DERSLER / Alfabetik Derlemeler ve Dersler

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

وَ بِهِ نَسْتَعِينُ

اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ وَ الصَّلاَةُ وَ السَّلاَمُ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَ عَلَى آلِهِ وَ صَحْبِهِ اَجْمَعِينَ

MEHDİ VE MEHDİYET

Ahirzaman alametleri hakkındaki hadislerin müteşabih olmasının bir hikmeti:

Zamanımızda Mehdi meselesinden çokca bahsedilmekte ve bu mevzu merak ve dikkatleri celbetmektedir. Bu sahada yaygınlaşan farklı fikirler hakikatin ögrenilmesini ve gösterilmesi ihtiyacını doğurmaktadır. Bu ihtiyaca dinî ve ilmî bir cevap olmak üzere Risale-i Nur eserlerinden yaptığımız bir kısım tesbitleri efkâr-ı ammeye arzetmekle yanlış anlayışlara düşülmeyeceğini ümit etmekteyiz. Gerçi bu Mehdi meselesi hakkında hayli rivayetler ve izahlar vardır. Ve bu mesele âhirzaman alâmetlerinden olduğundan hakkındaki rivayetlerin çogu müteşabih olup te'vil ve izahı gerekmektedir. 

Bediüzzaman Hazretleri bu mesele ile alâkalı olarak Beşinci Şua'yı ve diğer bazı bahisleri yazmış ve müteşabih rivayetlerin istikametli mânâlarını nazara vermiştir.

Beşinci Şua’nın başlarında şöyle bir izah yer almaktadır:

«1 فَقَدْ جَاءَ اَشْرَاطُهَا âyetinin bir nüktesi, bu zamanda akîde-i avâm-ı mü’minîni vikaye ve şübehattan muhafaza için yazılmış. Âhirzamanda vukua gelecek hâdisâta dair hadislerin bir kısmı, müteşabihat-ı Kur’âniye gibi, derin mânâları var. Muhkemat gibi tefsir edilmez ve herkes bilemez. Belki tefsir yerinde tevil ederler.

2 وَمَا يَعْلَمُ تَاْوِيلَهُ اِلاَّ اللّٰهُ وَ الرَّاسِخُونَ فِى الْعِلْمِ sırrıyla, vukuundan sonra tevilleri anlaşılır ve murat ne olduğu bilinir ki, ilimde râsih olanlar3 آمَنَّا بِهِ كُلٌّ مِنْ عِنْدِ رَبِّنَا deyip o gizli hakikatleri izhar ederler.»  (Ş:578)

Kıyamet alâmetleri hakkındaki hadisleri müteşabih (yani: maksadı açık ifade etmeyip mecazen ifade eden) hadisler olmasının bir hikmetini Bediüzzaman Hazretleri şöyle açıklar:

«İman ve teklif, ihtiyar dairesinde bir imtihan, bir tecrübe, bir müsabaka olduğundan, perdeli ve derin ve tetkik ve tecrübeye muhtaç olan nazarî meseleleri elbette bedihî olmaz. Ve  herkes  ister  istemez  tasdik  edecek  derecede zarurî olmaz. Tâ ki, Ebu Bekir’ler âlâ-yı illiyyîne çıksınlar ve Ebu Cehil’ler esfel-i sâfilîne düşsünler. ihtiyar kalmazsa teklif olamaz. Ve bu sır ve hikmet içindir ki, mucizeler seyrek ve nâdir verilir. Hem dâr-ı teklifte gözle görünecek olan alâmet-i kıyamet ve eşrât-ı saat, bir kısım müteşabihat-ı Kur’âniye gibi kapalı ve tevilli oluyor. Yalnız, güneşin magripten çıkması bedahet derecesinde herkesi tasdike mecbur ettiginden, tevbe kapısı kapanır, daha tevbe ve iman makbul olmaz. Çünkü, Ebu Bekir’ler Ebu Cehil’ler ile tasdikte beraber olurlar. Hattâ Hazret-i İsa Aleyhisselâmın nüzûlü dahi ve kendisi isa Aleyhisselâm olduğu, nur-u imanın dikkatiyle bilinir; herkes bilemez. Hattâ Deccal ve Süfyan4 gibi eşhâs-ı müthişe, kendileri dahi kendilerini bilmiyorlar.» (Ş:579)

Yine aynı mevzuda Bediüzzaman Hazretleri diyor ki:

«Âhirzamanda Hazret-i isa (a.s.) nüzulüne ve Deccalı öldürmesine ait ehâdis-i sahihanın mânâ-yı hakikîleri anlaşılmadıgından, bir kısım zahir ulemalar, o rivayet ve hadislerin zahirine bakıp şüpheye düşmüşler; veya sıhhatini inkâr edip, veya hurafevâri bir mânâ verip, âdetâ muhal bir sureti bekler bir tarzda avâm-ı Müslimîne zarar verirler. Mülhidler ise, bu gibi zahirce akıldan çok uzak hadisleri serrişte ederek hakaik-i İslâmiyeye tezyifkârâne bakıp taarruz ediyorlar. Risale-i Nur, bu gibi ehâdis-i müteşâbihenin hakiki tevillerini Kur’ân feyziyle göstermiş. » (K:80)

Mehdi inanci ümmeti ümitsizliğe düşürmez:

Mehdi inancının ehemmiyetli bir hikmetinin ümmetin ümitsizliğe düşmemesi ve din yolundaki gayretlerin artması olduğunu söyleyen Üstad Bediüzzaman şu hakikati nazara verir:

«Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın istikbalden haber verdiği bazı hadiseler, cüz’î birer hadise değil, belki tekerrür eden birer hadise-i külliyeyi, cüz’î bir surette haber verir. Halbuki o hadisenin müteaddit vecihleri var. Her defa bir veçhini beyan eder. Sonra râvi-i hadis o vecihleri birleştirir. Hilâf-ı vaki gibi görünür.

Meselâ, Hazret-i Mehdîye dair muhtelif rivayetler var. Tafsilât ve tasvirat başka başkadır. Halbuki, Yirmi Dördüncü Sözün bir dalında ispat edildigi gibi, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, vahye istinaden, herbir asırda kuvve-i mâneviye-i ehl-i imanı muhafaza etmek için, hem dehşetli hadiselerde ye’se düşmemek için, hem âlem‑i İslâmiyetin bir silsile-i nuraniyesi olan Âl-i Beytine ehl-i imanı mânevî raptetmek için Mehdîyi haber vermiş. Âhirzamanda gelen Mehdî gibi herbir asır, Âl-i Beytten bir nevi mehdî, belki mehdîler bulmuş. Hattâ, Âl-i Beytten mâdud olan Abbasiye hulefasından, Büyük Mehdînin çok evsâfına câmi bir mehdî bulmuş.» (M:95)

«İşte bu da, kıyamet gibi, hikmet-i İlâhiye iktiza eder ki, vakitleri taayyün etmesin. Çünkü her zaman, her asır, kuvve-i mâneviyenin takviyesine medar olacak ve yeisten kurtaracak Mehdî mânâsına muhtaçtır. Bu mânâda her asrın bir hissesi bulunmak lâzımdır. Hem gaflet içinde fenalara uymamak ve lâkaytlıkta nefsin dizginini bırakmamak için, nifakın başına geçecek müthiş şahıslardan her asır çekinmeli ve korkmalı. Eğer tayin edilseydi, maslahat-ı irşad-ı umumî zayi olurdu.» (S:344)

Mehdi inancına ters düşen anlayışları veya bu inancı zayıflatan fikirleri neşretmek, bilerek veya bilmeyerek ümmetin kuvve-i maneviyesini kırmak ve ümitsizliğe düşürmekle dinî faaliyet ve gayretini zayıflatmaya sebebiyet vermektir.

Bu ise gizli din düşmanlarının işine yarar. Hatta bu düşmanlar, müslümanların arasına böyle menfi anlayışların sokulmasına çalışırlar. Bu hususta dikkatli olunmalı ve ümit kırıcı sözlere ehemmiyet verilmemelidir.

Dine hizmeti bırakmak mânâsında olan:

«Zindan-ı atâlete düştügümüzün sebebi nedir?» diye sorulan suale Bediüzzaman Hazretlerinin verdiği cevabında der ki:

«Hayat bir faaliyet ve harekettir. şevk ise matiyyesidir. işte, himmetiniz şevke binip mübareze‑i hayat meydanına çıktıgı vakit, en evvel düşman-ı şedîd olan yeis rastgelir. Kuvve-i mâneviyesini kırar. Siz o düşmana karşı لاَ تَقْنَطُوا 5 kılıncını istimal ediniz.» (Mün:95)

Yani; Allahtan ümidinizi kesmeyiniz mealindeki 6 قُلْ يَا عِبَادِىَ الَّذ۪ينَ اَسْرَفُوا عَلٰٓى اَنْفُسِهِمْ لاَتَقْنَطُوا مِنْ رَحْمَةِ اللّٰهِۜ  ayetini, manevi bir kılınç gibi kullanarak ümitsizligi kesin diye bir ikazdır.

Risale-i Nur eserlerinde yakın geleceğe ümidle baktıran ve ictimaî geniş sahada İslâm hakimiyetinin istinad ettigi kuvveti temsil eden şahsiyet hakkındaki şu ifadeler dikkat çekicidir.

«Sonra gelecek o mübarek zat, Risale-i Nur’u bir programı olarak neşir ve tatbik edecek.

O zatın ikinci vazifesi, şeriatı icra ve tatbik etmektedir...

...O zatın üçüncü vazifesi, hilâfet-i İslâmiyeyi ittihad-ı İslâma bina ederek, isevî ruhanîleriyle ittifak edip din-i İslâma hizmet etmektir. » (STG:9)

«Üçüncü vazifesi: inkılâbât-ı zamaniye ile çok ahkâm-ı Kur’âniyenin zedelenmesiyle ve şeriat-ı Muhammediyenin (a.s.m.) kanunları bir derece tâtile ugramasıyla, o zat, bütün ehl-i imanın mânevî yardımlarıyla ve ittihad-ı İslâmın muavenetiyle ve bütün ulema ve evliyanın ve bilhassa Âl-i Beytin neslinden her asırda kuvvetli ve kesretli bulunan milyonlar fedakâr seyyidlerin iltihaklarıyla o vazife-i uzmâyı yapmaya çalışır.» (E:266)

Risale-i Nur «...Öyle kökleşmiş ki, inşaallah hiçbir kuvvet Anadolu’nun sinesinden onu çıkaramaz. Tâ âhir zamanda, hayatın geniş dairesinde, asıl sahipleri, yani Mehdî ve şakirtleri Cenab-ı Hakkın izniyle gelir, o daireyi genişlettirir ve o tohumlar sümbüllenir. Bizler de kabrimizde seyredip Allah’a şükrederiz.» (STG: 172)

«Evet, yüzer kudsî kahramanları yetiştiren ve binler mânevî kumandanları ümmetin başına geçiren ve hakikat-i Kur’âniyenin mayasıyla ve imanın nuruyla ve İslâmiyetin şerefiyle beslenen, tekemmül eden Âl-i Beyt, elbette âhir zamanda, şeriat-ı Muhammediyeyi ve hakikat-ı Furkaniyeyi ve sünnet-i Ahmediyeyi (a.s.m.) ihya ile, ilân ile, icra ile, başkumandanları olan Büyük Mehdînin kemâl-i adaletini ve hakkaniyetini dünyaya göstermeleri gayet mâkul olmakla beraber, gayet lâzım ve zarurî ve hayat-ı içtimaiye-i insaniyedeki düsturların muktezasıdır.» (Ş:590)

«Böyle bir cemaat-i azîme içindeki mukaddes kuvveti tehyiç edecek ve uyandıracak hâdisât-ı azîme vücuda geliyor. Elbette o kuvvet-i azîmedeki bir hamiyet-i âliye feveran edecek ve Hazret-i Mehdî başına geçip tarik-i hak ve hakikate sevk edecek. Böyle olmak ve böyle olmasını, bu kıştan sonra baharın gelmesi gibi, âdetullahtan ve rahmet-i İlâhiyeden bekleriz ve beklemekte haklıyız.» (M: 441)

Bediüzzaman Hazretlerinin Kur'an ve hadislerin işaratından alarak nazara verdiği bundan önceki müjdelerin doğruluğu, hâdiselerin zuhuru ile tasdik edilmesine istinaden, bundan sonraki zamana bakan müjdelerin de tahakkuk edecegine Rahmet-i İlahiyeye istinaden ümidle bakılmalıdır.

Mehdiye zemin hazırlamak:

Geniş dairede Mehdiyete zemin hazır etmek, dindar halkın vazifesidir. Osmanlı Devletinin son devresinde dahi Mehdiyi bekleyenlere hitab eden Bediüzzaman Hazretleri, zeminin hazırlanması yolunda, sadakatlı, sebatkâr ve mücahid bir hareketin varlığını nazara verip tavsiye eder ve şu hususa dikkat çeker:

«Mağlûp biçare bir reise yahut müdahin memurlara veyahut mantıksız bir kısım zabitlere itimat edilirse ve dinin himayesi onlara bırakılırsa mı daha iyidir; yoksa efkâr-ı âmme-i milletin arkasındaki hissiyat-ı İslâmiyenin mâdeni olan, herkesin kalbindeki şefkat-i imâniye olan envâr‑ı İlâhinin lemeâtının içtimalarından ve hamiyet-i İslâmiyenin şerârât-ı neyyirânesinin imtizacından hasıl olan amûd-u nuranînin ve o seyf-i elmasın hamiyetine bırakılırsa mı daha iyidir, siz muhakeme ediniz.

Evet, şu amûd-u nuranî,7 dinin himayetini, şehametinin başına, murakabenin gözüne, hamiyetinin omuzuna alacaktır. Görüyorsunuz ki, lemeât‑ı müteferrika, tele’lüe başlamış. Yavaş yavaş incizab ile imtizaç edecektir. Fenn-i hikmette takarrur etmiştir ki: Hiss-i dinî, bâhusus din-i hakk-ı fıtrînin sözü daha nâfiz, hükmü daha âlî, tesiri daha şedittir.

Elhasıl: Başkasına itimat etmeyen nefsiyle teşebbüs eder. Size bir misal söyleyecegim: Siz göçersiniz. Göçerin malı koyundur; o işi bilirsiniz. şimdi herbiriniz, bazı koyunları bir çobanın uhdesine vermişsiniz. Halbuki çoban tembel ve muavini kayıtsız, köpekleri değersizdir. Tamamıyla ona itimat etseniz, rahatla evlerinizde yatsanız, biçare koyunları müstebit kurtlar ve hırsızlar ve belâlar içinde bıraksanız daha mı iyidir; yoksa onun adem-i kifayetini bilmekle nevm-i gafleti terk edip, hanesinden herbiri bir kahraman gibi koşsun, koyunların etrafında halka tutup, bir çobana bedel bin muhafız olmakla, hiçbir kurt ve hırsız cesaret etmesin, daha mı iyidir? Acaba Mâmehuran hırsızlarını tevbekâr ve sofî eden şu sır değil midir?» (Mün:9)

Demek fitne zamanlarında dinin muhafazasında gayretler artar ve artmalı ve böylece mücahidlik gibi yüksek seciyeler ve sevablar kazanılmalıdır.

Kemalatı kazandıran mübareze kanunu:

Evet hizbullah ile hizbüşşeytan arasında cereyan eden mübareze kanunu hakkında Bediüzzaman Hazretleri şöyle diyor:

«insan nev’inde o kanun-u mübarezeyi daha acip bir şekle getirip, bütün terakkiyât-ı insaniyeye medar bir mücahede kapısını açıp, hizbullaha karşı meydana çıkabilmek için hizbüşşeytana bazı cihazat vermiş.

işte bu sırr-ı dakik içindir ki, enbiyalar çok defa ehl-i dalâlete karşı maglûp oluyor. Ve gayet zaaf ve aczde olan dalâlet ehli, mânen gayet kuvvetli olan ehl-i hakka muvakkaten galip oluyorlar ve mukavemet ediyorlar. » (L:80)

Yine aynı mânâda müslümanların tekâmülüne sebep olan fakat  zahiren ehl-i vicdanı ağlatacak bir hadise olarak görünen diğer bir fitnenin hikmetini göstermekle ehl-i hamiyeti rahatlatan ve yeise düşürmeyen Bediüzzaman Hazretlerinin ibretli bir izahı da şöyle:

«Eğer denilse: “Mübarek İslâmiyet ve nuranî Asr‑ı Saadetin başına gelen o dehşetli, kanlı fitnenin hikmeti ve veçh-i rahmeti nedir? Çünkü onlar kahra lâyık değildiler.”

Elcevap: Nasıl ki baharda dehşetli yagmurlu bir fırtına, her taife-i nebâtâtın, tohumların, agaçların istidatlarını tahrik eder, inkişaf ettirir; herbiri kendine mahsus çiçek açar, fıtrî birer vazife başına geçer. Öyle de, Sahabe ve Tâbiînin başına gelen fitne dahi, çekirdekler hükmündeki muhtelif ayrı ayrı istidatları tahrik edip kamçıladı. “İslâmiyet tehlikededir, yangın var!” diye her taifeyi korkuttu, İslâmiyetin hıfzına koşturdu. Herbiri, kendi istidadına göre, câmia-i İslâmiyetin kesretli ve muhtelif vazifelerinden bir vazifeyi omuzuna aldı, kemâl-i ciddiyetle çalıştı. Bir kısmı hadislerin muhafazasına, bir kısmı şeriatın muhafazasına, bir kısmı hakaik-ı îmâniyenin muhafazasına, bir kısmı Kur’ân’ın muhafazasına çalıştı, ve hâkezâ, herbir taife bir hizmete girdi. Vezâif-i İslâmiyette hummâlı bir surette sa’y ettiler. Muhtelif renklerde çok çiçekler açıldı. Pek geniş olan âlem-i İslâmiyetin aktârına, o fırtına ile tohumlar atıldı, yarı yeri gülistana çevirdi. Fakat, maatteessüf, o güller ve gülistan içinde, ehl-i bid’a fırkalarının dikenleri dahi çıktı.

Güya dest-i kudret, celâlle o asrı çalkaladı, şiddetle tahrik edip çevirdi, ehl-i himmeti gayrete getirip elektriklendirdi. O hareketten gelen bir kuvve-i anilmerkeziyye ile, pek çok münevver müçtehidleri ve nuranî muhaddisleri, kudsî hafızları, asfiyaları, aktabları âlem-i İslâmın aktârına uçurdu, hicret ettirdi. şarktan garba kadar ehl-i İslâmı heyecana getirip,  Kur’ân’ın hazinelerinden istifade için gözlerini açtırdı(M:100)

Bazen mağlubiyetin hakaik-i Kur'aniyenin kıymet ve ehemmiyetini anlamaya vesile olduğunu beyan eden yarı manzum bir yazıda şöyle deniliyor:

«Dördüncü nokta şudur:

Bir hak bilkuvve kalmış. Yahut kuvvetsiz kalmış. Ya mahlûttur, hem mahşuş. Ona da bir inkişaf, ya bir taze kuvvet vermek lâzım gelmiştir.

Mühezzep ve müzehhep yapmak için muvakkat, bâtıl ona musallat. Tâ ki sebike-i hak ne miktar lüzum vardır,

Tâ mahz ve hâlis çıksın mebâdide, dünyada bâtıl etse galebe, fakat kazanmaz harbi. “Âkıbetü’l-müttakîn ona vurur bir darbe. işte, bâtıl maglûptur. “El-hakku ya’lû sırrı onu çarpar ikaba. işte hak da galiptir.» (S:726)

Bu izahlardan açıkça görülüyor ki; şer görünen hadiselerin arkasında çok hikmetler gizlidir. O hikmetlere bakarak düşünmeli, şevk ve gayreti artırmalı ve İlâhi imtihanı kazanmalıdır.

İstikbalde Kur’an hükmedecek:

Yine Bediüzzaman Hazretleri diyor:

«Ben bu zaman ve zeminde, beşerin hayat-ı içtimaiye medresesinde ders aldım ve bildim ki: Ecnebîler, Avrupalılar terakkide istikbale uçmalarıyla beraber; bizi maddî cihette kurun-u vustâda durduran ve tevkif eden, altı tane hastalıktır. O hastalıklar da bunlardır:

Birincisi: Ye’sin, ümitsizligin içimizde hayat bulup dirilmesi.

ikincisi: Sıdkın hayat-ı içtimaiye-i siyasiyede ölmesi.

Üçüncüsü: Adâvete muhabbet.

Dördüncüsü: Ehl-i imanı birbirine baglayan nuranî rabıtaları bilmemek.

Beşincisi: Çeşit çeşit sarî hastalıklar gibi intişar eden istibdat.

Altıncısı: Menfaat-i şahsiyesine himmeti hasretmek.

Bu altı dehşetli hastalıgın ilâcını da, bir tıp fakültesi hükmünde, hayat-ı içtimaiyemize, eczahane-i Kur’âniye’den ders aldıgım “altı kelime” ile beyan ediyorum. Mualecenin esasları onları biliyorum.

BiRiNCi KELiME: “El-emel.” Yani, rahmet-i İlâhiyeye kuvvetli ümit beslemek.

Evet, ben kendi hesabıma aldıgım dersime binaen, ey İslâm cemaati, müjde veriyorum ki: şimdiki âlem-i İslâmın saadet-i dünyeviyesi, bâhusus Osmanlıların saadeti ve bilhassa İslâmın terakkisi onların intibahıyla olan Arabın saadetinin fecr-i sadıkının emâreleri inkişafa başlıyor. Ve saadet güneşinin de çıkması yakınlaşmış. Ye’sin burnunun ragmına olarak 8ben dünyaya işittirecek derecede kanaat-i kat’iyemle derim:

İstikbal, yalnız ve yalnız İslâmiyetin olacak. Ve hâkim, hakaik-i Kur’âniye ve imaniye olacak (HŞ:19)

«S – Acaba kâinatta, şu meclis-i âli-i İslâm, şu sergerdan küre şehrinde bir intizamı daha bulamayacak mıdır?

C – iman ederim ki, umum âlem-i İslâm, millet-i insaniyede ve Âdem kavminde bir meclis‑i meb’usan-ı mukaddese hükmüne geçecektir. Selef ve halef, asırlar üzerinde birbirine bakıp mabeynlerinde bir encümen-i şûra teşkil edeceklerdir. Fakat, birinci kısım olan ihtiyar babalar, sâkitane ve sitayişkârane dinleyeceklerdir.» (Mün: 80)

Bediüzzaman Hazretleri manevî bir âlemde muhteşem bir meclisin suallerine verdiği cevabını anlatırken diyorki:

«1335 senesi Eylül’ünde, dehrin hadisatının verdiği yeisle, şiddetle muztarip idim. şu kesif zulmet içinde bir nur arıyordum. Mânen rüya olan yakazada bulamadım. Hakikaten yakaza olan rüya-yı sâdıkada bir ziya gördüm. Tafsilâtı terk ile, yalnız bana söylettirilmiş noktaları kaydedecegim. Şöyle ki:

Bir Cuma gecesinde nevm ile âlem-i misale girdim. Biri geldi, dedi:

“Mukadderat-ı İslâm için teşekkül eden bir meclis-i muhteşem seni istiyor.”

Gittim, gördüm ki, münevver, emsalini dünyada görmedigim, Selef-i Salihînden ve a’sârın meb’uslarından her asrın meb’usları içinde bulunur bir meclis gördüm. Hicap edip kapıda durdum. Onlardan bir zat dedi ki:

“Ey felâket, helâket asrının adamı, senin de reyin var. Fikrini beyan et.”

Ayakta durup dedim:

“Sorun, cevap vereyim.”

Biri dedi: “Bu maglûbiyetin neticesi ne olacak; galibiyette ne olurdu?”

Dedim: “Musibet şerr-i mahz olmadıgı için, bazan saadette felâket olduğu gibi, felâketten dahi saadet çıkar. Eskiden beri i’lâ-yı kelimetullah ve beka-yı istiklâliyet-i İslâm için, farz-ı kifaye-i cihadı deruhte ile kendini yekvücut olan âlem-i İslâma fedaya vazifedar ve hilâfete bayraktar görmüş olan bu devlet-i İslâmiyenin felâketi, âlem-i İslâmın saadet-i müstakbelesiyle telâfi edilecektir. Zira, şu musibet, maye-i hayatımız ve âb‑ı hayatımız olan uhuvvet-i İslâmiyenin inkişaf ve ihtizazını hârikulâde tacil etti.» (T:130)

Devam eden yazının bir kısmında da şu müjdeyi verir:

“şark husumeti, İslâm inkişafını boguyordu; zâil oldu ve olmalı. Garp husumeti, İslâmın ittihadına, uhuvvetin inkişafına en müessir sebeptir; bâki kalmalı.”

Birden o meclisten tasdik emareleri tezahür etti.

Dediler: “Evet, ümitvar olunuz. şu istikbal inkılâbı içinde, en yüksek gür sada İslâmın sadası olacaktır!”» (T:133)

«Baktım, meclis istihsan etti. Heyecanımdan uyandım. Terli, elpençe yatakta oturmuş, kendimi buldum. O gece böyle geçti.» (T:134)

«Evet, bakınız, zaman hatt-ı müstakim üzerine hareket etmiyor ki, mebde ve müntehâsı birbirinden uzaklaşsın. Belki küre-i arzın hareketi gibi bir daire içinde dönüyor. Bazan terakki içinde yaz ve bahar mevsimi gösterir. Bazan tedennî içinde kış ve fırtına mevsimini gösterir. Her kıştan sonra bir bahar, her geceden sonra bir sabah olduğu gibi, nev-i beşerin dahi bir sabahı, bir baharı olacak inşaallah. Hakikat-i İslâmiyenin güneşiyle, sulh-u umumî dairesinde hakikî medeniyeti görmeyi rahmet-i İlâhiyeden bekleyebilirsiniz.» (HŞ:37)

İşte Bediüzzaman Hazretleri ve hakiki talebeleri her müşkilat karşısında ümitsizliğe düşmemiş, Allah’a tevekkül ederek sarsılmamış ve din uğrunda çekilen meşakkatlerin çok sevaplı olduğu ve bu şevkli ve gayretli faaliyetlerin ebedi manzaralar olarak ahirette ebedi gösterileceği hakikatına istinaden çilekeşligi İlâhi bir ni'met bilmişlerdir. Hem dindarlara yapılan tazyikat, âlem-i İslâmın uyanmasına ve birleşmesine en ehemmiyetli sebebtir.

Şimdi Mehdiyetin taşıdığı mana ve mahiyeti hakkında bazı bahisleri görelim:

Mehdi kuvvetli ve kesretli bir şahs-ı maneviyi, yani büyük bir cemaatı temsil eder.

«Sual: Âhirzamanda Hazret-i Mehdî gelecegine ve fesada girmiş âlemi ıslah edecegine dair müteaddit rivâyât-ı sahiha var. Halbuki şu zaman cemaat zamanıdır, şahıs zamanı değil. şahıs ne kadar dâhi ve hattâ yüz dahi derecesinde olsa, bir cemaatin mümessili olmazsa, bir cemaatin şahs-ı mânevîsini temsil etmezse, muhalif bir cemaatin şahs-ı mânevîsine karşı maglûptur. şu zamanda, kuvvet-i velâyeti ne kadar yüksek olursa olsun, böyle bir cemaat-i beşeriyenin ifsâdât-ı azîmesi içinde nasıl ıslah eder? Eğer Mehdînin bütün işleri harika olsa, şu dünyadaki hikmet-i İlâhiyeye ve kavânin-i âdetullaha muhalif düşer. Bu Mehdî meselesinin sırrını anlamak istiyoruz.

Elcevap: Cenâb-ı Hak, kemâl-i rahmetinden, şeriat-ı İslâmiyenin ebediyetine bir eser-i himayet olarak, herbir fesad-ı ümmet zamanında bir muslih veya bir müceddid veya bir halife-i zîşan veya bir kutb-u âzam veya bir mürşid-i ekmel veyahut bir nevi mehdî hükmünde mübarek zatları göndermiş, fesadı izale edip milleti ıslah etmiş, din-i Ahmedîyi (a.s.m.) muhafaza etmiş.

Madem âdeti öyle cereyan ediyor. Âhirzamanın en büyük fesadı zamanında, elbette en büyük bir müçtehid, hem en büyük bir müceddid, hem hâkim, hem mehdî, hem mürşid, hem kutb-u âzam olarak bir zât-ı nuranîyi gönderecek ve o zat da ehl-i beyt-i Nebevîden olacaktır. Cenâb-ı Hak bir dakika zarfında beyne’s-semâ ve’l-arz âlemini bulutlarla doldurup boşalttıgı gibi, bir saniyede denizin fırtınalarını teskin eder. Ve bahar içinde bir saatte yaz mevsiminin nümunesini ve yazda bir saatte kış fırtınasını icad eden Kadîr-i Zülcelâl, Mehdî ile de âlem-i İslâmın zulümatını dağıtabilir. Ve vaad etmiştir; vaadini elbette yapacaktır.

Kudret-i İlâhiye noktasında bakılsa, gayet kolaydır. Eğer daire-i esbab ve hikmet-i Rabbâniye noktasında düşünülse, yine o kadar mâkul ve vukua lâyıktır ki, “Eğer Muhbir-i Sadıktan rivayet olmazsa dahi, herhalde öyle olmak lâzım gelir ve olacaktır” diye ehl-i tefekkür hükmeder. şöyle ki:

Felillâhilhamd, اَللّٰهُمَّ صَلِّ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَ عَلَى آلِ سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ كَمَا صَلَّيْتَ عَلَى اِبْرَاهِيمَ وَ عَلَى آلِ اِبْرَاهِيمَ فِى الْعَالَمِينَ اِنَّكَ حَمِيدٌ مَجِيدٌ duası—umum ümmet, umum namazında, günde beş defa tekrar ettikleri bu dua—bilmüşahede kabul olmuştur ki, Âl-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm, Âl-i ibrahim Aleyhisselâm gibi öyle bir vaziyet almış ki, umum mübarek silsilelerin başında, umum aktar ve âsârın mecmalarında o nuranî zatlar kumandanlık ediyorlar.9 Ve öyle bir kesrettedirler ki, o kumandanların mecmuu, muazzam bir ordu teşkil ediyorlar. Eğer maddî şekle girse ve bir tesanütle bir fırka vaziyetini alsalar, İslâmiyet dinini milliyet-i mukaddese hükmünde rabıta-i ittifak ve intibah yapsalar, hiçbir milletin ordusu onlara karşı dayanamaz. işte, o pek kesretli o muktedir ordu, Âl-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâmdır ve Hazret-i Mehdînin en has ordusudur.

Evet, bugün tarih-i âlemde hiçbir nesil, şecere ile ve senetlerle ve an’ane ile birbirine muttasıl ve en yüksek şeref ve âli hasep ve asil neseple mümtaz hiçbir nesil yoktur ki, Âl-i Beytten gelen seyyidler nesli kadar kuvvetli ve ehemmiyetli bulunsun. Eski zamandan beri bütün ehl-i hakikatin fırkaları başında onlar ve ehl-i kemâlin namdar reisleri yine onlardır. şimdi de, kemiyeten milyonları geçen bir nesl-i mübarektir. Mütenebbih ve kalbleri imanlı ve muhabbet-i Nebevî ile dolu ve cihandeğer şeref-i intisabıyla serfirazdırlar. Böyle bir cemaat-i azîme içindeki mukaddes kuvveti tehyiç edecek ve uyandıracak hâdisât-ı azîme vücuda geliyor. Elbette o kuvvet-i azîmedeki bir hamiyet-i âliye feveran edecek ve Hazret-i Mehdî başına geçip tarik-i hak ve hakikate sevk edecek. Böyle olmak ve böyle olmasını, bu kıştan sonra baharın gelmesi gibi, âdetullahtan ve rahmet-i İlâhiyeden bekleriz ve beklemekte haklıyız.

ikinci işaret, yani:

Mal da o gün çok birikmiş olacaktır. Adam kalkıp : Ya Mehdi! Bana (mal) ver, diyecek, Mehdi de al, diyecektir." (İbn-i Mâce Hadis no: )

ALTINCI İŞARET

Hazret-i Mehdînin cemiyet-i nuraniyesi, Süfyan komitesinin tahribatçı rejim-i bid’akârânesini tamir edecek, Sünnet-i Seniyyeyi ihyâ edecek, yani âlem-i İslâmiyette risalet-i Ahmediyeyi (a.s.m.) inkâr niyetiyle şeriat-ı Ahmediyeyi (a.s.m.) tahribe çalışan Süfyan komitesi, Hazret-i Mehdî cemiyetinin mucizekâr mânevî kılıcıyla öldürülecek ve dagıtılacak.

Hem âlem-i insaniyette inkâr-ı ulûhiyet niyetiyle medeniyet ve mukaddesât-ı beşeriyeyi zîrüzeber eden Deccal komitesini, Hazret-i isâ Aleyhisselâmın din-i hakikîsini İslâmiyetin hakikatiyle birleştirmeye çalışan hamiyetkâr ve fedakâr bir isevî cemaati namı altında ve “Müslüman isevîleri” ünvanına lâyık bir cemiyet, o Deccal komitesini, Hazret-i isâ Aleyhisselâmın riyaseti altında öldürecek ve dağıtacak, beşeri inkâr-ı ulûhiyetten kurtaracak.

şu mühim sır pek uzundur. Başka yerlerde bir nebze bahsettigimizden, burada bu kısa işaretle iktifâ ediyoruz.» (M:439)

Bediüzzaman Hazretleri Mehdi ve Süfyan denilen İslâm deccalı hakkında gelen rivayetleri hepsine birden bakarak ve hayatta tatbikatlarını nazara alarak ana hatlarıyla şöyle açıklar:

«Süfyan ve Mehdî hakkındaki hadislerin10 ifade ettikleri mânâ budur ki:

Âhirzamanda, dinsizligin iki cereyanı kuvvet bulacak:

Birisi: Nifak perdesi altında risalet-i Ahmediyeyi (a.s.m.) inkâr edecek, Süfyan namında müthiş bir şahıs, ehl-i nifakın başına geçecek, şeriat‑ı İslâmiyenin tahribine çalışacaktır. Ona karşı, Âl-i Beyt-i Nebevînin silsile-i nuranîsine baglanan ehl-i velâyet ve ehl-i kemâlin başına geçecek, Âl-i Beytten Muhammed Mehdî isminde bir zât-ı nuranî, o Süfyanın şahs-ı mânevîsi olan cereyan-ı münafıkaneyi öldürüp dağıtacaktır.

ikinci cereyan ise: Tabiiyyun, maddiyyun felsefesinden tevellüt eden bir cereyan-ı nemrudâne, gittikçe âhirzamanda felsefe-i maddiye vasıtasıyla intişar ederek kuvvet bulup, Ulûhiyeti inkâr edecek bir dereceye gelir...   ...işte böyle bir sırada, o cereyan pek kuvvetli göründügü bir zamanda, Hazret-i isâ Aleyhisselâmın şahsiyet-i mâneviyesinden ibaret olan hakikî isevîlik dini zuhur edecek, yani rahmet-i İlâhiyenin semâsından nüzul edecek, halihazır Hıristiyanlık dini o hakikate karşı tasaffi edecek, hurafattan ve tahrifattan sıyrılacak, hakaik-i İslâmiye ile birleşecek, mânen Hıristiyanlık bir nevi İslâmiyete inkılâp edecektir. Ve Kur’ân’a iktida ederek, o isevîlik şahs-ı mânevîsi tâbi ve İslâmiyet metbû makamında kalacak, din-i hak bu iltihak neticesinde azîm bir kuvvet bulacaktır.

Dinsizlik cereyanına karşı ayrı ayrı iken maglûp olan isevîlik ve İslâmiyet, ittihad neticesinde dinsizlik cereyanına galebe edip dağıtacak istidadında iken, âlem-i semâvatta cism-i beşerîsiyle bulunan şahs-ı isâ Aleyhisselâm, o din-i hak cereyanının başına geçecegini, bir Muhbir-i Sadık, bir Kadîr-i Külli şeyin vaadine istinad ederek haber vermiştir. Madem haber vermiş, haktır. Madem Kadîr-i Külli şey vaad etmiş, elbette yapacaktır.» (M:56)

Mehdi ve cemeatinin üç vazifesi:

«Mehdî-i Âl-i Resulün temsil ettigi kudsî cemaatinin şahs-ı mânevîsinin üç vazifesi var. Eğer çabuk kıyamet kopmazsa ve beşer bütün bütün yoldan çıkmazsa, o vazifeleri onun cemiyeti ve seyyidler cemaati yapacagını rahmet-i İlâhiyeden bekliyoruz. Ve onun üç büyük vazifesi olacak:

Birincisi: Fen ve felsefenin tasallutuyla ve maddiyun ve tabiiyyun tâunu, beşer içine intişar etmesiyle, herşeyden evvel felsefeyi ve maddiyun fikrini tam susturacak bir tarzda imanı kurtarmaktır.

Ehl-i imanı dalâletten muhafaza etmek ve bu vazife hem dünya, hem herşeyi bırakmakla, çok zaman  tedkikat ile meşguliyeti iktiza ettiginden, Hazret-i Mehdînin, o vazifesini bizzat kendisi görmeye vakit ve hal müsaade edemez. Çünkü hilâfet-i Muhammediye (a.s.m.) cihetindeki saltanatı, onunla iştigale vakit bırakmıyor. Herhalde o vazifeyi ondan evvel bir taife bir cihette görecek. O zat, o taifenin uzun tetkikatıyla yazdıkları eseri kendine hazır bir program yapacak, onunla o birinci vazifeyi tam yapmış olacak.

Bu vazifenin istinad ettigi kuvvet ve mânevî ordusu, yalnız ihlâs ve sadakat ve tesanüd sıfatlarına tam sahip olan bir kısım şakirtlerdir. Ne kadar da az da olsalar, mânen bir ordu kadar kuvvetli ve kıymetli sayılırlar.

ikinci vazifesi: Hilâfet-i Muhammediye (a.s.m.) unvanıyla şeâir-i İslâmiyeyi ihya etmektir. Âlem-i İslâmın vahdetini nokta-i istinad edip beşeriyeti maddî ve mânevî tehlikelerden ve gazab-ı İlâhiden kurtarmaktır. Bu vazifenin, nokta-i istinadı ve hâdimleri, milyonlarla efradı bulunan ordular lâzımdır.

Üçüncü vazifesi: inkılâbât-ı zamaniye ile çok ahkâm-ı Kur’âniyenin zedelenmesiyle ve şeriat-ı Muhammediyenin (a.s.m.) kanunları bir derece tâtile ugramasıyla, o zat, bütün ehl-i imanın mânevî yardımlarıyla ve ittihad-ı İslâmın muavenetiyle ve bütün ulema ve evliyanın ve bilhassa Âl-i Beytin neslinden her asırda kuvvetli ve kesretli bulunan milyonlar fedakâr seyyidlerin iltihaklarıyla o vazife-i uzmâyı yapmaya çalışır.» (E:267)

«Birinci vazife, maddî kuvvetle değil, belki kuvvetli itikad ve ihlâs ve sadakatle olduğu halde, bu ikinci vazife gayet büyük maddî bir kuvvet ve hakimiyet lâzım ki, o ikinci vazife tatbik edilebilsin.

O zatın üçüncü vazifesi, hilâfet-i İslâmiyeyi ittihad-ı İslâma bina ederek, isevî ruhanîleriyle ittifak edip din-i İslâma hizmet etmektir. Bu vazife, pek büyük bir saltanat ve kuvvet ve milyonlar fedakârlarla tatbik edilebilir.» (STG:9)

İşte bu izahlarda görüldügü üzere Mehdi, Mehdiyet cereyanının mümessili olup bu cereyan dahi iman, hayat ve şeriat olarak tabir edilen üç vazife ve âlem-i İslâm genişliğinde vazifedarları ile teşekkül eder. Seyyidler cemaatı Mehdiyet cereyanının en has ordusudur. En sonda hakiki İsevî ruhanileriyle ittifak edip İsa Aleyhisselamın riyaseti altında dinsizlik cereyanını dağıtacak ve sulh-u umumi dairesinde saadet-i beşeriye devri başlayacaktır.

«Ebu Davud'un naklettiği bir hadis meali şöyledir: «(Her asırda) ümmetimden bir topluluk kendilerine düşmanlık edenlere karşı üstünlük sağlayarak hak uğrunda savaşmaya devam edeceklerdir. Nihayet onların en sonuncusu (olan topluluk) da Mesih Deccali öldürecektir.» (Sünen-i Ebu Davud, Terceme ve şerhi 2484. hadis)

Hadisin sonunda beyan olunan o taifenin sonuncusu hakkında şu izah verilmiştir: «Metinde kendilerinden, “En sonuncu topluluk diye bahsedilen ve mesih deccali öldürecekleri ifade buyrulan topluluktan maksad, Hazret-i Mehdi ile İsa (a.s.) ve onların tâbileridir.» Aynı bahiste mesih kelimesi hakkında izah vardır. Risale-i Nur'un Kudsî Kaynakları adlı eserin 811. hadis sıra no. daki nakiller de aynı mes'eleyi te'yid etmektedir.» (İslâm Prensipleri Ansiklopedisi Ehl-i Kitab maddesi 787.paragraf)

Dünya üzerindeki boğuşmaların sonu nereye varacak?

Üstad Bediüzzaman Hazretleri, beşer dünyasındaki boğuşmaların en sonunda doğacak iki neticeyi, 1945-1946 senelerinde yazdığı uzun bir ikaznamenin sonunda şöyle kaydeder:

«Yalnız ehemmiyetli bir endişe ve bir tesellî kalbime geliyor ki:

Bu geniş boğuşmaların neticesinde, eski Harb-i Umumîden çıkan zarardan daha büyük bir zarar, medeniyetin istinadı, menbaı olan Avrupa’da, deccalâne bir vahşet doğurmasıdır. Bu endişeyi tesellîye medar, âlem-i İslâmın tam intibahiyle ve yeni dünyanın, Hıristiyanlığın hakikî dinini düstur-u hareket ittihaz etmesiyle ve âlem-i İslâmla ittifak etmesi ve incil, Kur’ân’a ittihad edip tâbi olması, o dehşetli gelecek iki cereyana karşı semâvî bir muavenetle dayanıp inşaallah galebe eder.» (E:58)

Bu ifadelerde açıkça görüldüğü üzere, Üstad Bediüzzamanın bugün hissedilen Avrupa - Amerika gerginliğine yarım asır önceden yani 1946’larda işaret etmesi de dikkat çekicidir. ikinci Cihan Harbi sıralarında yazmış olduğu, diğer bir mektubunda bu manayı te'yiden der ki:

«Bugün namazda ve tesbihatında iken, mânevî tarzda denildi ki:

Küre-i arzda çarpışan, mücadele eden cereyanlardan herhalde birisi İslâmiyete ve Kur’ân’a ve Risale-i Nur’a ve mesleğimize taraftar olacak (K:150)

Çünkü giderek azgınlaşan menfi Avrupa hakkında:

«Büyük ejderhalar hükmünde olan Avrupa’nın doymak bilmez hırslarını, pençelerini açtıkları bir zamanda onlara ehemmiyet vermeyip, belki mânen onlara yardım edip, menfi unsuriyet fikriyle şark vilâyetlerindeki vatandaşlara veya cenup tarafındaki dindaşlara adâvet besleyip onlara karşı cephe almak, çok zararları ve mehâlikiyle beraber, o cenup efradları içinde düşman olarak yoktur ki, onlara karşı cephe alınsın. Cenuptan gelen Kur’ân nuru var; İslâmiyet ziyası gelmiş; o içimizde vardır ve her yerde bulunur. işte o dindaşlara adâvet ise, dolayısıyla İslâmiyete, Kur’ân’a dokunur. İslâmiyet ve Kur’ân’a karşı adâvet ise, bütün bu vatandaşların hayat-ı dünyeviye ve hayat-ı uhreviyesine bir nevi adâvettir. Hamiyet namına hayat-ı içtimaiyeye hizmet edeyim diye iki hayatın temel taşlarını harap etmek, hamiyet değil, hamâkattir!» (M:323) deyip menfi Avrupanın zalimligini nazara verir.

Avrupa ikidir:

Bediüzzaman Hazretleri Avrupa’yı, yani gayr-ı müslim milletlerini ikiye ayırıp diyor ki:

«Avrupa ikidir. Birisi, isevîlik din-i hakikîsinden aldıgı feyizle hayat-ı içtimaiye-i beşeriyeye nâfi san’atları ve adalet ve hakkaniyete hizmet eden fünunları takip eden bu birinci Avrupa’ya hitap etmiyorum. Belki, felsefe-i tabiiyenin zulmetiyle, medeniyetin seyyiâtını mehâsin zannederek beşeri sefâhete ve dalâlete sevk eden bozulmuş ikinci Avrupa’ya hitap ediyorum.» (L:115)

Yine Hazret-i Üstad Bediüzzamanın kendi beyanıyla:

«Devletler, milletler muharebesi, tabakat-ı beşer muharebesine terk-i mevki ediyor. Zira, beşer esir olmak istemedigi gibi, ecîr olmak da istemez.» (HŞ:118) demek suretiyle bu hakikatı vecizeleştirmiştir.

«Evet, inkâr edilmez ki, kâinatta, dinsizlikle dindarlık, Âdem zamanından beri cereyan edip geliyor ve kıyamete kadar gidecektir. Bu meselemizin künhüne vakıf olan herkes, bize olan bu hücumunun, doğrudan doğruya dinsizlik hesabına dindarlıga bir taarruz olduğunu anlar.» (T:241)

Demek oluyor ki, millet ve devletlerde menfi ve müsbet sınıflar var. Tahrib kolay olduğundan menfi sınıf zahiren daha şa'şalı görünüyor. Fakat bu hal tersine dönecektir.

Ehl-i dalâletin tecavüzleri:

Bir ayetin mânâ-yı küllisinden asrımıza bakan bir vechini hayata tatbikan tefsir eden Bediüzzaman Hazretleri çok ibretli dersi nazara vermiştir. Şöyle ki:

«11 الَّذِينَ يَسْتَحِبُّونَ الْحَيَاةَ الدُّنْيَا عَلَى اْلآخِرَةِ وَيَصُدُّونَ عَنْ سَبِيلِ اللّٰهِ وَيَبْغُونَهَا عِوَجًا اُولئِكَ فِى ضَلاَلٍ بَعِيدٍ

Bu dahi, üç cümlesiyle bazı münasebât-ı mâneviye ve muvafakat-ı mefhumiye cihetinde ve hem Risale-i Nur’un mesleğine, hem mülhidlerin mesleğine îmaen bakar ve birinci cümlesiyle der ki: “O bedbahtlar, bazı ehl-i imanın (imanları beraber olduğu halde) ve bir kısım ehl-i ilmin (âhireti tam bildikleri halde) onlara iltihak delâletiyle, bilerek ve severek hayat-ı dünyeviyeyi dine ve âhirete, yani elması tanıdıgı ve buldugu halde beş paralık şişeyi ona tercih etmek gibi sefahet-i hayatı, dinî hissiyata muannidâne tercih edip dinsizlikle iftihar ederler.”

Bu cümlenin bu asra bir hususiyeti var. Çünkü hiçbir asır böyle bir tarzı göstermemiş. Sair asırlarda o ehl-i dalâlet âhireti bilmiyor ve inkâr ediyor. Elması elmas bilmiyor, dünyayı tercih ediyor.

Ve ikinci cümlesi olan وَ يَصُدُّونَ عَنْ سَبِيلِ اللّٰهِ  ile der ki: “O bedbahtların dalâleti, muhabbet-i hayattan ve temerrüdden neş’et ettigi için kendi halleriyle durmuyorlar, tecavüz ediyorlar. Bildikleri ve onunla ecdatları baglı olan dine, adâvetkârâne, menbalarını kurutmak ve esasatını bozmak ve kapılarını ve yollarını kapatmak istiyorlar.”

Ve üçüncü cümlesi olan وَ يَبْغُونَهَا عِوَجًا  ile der ki: “Onların dalâleti fenden, felsefeden geldigi için acip bir gurur ve garip bir firavunluk ve dehşetli bir enâniyet onlara verip nefislerini öyle şımartmış ki, kâinatı idare eden İlâhi kanunların şuâlarını ve insan âleminde o hakaikin düsturlarını süflî hevesatlarına ve müştehiyatlarına müsait görmediklerinden—hâşâ hâşâ!—egri, yanlış, noksan bulmak istiyorlar.” işte bu âyet, üç cümlesiyle mânen bu asırda acip bir taife-i dâlleye tam bir tevafuk-u mânevî ile, mânâ-yı işârîsiyle çok efradı içinde hususî baktıgı gibi, tevafuk-u cifrîsiyle dahi başlarına parmak basıyor.» (Ş:724)

Bediüzzaman Hazretlerinin siyasete baktığından açıklamadığı ve azgın cereyanın ehl-i küfrü koruma hareketine işaretle beraber cifren 1417 hicri tarihiyle miladi 1996/1997 ye tevafuk eden şu ayet:«12 وَالَّذِينَ كَفَرُوا اَوْلِيَاؤُهُمُ (الطَّاغُوتُ bin dört yüz on yedi (1417)» (Ş:270)

«Bu nüktenin bâki kısmı şimdilik yazdırılmadığının sebebi, bir derece dünyaya, siyasete temasıdır. Biz de bakmaktan memnuuz. Evet, اِنَّ اْلاِنْسَانَ لَيَطْغَى  bu tâgûta bakar ve baktırır (Ş:272) 13

Bediüzzaman Hazretlerinin orduya bakışı:

Bediüzzaman Hazretleri bazıları müstesna olmakla beraber ordunun şahs-ı manevisinin en sonda dine himayetkâr davranacağını bildirir ve der ki:

«Rahmet-i İlâhiyeden ümid kesilmez. Çünki: Cenab-ı Hak, bin seneden beri Kur’anın hizmetinde istihdam ettigi ve ona bayraktar tayin ettigi bu vatandaşların muhteşem ordusunu ve muazzam cemaatini, muvakkat ârızalarla inşâallah perişan etmez. Yine o nuru ışıklandırır ve vazifesini idame ettirir…» (M:326)

Üstteki parçanın devamında, Bediüzzaman Hazretleri elyazma eserinde kendi el yazısıyla yaptığı bir ilâvesinde; Türk Ordusu kuvvetini kendi milleti aleyhinde değil, İslâm Dünyasının selâmet ve zaferinde kullanıp büyük vazifeler göreceğini ihbar sadedinde şöyle der:

«Kılıncını ayağına vurdurmaz, düşmanına vurdurur. Kur’ana hizmetkâr eder. Ağlayan âlem-i İslâmı güldürür.»

Yine ordu ile alakalı bazı beyanlardan kısa nümuneler verelim:

«Eski Harb-i Umumîden biraz evvel, ben Van’da iken, bazı dindar ve müttakî zatlar yanıma geldiler. Dediler ki: “Bazı kumandanlarda dinsizlik oluyor. Gel, bize iştirak et. Biz bu reislere isyan edecegiz.”

Ben de dedim: “O fenalıklar ve o dinsizlikler, o gibi kumandanlara mahsustur. Ordu onunla mes’ul olmaz. Bu Osmanlı ordusunda belki yüz bin evliya var. Ben bu orduya karşı kılıç çekmem ve size iştirak etmem.”

O zatlar benden ayrıldılar, kılıç çektiler; neticesiz Bitlis hâdisesi vücuda geldi. Az zaman sonra, Harb-i Umumî patladı. O ordu, din namına iştirak etti, cihada girdi, o ordudan yüz bin şehidler evliya mertebesine çıkıp beni o dâvamda tasdik edip kanlarıyla velâyet fermanlarını imzaladılar.» (Ş:360)

«Bir rivayette, “İslâm Deccalı Horasan taraflarından zuhur edecek”14 denilmiş.

 لاَ يَعْلَمُ الْغَيْبَ اِلاَّ اللّٰهُ bunun bir tevili şudur ki: şarkın en cesur ve kuvvetli ve kesretli kavmi ve İslâmiyetin en kahraman ordusu olan Türk milleti, o rivayet zamanında Horasan taraflarında bulunup daha Anadolu’yu vatan yapmadıgından, o zamandaki meskenini zikretmekle Süfyanî Deccal onların içinde zuhur edecegine işaret eder.

Gariptir, hem çok gariptir: Yedi yüz sene müddetinde İslâmiyetin ve Kur’ân’ın elinde şeref-şiar, bârika-âsâ bir elmas kılınç olan Türk milletini ve Türkçülügü, muvakkaten İslâmiyetin bir kısım şeâirine karşı istimal etmeye çalışır! Fakat muvaffak olmaz, geri çekilir. Kahraman ordu, dizginini onun elinden kurtarıyor diye rivayetlerden anlaşılıyor (Ş: 596)

Halk Parti hükümeti zamanında 1947’lerde parti genel sekreteri Hilmi Uran’a yazdığı mektubun bir kısmında Bediüzzaman Hazretleri ordunun şerefini korumak için şu hususu hatırlatır:

«Eğer şimdi siz kâtib-i umumî olduğunuz hamiyetperver, milliyetperver adamlar, şimdiye kadar cereyan eden ve medeniyet hesabına mukaddesatı çigneyen usulleri muhafazaya çalışıp, üç dört şahsın inkılâp namında yaptıkları icraatı esas tutarak mevcut haseneleri ve inkılâp iyiliklerini onlara verip ve mevcut dehşetli kusurları millete verilse, o vakit üç dört adamın seyyiesi üç dört milyon seyyie olup bu kahraman ve dindar milleti ve İslâm ordusu olan Türk milletinin geçmiş asırlardaki milyarlar şerefli merhum ordularına ve milyonlarla şehidlerine ve milletine büyük bir muhalefet ve ervahına bir mânevî azap ve şerefsizlik olmakla beraber; o üç dört inkılâpçı adamın pek az hisseleri bulunan ve millet ve ordunun kuvvet ve himmetiyle vücut bulan haseneleri o üç dört adama verilse, o üç dört milyon iyilikler, üç dört haseneye inhisar edip küçülür, hiçe iner; daha dehşetli kusurlara kefaret olamaz.» (E:219)

«Eskişehir’de, tayyareciler ve subaylar ve askerlere de aynen şu dersi vermişti: “Bu tayyareler, birgün İslâmiyete büyük hizmet edecekler. Farz namazlarınızı kılsanız, kılamadıgınız zaman kaza etseniz, asker olduğunuz için herbir saatiniz on saat ibadet, hususan hava askeri olanların bir saati, otuz saat ibadet sevabını kazandırır. Yeter ki kalbinde iman nuru bulunsun ve imanın lâzımı olan namazı ifa etsin.”» (T:466)

İşte bu ifadelerden müslüman milletin evladı olan ordu bütünü ile menfi olmadığı ve asayişi, hakkaniyeti ve tarihi şerefimizi koruyacağı anlaşılıyor.

İlahî  inayet ve merhametin gelmesinin bir şartı:

İslâm dünyasının selameti için şu ehemmiyetli hususun da milletce nazara alınması lüzumu var. Yani bütün iyilikler, zafer ve muvaffakiyetler Allahın inayet ve ihsanıdır ve onun vazifesidir. Bu İlâhi ihsana layık olmak da müslümanların vazifesidir. Bu vazifeye ihtimam gösterilse, inayet-i İlâhiye gelir. Aksi halde musibetlerle ıslah olunup kurtuluşa erdirilir.

Evet, zelzele ve mağlubiyetler ve ehl-i dünyanın tazyikatı gibi umumî musibetlerin hem inayet-i İlâhiyenin gelmesine vesile olmak gibi hikmetleri var.

Evet, dine aykırı hayat tarzı olan bid'at ve Avrupaî adetlere özenerek cemiyetimizi istila etmesine sebebiyet veren ekser gafil müslümanların bu büyük hatası neticesi olarak duaların makbuliyetine ve fütuhatın gelmesine mâni olduğuna dikkat çeken Üstad Bediüzzamana sual ediliyor ki:

«Kardeşlerimizden Çaprazzâde Abdullah Efendi gibi bazı adamlar, ehl-i keşiften rivayeten, bu geçen Ramazan’da Ehl-i Sünnet ve Cemaat için bir ferec, bir fütuhat olacagını haber verdikleri halde, zuhur etmedi. Böyle ehl-i velâyet ve keşif neden hilâf-ı vâki haber veriyorlar? Benden sordular. Ben de, birden, sünuhat kabilinden olarak verdiğim cevabın muhtasarı şudur:

Hadis-i şerifte vârit olmuştur ki, “Bazan belâ nâzil oluyor; gelirken karşısına sadaka çıkar, geri çevirir.”15 şu hadisin sırrı gösteriyor ki, mukadderat, bazı şerâitle vukua gelirken geri kalır. Demek, ehl-i keşfin muttali olduğu mukadderat mutlak olmadıgını, belki bazı şerâitle mukayyet bulundugunu ve o şerâitin vuku bulmamasıyla o hadise de vukua gelmiyor. Fakat o hadise, ecel-i muallâk gibi, Levh-i Ezelînin bir nevi defteri hükmünde olan Levh-i Mahv-isbatta mukadder olarak yazılmıştır. Gayet nadir olarak Levh-i Ezelîye kadar keşif çıkar. Ekseri oraya çıkamıyor.

İşte bu sırra binaen, geçen Ramazan-ı şerifte ve Kurban Bayramında ve daha başka vakitlerde, istihraca binaen veya keşfiyat nev’inden verilen haberler, muallâk oldukları şerâiti bulamadıkları için vukua gelmemişler ve haber verenleri tekzip etmiyorlar. Çünkü mukadder imiş, fakat şartı gelmeden o da vukua gelmemiş.

Evet, Ramazan-ı şerifte bid’aların ref’ine Ehl-i Sünnet ve Cemaatin ekseriyetle hâlis duası bir şart ve bir sebeb-i mühim idi. Maalesef camilere Ramazan-ı şerifte bid’alar girdiginden, duaların kabulüne sed çekip ferec gelmedi. Nasıl ki, sabık hadisin sırrıyla, sadaka belâyı ref’ eder; EKSERİYETİN HÂLİS DUASI DAHİ FEREC-İ UMUMİYİ CEZB EDER. Kuvve-i cazibe vücuda gelmediginden, fütuhat da verilmedi.» (L: 103)

«Bu asırdaki ehl-i İslâmın fevkalâde safderunlugu ve dehşetli cânileri de âlicenâbâne affetmesi; ve bir tek haseneyi, binler seyyiatı işleyen ve binler mânevî ve maddî hukuk-u ibâdı mahveden adamdan görse, ona bir nevi taraftar çıkmasıdır. Bu suretle, ekall-i kalîl olan ehl-i dalâlet ve tugyan, safdil taraftarla ekseriyet teşkil ederek, ekseriyetin hatâsına terettüp eden musibet-i âmmenin devamına ve idamesine, belki teşdidine kader-i İlâhiyeye fetva verirler; “Biz buna müstehakız” derler.» (K:25)

Yine aynı meseleyi te'yid eden diğer bir sual:

«Bu büyük zelzelenin maddî musibetinden daha elîm, mânevî bir musibeti olarak, şu zelzelenin devamından gelen korku ve meyusiyet, ekser halkın ekser memlekette gece istirahatini selb ederek dehşetli bir azap vermesi nedendir?

Yine mânevî cevap: şöyle denildi ki, Ramazan-ı şerifin teravih vaktinde kemâl-i neş’e ve sürurla, sarhoşçasına, gayet heveskârâne şarkıları ve bazan kızların sesleriyle, radyo agzıyla bu mübarek merkez-i İslâmiyetin her köşesinde cazibedârâne işittirilmesi, bu korku azabını netice verdi.» (S:171)

« sual: Bazı eşhâsın hatasından gelen bu musibet bir derece memlekette umumî şekle girmesinin sebebi nedir?

Elcevap: Umumî musibet, ekseriyetin hatasından ileri gelmesi cihetiyle, ekser nâsın o zalim eşhâsın harekâtına fiilen veya iltizamen veya iltihaken taraftar olmasıyla mânen iştirak eder, musibet-i âmmeye sebebiyet verir.» (S:172)

Cihan harbi mağlubiyetinin kaderin adaleti cihetiyle ve ümmetin ders alması için hikmeti anlatılırken deniliyor ki:

“Musibet, cinayetin neticesi, mükâfatın mukaddemesidir. Hangi fiilinizle kadere fetva verdirdiniz ki, şu musibetle hükmetti? Musibet-i âmme ekseriyetin hatâsına terettüp eder. Hazırda mükâfatınız nedir?”

Dedim: “Mukaddemesi üç mühim erkân-ı İslâmiyedeki ihmalimizdir: salât, savm, zekât.

Zira, yirmi dört saatten yalnız bir saati, beş namaz için Hâlık Teâlâ bizden istedi. Tembellik ettik; beş sene yirmi dört saat talim, meşakkat, tahrikle bir nevi namaz kıldırdı. Hem senede yalnız bir ay oruç için nefsimizden istedi. Nefsimize acıdık; kefâreten beş sene oruç tutturdu. Ondan, kırktan yalnız biri, ihsan ettigi maldan zekât istedi. Buhl ettik, zulmettik, O da bizden müterakim zekâtı aldı. اَلْجَزَاءُ مِنْ جِنْسِ الْعَمَلِ Mükâfat-ı hâzıramız ise: Fâsık, günahkâr bir milletten, humsu olan dört milyonu velâyet derecesine çıkardı; gazilik, şehadetlik verdi. Müşterek hatâdan neşet eden müşterek musibet, mâzi günahını sildi.” Tarihçe-i Hayat (133-134)

İlahî  inayet gelmesi için gereken diğer bir şart:

Selamet-i İslâm için zaruri olan çok ehemmiyetli bir husus da şudur ki, bütün müslümanlar esasat-ı şer'iyede ve gayede ittifak edip teferruat meselelerinde ve dinî cemaatler arasındaki tarafgirliklerde ihtilaf etmeyip ittifak etmek, inayet-i İlâhiyenin gelmesine ehemmiyetli bir sebeb ve fiilî bir duadır.

Risale-i Nur’dan Lem'alar adlı eserde deniliyor ki:

«Ehl-i hakla ittifak, tevfik-i İlâhinin bir sebebi ve diyanetteki izzetin bir medarı olduğunu düşünmekle,

Hem ehl-i dalâlet ve haksızlık, tesanüd sebebiyle, cemaat suretindeki kuvvetli bir şahs-ı mânevînin dehâsıyla hücumu zamanında, o şahs-ı mânevîye karşı, en kuvvetli ferdî olan mukavemetin maglûp düştügünü anlayıp, ehl-i hak tarafındaki ittifak ile bir şahs-ı mânevî çıkarıp, o müthiş şahs-ı mânevî-i dalâlete karşı hakkaniyeti muhafaza ettirmek,

Ve hakkı, bâtılın savletinden kurtarmak için,

Nefsini ve enâniyetini,

Ve yanlış düşündügü izzetini,

Ve ehemmiyetsiz, rekabetkârâne hissiyatını terk etmekle ihlâsı kazanır, vazifesini hakkıyla ifa eder.»haşiye 2  (L:151)

Mektubat adlı eserde de şu ehemmiyetli kayıd var:

«“Haricî düşmanların zuhur ve tehacümünde dahilî adâvetleri unutmak ve bırakmak” olan bir maslahat-ı içtimaiyeyi en bedevî kavimler dahi takdir edip yaptıkları halde, şu cemaat-i İslâmiyeye hizmet dâvâ edenlere ne olmuş ki, birbiri arkasında tehacüm vaziyetini alan hadsiz düşmanlar varken, cüz’î adâvetleri unutmayıp düşmanların hücumuna zemin hazır ediyorlar? şu hal bir sukuttur, bir vahşettir, hayat-ı içtimaiye‑i İslâmiyeye bir hıyanettir.

Medar-i ibret bir hikâye: Bedevî aşiretlerinden Hasenan aşiretinin birbirine düşman iki kabilesi varmış. Birbirinden, belki elli adamdan fazla öldürdükleri halde, Sipkan veya Hayderan aşireti gibi bir kabile karşılarına çıktıgı vakit, o iki düşman taife, eski adâveti unutup, omuz omuza verip, o haricî aşireti def edinceye kadar dahilî adâveti hatırlarına getirmezlerdi.

İşte, ey mü’minler! Ehl-i iman aşiretine karşı tecavüz vaziyetini almış ne kadar aşiret hükmünde düşmanlar olduğunu bilir misiniz? Birbiri içindeki daireler gibi yüz daireden fazla vardır. Herbirisine karşı tesanüd ederek, el ele verip müdafaa vaziyeti almaya mecburken, onların hücumunu teshil etmek, onların harîm-i İslâma girmeleri için kapıları açmak hükmünde olan garazkârâne tarafgirlik ve adâvetkârâne inat, hiçbir cihetle ehl-i imana yakışır mı? O düşman daireler, ehl-i dalâlet ve ilhaddan tut, tâ ehl‑i küfrün âlemine, tâ dünyanın ehvâl ve mesâibine kadar, birbiri içinde size karşı zararlı bir vaziyet alan, birbiri arkasında size hiddet ve hırsla bakan, belki yetmiş nevi düşmanlar var. Bütün bunlara karşı kuvvetli silâhın ve siperin ve kalen, uhuvvet-i İslâmiyedir. Bu kale-i İslâmiyeyi küçük adâvetlerle ve bahanelerle sarsmak, ne kadar hilâf-ı vicdan ve ne kadar hilâf‑ı maslahat-ı İslâmiye olduğunu bil, ayıl.

Ehâdis-i şerifede gelmiş ki: “Âhirzamanın Süfyan ve Deccal gibi nifak ve zındıka başına geçecek eşhâs‑ı müdhişe-i muzırraları, İslâmın ve beşerin hırs ve şikakından istifade ederek, az bir kuvvetle nev-i beşeri hercümerc eder ve koca âlem-i İslâmı esaret altına alır.”16

Ey ehl-i iman! Zillet içinde esaret altına girmemek isterseniz, aklınızı başınıza alınız. ihtilâfınızdan istifade eden zalimlere karşı 17 اِنَّمَا الْمُؤْمِنُونَ اِخْوَةٌ  kale-i kudsiyesi içine giriniz, tahassun ediniz. Yoksa, ne hayatınızı muhafaza ve ne de hukukunuzu müdafaa edebilirsiniz.

Malûmdur ki, iki kahraman birbiriyle boguşurken, bir çocuk ikisini de dövebilir. Bir mizanda iki dag birbirine karşı muvazenede bulunsa, bir küçük taş, muvazenelerini bozup onlarla oynayabilir; birini yukarı, birini aşagı indirir. işte, ey ehl-i iman! ihtiraslarınızdan ve husumetkârâne tarafgirliklerinizden, kuvvetiniz hiçe iner; az bir kuvvetle ezilebilirsiniz. Hayat-ı içtimaiyenizle alâkanız varsa, 18 اَلْمُؤْمِنُ لِلْمُؤْمِنِ كَالْبُنْيَانِ الْمَرْصُوصِ يَشُدُّ بَعْضُهُ بَعْضًا düstur-u âliyeyi düstur-u hayat yapınız, sefalet-i dünyevîden ve şekavet-i uhreviyeden kurtulunuz.» (M:269)

Kütüb-ü Sitte’de Mehdi:

Mehdi hakkında gelen rivayetler, temel hadis kitablarında yer alır. Mesala:

Ebu Davud. Mehdi,1 ve Sünnet, 5

ibn-i Mâce. Fiten, 34 ve Mukaddeme, 6

Tirmizi. Fiten, 52-53 ve ilim, 16

Ahmed bin Hanbel, 1-84 ve 2-411 ve 3-21-27, 5. 277.

Ve daha pek çok büyük hadis imamlarının Mehdiye ait hadisleri toplayan eserleri vardır. Böyle sağlam hadisler muvahecesinde tesbitli olan Mehdi mevzuunu kabul etmemek, Mezkûr sahih hadislere dokunur ve manevî mesuliyeti mucip olur.

Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri diyor ki:

«Müteşabih hadisleri aklına sığıştıramadıgı için, eğer inkâr etse, dehşetli bir kapı açar; yani küçücük aklına sığışmayan kat’î hadisleri dahi inkâra yol açar.» (M:351)

Mehdi hakkındaki hadislerden kısaca birkaç misal:

Hz. Ali (r.a.) anlatıyor: "Resülullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki: "Mehdi bizden, ehl-i Beyt'imizdendir. Allah onu bir gecede ıslah eder (yani tevbesini kabul eder, hizmetini yapacak hale getirir. Doğruyu ilham eder ve muvaffak kılar)".

Hz. Enes radıyallahu anh anlatıyor: "Resülullah aleyhissalatu vesselâm buyurdular ki: "Biz Abdulmuttalib'in oğullarıyız. Cennet ehlinin efendileriyiz: Ben, Hamza, Ali, Cafer, Hasan, Hüseyin ve Mehdi."

Abdullah ibnu'l Haris ibni Cez'iz-Zübeydi radıyallahu anh anlatıyor: "Resülullah aleyhissalâtu vesselâm (bir gün): "Doğudan birtakım insanlar çıkacak ve Mehdi için zemin hazırlayacak" buyurdular. O Mehdi'nin hakimiyetini kastediyor." (Kütüb-ü Sitte  c. 17, sh: 558)

Ümmü Seleme radıyallahu anhâ anlatıyor: "Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki:

"Mehdi benim zürriyetimden, kızım Fâtıma'nın evladlarındandır." Ebu Davud, Mehdi 1, (4284).

"Ümmetim içinde Mehdi olacaktır. (Aranızda kalması) kısa tutulursa (kalacağı süre) 7 (yıl) dır.

Kısa tutulmazsa (kalacağı süre) 9. yıldır. Benim ümmetim o devirde öyle bir refah bulacak ki, o güne dek onun misli kesinlikle bulmamıştır. Yer yemişini (gıda ürünleri) verecek ve insanlardan hiçbir şey saklamayacak (vermemezlik etmeyecek) tir.

 

1 Muhammed Sûresi, 47:18.

2 Âl-i İmrân Sûresi, 3:7.  

3 Âl-i İmrân Sûresi, 3:7.

4 Süfyan denilen İslâm deccalinin varlığı hakkında bir çok hadis vardır. Bunlardan birisi için bk: el-Hâkim, el-Müstedrek: 4:520.

5 Zümer Sûresi, 39:53.

6 Zümer Sûresi, 39:53.

7 Risale-i Nur’u hissetmiş ki, üç sayfa ile cevap veriyor. Fakat siyaset perdesi başka renk vermiş.

8Eski Said, hiss-i kablelvuku ile 1371’de, başta Arap devletleri, âlem-i İslâm’ın ecnebî esaretinden ve istibdadından kurtulup İslâmî devletler teşkil edeceklerini, kırk beş sene evvel haber vermiş. iki Harb-i Umumî ve 30-40 sene istibdad-ı mutlakı düşünmemiş. 1370’de olan vaziyeti 1327’de olacak gibi müjde vermiş, tehirinin sebebini nazara almamış.

9Hattâ onlardan bir tanesi olan Seyyid Ahmed-üs Sünusî, milyonlar müride kumandanlık ediyor. Seyyid İdris gibi diğer bir zât, yüzbinden fazla müslümanlara kumandanlık ediyor. Seyyid Yahya gibi bir başka seyyid, yüzbinler adamlara emirlik ediyor ve hâkeza‌ Bu seyyidler kabîlesinin efradlarında böyle zahirî kahramanlar çok olduğu gibi; Seyyid Abdülkadir-i Geylanî, Seyyid Ebulhasen-i Şazelî, Seyyid Ahmed-i Bedevi gibi manevî kahramanların kahramanları dahi varlarmış

10 Mehdi ve Süfyan hakkındaki hadis kaynakları için bkz. Beşinci Şua.

11 İbrahim Sûresi, 14:3.

12 Bakara Sûresi, 2:257.

13 Burada geçen (tağut) hakkında İslâm Prensipleri  Ansiklopedisi Tağut maddesinde bilgi vardır.

14   Tirmizi, Fiten: 57; İbni Mâce, Fiten: 33; Müsned, 1:4, 7; el-Elbânî, Silsiletü'l-Ehâdisi's-Sahîha, 4:122.

15 el-Hâkim, el-Müstedrek, 1:492.

16 el-Hâkim, el-Müstedrek, 4:529-530; ‹bni Hibban, Sahih, 8:286.

17    Hucurat Sûresi, 49:10.

18   Buharî, Salât: 88; Edeb: 36; Mezâlim: 5; Müslim, Birr: 65; Tirmizî, Birr: 18; Nesâî, Zekât: 67; Müsned, 4:405, 409.

Bu dersi indirmek için tıklayınız.

Yukarı Çık