DERSLER / Alfabetik Derlemeler ve Dersler

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

وَ بِهِ نَسْتَعِينُ

اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ وَ الصَّلاَةُ وَ السَّلاَمُ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَ عَلَى آلِهِ وَ صَحْبِهِ اَجْمَعِينَ

RİSALE-İ NUR CEVAB VERİYOR

GİRİŞ

HAKKIN MÜDAFAASI NEDEN GEREKLİ?

Kur’anda: “Hakkı batıl ile birbirine karıştırmayın. Bile bile hakkı gizlemeyin.” mealindeki (Bakara Sûresi 2:42) ayeti ile bu ayeti te’yid eden Allah’ın gönderdiği kitabı ve içindeki hakikatleri gizlemeyip halka açıklamasını emreden (Al-i İmran 3:187) ayeti mevzumuzu tenvir etmesi cihetiyle çok manidardır.

Evet hak yolunda zalimlere baş eğmeyen İslam mücahidleri, hakkın zafer bayrağını diken örnek şahsiyetlerdir.

Hakkın müdafaası, hariçteki mütecaviz din düşmanlarına karşı yapıldığı gibi, bazan da dahilde ehl-i nifaka karşı yapılır. Dahildeki bu müdafaa, müsbet hareket etmek yani hakkı tebliğ, göstermek ve neşirdir.

Hariçteki saldırı, İslâm cemaatinin birleşmesine sebep iken, dahildeki sinsi saldırı ve fitne ise, müslümanları parçalar ve böler. Bu sebeble çok dikkatli ve uyanık olmak yani ihtilafa sebeb olan husumetlere girmemek gerektiği gibi, hakkı da müdafaasız bırakmamak gerekmektedir.

Mesela: Risale-i Nur Külliyatından Kastamonu Lâhikasında bahsi geçen meşhur bir Hoca’nın itirazına, umumun hukukuna dokunması dolayisiyle verilen cevaplar ve müdafaalar, nazara alınması gereken örneklerdendir. (Bkz. Sikke-i Tasdik-i Gaybi sh: 61, Kastamonu Lâhikası sh: 159-182-191, Barla Lâhikası sh: 196 “Eğirdir Müftüsüne Son ihtar” başlıklı mektub, Mektubat sh: 71 “Dördüncü Mesele”, Emirdağ Lâhikası-ll sh: 150-193-217-230 ve daha bir çok emsali yerlerdeki ikaz ve tekzib yazılarına bakabilirler.) Bunlar da gösteriyor ki, Hizmet-i Kuraniyeyi alakadar eden meselelerde yanlış düşüncelere ve anlayışlara sebeb olan ve olabilen beyanlara cevaplar verilmiştir.

Hadiselerin ortaya çıkmasıyla meydana konulan ve hak namına olan ve kabulünde müşterek olduğumuz Risale-i Nur Külliyatına dayanan fikirler yayıldıkça meraklar uyanır. Hadiseler araştırmalı ve dikkatli okunur ve istikbale sağlam kaynaklar bırakılır.

Hakkın müdafaasında şahıslar ve şahsî hatalar, ciddi bir gerekçe ve umuma ait bir fayda olmadıkça tenkid edilmemelidir. Amma hatalar halkın manevî zararına sebep oluyor ve cemaate mal ediliyor veya mal edilme görüntüsü veriyorsa bunlar -velev ki art niyet olmasa dahi- umumun hakkına aittir. Çünkü cemaat içindeki şahsın hatası şahısta kalmaz, cemaate mal edilir. Mesela iman hizmetinin birinci esası olan “İhlas” kaidesi ihlal edildiği zaman zararlarının nerelere kadar gittiğini Bediüzzaman Hazretleri şöyle açıklar:

“İhlâsı kırmakla, hem bu hizmetteki umum kardeşlerimizin hukukuna tecavüz, hem hizmet-i Kur’âniyenin hürmetine taarruz, hem hakaik-i imaniyenin kudsiyetine hürmetsizlik etmiş oluruz.» (L:160)

Bu hakikati güzel bir misal ile açıklayan Üstad Hazretleri der ki:

“Bu zamanda bir adamın bir günahı, bir kalmıyor. Bazan büyür, sirayet eder, yüz olur. Birtek hasene bazan bir kalmıyor. Belki bazan binler dereceye terakki ediyor. Bunun sırr-ı hikmeti şudur:

Hürriyet-i şer’iye ile meşveret-i meşrua, hakikî milliyetimizin hâkimiyetini gösterdi. Hakikî milliyetimizin esası, ruhu ise İslâmiyettir. Ve Hilâfet-i Osmaniye ve Türk Ordusunun o milliyete bayraktarlığı itibarıyla, o İslâmiyet milliyetinin sadefi ve kalesi hükmünde Arap ve Türk hakikî iki kardeş, o kale-i kudsiyenin nöbettarlarıdırlar.

İşte, bu kudsî milliyetin rabıtasıyla, umum ehl-i İslâm birtek aşiret hükmüne geçiyor. Aşiretin efradı gibi, İslâm taifeleri de birbirine uhuvvet-i İslâmiye ile mürtebit ve alâkadar olur. Birbirine mânen—lüzum olsa maddeten—yardım eder. Güya bütün İslâm taifeleri bir silsile-i nuraniye ile birbirine bağlıdır.

Nasıl ki bir aşiretin bir ferdi bir cinayet işlese, o aşiretin bütün efradı, o aşiretin düşmanı olan başka aşiretin nazarında müttehem olur. Güya herbir fert o cinayeti işlemişgibi, o düşman aşiret onlara düşman olur. O tek cinayet, binler cinayet hükmüne geçer. Eğer o aşiretin bir ferdi, o aşiretin mahiyetine temas eden medar-ı iftihar bir iyilik yapsa, o aşiretin bütün efradı onunla iftihar eder. Güya herbir adam, aşirette o iyiliği yapmışgibi iftihar eder.

İşte bu mezkûr hakikat içindir ki, bu zamanda, hususan kırk-elli sene sonra, seyyie, fenalık işleyenin üstünde kalmaz. Belki milyonlar nüfus-u İslâmiyenin hukuklarına tecavüz olur. Kırk-elli sene sonra çok misalleri görülecek.» (HŞ:55)

FARKLI ANLAYIŞLAR VE TENKİDLER HOŞ KARŞILANMALI

Bazıları bu manadaki bazı neşriyatı, şahsın tenkidi şeklinde anlarlar. Halbuki hakiki medeniyette ve ilim dünyasında farklı fikirlerin yayılması, hoş karşılanır ve şahsın tenkidi yani garazkârlık şeklinde düşünülmez. Yeter ki bu neşriyat, tahkirkar ve düşmancasına olmasın.

Bediüzzaman Hazretlerinin bu meselede ortaya koyduğu tarz şöyledir:

«Bizler, kusurumuzu görene ve bize bildirene -fakat hakikat olmak şartıyla- minnetdar oluyoruz, Allah razı olsun deriz. Boynumuzda bir akrep bulunsa, ısırmadan atılsa, nasıl memnun oluruz; kusurumuzu, -fakat garaz ve inad olmamak şartıyla ve bid'alara ve dalalete yardım etmemek kaydı ile- kabul edip minnetdar oluyoruz.» (E:49)

DİN DÜŞMANLARINI AFFETMEK(!)

Şahsi haklara bakan meselelerde ve özellikle mü’minler arasında, hoşgörülü ve affedici olmak fazilettir. Umumi hukukta ise, caiz değildir. Yani umumun haklarına saldıranları  affetmek ve onlara hoşgörüyle bakmak doğru değildir. Bediüzzaman Hazretleri diyor ki:

«Bu asrın acib bir hassasıdır. 1Bu asırdaki ehl-i İslâm'ın fevkalâde safderunluğu ve dehşetli canileri de âlîcenabane afvetmesi; ve bir tek haseneyi, binler seyyiatı işleyen ve binler manevî ve maddî hukuk-u ibadı mahveden adamdan görse, ona bir nevi tarafdar çıkmasıdır. Bu suretle ekall-i kalil olan ehl-i dalalet ve tuğyan; safdil tarafdar ile ekseriyet teşkil ederek, ekseriyetin hatasına terettüb eden musibet-i âmmenin devamına ve idamesine belki teşdidine kader-i İlahiyeye fetva verirler; biz buna müstehakız derler. Evet elması bildiği (âhiret ve iman gibi) halde, yalnız zaruret-i kat'iye suretinde şişeyi (dünya ve mal gibi) ona tercih etmek ruhsat-ı şer'iye var. Yoksa küçük bir ihtiyaçla veya heves ile veya tama' ve hafif bir korku ile tercih edilse; eblehane bir cehalet ve hasarettir, tokada müstehak eder. Hem âlîcenabane afvetmek ise, yalnız kendine karşı cinayetini afvedebilir. Kendi hakkından vazgeçse hakkı var; yoksa başkalarının hukukunu çiğneyen canilere afuvkârane bakmağa hakkı yoktur, zulme şerik olur.» (K:25)

Evet, «Binler müslümanların hayat-ı ebediyelerini mahveden ve yüzer ehl-i imanın sû'-i akibetine ve müdhişgünahlara sevkeden adamlara şefkatkârane tarafdar olmak ve merhametkârane cezadan kurtulmalarına dua etmek, elbette o mazlum ehl-i imana dehşetli bir merhametsizlik ve şeni' bir gadirdir.» (K:75)

Bugünün karışık şartları içinde kitaba, yani dinin esaslarının açıkça belirtildiği kaynaklara müracaat etmeden, kendisinin içinde bulunduğu şartların getirdiği maslahatlara, yani faydalara ve meyline göre konuşmak, dinî ve ilmî bir değer taşımaz ve nazar-ı itibara alınmaz.

GERÇEĞİ ORTAYA ÇIKARMA METODU

Burada açıklanması gereken bir durum şudur ki, kitaptaki bağlayıcı hükümler nazara verilirken, kin, garaz ve hissiyatlar karışmamalıdır ve hakkın ortaya çıkması esas olmalıdır.

Bediüzzaman Hazretleri diyor:

«Hak namına, hakikat hesabına olan tesadüm-ü efkâr ise; maksadda ve esasta ittifak ile beraber, vesailde ihtilaf eder. Hakikatın her köşesini izhar edip, hakka ve hakikata hizmet eder. Fakat tarafgirane ve garazkârane firavunlaşmışnefs-i emmare hesabına hodfüruşluk, şöhretperverane bir tarzdaki tesadüm-ü efkârdan barika-i hakikat değil, belki fitne ateşleri çıkıyor. Çünki maksadda ittifak lâzım gelirken, öylelerin efkârının Küre-i Arz'da dahi nokta-i telakîsi bulunmaz. Hak namına olmadığı için, nihayetsiz müfritane gider. Kabil-i iltiyam olmayan inşikaklara sebebiyet verir. Hâl-i âlem buna şahiddir.» (M:268)

SAHABELER DEVRİNDE HAKKIN NEŞRİ

Hakkı göstermek ve tebliğ vazifesinde en başta Peygamberler ve bilhassa Reygamberimiz (a.s.m.) ve O’nun Sahabeleri örnek alınması gereken şahsiyetlerdir. Bu zatların vasıflarını Bediüzzaman             Hazretleri nazara verirken diyor ki:

«İnsanın fıtratında yalana yalandır demeye cibillî bir meyil vardır. Hususan her kavimden ziyade yalana karşı sükût etmez sahabeler olsa.. hususan hâdiseler, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'a taalluk etse...» (M:120)

Yani Sahabeler dine ait ve dini ilgilendirilen meselelerde susmazlar. Rivayetlerdeki haberlerin doğruluğuna bir delil de, sahabelerin yalana karşı hassasiyetleridir.

Evet, «Sahabeler ise sıdk ve doğruluk için, can ve mal ve peder ve validelerini ve kavim ve kabilelerini feda edip, sıdk ve hak için fedai oldukları halde; hem "Benden bilerek yalan birşey haber veren, Cehennem ateşinden yerini hazırlasın!" mealindeki hadîs-i şerifin tehdidine karşı, yalana mukabil sükût etmeleri mümkün değildir.» (M:121)

Çünkü «O asr-ı sıdk ve hakikatta ve o hakperest ve ciddî ve doğru adam olan sahabeler, zerre miktar yalanı görse, red ve tekzib ederler.» (M:112)

HAZRET-İ İMAM-I ALİ’NİN (r.a.) MÜCADELELERİ

İmam-i Ali’nin (r.a.) dini bozmaya sebeb olacak beyanlar, te’viller şöyle dursun, siyasette ruhsat yolunu tercih edenlere karşı bile susmayıp, azimet yolunu tercih ettiğini beyan eden Bediüzzaman Hazretleri diyor ki:

«Hazret-i İmam-ı Ali'nin Vak'a-i Sıffîn'de, Hazret-i Muaviye'nin taraftarlarıyla muharebesi ise, hilafet ve saltanatın muharebesidir. Yani: Hazret-i İmam-ı Ali, ahkâm-ı dini ve hakaik-i İslâmiyeyi ve âhireti esas tutup, saltanatın bir kısım kanunlarını ve siyasetin merhametsiz mukteziyatlarını onlara feda ediyordu. Hazret-i Muaviye ve taraftarları ise; hayat-ı içtimaiye-i İslâmiyeyi, saltanat siyasetleriyle takviye etmek için azimeti bırakıp ruhsatı iltizam ettiler, siyaset âleminde kendilerini mecbur zannedip ruhsatı tercih ettiler, hataya düştüler(M:54)

Hazret-i İmam-ı Ali'nin (r.a.) hakaik-i Kur’aniyeyi yanlış te’vil edenlere karşı, hakkı muhafazaya vazifedar olduğunu bildiren ve ümmetin de dikkatini çeken şu rivayettir ki:

«Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın haber verdiği gibi, “Ben Kur’ân’ın tenzili için harb ettim. Sen de tevili için harb edeceksin.”»(2 ) (M:99)

Bu rivayetle Hz. Ali’nin (r.a.) dinin korunmasında vazifelendirilmesi şerefinden dolayı, Hz. Ali (r.a.) sahabeler tarafından tebrik edilmiştir. Şöyle ki: «Ebu Said-i Hudrî der: Biz Ali’ye geldik, onu tebrik ettik.» (Risale-i Nur’un Kudsî Kaynakları Hadis No: 239)

Burada dikkate alınacak bir ehemmiyetli husus ise resmiyet ve gayr-ı resmiyettir. Yani selahiyet ve mesuliyeti içine alan resmî bir vazifeli, kanunu aynen tatbik etmeye mecburdur. Hazret-i Ali’nin (r.a.) meşru iktidarına başkaldıran Haricî’lere yaptığı gibi... Resmen görevli olmayanlar ise, husumetsiz yalnız hakkın gösterilmesi ile iktifa ederler.

İSLAMİYETİ MUHAFAZAYA ÇALIŞMAK

İslâm dairesinde çıkan çeşitli fitneler karşısında İslâmiyet’i müsbet tarzda muhafazaya çalışmak vazifesinin lüzumuna ve müsbet neticelerine dikkat çeken ve her zaman örnek alınması gereken Bediüzzaman Hazretleri, geçmişte yaşanan hadiseleri ve alınması gereken dersleri şöyle açıklar:

«Sahabe ve Tâbiînin başına gelen fitne dahi, çekirdekler hükmündeki muhtelif ayrı ayrı istidadları tahrik edip kamçıladı;

"İslâmiyet tehlikededir, yangın var!" diye her taifeyi korkuttu,

• İslâmiyetin hıfzına koşturdu.

Herbiri, kendi istidadına göre câmia-i İslâmiyetin kesretli ve muhtelif vazifelerinden bir vazifeyi omuzuna aldı, kemal-i ciddiyetle çalıştı.

• Bir kısmı hadîslerin muhafazasına,

• bir kısmı şeriatın muhafazasına,

• bir kısmı hakaik-i imaniyenin muhafazasına,

• bir kısmı Kur'anın muhafazasına çalıştı ve hakeza..

Herbir taife bir hizmete girdi. Vezaif-i İslâmiyette hummalı bir surette sa'yettiler. Muhtelif renklerde çok çiçekler açıldı. Pek genişolan âlem-i İslâmiyetin aktarına, o fırtına ile tohumlar atıldı; yarı yeri gülistana çevirdi. Fakat maatteessüf o güller ve gülistan içinde ehl-i bid'a fırkalarının dikenleri dahi çıktı.

Güya dest-i kudret, celal ile o asrı çalkaladı, şiddetle tahrik edip çevirdi, ehl-i himmeti gayrete getirip elektriklendirdi. O hareketten gelen bir kuvve-i anilmerkeziye ile pek çok münevver müçtehidleri ve nuranî muhaddisleri, kudsî hâfızları, asfiyaları, aktabları âlem-i İslâmın aktarına uçurdu, hicret ettirdi. fiarktan garba kadar ehl-i İslâmı heyecana getirip, Kur'anın hazinelerinden istifade için gözlerini açtırdı...» (M:100)

KADER NOKTASINDAKİ HİKMETLER

Yukarıda zikredilen hikmetin bir hikmetini içine alan ve Risale-i Nur’a İstanbul’da bir Hoca’nın itirazının kader noktasındaki hikmetlerini anlatan Bediüzzaman Hazretleri diyor ki:

«Acaba Nur hakkındaki bu yeni İstanbul hâdisesinde vech-i adalet ve rahmet nedir?" Hatıra böyle bir cevab geldi ki:

Risale-i Nur'a, ehl-i ilim ve ehl-i dikkati ciddiyetle bakmaya ve tedkik etmeye sevketti. Elbette Risale-i Nur'u tedkik eden bir âlim, insafı varsa tarafdar olur. Ve Risale-i Nur ülema dairesinde ve İstanbul âfâkında tezahür edecek. İşte vech-i rahmet ve inayet!» (K:193)

«Evet size iliştikleri gibi, bize de ayrı ayrı suretlerde tecavüzlerini ihsas ediyorlar. Fakat Cenab-ı Hakk'a şükür ki, onların tecavüzleri aks-ül amel nev'inde, Risale-i Nur'un fütuhatına yardım ediyor. İstanbul'daki ihtiyar adamın itirazı münasebetiyle kahraman Nazif yazıyor ki; o itiraz, Risale-i Nur'un İstanbul'da fütuhat yapmağa ve parlamağa vesile oldu. Ve bize karşı başka cihetlerde küçücük tecavüzler de öyle netice veriyor.» (K:182)

«Nurlara olan taarruzların bir zararı olsa yirmi faydası vardır. Elbette yirmi kazanca karşı bir zarar hiç hükmündedir. Taarruzlar ancak ve ancak Nur'un neşriyat ve fütuhatının genişlemesine, inkişafına sebebdir ve millet-i İslâmiye nazarında itimad ve emniyet kazanmasına medardır. Risale-i Nur'un Anadolu genişliğinde ve Âlem-i İslâm vüs'atında ve Avrupa ve Amerika çapındaki maddî ve manevî tesirat ve fütuhatına ve neşriyatına şahid olan İslâmiyet düşmanları yine bazı taarruzlar yapmışlar. Aldığımız haberlere göre bu taarruzlardan sonra, hususan şark vilayetlerinde, eskisine nazaran Nur'un fütuhatı on gün içinde on misli fazlalaşmış. Hem böylelikle halkın nazar-ı dikkati Risale-i Nur'a ve Üstadımıza çevrilmiş; uyuyanlar uyanmış, tenbeller harekete gelmiş, ihtiyatsızlar ihtiyata muvaffak olmuşlardır.» (T:689)

Şahsî hukuka bakan meselelerde ise, af ve müsamaha gerektiğini nazara veren Bediüzzaman Hazretleri diyor ki:

«Aziz, sıddık kardeşlerim!

Bugünlerde sabah namazı tesbihatında, İstanbul'daki ihtiyarın garazkârane ve şahsıma karşı galiz gıybeti üzerine, Eski Said damarıyla nefs-i emmarem heyecana geldi. "Mazlumum, bu nevi zulüm çekilmez!" dedi, intikamını almak istedi. Birden kalbime geldi: Belki Risale-i Nur'un İstanbul'da neşrine bir vesile olur. Sen madem hayat-ı dünyeviyeni, hayat-ı uhreviyeni dahi Risale-i Nur'a feda ediyorsun. Bu izzet-i nefis damarını dahi feda et. Hem sebeb-i hilkat-ı kâinat Fahr-i Âlem Aleyhissalâtü Vesselâm'a mecnun tabiri istimal eden insanlar bulunduğu gibi; senin, o güneşe nisbeten zerrecik bir izzet-i nefsinin kırılmasına ehemmiyet verme." diye ihtar edildi, benim de kalbim rahat etti. Said Nursî» (T:307)

İşte kaderin böyle hikmetli hadiselerinin tahrikiyle merakla, hakikati aramaya yönelip, istifade etmek ve hakkı koruma gayretliliğini kazanmak gerektir. Yoksa düşmanlığa ve menfi mücadelelere girmek hatadır ve İslâma zarardır.

HATALI NEŞRİYATA KARŞI SUSMAK HATADIR

Sahabelerin yolunu takip eden İslâm büyükleri de, hakkın müdafaasında menfî mücadelelere girmemişler ve her türlü baskılara rağmen de susmamışlardır. Bediüzzaman Hazretleri İslâm büyüklerinin dahildeki baskılara rağmen susmadığını ve sıkıntı çekmeyi göze alarak hakkı müdafaa ettiklerini şöyle beyan eder:

«Madem İmam-ı Azam gibi eazım-ı müçtehidîn hapis çekmişve İmam-ı Ahmed İbn-i Hanbel gibi bir mücahid-i ekbere, Kur'anın bir tek mes'elesi için hapiste pekçok azab verilmiş. Ve şekva etmeyerek kemal-i sabır ile sebat edip o mes'elelerde sükût etmemiş. Ve pek çok imamlar ve allâmeler, sizlerden pekçok ziyade azab verildiği halde, kemal-i sabır içinde şükredip sarsılmamışlar. Elbette sizler Kur'anın müteaddid hakikatları için pek büyük sevab ve kazanç aldığınız halde, pek az zahmet çektiğinize binler teşekkür etmek borcunuzdur.» (L:265)

HAKKIN HATIRI HERŞEYDEN ÜSTÜNDÜR

Bediüzzaman Hazretlerinin, idam edilmek için verildiği Divan-ı Harb Mahkemesinde yaptığı müdafaanın mü’minlere örnek olması gerekir. Hakkın müdafaasında nazara alınması gereken kaideyi  şöyle nazara verir:

«Hakkın hatırını kırmayacağım, hakikatı söyleyeceğim. Zira hakkın hatırı âlîdir, hiçbir hatıra feda edilmez. Kimin hatırı kırılırsa kırılsın, yalnız hak sağ olsun.» (DHÖ:36)

Hatta faraza evliyaların başı olan Kutb-ul A’zamdan dahi bir itiraz gelse, hakikat-ı halin O’na izah edilmesi gerektiğini söyleyen Bediüzzaman Hazretleri der ki:

«وَ الْكَاظِمِينَ الْغَيْظَ وَ الْعَافِينَ عَنِ النَّاسِ 3 deki ulüvv-ü cenab düsturuna ittibaen ve avam-ı mü'minînin şeyhlerine karşı hüsn-ü zanlarını kırmamakla, imanlarını sarsılmadan muhafaza etmek ve Risale-i Nur'un erkânlarının haksız itirazlara karşı haklı fakat zararlı hiddetlerinden kurtarmak lüzumuna binaen; ve ehl-i ilhadın iki taife-i ehl-i hakkın mabeynindeki husumetten istifade ederek, birinin silâhıyla, itirazıyla ötekini cerhedip ve ötekinin delilleriyle berikini çürütüp ikisini de yere vurmak ve çürütmekten içtinaben, Risale-i Nur şakirdleri bu mezkûr dört esasa binaen, muarızlara hiddet ve tehevvürle ve mukabele-i bilmisille karşılamamalı. Yalnız kendilerini müdafaa için musalahakârane, medar-i itiraz noktaları izah etmek ve cevab vermek gerektir.

Çünki bu zamanda enaniyet çok ileri gitmiş. Herkes, kameti mikdarında bir buz parçası olan enaniyetini eritmeyip, bozmuyor; kendini mazur biliyor, ondan niza çıkıyor. Ehl-i hak zarar eder, ehl-i dalalet istifade ediyor.

İstanbul'da malûm itiraz hâdisesi îma ediyor ki; ileride, meşrebini çok beğenen bazı zâtlar ve hodgâm bazı sofî-meşrebler ve nefs-i emmaresini tam öldürmeyen ve hubb-u câh vartasından kurtulmayan bazı ehl-i irşad ve ehl-i hak, Risale-i Nur'a ve şakirdlerine karşı kendi meşreblerini ve mesleklerinin revacını ve etba'larının hüsn-ü teveccühlerini muhafaza niyetiyle itiraz edecekler, belki dehşetli mukabele etmek ihtimali var. Böyle hâdiselerin vukuunda, bizlere itidal-i dem ve sarsılmamak ve adavete girmemek ve o muarız taifenin de rüesalarını çürütmemek gerektir.» Kastamonu Lahikası (196)

Burada kişinin şahsiyetini tenkidle çürütmemek ikazı var. Yani yanlışlara karşı hakkkın izharı yapılırken şahsiyetler mücadelesine kapı açılmamalıdır.

SÖYLEDİĞİNİ YAPMAK

Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri hakka muhalefet edenlere karşı susulmayacağını anlatırken der ki:

«Herkes meşrutiyete yemin ediyor. Halbuki ya müsemma-yı meşrutiyete kendi muhalif veya muhalefet edenlere kaşı sükût etse, acaba keffaret-i yemin vermek lâzım gelmez mi?» (DHÖ:43)

Yani bu veciz ifade küllî mana yönüyle ele alınınca gösterdiği hakikat şudur ki: Bir kimse hak bir mesleğin lüzum ve ehemmiyetini söylediği halde kendisi o mesleğin düsturlarına muhalefet ediyor veya muhalefet edenlere karşı susup, o hak mesleğin muhafazasına çalışmıyorsa o mesleğin ehemmiyetine ait söylediği sözleri lafızda kalır, ciddiyeti olmaz demektir.

Bediüzzaman Hazretleri şefkat ve iman kahramanlığının gereği olarak güçlülere ve zayıflara şu dersi vermektedir:

«Şefkatle cihazlanmış şehamet-i imaniyedir. Yani tezellül etmemek; haksızlara, zalimlere zillet göstermemek, mazlumları da zelil etmemek. Yani hürriyet-i şer'iyenin esasları olan; müstebidlere dalkavukluk etmemek ve bîçarelere tahakküm ve tekebbür etmemektir.» (HŞ:35)

Konferans adlı eserde zikredilen hadis çok dikkate değerdir. Şöyle ki:

«Arkadaşlar! şu mealde bir hadîs-i şerif var ki: "Hakikî âlimler, zalim hükümdarlara karşı hak ve hakikatı pervasızca söyleyen âlimlerdir."4 İşte biz, ancak böyle ve müttaki bir allâmenin söz ve eserlerine itimad edebiliriz.» (Konf: 23)

İşte bu kahramanlığın bir örnek bir şahsiyeti olan Bediüzzaman Hazretlerinin, tarihe şan veren mücahidler sayfasından bir sayfası Tarihçe-i Hayatı kitabında şöyle anlatılır:

«Nihayet menhus 31 Mart Hâdisesi meydana gelir. fieriat isteyen ve o hâdisede ismi karışan onbeşkadar hoca idam edilir. Bediüzzaman, onlar mahkeme binasının bahçesinde asılı durdukları ve kendisi de pencereden onları gördüğü bir halde muhakeme olunur. Mahkeme reisi Hurşid Paşa sorar:

-Sen de şeriat istemişsin?

Bediüzzaman cevab verir:

Şeriatın bir hakikatına, bin ruhum olsa feda etmeye hazırım. Zira şeriat, sebeb-i saadet ve adalet-i mahz ve fazilettir. Fakat ihtilâlcilerin isteyişi gibi değil!

Bediüzzaman'ın divan-ı harbdeki bu kahramanca müdafaası, o zaman iki defa tab'edilip neşredilmiştir. O dehşetli mahkemeden idamını beklerken beraet etmişve mahkemeye teşekkür etmeyerek, yolda Bayezid'den tâ Sultanahmed'e kadar arkasında kalabalık bir halk kitlesi mevcud olduğu halde: "Zalimler için yaşasın Cehennem! Zalimler için yaşasın Cehennem!" nidalarıyla ilerlemiştir.» (T:60)

Bediüzzaman Hazretleri müdafaasında devamla şöyle der:

«Bu hükûmet zaman-ı istibdadda akla husumet ederdi. Şimdi de hayata adavet ediyor. Eğer hükûmet böyle olursa; yaşasın cünun, yaşasın mevt!.. Zalimler için de yaşasın Cehennem!.. Ben zâten bir zemin istiyordum ki, efkârımı onda beyan edeyim. fiimdi bu Divan-ı Harb-i Örfî iyi bir zemin oldu.» (T:61)

NUR’UN BEKÇİ VE MUHAFIZLARI VARDIR

İşte bir nebze nakledilen mezkûr beyan ve derslerde görüldüğü üzere, hakkın müdafaa ve muhafazası bir vazife-i asliyedir. Aksi halde mesuliyet hali doğar. Bediüzzaman Hazretleri meydana gelen bir yangın musibetinin sebebini, Risale-i Nur’un muhafazasındaki noksanlığa bağlar. Der ki:

«Bu çeşit kazaların bir sebebi, beşerin çirkin bir hatası bulunmasından, bu Ramazan-ı fierif'in hürmetini ve kıymetini muhafaza etmek ve Nurları himaye etmeye, her yerden ziyade Nurların menbaı ve medresesi olan Isparta borçludur ve vazifesidir. Ve sefahetlere karşı şeair-i İslâmiyeyi muhafaza etmekle mükelleftir.» (E:175)

Demek Risale-i Nurları ve Şeairi yani cemiyette yaşanan İslâm hayatını ve adetlerini korumak ve yaşatmak vazifedir. Bunlardaki hatalar manevî mesuliyeti getirir.

Esasen Risale-i Nur talebeleri ve özellikle “haslar dairesi” denilen talebeler hakaik-i Kur’aniye olan Risale-i Nur’un ve hizmetinin bekçi ve muhafızıdırlar ve manen mükelleftirler. Bu vazifedarlık şöyle ifade edilmektedir:

«Risale-i Nur'un hakikî şakirdleri, neşriyat-ı diniyelerinde ve ittiba-ı sünnetteki ibadetlerinde ve içtinab-ı kebairdeki takvalarında, Kur'an hesabına vazifedar sayılırlar. İnşâallah riya olmaz. Meğer ki, Risale-i Nur'a başka bir maksad-ı dünyeviye için girmişola.» (K:185)

Bediüzzaman Hazretlerinin “varis, muhafız, bekçi, sahip, genç Saidler, sahabet, hami” gibi ifadelerle nazara verdiği bu muhafızlık vazifesi hakkındaki beyanlardan bazıları çok kısa olarak dercedildi. Şöyle ki:

«Bir derece bekçilik yapan bir şahsiyetin yatmasıyla, o daire-i nuraniyedeki bütün ehl-i gayret müteyakkız davranır. Bir nöbetdar yerine, binler bekçi çıkar. Elbette ölüm gelse, başüstüne geldin demek gerektir.» (E:175)

«Aziz ve sıddık ve hâlis kardeşlerim!

Rabb-i Rahîmime hadsiz şükür olsun ki; sizin gibileri Risalet-in Nur'a sahib ve naşir ve muhafız halketmiş, benim gibi âciz bir bîçarenin zaîf omuzundaki ağır yükü çok hafişeştirmiş.» (K:14)

«Aziz sıddık kardeşlerim!

...Hâlık-ı Rahîm'e hadsiz şükür ederim ki; sizler gibi sebatkâr ve fedakâr kardeşleri Risalet-in Nur'a sahib ve naşir yapmış. Ben sizleri düşündükçe, ruhum inşirah ve kalbim ferahlarla dolar. Daha dünyadan gitmek benim için medar-ı teessüf olamaz. Sizler kaldıkça ben yaşıyorum diye mevte dostane bakıyorum, ecelimi telaşsız bekliyorum. Allah sizden ebeden razı olsun. Âmîn, âmîn, âmîn.» (K:21)

«Risale-i Nur'un hıfz ve neşrine ve sahabet ve himayetine çalışmak için hayat isterdim. Fakat hadsiz şükür olsun ki, bir bîçare ihtiyar Said yerinde çok genç Said'ler o vazifeyi yapıyorlar.» (E:110)

«Hem bu aynı hengâmlarda, en ziyade hayat-ı dünyeviyedeki vazifemi düşünüp vefatımdan sonra şakirdler bu dehşetli zamanda benim bedelime de o vazifeyi yapacaklar mı diye çok merak ederken; birden Denizli, Milas, Isparta, İnebolu, ümidimin yüz derece fevkinde ve öyle bir sahabetkârane ve iltizamperverane o vazifeye koşup başkaları da ve muallim ve âlimleri koşturdular ki, beni hayret hayret içinde bıraktılar.» (E:141)

«Kardeşlerim, Risale-i Nur'a sizin gibi pek ciddî sahib ve muhafız ve vâris ve hakikatbîn ve kıymetşinas zâtların benim yerimde benden daha kuvvetli, ihlaslı olarak vazife-i Kur'aniye ve imaniyede çalıştıklarını gördüğümden, kemal-i ferah ve sürur ve itminan ve istirahat-ı kalb ile ecelimi ve mevtimi ve kabrimi karşılıyorum, bekliyorum. Ben sizi yazılarınızda ve hatırımdan çıkmayan hidematınızda günde müteaddid defalar görüyorum ve size olan iştiyakımı tatmin ediyorum. Siz de bu bîçare kardeşinizi risalelerde görüp sohbet edebilirsiniz. Ehl-i hakikatın sohbetine zaman, mekân mâni' olmaz; manevî radyo hükmünde biri şarkta biri garbda, biri dünyada biri berzahta olsa da rabıta-i Kur'aniye ve imaniye onları birbiriyle konuşturur.» (K:5)

«Sizi temin ederim ki; şimdi ecel gelse ölsem, kemal-i rahat-ı kalble karşılayacağım. Çünki içinizde kuvvetli, metin, genç çok Saidler bulunduğuna ve bu bîçare, ihtiyar, hasta, zaîf Said'den çok ziyade Risale-i Nur'a sahib ve vâris ve hâmi olacaklarına kanaatım geliyor.» (Ş:310)

Risale-i Nurlar’da daha da tesbit edilebilir beyanlarla hakiki Nurcuların muhafızlık, bekçilik vazifesi nazara verilmiş ısrarla bu vazifenin yapılması istenmiştir. Yoksa Risale-i Nur umuma aittir diyerek, herkesin istediği gibi mesleğin yapısını değiştirmesi manasında değildir. Evet umum herkes istifade edebilir ve kimsenin tekelinde değildir. Fakat bu manada sahip, bekçi, muhafızları vardır. Yani mirî malıdır, sahiplidir. Sahipsiz manasında vakıf malı değildir.

Nur’un muhafızlığında umum Nurcular mükelleftirler. Fakat Nur hizmetini bizzat yürüten kimseler, medrese ehilleri, naşirler, varisler birinci derecede mesul ve mükelleftirler.

Evet Risale-i Nur’da talebeliğin vasıfları beyan edilirken aranan özellikler ve şartlar şöyle ifade edilir:

«Talebeliğin hâssası ve şartı şudur ki: Sözler'i kendi malı ve te'lifi gibi hissedip sahib çıksın ve en mühim vazife-i hayatiyesini, onun neşir ve hizmeti bilsin.» (M:344)

Bediüzzaman Hazretleri, Osmanlı Devletinin son devresinde, bilhassa fikrî yönden gelen hücumlara karşı, uyanık olması gereken Darülfünun’un gafil davranması neticesinde dinsiz fikirlerin yaygınlaştığına dikkat çeker.  Der ki:

«Bu âlem-i İslâmın âlem-i küfre karşı en ileri karakolu şu dârülfünun idi. Lâkayd ve gaşetlikle hasm-ı tabiat-yılan

Gediği açtı cephenin arkasında, dinsizlik hücum etti, millet epey sarsıldı. En ileri karakol, İslâmiyet ruhuyla tenevvür etmişcinan.

En mütesallib olmalı. En müteyakkız olmalı yahut o dar olmamalı, İslâmı aldatmamalı.» (S:731)

Bu ikaza dikkat edilmelidir. Bu hakikata binaen denilebilir ki; Bediüzzaman Hazretlerinin tarzı esas alınmalıdır. İslâmiyeti merdane ve müstakimane, İslâm Âlemi nazarında itimat edilir şekilde muhafaza etmeye gayret etmelidir. Mukaddes bir vazifenin gelecek mümessillerine önemli bir yardım olan İslâm Birliğine çalışılmalıdır.

İLERİ SÜRÜLEN FİKİRLER

MÜNKİR VE MÜNAFIKLARLA DİYALOG?

Baştan buraya kadar anlatılan ilmî ölçüler içinde ve insaf dairesinde olmak üzere, bazı gazete ve televizyonlarda (bu tarih 1995 yıllarıdır, gazeteler ise, Sabah, Hürriyet, Zaman’dır.) hayli şa’şalandırarak öne sürülen dine ait bazı anlayışların çok az bir kısmını ele alıp Risale-i Nurlardaki beyanlarla mukayeselerini nazara vereceğiz.

Ortaya atılan fikirlerden birincisi:

«Dünya kadar insan var ve bu dünya kadar insanla paylaşacağımız yine dünya kadar müştereğimiz var. Hepsiyle diyalog için o kadar fasl-ı müşterek var ki... Ayrılıkları nazara alarak, ayrılıklar etrafında birbirimizi şamar oğlanı gibi kullanarak bu ayrılıkları büyüteceğimize, bu uçurumları derinleştireceğimize, bence fasl-ı müşterekler üzerinde durmalı...»

Cevap: Bu beyanatta insanların iyilerle ve kötülerini ayırmadan, bütün insanlarla ortak tarafımızın bulunduğu fikri ileri sürülerek herkesle dostane münasebetler kurulabileceği nazara veriliyor. Kur’anda ise insanların, mü’min, kafir ve münafık olarak üç kısma ayrılır. Münkirler, müşrikler ve münafıklar şiddetle ve tekrarla çirkin görülür ve “yüz çevir” ve “onları bırak” gibi ifadelerle onlardan uzak durulması ihtar edilir. Mesela: (En’am Suresi 6:106, Secde Suresi 32:30, 66:9) bilhassa zamanımıza bakan yönleriyle gayet manidardır.

İslâm Prensipleri Ansiklopedisinin 2258,59 parağraflarında ele alınan Mümtahine Suresi (60:1) ayeti izahında “Masonluk cereyanı mensuplarının masonluğu tarif ederlerken: “Din ve ırk farkı gözetmeksizin insanlar arasında sevgiyi geliştirmek gayesini güden” şeklinde ifade ederler.

Bir cihetten Hümanizmin de mahiyetini teşkil eden bu ifade zahiren parlak görünürken, hakikatta dine ve Kur’ana aykırıdır. Evet ırk farkı olmamalıdır. Fakat din farkı gözetmeden mü’min, kafir ve münafık birbirini sevmeye, yani Allah’ın sevmediği ve buğzettiği münafık ve kafirleri sevmeye davet etmek, sinsice müslümanları dalalete atmaktır. İmanla küfrü, dalaletle hidayeti eşit görmek ve göstermek demektir.

Kur’anın çok ayetlerinde mü’minlerin kafire muhabbet etmeleri şiddetle yasaklanmıştır.

Meselemize bakan manada Bediüzzaman Hazretlerinin ifadesi şöyledir:

«İşte ey uykuda iken kendini ayık zannedenler! Sakın mimsiz medenîlere müsamaha-yı diniye ile ve kendinizi onlara benzeterek yanaşmayınız. Güya zannedersiniz ki, bizim ile onların arasında bir köprü vazifesini görüp de muvasalayı temin edecekmişsiniz ve aramızdaki pek derin dereyi dolduracakmışsınız, kellâ!.. Yanlışdüşünüyorsunuz. Çünki mü'minler ile kâfirler arasında olan mesafe hadsizdir. Ve mabeynimizdeki dere nihayet derindir. Bu nihayet uzun mesafeyi ve şu pek derin dereyi dolduramazsınız. Belki ya onlara iltihak edersiniz veyahut dalaletin en uzak derekesine düşüp İslâmiyetten uzaklaşırsınız.» (B. Mesnevî-i Nuriye:252)

«Sual: Neden ne dâhilde, ne hariçte bulunan cereyanlara ve bilhassa siyasetli cemaatlara hiçbir alâka peyda etmiyorsun? Ve Risale-i Nur ve şakirdlerini mümkün olduğu kadar o cereyanlara temastan men' ediyorsun. Halbuki eğer temas etsen ve alâkadar olsan, birden binler adam Risale-i Nur dairesine girip parlak hakikatlarını neşredeceklerdi; hem bu kadar sebebsiz sıkıntılara hedef olmayacaktın!

Elcevab: Bu alâkasızlık ve içtinabın en ehemmiyetli sebebi: Mesleğimizin esası olan "ihlas" bizi men'ediyor. Çünki bu gaşet zamanında, hususan tarafgirane mefkûreler sahibi, herşeyi kendi mesleğine âlet ederek, hattâ dinini ve uhrevî harekâtını da o dünyevî mesleğe bir nevi âlet hükmüne getiriyor. Halbuki hakaik-i imaniye ve hizmet-i nuriye-i kudsiye, kâinatta hiçbir şeye âlet olamaz. Rıza-yı İlahîden başka bir gayesi olamaz. Halbuki şimdiki cereyanların tarafgirane çarpışmaları hengâmında bu sırr-ı ihlası muhafaza etmek, dinini dünyaya âlet etmemek müşkilleşmiş. En iyi çare, cereyanların kuvveti yerine, inayet ve tevfik-i İlahiyeye dayanmaktır.(E:38)

«Ehl-i dünya diyorlar ki: Sen bizi sever misin? Beğeniyor musun? Eğer seversen, neden bize küsüp karışmıyorsun?

Eğer beğenmiyorsan bize muarızsın; biz muarızlarımızı ezeriz?

Elcevab: Ben değil sizi, belki dünyanızı sevseydim, dünyadan çekilmezdim. Ne sizi ve ne de dünyanızı beğenmiyorum. Fakat karışmıyorum. Çünki ben başka maksaddayım; başka noktalar benim kalbimi doldurmuş, başka şeyleri düşünmeye kalbimde yer bırakmamış. Sizin vazifeniz ele bakmaktır, kalbe bakmak değil! Çünki idarenizi, asayişinizi istiyorsunuz. El karışmadığı vakit, ne hakkınız var ki, hiç lâyık olmadığınız halde "kalb de bizi sevsin" demeye... Kalbe karışsanız... Evet ben nasıl bu kışiçinde baharı temenni ediyorum ve arzu ediyorum; fakat irade edemiyorum, getirmeye teşebbüs edemiyorum. Öyle de: Hâl-i âlemin salahını temenni ediyorum, dua ediyorum ve ehl-i dünyanın ıslahını arzu ediyorum; fakat irade edemiyorum, çünki elimden gelmiyor. Bilfiil teşebbüs edemiyorum; çünki ne vazifemdir, ne de iktidarım var.» (M:68)

«İhvanlarıma da tavsiyem budur ki: Zaruret-i kat'iye olmadan, bunlarla uğraşmayınız. "Cevab-ül ahmakı essükût" nev'inden, tenezzül edip onlarla konuşmayınız. Fakat buna dikkat ediniz ki: Canavar bir hayvana karşı kendini zaîf göstermek, onu hücuma teşci' ettiği gibi; canavar vicdanı taşıyanlara karşı dahi dalkavukluk etmekle za'f göstermek, onları tecavüze sevkeder. Öyle ise dostlar müteyakkız davranmalı, tâ dostların lâkaydlıklarından ve gaşetlerinden, zendeka taraftarları istifade etmesinler.» (M:361)

Çok az bir kısmı nakledilen bu tarzdaki ders ve ikazlar, açıkça gösteriyor ki, bütün insanlarla dostluk yolu açık değil.

Müfessirlerin izahlarından anlaşılıyor ki, Kur’anda Fetih Suresi (48:29) son ayetinde bizlere örnek gösterilen Sahabelerin, münkirlere karşı çok şiddetli, kendi aralarında ise merhametli oldukları nazarımıza verilip hareket tarzımızın dersi verilir.

Tevbe Suresi (9:73,123) ayetlerinde hakiki mü’minlerin mütecaviz inkarcılara karşı izzetli, satvetli ve sert bulunmaları anlatılır. Ayrıca Kur’anda Maide Suresi (5:54) ayetinde, Allah’ın din-i İslâma hizmetle vazifelendirdiği taifenin vasıfları anlatılırken: Kafirlere karşı izzetli, mü’minlere karşı da alçak gönüllü, mütevazi oldukları anlatılır.

Bediüzzaman Hazretleri bu ayetleri teyid eden Fetih Suresi (48:29) son ayetin baş kısmını şöyle izah eder:

«Sahabelerin halka karşı vaziyetleri: Düşmanlarına şediddirler ve dostlarına ve mü'minlere rahîmdirler. Cenab-ı Hakk'a karşı rüku' ve secdede kemal-i itaattadırlar. Her işlerinde Cenab-ı Hakk'ın rıza ve fazlını kasdederek kemal-i ihlastadırlar.» (B:276)

Bu bozuk asrın, doğruyu eğri, eğriyi doğru göstermedeki garabetine dikkat çeken Bediüzzaman Hazretleri diyor ki:

«Zulüm, başına adalet külâhını geçirmiş; hıyanet, hamiyet libasını giymiş; cihada bagy ismi takılmış, esarete hürriyet namı verilmiş. Ezdad, suretlerini mübadele etmişler.» (M:471)

 

2. Sayfa için tıklayın

 

1 Yani elması elmas bildiği halde, camı ona tercih eder.

2 el-Heysemî, Mecmeu’z-Zevâid, 6:244; Müsned, 3:31, 33, 82; İbni Hibban, Sahih, 9:46, no. 6898.

3 “Öfkelerini yutanlar ve insanların kusurlarını affedenler...” Âl-i İmrân Sûresi, 3:134.

4 (Ebu Davud Melahim 17, İbn-i Mace, Hadis no: 4011,4012)

Bu dersi indirmek için tıklayınız.

Yukarı Çık