hârika ondan zuhur eder. Bu keşif ve kerametlerin ekserisi de, seyr ü sülûk zamanında, tarikat berzahından geçtikleri vakit, adi beşeriyetten bir derece tecerrüd ettiklerinden, hilaf-ı âdet hâlâta mazhar olurlar.” M:50

Hem “Ehl-i velayet, hizmet ve meşakkat ve musibet ve külfeti hoş görüyorlar, nazlanmıyorlar, şekva etmiyorlar, “Elhamdülillahi alâ külli hal” diyorlar. Keşif ve keramet, ezvak ve envar verildiği vakit, bir iltifat-ı İlahî nev’inden kabul edip setrine çalışıyorlar. Fahre değil, belki şükre, ubudiyete daha ziyade giriyorlar. Çokları o ahvalin istitar ve inkıtaını istemişler, ta ki amellerindeki ihlas zedelenmesin. Evet makbul bir insan hakkında en mühim bir ihsan-ı İlahî, ihsanını ona ihsas etmemektir; ta niyazdan naza ve şükürden fahre girmesin. İşte bu hakikata binaendirki, velayeti ve tarikatı istiyenler; eğer velayetin bazı tereşşuhatı olan ezvak ve keramatı isterlerse ve onlara müteveccih ise ve onlardan hoşlansa; baki uhrevi meyveleri, fani dünyada, fani bir surette yemek kabilinden olmakla beraber velayetin mayesi olan ihlası kaybedip, velayetin kaçmasına meydan açar.” M:451

“Sırr-ı tarikatı anlamıyan birkısım mutasavvıfe, zaifleri takviye etmek ve gevşekleri teşci’ etmek ve şiddet-i hizmetten gelen usanç ve meşakkati tahfif etmek için, istenilmeyerek verilen ezvak ve envar ve keramatı hoş görüp meftun olur; ibadata, hidemata ve evrada tercih etmekle vartaya düşer.” M:455

“Deniliyor ki: Madem Risale-i Nur hem kerametlidir, hem tarikatlardan ziyade iman hakikatlarının inkişafında terakki veriyor ve sadık şakirdleri kısmen bir cihette velayet derecesindedir. Neden evliyalar gibi manevi zevkler ve keşfiyatlara ve maddi kerametlere mazhariyetleri görülmüyor; hem onun talebeleri de öyle şeyler aramıyorlar. Bunun hikmeti nedir?

Elcevab: Evvela: Sebebi, sırr-ı ihlastır. Çünki dünyada muvakkat zevkler, kerametler tam nefsini mağlub etmeyen insanlara bir maksad olup, uhrevî ameline bir sebeb teşkil eder, ihlası kırılır. Çünki amel-i uhrevî ile dünyevî maksadlar, zevkler aranılmaz. Aranılsa sırr-ı ihlası bozar.

 Saniyen: Kerametler, keşfiyatlar, tarikatta sülûk eden ami ve yalnız imanı taklidî bulunan ve tahkik derecesine girmeyenlere, bazan zayıf olanları takviye ve vesveseli şübhelilere kanaat vermek içindir. Halbuki Risal-i Nur’un imanî hakikatlarına gösterdiği hüccetler, hiç bir cihette vesveselere meydan vermediği gibi, kanaat vermek cihetinde kerametlere, keşfiyatlara hiç ihtiyaç bırakmıyor. Onun verdiği iman-ı tahkikî, keşfiyat, zevkler ve kerametlerin çok fevkinde olmasından, hakiki şakirdleri öyle keramet gibi şeyleri aramıyorlar.

 Salisen: Risale-i Nur’un bir esası, kusurunu bilmekle mahviyetkârane yalnız rıza-i İlahî için rekabetsiz hizmet etmektir. Halbuki keramet sahibleri ve keşfiyattan zevklenen ehl-i tarikatın mabeynindeki ihtilaf ve bir nevi rekabet ve bu enaniyet zamanında ehl-i gafletin nazarında onlara si-i zan edip o mübarek zatları, benlik ve enaniyetle ittiham etmeleri gösteriyor ki; Risale-i Nur’un şakirdleri şahsı için keramet ve keşfiyatlar istememek peşinde koşmamak lâzım ve elzemdir. Hem onun mesleğinde şahsa ehemmiyet verilmiyor. Şirket-i maneviye ve kardeşler birbirinde tefani noktasında Risale-i Nur’un mazhar olduğu binler keramet-i ilmiye ve intişar-ı hizmetteki teshilat ve çalışanların maişetindeki bereket gibi ikramat-ı ilahiye umuma kâfi gelir; daha başka şahsî kemalat ve kerameti aramıyorlar.

Rabian: Dünyanın yüz bahçesi, fani olmak haysiyetiyle âhiretin baki olan bir ağacına mukabil gelemez. Halbuki hazır lezzete meftun kör hissiyat-i insaniye fani hazır bir meyveyi, baki uhrevi bir bahçeye tercih etmek cihetiyle, nefs-i emmare bu halet-i fıtriyeden istifade etmemek için Risale-i Nur şakirdleri ezvak-ı ruhaniyeyi ve keşfiyat-ı maneviyeyi dünyada aramıyorlar.” E:86

“Hem manevi kıymet ve makam ve meziyet, bu dünyaya bakmıyor ki kendini ihsas etsin. Hatta en büyük makamda bulunanlardan bazı zatlara verilen büyük bir ihsan-ı İlahîyi  hissetmediklerinden kendilerini herkesten ziyade biçare ve müflis telakki etmeleri gösteriyor ki; avamın nazarında medar-ı kemalat zannedilen keşif ve keramet ve ezvak ve envar, o manevi kıymet ve makamlara medar ve mehenk olamaz. Sahabelerin bir saati, başka velilerin bir gün, belki bir çilesi kadar kıymeti olduğu halde; keşif ve manevi hârikulâde hâlâta  evliya gibi mazhariyetleri her sahabede olmaması, bu hakikatı isbat ediyor.” Ş:332

(Bakınız: İslam Prensipleri Ansiklopedisi İstidrac maddesi)

 

1 S.M.l675. ve İ.M. 2649. hadisler

2 Bast-ı zaman sırrıyla çok seneler hükmünde olan birkaç dakikalık zaman-ı Mi'rac, bu hakikatın vücudunu isbat eder ve bilfiil vukuunu gösteriyor. Mi'racın birkaç saat müddeti, binler seneler hükmünde vüs'ati ve ihatası ve uzunluğu vardır. Çünki Mi'rac yoluyla beka âlemine girdi. Beka âleminin birkaç dakikası, bu dünyanın binler senesini tazammun etmiştir. Hem, bu hakikata binaen bazı evliya bir dakikada bir günlük işi görmüş. Bazıları, bir saatte bir senelik vazifesini yapmış. Bazıları, bir dakikada bir hatme-i Kur'aniyeyi okumuş oldukları gibi, Risale-i Nur'un te'lifinde de bu bast-ı zaman hakikatı çok def'a vukua gelmiş. Ezcümle:

Ondokuzuncu Mektub yüzelli sahifedir. Üçyüzden fazla mu'cizatı, kitaplara müracaat edilmeden ezber olarak dağ, bağ köşelerinde dört gün zarfında her gün üçer saat meşgul olmakla mecmuu oniki saate te'lif edilmesi.. Ramazan Risalesi, kırk dakikada te'lif edilmesi.. Yirmisekizinci Söz, yirmi dakikada te'lif edilmesi.. bast-ı zamanın vukuunu isbat etmiştir.

 قَالَ قَائِلٌ مِنْهُمْ كَمْ لَبِثْتُمْ قَالُوا لَبِثْنَا يَوْمًا اَوْ بَعْضَ يَوْمٍ  âyeti tayy-ı zamanı gösterdiği gibi

 اِنَّ يَوْمًا عِنْدَ رَبِّكَ كَاَلْفِ سَنَةٍ مِمَّا تَعُدُّونَ  âyeti de bast-ı zamanı gösterir.

Bu dersi indirmek için tıklayınız.

Yukarı Çık