DERSLER / Alfabetik Derlemeler ve Dersler

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

وَ بِهِ نَسْتَعِينُ

اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ وَ الصَّلاَةُ وَ السَّلاَمُ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَ عَلَى آلِهِ وَ صَحْبِهِ اَجْمَعِينَ

MEHDİYETİN HAKİKATİ HAKKINDA

Bu Mehdi ve Mehdiyet meselesi, 1997 tarihinde resmi yayınlanmış olan bir eserden okunacak.

Zamanımızda Mehdi meselesinden çokça bahsedilmekte ve bu mevzu merak ve dikkatleri celbetmektedir. Bu sahada yaygınlaşan farklı fikirlerin meydana çıkışı, hakikatin öğrenilmesi ve gösterilmesi ihtiyacını doğurmaktatır. Bu ihtiyaca dinî ve ilmî bir cevap olmak üzere Risale-i Nur eserlerinden yapılan bir kısım tesbitleri, efkâr-ı âmmeye arzetmekle ciddi okunması halinde yanlış anlayışlara düşülmeyeceğini ümit ederiz.

Gerçi bu Mehdi meselesi hakkında hayli rivayetler olup izahlar yapılmıştır. Bu Mehdi meselesi, âhirzaman alâmetlerinden olduğundan, hakkındaki rivayetlerin çoğu müteşabih olup te’vil ve izahını, asrın müceddidinin yapması gerekmektedir.

Bediüzzaman Hazretleri bu mesele ile alâkalı olarak Beşinci Şua’ı ve diğer bazı bahisleri yazmış ve müteşabih rivayetlerin istikametli mânâlarını nazara vermiştir. Beşinci Şua’ın başlarında şöyle bir izah yer almaktadır:

فَقَدْ جَاءَ اَشْرَاطُهَا âyetinin bir nüktesi, bu zamanda akide-i avam-ı mü'minîni vikaye ve şübehattan muhafaza için yazılmış. Âhirzamanda vukua gelecek hâdisata dair hadîslerin bir kısmı müteşabihat-ı Kur'aniye gibi derin manaları var. Muhkemat gibi tefsir edilmez ve herkes bilemez. Belki tefsir yerinde tevil ederler.

 وَمَا يَعْلَمُ تَاْوِيلَهُ اِلاَّ اللّٰهُ وَ الرَّاسِخُونَ فِى الْعِلْمِ sırrıyla, vukuundan sonra tevilleri anlaşılır ve murad ne olduğu bilinir ki, ilimde râsih olanlar  آمَنَّا بِهِ كُلٌّ مِنْ عِنْدِ رَبِّنَا  deyip o gizli hakikatları izhar ederler.Ş:578

Evet,Bir kısım hadîsler İslâmların ekseriyeti noktasında veya hükûmet-i İslâmiyenin veya merkez-i hilafetin nokta-i nazarında vürûd ettiği halde, umum ehl-i dünyaya şamil zannedilmiş ve bir cihette hususî bulunduğu halde, küllî ve âmm telakki edilmiş. Meselâ, rivayette vardır ki: “Bir zaman gelecek, Allah Allah diyen kalmayacak.” Yani, zikirhaneler kapanacak ve Türkçe ezan ve kamet okunacak demektir.Ş:580

Yani bu rivayetin memleketimize baktığı anlaşılıyor.

Rivayetlerde, vukuat-ı Süfyaniye ve hâdisat-ı istikbaliye Şam’ın etrafında ve Arabistan’da tasvir edilmiş. Allahu a’lem, bunun bir tevili şudur ki: Merkez-i hilafet eski zamanda Irak’ta ve Şam’da ve Medine’de bulunduğundan, râviler kendi içtihadlarıyla -daimî öyle kalacak gibi- mana verip “merkez-i hükûmet-i İslâmiye” yakınlarında tasvir etmişler, Haleb ve Şam demişler. Hadîsin mücmel haberlerini, kendi içtihadlarıyla tafsil etmişler.Ş:585

Müteşabih ehadisi nazara almayanBazı hocalar, “Minare kadar yüksek bir adamı”, hem “Alnında okunacak bir yazı bulunacak” hem “Birden eli bir su ile delinecek” gibi hakikatın perdesi olan teşbihleri hakikat zannetmek bahanesiyle, Nur’un bazı ihbarat-ı gaybiyesi, sathî nazarlarına muvafık gelmiyor.. ona daha yanaşmıyor.E:214

Halbuki bu müteşabih hadis bir cihette şöyle açıklanıyor:

“Âhirzamanda Hazret-i İsa Aleyhisselâm’ın nüzulüne ve Deccal’ı öldürmesine ait ehadîs-i sahihanın mana-yı hakikîleri anlaşılmadığından, bir kısım zahirî ülemalar, o rivayet ve hadîslerin zahirine bakıp şübheye düşmüşler. Veya sıhhatini inkâr edip veya hurafevari bir mana verip âdeta muhal bir sureti bekler bir tarzda, avam-ı müslimîne zarar verirler. Mülhidler ise, bu gibi zahirce akıldan çok uzak hadîsleri serrişte ederek, hakaik-i İslâmiyeye tezyifkârane bakıp taarruz ediyorlar. Risale-i Nur, bu gibi ehadîs-i müteşabihenin hakikî tevillerini Kur’an feyziyle göstermiş. Şimdilik nümune olarak bir tek misal beyan ederiz. Şöyle ki:

Hazret-i İsa Aleyhisselâm Deccal ile mücadelesi zamanında, Hazret-i İsa Aleyhisselâm onu öldüreceği vakitte, on arşın yukarıya atlayıp sonra kılıncı onun dizine yetiştirebilir derecesinde, vücudça o derece Deccal’ın heykeli Hazret-i İsa’dan büyüktür, diye mealinde rivayet var. Demek Deccal, Hazret-i İsa Aleyhisselâm’dan on, belki yirmi misli yüksek kametli olmak lâzım gelir. Bu rivayetin zahirî ifadesi sırr-ı teklife ve sırr-ı imtihana münafî olduğu gibi, nev’-i beşerde câri olan âdetullaha muvafık düşmüyor.

Halbuki bu rivayeti, bu hadîsi, hâşâ muhal ve hurafe zanneden zındıkları iskât ve o zahiri ayn-ı hakikat itikad eden ve o hadîsin bir kısım hakikatlarını gözleri gördükleri halde daha intizar eden zahirî hocaları dahi ikaz etmek için, o hadîsin bu zamanda da ayn-ı hakikat ve tam muvafık ve mahz-ı hak müteaddid manalarından bir manası çıkmıştır. Şöyle ki:

İsevîlik Dini ve o dinden gelen âdât-ı müstemirresini muhafaza hesabına çalışan bir hükûmet ile, resmî ilânıyla, zulmetli pis menfaati için dinsizliğe ve bolşevizme yardım edip terviç eden diğer bir hükûmet ki, yine hasis menfaati için İslâmlarda ve Asya’da dinsizliğin intişarına tarafdar olan fitnekâr ve cebbar hükûmetlerle muharebe eden evvelki hükûmetin şahs-ı manevîsi temessül etse ve dinsizlik cereyanının bütün tarafdarları da bir şahs-ı manevîsi tecessüm eylese, üç cihetle, bu müteaddid manaları bulunan hadîsin, bu zaman aynen bir manasını gösteriyor. Eğer o galib hükûmet netice-i harbi kazansa, bu işarî mana dahi bir mana-yı sarih derecesine çıkar. Eğer tam kazanmasa da, yine muvafık bir mana-yı işarîdir.

Birinci Cihet: Din-i İsevî’nin hakikîsini esas tutan İsevî Ruhanîlerin cemaati ve onlara karşı dinsizliği tervice başlayan cemaat tecessüm etseler, bir minare yüksekliğinde bir insanın yanında bir çocuk kadar da olamaz.

İkinci Cihet: Resmî ilânıyla, Allah’a istinad edip dinsizliği kaldıracağım, İslâmiyet’i ve İslâmları himaye edeceğim diyen bir hükûmet yüz milyon küsur iken, dörtyüz milyona yakın nüfusa hükmeden bir diğer devlete ve dörtyüz milyon nüfusa yakın ve onun müttefiki olan Çin’e ve Amerika’ya ve onlar ise zahîr ve müttefik oldukları olan bolşeviklere galibane, öldürücü darbe vuran o hükûmetteki muharib cemaatin şahs-ı manevîsi ile, mücadele ettiği dinsizlerin ve tarafdarlarının şahs-ı manevîleri tecessüm etse, yine minare boyunda bir insana nisbeten küçük bir insanın nisbeti gibi olur. Bir rivayette, “Deccal dünyayı zabteder” manası; ekseriyet-i mutlaka ona tarafdar olur demektir. Şimdi de öyle oldu.

Üçüncü Cihet: Eğer Küre-i Arz’ın dört kıt’aları içinde 1 en küçüğü olan Avrupa’nın ve bu kıt’anın da dörtte biri olmayan bir hükûmetin memleketi; ekser Asya, Afrika, Amerika, Avusturalya’ya karşı galibane harbederek Hazret-i İsa’nın vekaletini dava eden bir devletle beraber dine istinad edip çok müstebidane olan dinsizlik cereyanlarına karşı semavî paraşütlerle muharebe ve mücadele eden o hükûmet ile ötekilerin şahs-ı manevîleri insan suretine girse; ceridelerin eskiden beri yaptıkları gibi, devletlerin kuvvetlerini ve hükûmetlerin derecelerini göstermek nev’inden o manevî şahıslar dahi rûy-i zemin ceridesinde, bu asır sahifesinde birer insan suretinde tersim ve tasvirleri gibi temessül etseler; aynen ve tam tamına hadîs-i şerifin mu’cizane ihbar-ı gaybî nev’inden beyan ettiği hâdise-i âhirzamanın müteaddid manalarından tam bir manası çıkıyor. Hattâ şahs-ı İsa’nın (A.S.) semavattan nüzulü işaretiyle bir mana-yı işarîsi olarak, Hazret-i İsa’yı (A.S.) temsil ederek ve namına hareket eden bir taife dahi, şimdiye kadar işitilmemiş ve görülmemiş bir tarzda tayyarelerle, paraşütlerle semadan bir bela-yı semavî gibi nüzul ettiriyor, düşmanların arkasına indiriyor. Hazret-i İsa’nın nüzulünün maddeten bir misalini gösteriyor.” K:80

Mehdiyet meselesine siyaset nazarıyla ve geniş dairenin hâkimiyeti cihetiyle bakılması, hakiki Mehdiyetin bilinmesine perde olur. Bediüzzaman Hazretleri bu hususu şöyle beyan eder:

Eskişehir hapishanesinde, âhirzamanın hâdisatı hakkında gelen rivayetlerin tevilleri mutabık ve doğru çıktıkları halde, ehl-i ilim ve ehl-i iman onları bilmemelerinin ve görmemelerinin sırrını ve hikmetini beyan etmek niyetiyle başladım; bir-iki sahife yazdım, perde kapandı, geri kaldı.

Bu beş senede, beş-altı defa aynı mes’eleye müteveccih olup muvaffak olamıyordum. Yalnız o mes’elenin teferruatından bana ait bir hâdiseyi beyan etmek ihtar edildi. Şöyle ki:

Hürriyetin bidayetinde, Risale-i Nur’dan çok evvel, kuvvetli bir ümid ve itikad ile, ehl-i imanın me’yusiyetlerini izale için, “İstikbalde bir ışık var, bir nur görüyorum” diye müjdeler veriyordum. Hattâ Hürriyetten evvel de talebelerime beşaret ederdim. Tarihçe-i Hayatımda merhum Abdurrahman’ın yazdığı gibi, Sünuhat misillü risalelerde dahi “Ben bir ışık görüyorum” diye dehşetli hâdisata karşı o ümid ile dayanıp mukabele ederdim. Ben de herkes gibi o ışığı siyaset âleminde ve hayat-ı içtimaiye-i İslâmiyede ve çok geniş bir dairede tasavvur ederdim. Halbuki hâdisat-ı âlem beni o gaybî ihbarda ve beşarette bir derece tekzib edip ümidimi kırardı.

Birden bir ihtar-ı gaybî ile kat’î kanaat verecek bir surette kalbime geldi. Denildi ki: “Ciddî bir alâka ile senin eskiden beri tekrar ettiğin “Bir ışık var, bir nur göreceğiz” diye müjdelerin tevili ve tefsiri ve tabiri, sizin hakkınızda belki iman cihetiyle âlem-i İslâm hakkında dahi en ehemmiyetlisi, Risale-i Nur’dur. Bu ışıktır, seni şiddetle alâkadar etmişti. Ve bu nurdur ki, eskide de tahayyül ve tahminin ile geniş dairede belki siyaset âleminde gelecek mes’udane ve dindarane haletlerin ve vaziyetlerin mukaddemesi ve müjdecisi iken, bu muaccel ışığı o müeccel saadet tasavvur ederek, eski zamanda siyaset kapısıyla onu arıyordun.

Evet otuz sene evvel bir hiss-i kabl-el vuku ile hissettin. Fakat nasıl kırmızı bir perde ile siyah bir yere bakılsa, karayı kırmızı görür. Sen dahi doğru gördün, fakat yanlış tatbik ettin. Siyaset cazibesi seni aldattı…..

Din-i İsevî’nin hakikîsini esas tutan İsevî Ruhanîlerin cemaati ve onlara karşı dinsizliği tervice başlayan cemaat tecessüm etseler, bir minare yüksekliğinde bir insanın yanında bir çocuk kadar da olamaz.

Resmî ilânıyla, Allah’a istinad edip dinsizliği kaldıracağım, İslâmiyet’i ve İslâmları himaye edeceğim diyen bir hükûmet yüz milyon küsur iken, dörtyüz milyona yakın nüfusa hükmeden bir diğer devlete ve dörtyüz milyon nüfusa yakın ve onun müttefiki olan Çin’e ve Amerika’ya ve onlar ise zahîr ve müttefik oldukları olan bolşeviklere galibane, öldürücü darbe vuran o hükûmetteki muharib cemaatin şahs-ı manevîsi ile, mücadele ettiği dinsizlerin ve tarafdarlarının şahs-ı manevîleri tecessüm etse, yine minare boyunda bir insana nisbeten küçük bir insanın nisbeti gibi olur. Bir rivayette, “Deccal dünyayı zabteder” manası; ekseriyet-i mutlaka ona tarafdar olur demektir. Şimdi de öyle oldu.” K:26

Alnındaki yazının okunması rivayetini de Hz.Üstad şöyle te’vil ediyor:

“İstanbul hocaları benden sordular. Hem çok şeyleri o münasebetle sual ettiler. Ezcümle, bir hadîste: “Âhirzamanda dehşetli bir şahıs sabah kalkar, alnında “Hâzâ kâfirun” yazılmış bulunur” diye hadîs var deyip benden sordular. Dedim: “Bir acib şahıs, bu milletin başına geçer ve sabah kalkar başına şapka giyer ve giydirir.” Ş:359

Elinin delinmesi meselesi ise:

“Aynı şahıs bir su içecek, onun eli delinecek ve bu hâdise ile Süfyan olduğu bilinecek?” Ben de cevaben dedim: “Bir darb-ı mesel var: Çok israflı adama “eli deliktir” denilir. Yani elinde mal durmuyor, akıyor, zayi’ oluyor, deniliyor. İşte o dehşetli adam bir su olan rakıya mübtela olup, onun ile hasta olacak ve kendisi hadsiz israfata girecek, başkalarını da alıştıracak.” Ş:359

“Rivayette var ki: “Âhirzamanın eşhas-ı mühimmesinden olan Süfyan’ın eli delinecek.”

Allahu a’lem, bunun bir tevili şudur ki: Sefahet ve lehviyat için gayet israf ile elinde mal durmaz, israfata akar. Darb-ı meselde deniliyor ki, “Filan adamın eli deliktir.” Yani çok müsriftir.

İşte, Süfyan israfı teşvik etmekle, şiddetli bir hırs ve tama’ı uyandırarak insanların o zaîf damarlarını tutup kendine müsahhar eder diye bu hadîs ihtar ediyor. İsraf eden ona esir olur, onun dâmına düşer diye haber verir.” Ş:583

Kıyamet alâmetleri hakkındaki hadislerinin müteşabih (yani: maksadı açık ifade etmeyip mecazen ifade eden, derin ve çeşitli manaları bulunan) hadisler olmasının bir hikmetini Bediüzzaman Hazretleri şöyle açıklar:

İman ve teklif ihtiyar dairesinde bir imtihan, bir tecrübe, bir müsabaka olduğundan, perdeli ve derin ve tedkik ve tecrübeye muhtaç olan nazarî mes'eleleri elbette bedihî olmaz. Ve herkes ister istemez tasdik edecek derecede zarurî olmaz. Tâ ki Ebu Bekirler a'lâ-yı illiyyîne çıksınlar ve Ebu Cehiller esfel-i safilîne düşsünler. İhtiyar kalmazsa teklif olamaz. Ve bu sır ve hikmet içindir ki, mu'cizeler seyrek ve nâdir verilir. Hem dâr-ı teklifte gözle görünecek olan alâmet-i kıyamet ve eşrat-ı saat, bir kısım müteşabihat-ı Kur'aniye gibi kapalı ve tevilli oluyor. Yalnız, Güneş'in mağribden çıkması bedahet derecesinde herkesi tasdike mecbur ettiğinden, tövbe kapısı kapanır; daha tövbe ve iman makbul olmaz. Çünki Ebu Bekirler, Ebu Cehiller ile tasdikte beraber olurlar. Hattâ Hazret-i İsa Aleyhisselâm'ın nüzulü dahi ve kendisi İsa Aleyhisselâm olduğu, nur-u imanın dikkatiyle bilinir; herkes bilemez.

Hattâ Deccal ve Süfyan 2 gibi eşhas-ı müdhişe, kendileri dahi kendilerini bilmiyorlar.”Ş:579

Yine aynı mevzuda Bediüzzaman Hazretleri diyor ki:

Âhirzamanda Hazret-i İsa Aleyhisselâm'ın nüzulüne ve Deccal'ı öldürmesine ait ehadîs-i sahihanın mana-yı hakikîleri anlaşılmadığından, bir kısım zahirî ülemalar, o rivayet ve hadîslerin zahirine bakıp şübheye düşmüşler. Veya sıhhatini inkâr edip veya hurafevari bir mana verip âdeta muhal bir sureti bekler bir tarzda, avam-ı müslimîne zarar verirler. Mülhidler ise, bu gibi zahirce akıldan çok uzak hadîsleri serrişte ederek, hakaik-i İslâmiyeye tezyifkârane bakıp taarruz ediyorlar. Risale-i Nur, bu gibi ehadîs-i müteşabihenin hakikî tevillerini Kur'an feyziyle göstermiş.K:80

Bediüzzaman Hazretleri Mehdi ve Süfyan denilen İslâm deccalı hakkında gelen rivayetlerin hepsini nazara alarak ana hatlarıyla şöyle açıklar:

“Süfyan ve Mehdi hakkındaki hadîslerin ifade ettikleri mana budur ki: Âhirzamanda dinsizliğin iki cereyanı kuvvet bulacak:

Birisi: Nifak perdesi altında, risalet-i Ahmediyeyi (A.S.M.) inkâr edecek Süfyan namında müdhiş bir şahıs, ehl-i nifakın başına geçecek, şeriat-ı İslâmiyenin tahribine çalışacaktır. Ona karşı Âl-i Beyt-i Nebevînin silsile-i nuranîsine bağlanan, ehl-i velayet ve ehl-i kemalin başına geçecek Âl-i Beytten Muhammed Mehdi isminde bir zât-ı nuranî, o Süfyan'ın şahs-ı manevîsi olan cereyan-ı münafıkaneyi öldürüp dağıtacaktır.

İkinci cereyan ise: Tabiiyyun, maddiyyun felsefesinden tevellüd eden bir cereyan-ı Nemrudane, gittikçe âhirzamanda felsefe-i maddiye vasıtasıyla intişar ederek kuvvet bulup, uluhiyeti inkâr edecek bir dereceye gelir... ...İşte böyle bir sırada, o cereyan pek kuvvetli göründüğü bir zamanda, Hazret-i İsa Aleyhisselâm'ın şahsiyet-i maneviyesinden ibaret olan hakikî İsevîlik dini zuhur edecek, yani rahmet-i İlahiyenin semasından nüzul edecek; hâl-i hazır Hristiyanlık dini o hakikata karşı tasaffi edecek, hurafattan ve tahrifattan sıyrılacak, hakaik-i İslâmiye ile birleşecek; manen Hristiyanlık bir nevi İslâmiyete inkılab edecektir. Ve Kur'ana iktida ederek, o İsevîlik şahs-ı manevîsi tâbi' ve İslâmiyet metbu' makamında kalacak; din-i hak bu iltihak neticesinde azîm bir kuvvet bulacaktır.

Dinsizlik cereyanına karşı ayrı ayrı iken mağlub olan İsevîlik ve İslâmiyet ittihad neticesinde, dinsizlik cereyanına galebe edip dağıtacak istidadında iken; âlem-i semavatta cism-i beşerîsiyle bulunan şahs-ı İsa Aleyhisselâm, o din-i hak cereyanının başına geçeceğini, bir Muhbir-i Sadık, bir Kadir-i Külli Şey'in va'dine istinad ederek haber vermiştir. Madem haber vermiş, haktır; madem Kadir-i Külli Şey' va'detmiş, elbette yapacaktır.” M:56

Mehdi ve cemaatinin yani Mehdiyetin üç vazifesi hakkında şu izah var:

Mehdi-i Âl-i Resul'ün temsil ettiği kudsî cemaatinin şahs-ı manevîsinin üç vazifesi var. Eğer çabuk kıyamet kopmazsa ve beşer bütün bütün yoldan çıkmazsa, o vazifeleri onun cem'iyeti ve seyyidler cemaati yapacağını rahmet-i İlahiyeden bekliyoruz. Ve onun üç büyük vazifesi olacak:

Birincisi: Fen ve felsefenin tasallutuyla ve maddiyyun ve tabiiyyun taunu, beşer içine intişar etmesiyle, her şeyden evvel felsefeyi ve maddiyyun fikrini tam susturacak bir tarzda imanı kurtarmaktır. Ehl-i imanı dalaletten muhafaza etmek ve bu vazife hem dünya, hem herşeyi bırakmakla, çok zaman tedkikat ile meşguliyeti iktiza ettiğinden, Hazret-i Mehdi'nin o vazifesini bizzât kendisi görmeğe vakit ve hal müsaade edemez. Çünki hilafet-i Muhammediye (A.S.M.) cihetindeki saltanatı, onun ile iştigale vakit bırakmıyor. Herhalde o vazifeyi ondan evvel bir taife bir cihette görecek. O zât, o taifenin uzun tedkikatı ile yazdıkları eseri kendine hazır bir proğram yapacak, onun ile o birinci vazifeyi tam yapmış olacak.

Bu vazifenin istinad ettiği kuvvet ve manevî ordusu, yalnız ihlas ve sadakat ve tesanüd sıfatlarına tam sahib olan bir kısım şakirdlerdir. Ne kadar da az da olsalar, manen bir ordu kadar kuvvetli ve kıymetli sayılırlar.

İkinci Vazifesi: Hilafet-i Muhammediye (A.S.M.) ünvanı ile şeair-i İslâmiyeyi ihya etmektir. Âlem-i İslâmın vahdetini nokta-i istinad edip beşeriyeti maddî ve manevî tehlikelerden ve gazab-ı İlahîden kurtarmaktır. Bu vazifenin, nokta-i istinadı ve hâdimleri, milyonlarla efradı bulunan ordular lâzımdır.

Üçüncü Vazifesi: İnkılabat-ı zamaniye ile çok ahkâm-ı Kur'aniyenin zedelenmesiyle ve şeriat-ı Muhammediyenin (A.S.M.) kanunları bir derece ta'tile uğramasıyla o zât, bütün ehl-i imanın manevî yardımlarıyla ve ittihad-ı İslâmın muavenetiyle ve bütün ülema ve evliyanın ve bilhassa Âl-i Beyt'in neslinden her asırda kuvvetli ve kesretli bulunan milyonlar fedakâr seyyidlerin iltihaklarıyla o vazife-i uzmayı yapmağa çalışır.” E:265

“Birinci vazife, maddi kuvvetle değil, belki kuvvetli îtikad ve ihlâs ve sadakatle olduğu halde, bu ikinci vazife, gayet büyük maddî bir kuvvet ve hâkimiyet lâzım ki, o ikinci vazife tatbik edilebilsin.

O zâtın üçüncü vazifesi, Hilâfet-i İslâmiyeyi İttihad-ı İslâma bina ederek, İsevî ruhanîleriyle ittifak edip Dîn-i İslâma hizmet etmektir. Bu vazife, pek büyük bir saltanat ve kuvvet ve milyonlar fedakârlarla tatbik edilebilir.” St:9

İşte bu izahlarda görüldüğü üzere Mehdi, Mehdiyet cereyanının mümessili olup bu cereyan dahi iman, hayat ve şeriat olarak tabir edilen üç vazife ve âlem-i İslâm genişliğinde vazifedarları ile teşekkül eder. Seyyidler cemaatı Mehdiyet cereyanının en has ordusudur. En sonda hakiki İsevî ruhanileriyle ittifak edip İsa Aleyhisselamın riyaseti altında dinsizlik cereyanını dağıtacak ve sulh-u umumi dairesinde saadet-i beşeriye devri inşaallah başlayacaktır.

Bediüzzaman Hazretleri; geniş dairedeki vazifedarlık makamı nazarıyla, dar dairenin fütuhatına bakmanın doğurduğu mahzuru şöyle beyan eder:

“Nurların fütûhatını kalben temaşa ederken, bazı hâs kardaşlarımın Nur’un tercümanına verdikleri makam noktasında3 baktım. O makama nisbeten fütûhat az olmasından, o makamın şerefi için bir hırs ile vazife-i ilâhiyeye karışmak gibi şekva geldi. Binler derece şükür ve sıf rıza-yı ilâhî noktasında bazı bîçarelerin Nur’larla imânlarını kurtarmak cihetiyle binler hamd, senâ ve şükür lâzımken, bir teşekki ve sıkıntı geldi… Sonra mahviyet ve terk-i enaniyet ve ihlâs-ı tâm ile aynı vaziyete baktım, gördüm ki: o fütûhatta binler hamd ve senâ ve teşekkür ve mânevî sürür ve sevinç ruhuma geldi. Ben o halde iken anladım ki, makamât-ı mâneviye dahi mesleğimizde mevzu-u bahis olmamalı. Eğer bazı has kardeşlerimin, hakkımdan yüz derece ziyade bana verdikleri hisse ve makam hakikat olsa ve hakkım da olsa, mezkûr hakikat için bırakmağa, meslek-i nuriyedeki ihlâs-ı tâmme bırakmaya mecbur eder.” (Osmanlıca Teksir Baskı Tılsımlar Mecmuası’nın Zeyli, Maidet-ül Kur’an Başındaki Mektubdan)

Yani 1. iman hizmeti olan haslar dairesi fiilî siyasete ve geniş dairelere el atmamalı.

Dünya üzerindeki boğuşmaların sonu nereye varacak ?

Üstad Bediüzzaman Hazretleri, beşer dünyasındaki boğuşmaların en sonunda doğacak iki neticeye, 1945-1946 senelerine yazdığı uzun bir ikaznamenin sonunda şunu kaydeder:

Yalnız ehemmiyetli bir endişe ve bir teselli kalbime geliyor ki;

Bu geniş boğuşmaların neticesinde eski harb-i umumîden çıkan zarardan daha büyük bir zarar, medeniyetin istinadı, menbaı olan Avrupa'da deccalane bir vahşet doğurmasıdır. Bu endişeyi teselliye medar; Âlem-i İslâm'ın tam intibahıyla 4 ve Yeni Dünya'nın, Hristiyanlığın hakikî dinini düstur-u hareket ittihaz etmesiyle ve Âlem-i İslâmla ittifak etmesi ve İncil, Kur'ana ittihad edip tâbi' olması, o dehşetli gelecek iki cereyana karşı semavî bir muavenetle dayanıp inşâallah galebe eder.E:58

Burada geçen semavî muavenetini, Allah’ın yardımı ve Risale-i Nur’un hakaik-ı Kur’aniyesinden istifade ederek ve Hz. İsa’nın (A.S.) şahsiyet-i maneviyesini temsil eden cemaatın yardımları şeklinde anlamak hatıra geliyor.

Bediüzzaman Hazretlerinin orduya bakışı:

Bediüzzaman Hazretleri bazıları müstesna olmakla beraber ordunun şahs-ı manevisi en sonda dine himayetkâr davranacağını bildirir ve der ki:

“Rahmet-i İlahiyeden ümid kesilmez. Çünki Cenab-ı Hak bin seneden beri Kur’anın hizmetinde istihdam ettiği ve ona bayraktar tayin ettiği bu vatandaşların muhteşem ordusunu ve muazzam cemaatini, muvakkat ârızalarla inşâallah perişan etmez. Yine o nuru ışıklandırır ve vazifesini idame ettirir...” M:327

Bu parçanın devamında ve elyazma eserinde Bediüzzaman Hazretleri ordu hakkında şu ilaveyi yapmıştır:

“Kılıncını ayağına vurdurmaz, düşmanına vurdurur. Kur’ana hizmetkar eder. Ağlayan alem-i islamı güldürür.” Yani orduyu Müslüman milleti aleyhinde kullanmaz. Ve Allah, orduyu İslam lehinde çalıştırır demek ister.

Yine ordu ile alakalı bazı beyanlarından kısa nümuneler verelim:

“Eski harb-i umumîden biraz evvel, ben Van’da iken bazı dindar ve müttaki zâtlar yanıma geldiler. Dediler ki: “Bazı kumandanlarda dinsizlik oluyor, gel bize iştirak et. Biz bu reislere isyan edeceğiz.”

Ben de dedim: “O fenalıklar ve o dinsizlikler, o gibi kumandanlara mahsustur. Ordu onun ile mes’ul olmaz. Bu Osmanlı ordusunda belki yüzbin evliya var. Ben bu orduya karşı kılınç çekmem ve size iştirak etmem.” O zâtlar benden ayrıldılar, kılınç çektiler, neticesiz Bitlis hâdisesi vücuda geldi. Az zaman sonra, harb-i umumî patladı. O ordu, din namına iştirak etti, cihada girdi. O ordudan yüzbin şehidler evliya mertebesine çıkıp beni o davamda tasdik edip kanlarıyla velayet fermanlarını imzaladılar.” Ş:360

Eskişehir'de, tayyareciler ve subaylar ve askerlere de aynen şu dersi vermişti: "Bu tayyareler, bir gün İslâmiyete büyük hizmet edecekler.” T:466

Kütüb-ü Sittede Mehdi meselesi:

Mehdi hakkında gelen rivayetler, temel hadis kitablarında yer alır. Mesela:

Ebu Davud. Mehdi, 1 ve Sünnet, 5, İbn-i Mace. Fiten, 34 ve Mukaddeme, 6,Tirmizi. Fiten, 52-53 ve İlim, 16, Ahmet İbn-i Hanbel, 1-84 ve 2-411 ve 3-21-27, 5. 277. Ve daha pek çok büyük hadis imamlarının Mehdi’ye ait hadisleri toplayan eserleri vardır. Böyle sağlam hadisler muvacehesinde tesbitli olan Mehdi mevzuunu kabul etmemek, mezkûr sahih hadislere dokunur ve manevî mesuliyeti mucip olur.

Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri diyor ki:

Müteşabih hadisleri aklına sığıştıramadığı için, eğer inkâr etse, dehşetli bir kapı açar; yani küçücük aklına sığışmayan kat’î hadisleri dahi inkâra yol açar.” M:351

Mehdi hakkındaki hadislerden birkaç örnek:

Hz. Ali (R.A.) anlatıyor: “Resulullah Aleyhissalatü Vesselam buyurdular ki, “Mehdi bizden, ehl-i beytimizdendir. Allah onu bir gecede ıslah eder (tevbesini kabul eder, hizmetini yapacak hale getirir. Doğruyu ilham eder ve muvaffak kılar).

Hz. Enes Radıyallahu Anhu anlatıyor: “resulullah (A.S.M.) buyurdular ki “Biz Abdulmuttalib’in oğullarıyız. Cennet ehlinin efendileriyiz: Ben, Hamza, Ali, Cafer, Hasan, Hüseyin ve Mehdi”

Abdullah İbnu’l Haris İbn-i Cez’iz-Zübeydi (R.A.) anlatıyor: “Resulullah (A.S.M.) bir gün: Doğudan bir takım insanlar çıkacak ve Mehdi için zemin hazırlayacak buyurdular. O Mehdinin hakimiyetini kasdediyorlar.” Kütüb-ü Sitte C.17 Sh:558

Ümm-ü Seleme (R.Anha) anlatıyor: “Resulullah (A.S.M.) buyurdular ki: “Mehdi benim zürriyetimden, kızım Fatımanın evlatlarındandır.” Ebu Davud Mehdi 1, (4284).

Ümmetim içinde Mehdi olacaktır. (Aranızda kalması) kısa tutulursa (kalacağı süre) 7 (yıl) dır. Kısa tutulmazsa (kalacağı süre) 9. Yıldır. Benim ümmetim o devirde öyle bir refah bulacak ki, o güne dek onun misli kesinlikle bulmamıştır. Yer yemişini (gıda ürünlerini) verecek ve insanlardan hiçbir şey saklamayacak. (Vermemezlik etmeyecektir)

Mal da o gün çok birikmiş olacaktır. Adam kalkıp: Ya Mehdi! Bana (mal) ver, diyecek. Mehdi de Al, diyecektir.” İbn-i Mace Hadis no:4083

Yani Mehdiyet devresi hâkimiyetinde, devlet dairelerinde istismarcılık kalkacak ve devlet zengin olacaktır.

 

1Avusturalya nazara alınmamış.

2 Süfyan denilen İslâm deccalının varlığı hakkında birçok hadis vardır. Bunlardan birisi için bk:el-Hâkim, el-Müstedrek: 4:520

3 Yani geniş dairenin vazifedarlık makamı şöyle ifade ediliyor:

“Âhirdeki iki vazife, gerçi hakikat noktasında birinci vazife derecesinde değiller, fakat hilafet-i Muhammediye (A.S.M.) ve ittihad-ı İslâm ordularıyla zemin yüzünde saltanat-ı İslâmiyeyi sürmek cihetinde herkeste, hususan avamda, hususan ehl-i siyasette, hususan bu asrın efkârında o birinci vazifeden bin derece geniş görünüyor.” E:267

“İşte o has Nurcular ve bir kısmı evliya olan o kardeşlerimizin tâbire ve te'vile muhtaç fikirlerini ortaya atmak, ehl-i dünyayı ve ehl-i siyaseti telâşa verir ve vermiş.. hücumlarına vesile olur. Çünki, birinci vazifenin hakikatını ve kıymetini göremiyorlar, öteki cihetlere hamlederler.” St:10

“Ehl-i dünya ve ehl-i siyaset ve avamın nazarında birinci derece ve hakikat nazarında, imana nisbeten ancak onuncu derecede bulunan siyaset-i İslâmiye ve hayat-ı içtimaiye-i ümmete dair hizmeti, kâinatta en büyük mes’ele ve vazife ve hizmet olan hakaik-i imaniyenin çalışmasına racih gördüklerinden; o tercümana karşı arkadaşlarının pek ziyade hüsn-ü zanları ehl-i siyasete, inkılabcı bir siyaset-i İslâmiye fikrini vermek cihetinde, Risale-i Nur’a karşı hayat-ı içtimaiye noktasında cephe almak ve fütuhatına mâni’ olmak pek kuvvetli ihtimali vardı. Bunda hem hata, hem zarar büyüktür. Kader-i İlahî, bu yanlışı tashih etmek ve o ihtimali izale etmek ve öyle ümid besleyenlerin ümidlerini ta’dil etmek için, en ziyade öyle cihetlerde yardım ve iltihaka koşacak olan ülemadan ve sâdâttan ve meşayihten ve ahbabdan ve hemşehriden birisini muarız çıkardı; o ifratı ta’dil edip adalet etti. “Size kâinatın en büyük mes’elesi olan iman hizmeti yeter” diye bizi merhametkârane o hâdiseye mahkûm eyledi.” K:193

4 Yani beynelmilel ve gizli şer cereyanının şeraretini ve vahşetinin millet-i İslamiyenin anlayıp onlardan nefret etmesiyle.

Bu dersi indirmek için tıklayınız.

Yukarı Çık