DERSLER / Alfabetik Derlemeler ve Dersler

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

وَ بِهِ نَسْتَعِينُ

اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ وَ الصَّلاَةُ وَ السَّلاَمُ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَ عَلَى آلِهِ وَ صَحْبِهِ اَجْمَعِينَ

ŞAHSÎ KEMALÂTA DEĞİL, HİZMETE BAKMAK

1-Bu derlemenin başlığında konulan “şahsî kemalât” tabirinden maksad, evrad ve ezkâr ile hissiyat-ı kalbiyenin hassasiyeti ve zevkiyle kişide istiğrak ve vecde gelmek gibi hallerin ve kerametlerin görülmesi ve nafile ibadetlerle ferdî ve şahsî sevablar kazanma gibi meşru neticelerdir.

2-Galiben tasavvufta takib edilen böyle neticeler, Risale-i Nur mesleğinde, bilhassa bu zaman fitneler asrı oldugundan  birinci  derecede bir  maksad  gösterilmiyor.  Hazret-i  Üstad diyor ki:

3-“Ehl-i velayetin amel ve ibadet ve sülûk ve riyazetle gördüğü hakikatlar ve perdeler arkasında müşahede ettikleri hakaik-i imaniye, aynen onlar gibi Risale-i Nur ibadet yerinde, ilim içinde hakikata bir yol açmış; sülûk ve evrad yerinde, mantıkî bürhanlarla ilmî hüccetler içinde hakikat-ül hakaika yol açmış; ve ilm-i tasavvuf ve tarîkat yerinde, doğrudan doğruya İlm-i Kelâm içinde ve İlm-i Akide ve Usûl-üd Din içinde bir velayet-i kübra yolunu açmış ki; bu asrın hakikat ve tarîkat cereyanlarına galebe çalan felsefî dalaletlere galebe ediyor, meydandadır.” (E:91)

4-Keza “hazır lezzete meftun kör hissiyat-ı insaniye fâni hazır bir meyveyi, bâki uhrevî bir bahçeye tercih etmek cihetiyle, nefs-i emmare bu halet-i fıtriyeden istifade etmemek için Risale-i Nur şakirdleri ezvak-ı ruhaniyeyi ve keşfiyat-ı maneviyeyi dünyada aramıyorlar.” (E: 87) gibi beyanlarda şahsî  kemalât  ve ezvakın takip edilmesi, nazara verilmiyor. Bu husus bu derlemede de kısmen görülür.

5- Risale-i Nur’da “Def-i mefasid, celb-i menafiden evladır.” kaidesince takva esas alınmış ve keyfiyet hususiyetlerine istinaden yapılan hizmet-i diniye nazara verilmiştir. Yani; azamî ihlâs, sadakat, istiğna, fedakârlık ve sebat gibi hizmet-i diniyede kazanılan kemalat ve meziyetler esas alınmıştır.

6-Bununla beraber esasattan olmayan ve hukuk-u umumiyeye bakmayan ve asrın fitnesi sebebiyle ekseriyete buluşan şahsî kusurata müsamaha göstermek de bir esastır.

7-Evet, Hazret-i Üstad diyor ki:

“Risale-i Nur bir daire değil, mütedâhil daireler gibi tabakatı var. Erkânlar ve sahibler ve haslar ve naşirler ve talebeler ve tarafdarlar gibi tabakatı var. Erkân dairesine liyakatı olmayan, Risale-i Nur'a muhalif cereyana tarafdar olmamak şartıyla daire haricine atılmaz. Hasların hasiyeti bulunmayan, zıd bir mesleğe girmemek şartıyla talebe olabilir. Bid'a ile amel eden, kalben tarafdar olmamak şartıyla dost olabilir. Onun için, az bir kusur ile düşman sınıfına iltihak etmemek için dışarıya atmayınız.” (K:248)

8-Dostun hassası ve şartı budur ki: Kat'iyyen, Sözler'e ve envâr-ı Kur'aniyeye dair olan hizmetimize ciddî tarafdar olsun; ve haksızlığa ve bid'alara ve dalalete kalben tarafdar olmasın, kendine de istifadeye çalışsın.

9-Kardeşin hassası ve şartı şudur ki: Hakikî olarak Sözler'in neşrine ciddî çalışmakla beraber, beş farz namazını eda etmek, yedi kebairi işlememektir.

10-Talebeliğin hâssası ve şartı şudur ki: Sözler'i kendi malı ve te'lifi gibi hissedip sahib çıksın ve en mühim vazife-i hayatiyesini, onun neşir ve hizmeti bilsin.(M:344)

11- Hatta Üstad Hazretleri zikir gibi kendisinin mühim vazifelerine hizmeti tercih ettiğini şöyle ifade eder:

“Kardeşim, bu sene elhamdülillah risaleleri yazanlar pek çoğalmış. İkinci tashih bana geliyor. Sabahtan akşama kadar sür'atli bir tarzda meşgul oluyorum. Çok mühim işlerim de geri kalıyor ve bu vazifeyi daha azîm görüyorum.(M:388)

12-Merhum Hulûsî Ağabeyimiz de Barla Lâhikası’nda Hazret-i Üstad’dan aldığı dersi şöyle hülâsa eder:

“Üstadım bana ve dinleyen her zevi-ı ukûle, tarîkat zamanı değil imanı kurtarmak zamanıdır, beş vakit namazını hakkıyla eda et,namazının nihayetindeki tesbihleri yap, ittiba’-ı sünnet et, yedi kebairi işleme dersini vermiştir.”  (B:29)

13-Yine Hulûsi  Ağabey’in diğer bir beyanı da şöyledir:

Hoca Efendi Hazretlerinin âlî tavsiyeleri: Beş vakit namazını ta'dil-i erkân ile kıl, yani başka ibadete gücün yetmez. Namazın nihayetindeki tesbihleri yap, yani başka zikri yapamadım diye teessüf etme. Yedi kebairi terk et, çünki sagairi arayacak zamanda değiliz. İttiba'-ı sünnet et, zira bu zamanda arkasında gidilecek ve harekâtı taklide değer saf, hâlis ve muhlis bir hâdî ki, (o da seni yine bu yola götürecektir) maalesef bulamayacaksın. Belki bu yola çıkaracaklar vardır. Fakat kömür ile elması kim fark edecek? Öyle ise sen çalış, ondan daha iyi kılavuz bulamazsın.” (B: 49)

14-Çünkü Hazret-i Üstad diyor ki:

“Bu zamanda tahribat ve menfî cereyan dehşetlendiği için, takva bu tahribata karşı en büyük esastır. Farzlarını yapan, kebireleri işlemeyen, kurtulur. Böyle kebair-i azîme içinde amel-i sâlihin ihlasla muvaffakıyeti pek azdır.” (K:148)

15-İşte mezkûr duruma karşı Hazret-i Üstad:

“Cihad farz-ı kifaye iken farz-ı ayn olmuştur. Belki muzaaf bir farz-ı ayn hükmüne geçmiştir.(H:143) diyerek manevî cihad olan Risale-i Nur’la hizmet-i diniyenin elzemiyetine dikkat çekmiştir.

16-Hazret-i Üstad “o hizmet-i imaniye hayat-ı bâkiyeye baktığı için hayat-ı fâniyenin meşgalelerine ve faidelerine tercih etmek ehl-i imana vâcib iken, kendimi misal alarak derim ki: Beni herşeyden ve temastan ve yardımcılardan men'etmek ile beraber aleyhimizde olanlar bütün kuvvetleriyle arkadaşlarımın kuvve-i maneviyelerini kırmak ve benden ve Risale-i Nur'dan soğutmak ve benim gibi ihtiyar, hasta, zaîf, garib, kimsesiz bîçareye, binler adamın göreceği vazifeyi (başına) yüklemek ve bu tecrid ve tazyiklerde maddî bir hastalık nev'inde insanlar ile temas ve ihtilattan çekilmeğe mecbur olmak, hem o derece tesirli bir tarzda halkları ürküttürmek ile kuvve-i maneviyeyi kırmak cihetleriyle ve sebebleriyle, ihtiyarım haricinde bütün o manilere karşı Risale-i Nur şakirdlerinin kuvve-i maneviyelerinin takviyesine medar ikramat-ı İlahiyeyi beyan ederek Risale-i Nur etrafında manevî bir tahşidat yaptırmak....” (Ş:680)

17- gibi beyanlarıyla sinsi mütecaviz cereyanın plânlarına karşı müslümanların ve bilhassa hizmet ehlinin birbirlerinin kuvve-i maneviyelerini takviye edici teşvikatta bulunmaları zaruretini nazara verir. Yoksa birbirinin şahsî kusuratıyla meşgul olup kuvve-i maneviyeyi kırıcı konuşmaların aşılanarak yaygınlaşması hali şer cereyanına bilinmeyerek yardım etmek neticesini vereceğini ihtar eder.

Çünkü, hizmet ehlini lüzumsuz tenkidlerle zayıflatmak, ifsad cereyanına karşı mukabele eden Nurcuların kuvvetlerini zayıflatmak demektir.

18- Hazret-i Üstad önce yakınındaki hizmet ehline ve dolayısıyla kıyamete kadar bütün Nurculara şiddetle şu ikazı yapar:

“Aziz, sıddık kardeşim Re'fet Bey!

Kur'an-ı Azîmüşşan'ın hürmetine ve alâka-i Kur'aniyenizin hakkına ve Nurlar ile yirmi sene zarfında imana hizmetiniz şerefine, çabuk bu dehşetli, zahiren küçücük fakat vaziyetimizin nezaketine binaen pek elîm ve feci' ve bizi mahva çalışan gizli münafıklara büyük bir yardım olan birbirinden küsmekten ve baruta ateş atmak hükmündeki gücenmekten vazgeçiniz ve geçiriniz.” (Ş: 512)

19- “Haricî ve büyük bir düşmanın hücumu zamanında, dâhilî küçük düşmanlıkları bırakmak elzemdir. Yoksa, hücum eden büyük düşmana yardım hükmüne geçer.” (E:211)

20- Bilhassa 163. Malûm ceza maddesinin kaldırılmasından bu yana, hassaten bu son bir-iki sene içinde planlanan hulûl ile ifsad hareketine karşı çok temkinli ve müteyakkız olmalı ve hizmet ehli arasında onların ifsadına kapı açacak dedikoduları önlemeye çalışmak gerektir.

21- Aksi halde aynı mes’uliyete ortak olma durumu ortaya çıkacağı gibi alâka gören dedikodular giderek büyür ve hizmete büyük zarar getirebilir.

22- Zamanımızın dehşetli fitnesinin müfsid şartlarına karşı hizmet–i diniyede sadakatla ve sebatla hizmet edenlerin şahsî hayatları âdi derecede olsa yine de onları makbul gören Hazret-i Üstad’ın çok ibret-âmiz ve dikkat çekici bazı beyanları var. Ezcümle Hazret-i Üstad’ın birkaç mektubunda şu ifadeler yer alıyor:

“Aziz, sıddık kardeşlerim!

Bugün, büyük ve merhum kardeşim Molla Abdullah ile Hazret-i Ziyaeddin hakkındaki malûmunuz muhavereyi tahattur ettim. Sonra sizi düşündüm. Kalben dedim: Eğer perde-i gayb açılsa, bu sebatsız zamanda böyle sebat gösteren ve bu yakıcı, ateşli hallerden sarsılmayan bu samimî dindarlar ve ciddî müslümanlar eğer herbiri bir veli, hattâ bir kutub görünse, benim nazarımda şimdi verdiğim ehemmiyeti ve alâkayı pek az ziyadeleştirecek ve eğer birer âmi ve âdi görünse, şimdi verdiğim kıymeti hiç noksan etmeyecek diye karar verdim. Çünki böyle pek ağır şerait altında iman kurtarmak hizmeti, herşeyin fevkindedir. Şahsî makamlar ve hüsn-ü zanların ilâve ettikleri meziyetler, böyle dağdağalı, sarsıntılı hallerde hüsn-ü zanlarını kırmakla muhabbetleri azalır ve meziyet sahibi dahi onların nazarlarında mevkiini muhafaza etmek için tasannua ve tekellüfe ve sıkıntılı vakara mecburiyet hisseder. İşte hadsiz şükür olsun ki, bizler böyle soğuk tekellüflere muhtaç olmuyoruz.” (Ş:307)

23- Bu hakikate binaen “hüsn-ü zannın verdiği parlak makamları nazara alan zâtlar, sizlere bakıp içinizde mahviyet ve tevazu ve hizmetkârlık kisvesiyle görünen şakirdleri âdi, âmi adamlar görür ve der: "Bunlar mı hakikat kahramanları ve dünyaya karşı meydan okuyan? Heyhat! Bunlar nerede, evliyaları bu zamanda âciz bırakan bu kudsî hizmet mücahidleri nerede?" diyerek dost ise inkisar-ı hayale uğrar, muarız ise kendi muhalefetini haklı bulur.” (Ş: 317)

24- “Evet -temsilde hata yok- nasılki büyük bir veli, küçük bir ashab kadar hizmet-i İslâmiyede Ehl-i Sünnetçe mevki almadığı gibi, aynen öyle de: "Bu zamanda hizmet-i imaniyede hazz-ı nefsini bırakıp ve mahviyet ile tesanüd ve ittihadı muhafaza eden bir hâlis kardeşimiz, bir veliden ziyade mevki alıyor." diye kanaatım gelmiş ve siz daima bu kanaatımı takviye ediyorsunuz. Cenab-ı Hak, sizlerden ebediyen razı olsun, âmîn!” (Ş:317)

25- “Risale-i Nur'un hakikî şakirdleri hizmet-i imaniyeyi herşeyin fevkinde görür, kutbiyet de verilse ihlas için hizmetkârlığı tercih eder.”  (K:251)

26- “Evet mesleğimizde ihlas-ı tâmmeden sonra en büyük esas, sebat ve metanettir. Ve o metanet cihetiyle şimdiye kadar çok vukuat var ki; öyleler, herbiri yüze mukabil bu hizmet-i Nuriyede muvaffak olmuş. Âdi bir adam ve yirmi-otuz yaşında iken, altmış-yetmiş yaşındaki velilere tefevvuk etmişler var.  (K:248)

27- “Aziz, sıddık kardeşlerim!

Sizdeki ihlas ve sadakat ve metanet, şimdiki ağır sıkıntılarda birbirinizin kusuruna bakmamaya ve setretmeye kâfi bir sebebdir ve Risale-i Nur zinciriyle kuvvetli uhuvvet öyle bir hasenedir ki, bin seyyieyi affettirir. Haşirde adalet-i İlahiye, hasenelerin seyyielere racih gelmesiyle affettiğine binaen, siz de hasenelerin rüchanına göre muhabbet ve afv muamelesini yapmak lâzımdır.” (Ş:330)

28- “Asıl hüner, kardeşini fena gördüğü vakit onu terketmek değil, belki daha ziyade uhuvvetini kuvvetleştirip ıslahına çalışmak, ehl-i sadakatın şe'nidir. Münafıklar, böyle vaziyetlerde kardeşlerin tesanüdünü ve birbirine karşı hüsn-ü zanlarını bozmak için derler: "İşte o kadar ehemmiyet verdiğin zâtlar; âdi, âciz insanlardır." ( Ş: 319)

29- “Ben bir zaman enaniyetini bırakmış ve nefs-i emmaresi kalmamış büyük evliyadan şiddetli bir surette nefs-i emmareden şikayet ettiğini gördüm, hayrette kaldım. Sonra kat'î bildim ki, âhir ömre kadar mücahede-i nefsiyenin sevabdar devamı için nefs-i emmarenin ölmesi üzerine onun cihazatı damarlara ve hissiyata devredilir, mücahede devam eder. İşte o büyük evliyalar, bu ikinci düşmandan ve nefsin vârisinden şikayet ederler. Hem manevî kıymet ve makam ve meziyet, bu dünyaya bakmıyor ki, kendini ihsas etsin. Hattâ en büyük makamda bulunanlardan bazı zâtlara verilen büyük bir ihsan-ı İlahîyi hissetmediklerinden, kendilerini herkesten ziyade bîçare ve müflis telakki etmeleri gösteriyor ki; avamın nazarında medar-ı kemalât zannedilen keşf ü keramet ve ezvak u envâr, o manevî kıymet ve makamlara medar ve mehenk olamaz. Sahabelerin bir saati, başka velilerin bir gün, belki bir çillesi kadar kıymeti olduğu halde; keşif ve manevî hârikulâde hâlâta evliya gibi mazhariyetleri her sahabede olmaması, bu hakikatı isbat ediyor.

30- İşte kardeşlerim! Dikkat ediniz; sizin nefs-i emmareniz, kıyas-ı binnefs cihetinde, sû'-i zan noktasında sizleri aldatmasın; Risale-i Nur terbiye etmiyor diye şübhelendirmesin.” (Ş: 332)

31-Hizmet-i diniyedeki faziletin, şahsî kemalâttan üstün olduğunu anlatan bir parça:

“Fazilet-i a'mal ve sevab-ı ef'al ve fazilet-i uhreviye cihetinde sahabelere yetişilmez. Çünki nasıl bir asker bazı şerait dâhilinde, mühim ve mahuf bir mevkide, bir saat nöbette, bir sene ibadet kadar bir fazilet kazanabilir ve bir dakikada bir kurşunu yemekle, en ekall kırk günde ancak kazanılacak velayet derecesi gibi bir makama çıkıyor. Öyle de, sahabelerin tesis-i İslâmiyette ve neşr-i ahkâm-ı Kur'aniyede hizmetleri ve İslâmiyet için bütün dünyaya ilân-ı harb etmeleri o kadar yüksektir ki, bir dakikasına başkaları bir senede yetişemez. Hattâ denilebilir ki; bütün dakikaları, -o hizmet-i kudsiyede- o şehid olan neferin dakikası gibidir. Bütün saatleri, müdhiş bir makamda bir saat nöbet tutan fedakâr bir neferin nöbeti gibidir ki; amel az, ücreti çok, kıymeti yüksektir. Evet sahabeler madem İslâmiyetin tesisinde ve envâr-ı Kur'aniyenin neşrinde, saff-ı evvel teşkil ediyorlar. اَلسَّبَبُ كَالْفَاعِلِ sırrınca, bütün ümmetin hasenatından onlara hisse çıkar. Ümmetin اَللّٰهُمَّ صَلِّ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَعَلَى آلِهِ وَاَصْحَابِهِ demesiyle; sahabelerin, bütün ümmetin hasenatından hissedarlıklarını gösteriyor.” (S: 493)

32- Yine aynı mes’eleye bakan bir sual ve cevabı da şöyle:

Üçüncü Sualiniz: Başta müçtehidîn-i izam imamları mı efdal, yoksa hak tarîkatların şahları, aktabları mı efdaldir?

Elcevab: Umum müçtehidîn değil; belki Ebu Hanife, Mâlik, Şafiî, Ahmed İbn-i Hanbel; şahların, aktabların fevkındedirler. Fakat hususî faziletlerde Şah-ı Geylanî gibi bazı hârika kutublar, bir cihette daha parlak makama sahibdirler. Fakat küllî fazilet imamlarındır. Hem tarîkat şahlarının bir kısmı, müçtehidlerdendir; onun için umum müçtehidîn, aktabdan daha efdaldir denilmez. Fakat Eimme-i Erbaa, Sahabeden ve Mehdi'den sonra en efdallerdir denilir.” (M:280)

33- Hazret-i Üstad kendi şahsından bizlere de ders veren şu ehemmiyetli nokta-i nazarı, yani şahsî kemalâta bedel hizmete bakmayı nazara verirken diyor ki:

“Bu zamanda insanlar, ihsanını, muhtaçlara çok pahalı satarlar. Meselâ: Benim gibi bir bîçareyi, sâlih veya veli zannedip, sonra bir ekmek verir ve mukabilinde makbul bir dua ister. Bu kadar fiat vermekten ise, bu ihsanı istemiyorum, diye hediyelerin adem-i kabulüne bir sebeb gösterdiğim gibi; -Risale-i Nur'un has şakirdleri müstesna olarak- başkaları beni büyük bir makamda bilmekle, kuvvetli bir alâka ve hizmet gösterir. Hem mukabilinde, dünyada, ehl-i velayet gibi nuranî neticeleri ister. Sonra bize hizmeti ile ve alâkası ile manevî ihsan eder. Böylelerin bu nevi ihsanlarına karşı, istediği fiata sahib olamadığım için mahcub oluyorum. Onlar da ehemmiyetsizliklerimi bildikleri vakit inkisar-ı hayale uğrarlar, belki hizmette fütura düşerler. Gerçi umûr-u uhreviyede hırs ve kanaatsizlik bir cihette makbuldür, fakat mesleğimizde ve hizmetimizde -bazı ârızalar ile- inkisar-ı hayal cihetiyle, şükür yerine, me'yusiyetle şekva etmeğe sebeb olur; belki de hizmetten vazgeçer.(E:90)

34- Hazret-i Üstad’ın kendi şahsından talebelerine ders vermek makamında gördüğümüz bir ikazında şöyle der:

“Risale-i Nur'un zaîf veya yeni şakirdlerini vesveseden kurtarmak için beyan ediyorum ki: Gizli bir komitenin desisesiyle safdil bazı hocalar veyahut bid'a tarafdarları bazı muarızlar, Risale-i Nur'un hiç zedelenmez bazı hakikatlarına karşı gelmek için, benim çok kusurlu ve -itiraf ediyorum- çok hatalı şahsımın noksanlarını ve hatalarını işaa etmek ve beni onlar ile çürütmekle Risale-i Nur'a ilişmek ve darbe vurmak istediklerinin bu yirmi senedir yirmi ehemmiyetli hâdisesi var. Hattâ iki defa hapsimize de bir nevi vesilesi olduğundan, dostlarıma ve Risale-i Nur'un şakirdlerine ilân ediyorum ki: Ben, Cenab-ı Hakk'a şükrediyorum ki; nefsimi kendime beğendirmemiş ve kusurlarımı kendime bildirmiş. Değil kendimi satmak, hodfüruşluk etmek, belki kemal-i mahcubiyetle Risale-i Nur'un mübarek şakirdleri içinde onların samimiyet ve ihlası ile kendimi afvettirmek ve onların manevî şefaatıyla günahlarıma bir keffaret aramaktır. Bana itiraz edenler, gizli ayıblarımı bilmiyorlar.” (E: 48)

35- “Risale-i Nur'un bize verdiği ders de, hakikat-ı ihlas ve terk-i enaniyet ve daima kendini kusurlu bilmek ve hodfüruşluk etmemektir. Kendimizi değil, Risale-i Nur'un şahs-ı manevîsini ehl-i imana gösteriyoruz. Bizler, kusurumuzu görene ve bize bildirene -fakat hakikat olmak şartıyla- minnetdar oluyoruz, Allah razı olsun deriz. Boynumuzda bir akrep bulunsa, ısırmadan atılsa, nasıl memnun oluruz; kusurumuzu, -fakat garaz ve inad olmamak şartıyla ve bid'alara ve dalalete yardım etmemek kaydı ile- kabul edip minnetdar oluyoruz.(E: 49)

36- Hazret-i Üstad, üç şahsiyetinden üçüncüsü hakkında şöyle der:

“Üçüncüsü: Hakikî şahsiyetim, yani Eski Said'in bozması bir şahsiyetim var ki; o da Eski Said'den irsiyet kalma bazı damarlardır. Bazan riyaya, hubb-u câha bir arzu bulunuyor. Hem asil bir hanedandan olmadığımdan, hısset derecesinde bir iktisad ile, düşkün ve pest ahlâklar görünüyor.

37- Ey kardeşler! Sizi bütün bütün kaçırmamak için, bu şahsiyetimin gizli çok fenalıklarını ve sû'-i hallerini söylemeyeceğim.

38- İşte kardeşlerim, ben müstaid ve makam sahibi olmadığım için, şu şahsiyetim, dellâllık ve ubudiyet vazifelerindeki ahlâktan ve âsârdan çok uzaktır.

39- Hem دَادِ حَقْ رَا قَابِلِيَّتْ شَرْطْ نِيسْتْ kaidesince, Cenab-ı Hak merhametkârane kudretini benim hakkımda böyle göstermiş ki; en edna bir nefer gibi bu şahsiyetimi, en a'lâ bir makam-ı müşiriyet hükmünde olan hizmet-i esrar-ı Kur'aniyede istihdam ediyor. Yüzbinler şükür olsun. Nefis cümleden süflî, vazife cümleden a'lâ.” (M: 320)

40- İnsanın iradî olmaktan daha çok nefse ve şeytana mağlubiyetten dolayı mestur günah ve hatalarla sükut etmeyeceği ve bu hale giden iyilikleri hatalarından çok olan mü’minlere nazar-ı müsamaha ile bakılacağı gibi ehemmiyetli dersleri ihtiva eden birkaç ibret-âmiz beyanı kaydediyoruz:

“Cenab-ı Hak, Kütüb-ü Semaviyede beşere karşı şu Cennet gibi azîm mükâfat ve Cehennem gibi dehşetli mücazatı göstermekle beraber çok irşad, ikaz, ihtar, tehdid ve teşvik ettiği halde; ehl-i iman, bu kadar esbab-ı hidayet ve istikamet varken hizb-üş şeytanın mükâfatsız çirkin zaîf desiselerine karşı mağlub olmaları, bir zaman beni çok düşündürüyordu. Acaba iman varken, Cenab-ı Hakk'ın o kadar şiddetli tehdidatına ehemmiyet vermemek nasıl oluyor? Nasıl iman gitmiyor? اِنَّ كَيْدَ الشَّيْطَانِ كَانَ ضَعِيفًا sırrıyla şeytanın gayet zaîf desiselerine kapılıp Allah'a isyan ediyor. Hattâ benim arkadaşlarımdan bazıları, yüz hakikat dersini kalben tasdik ile beraber benden işittiği ve bana karşı da fazla hüsn-ü zannı ve irtibatı varken, kalbsiz ve bozuk bir adamın ehemmiyetsiz ve riyakârane iltifatına kapıldı, onun lehinde benim aleyhimde bir vaziyete geldi. Fesübhanallah dedim, insanda bu derece sukut olabilir mi? Ne kadar hakikatsız bir insan idi, diye o bîçareyi gıybet ettim, günaha girdim. Sonra sâbık işaretlerdeki hakikat inkişaf etti, karanlıklı çok noktaları aydınlattı. O nur ile lillahilhamd, hem Kur'an-ı Hakîm'in azîm tergibat ve teşvikatı tam yerinde olduğunu, hem ehl-i imanın desais-i şeytaniyeye kapılmaları, imansızlıktan ve imanın zaîfliğinden olmadığını, hem günah-ı kebairi işleyen küfre girmediğini, hem Mu'tezile mezhebi ve bir kısım Hariciye mezhebi "Günah-ı kebairi irtikâb eden kâfir olur veya iman ve küfür ortasında kalır." diye hükümlerinde hata ettiklerini, hem benim o bîçare arkadaşım da yüz ders-i hakikatı bir herifin iltifatına feda etmesi, düşündüğüm gibi çok sukut ve dehşetli alçaklık olmadığını anladım. Cenab-ı Hakk'a şükrettim, o vartadan kurtuldum. Çünki sâbıkan dediğimiz gibi, şeytan cüz'î bir emr-i ademî ile insanı mühim tehlikelere atar. Hem insandaki nefis ise, şeytanı her vakit dinler. Kuvve-i şeheviye ve gazabiye ise, şeytan desiselerine hem kâbile, hem nâkile iki cihaz hükmündedirler.

41- İşte bunun içindir ki, Cenab-ı Hakk'ın "Gafur", "Rahîm" gibi iki ismi, tecelli-i a'zamla ehl-i imana teveccüh ediyor. Ve Kur'an-ı Hakîm'de Peygamberlere en mühim ihsanı, mağfiret olduğunu gösteriyor ve onları, istiğfar etmeye davet ediyor. بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ kelime-i kudsiyesini her sure başında tekrar ile ve her mübarek işlerde zikrine emretmesiyle, kâinatı ihata eden rahmet-i vasiasını melce ve tahassüngâh gösteriyor ve فَاسْتَعِذْ emriyle "Eûzü billahi mineşşeytanirracîm" kelimesini siper yapıyor.(L: 73)

42- “Sâniyen: Nefs-i insaniye, muaccel ve hazır bir dirhem lezzeti; müeccel, gaib bir batman lezzete tercih ettiği gibi, hazır bir tokat korkusundan, ileride bir sene azabdan daha ziyade çekinir. Hem insanda hissiyat galib olsa, aklın muhakemesini dinlemez. Heves ve vehmi hükmedip, en az ve ehemmiyetsiz bir lezzet-i hazırayı, ileride gayet büyük bir mükâfata tercih eder. Ve az bir hazır sıkıntıdan, ileride büyük bir azab-ı müecceleden ziyade çekinir. Çünki tevehhüm ve heves ve hiss, ileriyi görmüyor belki inkâr ediyorlar. Nefs dahi yardım etse, mahall-i iman olan kalb ve akıl susarlar, mağlub oluyorlar.

43- Şu halde kebairi işlemek, imansızlıktan gelmiyor, belki hiss ve hevesin ve vehmin galebesiyle akıl ve kalbin mağlubiyetinden ileri gelir.....

44- İşte bu sırlar içindir ki; Kur'an-ı Hakîm, mü'minleri pek çok tekrar ve ısrar ile, tehdid ve teşvik ile günahtan zecr ve hayra sevkediyor.

45- Bir zaman Kur'an-ı Hakîm'in bu tekrar ile şiddetli irşadatı bana bu fikri verdi ki; bu kadar mütemadi ihtarlar ve ikazlar, mü'min insanları sebatsız ve hakikatsız gösteriyorlar. İnsanın şerefine yakışmayacak bir vaziyet veriyorlar. Çünki bir memur, âmirinden aldığı bir tek emri itaatine kâfi iken, aynı emri on defa söylese, o memur cidden gücenecek. Beni ittiham ediyorsun, ben hain değilim, der. Halbuki en hâlis mü'minlere Kur'an-ı Hakîm musırrane mükerrer emrediyor. Bu fikir benim zihnimi kurcaladığı bir zamanda iki üç sadık arkadaşlarım vardı. Onları şeytan-ı insînin desiselerine kapılmamak için pek çok defa ihtar ve ikaz ediyordum. "Bizi ittiham ediyorsun" diye gücenmiyorlardı. Fakat ben kalben diyordum ki: "Bu mütemadiyen ihtarlarımla bunları gücendiriyorum, sadakatsızlıkla ve sebatsızlıkla ittiham ediyorum." Sonra birden sâbık işaretlerde izah ve isbat edilen hakikat inkişaf etti. O vakit o hakikatla hem Kur'an-ı Hakîm'in tam mutabık-ı mukteza-yı hal ve yerinde ve israfsız ve hikmetli ve ittihamsız bir surette ısrar ve tekraratı yaptığını ve ayn-ı hikmet ve mahz-ı belâgat olduğunu bildim. Ve o sadık arkadaşlarımın gücenmediklerinin sırrını anladım.

46- O hakikatın hülâsası şudur ki: Şeytanlar tahribat cihetinde sevkettikleri için, az bir amel ile çok şerleri yaparlar. Onun için tarîk-ı hakta ve hidayette gidenler, pek çok ihtiyat ve şiddetli sakınmaya ve mükerrer ihtarata ve kesretli muavenete muhtaç olduklarındandır ki, Cenab-ı Hak o tekrarat cihetinde binbir ismi ile ehl-i imana muavenetini takdim ediyor ve binler merhamet ellerini imdadına uzatıyor. Şerefini kırmıyor, belki vikaye ediyor. İnsanın kıymetini küçük düşürtmüyor, belki şeytanın şerrini büyük gösteriyor.

47- İşte ey ehl-i hak ve ehl-i hidayet! Şeytan-ı ins ü cinnînin mezkûr desiselerinden kurtulmak çaresi: Ehl-i Sünnet ve Cemaat olan ehl-i hak mezhebini karargâh yap ve Kur'an-ı Mu'ciz-ül Beyan'ın muhkemat kal'asına gir ve Sünnet-i Seniyeyi rehber yap, selâmeti bul!..” (L: 76)

48- Şahsî hukuka bakan cüz’î sebeblerle uhuvvet ve tesanüdü bozmanın, şer cereyanına büyük bir yardım olacağını ehemmiyetle nazara veren ve hassaten hizmet ehline hitap eden Üstad Hazretleri diyor ki:

“Kur'an-ı Azîmüşşan'ın hürmetine ve alâka-i Kur'aniyenizin hakkına ve Nurlar ile yirmi sene zarfında imana hizmetiniz şerefine, çabuk bu dehşetli, zahiren küçücük fakat vaziyetimizin nezaketine binaen pek elîm ve feci' ve bizi mahva çalışan gizli münafıklara büyük bir yardım olan birbirinden küsmekten ve baruta ateş atmak hükmündeki gücenmekten vazgeçiniz ve geçiriniz. Yoksa bir dirhem şahsî hak yüzünden, bizlere ve hizmet-i Kur'aniyeye ve imaniyeye yüz batman zarar gelmesi -şimdilik- ihtimali pek kavîdir. Sizi kasemle temin ederim ki; biriniz bana en büyük bir hakaret yapsa ve şahsımın haysiyetini bütün bütün kırsa, fakat hizmet-i Kur'aniye ve imaniye ve Nuriyeden vazgeçmezse ben onu helâl ederim, barışırım, gücenmemeğe çalışırım.” (Ş:512)

49- “Sakın! Çok dikkat ediniz, içinize bir mübayenet düşmesin. İnsan hatadan hâlî olamaz, fakat tövbe kapısı açıktır. Nefis ve şeytan, sizi kardeşinize karşı itiraza ve haklı olarak tenkide sevkettiği vakit deyiniz ki: "Biz değil böyle cüz'î hukukumuzu, belki hayatımızı ve haysiyetimizi ve dünyevî saadetimizi, Risale-i Nur'un en kuvvetli rabıtası olan tesanüde feda etmeye mükellefiz. O bize kazandırdığı netice itibariyle dünyaya, enaniyete ait herşeyi feda etmek vazifemizdir." deyip nefsinizi susturunuz.” (K: 234)

50- “Sizler her zamandan ziyade bu fırtınada tesanüdünüzü ve ittihadınızı ve birbirinin kusuruna bakmaması, birbirini tenkid etmemesi, Risale-i Nur'un vazife-i kudsiye-i imaniyesi hesabına mükellef ve muhtaçsınız.

51- “Sakın birbirinizden gücenmeyiniz ve tenkid etmeyiniz. Yoksa az bir za'f gösterseniz, ehl-i nifak istifade edip sizlere büyük zarar verebilirler.” (K: 223)

52- “Gizli düşmanlarımız iki plânı takip edip.. biri beni ihanetlerle çürütmek; ikincisi, mabeynimize bir soğukluk vermektir.(Ş:517)

53- “Şimdi muhdelif garazkâr çok cereyanlar perde altında kendilerine taraftar bulmak ve muarızlarını çürütmek için her çeşit desiseleri isti’mal ettiklerinden Nur dairesindeki kardeşlerime bir hakikatı beyan etmek lâzım geliyor. Tâ ki, kudsî hizmet-i Nuriye ve imaniyeye bir zarar gelmesin.

54- Birincisi: Risale-i Nur’a girenin birinci vazifesi tam sadakat ve tam sebat  etmektir. Yoksa, hem kendine zarar, hem binler hakikî mü’minler olan Nurculara yardım lâzım gelirken fütur verir .

55- İkincisi: Yirmibirinci Lem’a-yı İhlas’ta isbat ve tafsil edildiği gibi Nur Şakirdleri birbirini tenkid etmemek ve itiraz etmemek, kurusu varsa da lütufkâr bir tarzda hatıra getirmek ve mümkün olduğu kadar birbirine tam tesanüd ve ittifak ve kusura bakmamak, değil elhamla, şüphelerle ittiham etmek, belki gözüyle de kabahatını görse ve kendine karşı da adavetini bulsa yine onun aleyhine itiraz etmemek, yalnız bir nevi meşveretle birbirini kusurdan muhafazaya çalışmak gerektir. Yoksa perde altında fırsat bekleyen münafıklar ve siyasî dinsizler ve bid’akar cereyanlar az bir gevşeklik mabeyninizde bulsa, parmaklarını sokabilirler. Sizin tesanüdünüzü karıp, ehemmiyetli zarar verebilirler. Çünki en büyük kuvvetimiz tenasüd ve sebat ve sadakattır.” (Münteşir bir lâhika mektubu)

56- Evet “Kâ'be hürmetinde olan iman ve Cebel-i Uhud azametinde olan İslâmiyet gibi çok evsaf-ı İslâmiye; muhabbeti ve ittifakı istediği halde, mü'mine karşı adavete sebebiyet veren ve âdi taşlar hükmünde olan bazı kusuratı, iman ve İslâmiyete tercih etmek, o derece insafsızlık ve akılsızlık ve pek büyük bir zulüm olduğunu aklın varsa anlarsın!.... Halbuki imanın verdiği nur ve şuur ile ve sana gösterdiği ve bildirdiği esma-i İlahiye adedince vahdet alâkaları ve ittifak rabıtaları ve uhuvvet münasebetleri var.” (M: 263)

57- Evet “mü’minin şe’ni, kerim olmaktır. Senin ikramınla sana musahhar olur. Zahiren leîm bile olsa, iman cihetinde kerimdir.(M: 265)

58- “Ey ehl-i hak! Ey hakperest ehl-i şeriat ve ehl-i hakikat ve ehl-i tarîkat! Bu müdhiş maraz-ı ihtilafa karşı birbirinizin kusurunu görmeyerek, yekdiğerinizin ayıbına karşı gözünüzü yumunuz!وَاِذَا مَرُّوا بِاللَّغْوِ مَرُّوا كِرَامًا edeb-i Furkanî ile edebleniniz! Ve haricî düşmanın hücumunda dâhilî münakaşatı terketmek ve ehl-i hakkı sukuttan ve zilletten kurtarmayı en birinci ve en mühim bir vazife-i uhreviye telakki edip, yüzer âyât ve ehadîs-i Nebeviyenin şiddetle emrettikleri uhuvvet, muhabbet ve teavünü yapıp; bütün hissiyatınızla ehl-i dünyadan daha şiddetli bir surette meslekdaşlarınızla ve dindaşlarınızla ittifak ediniz.. yani, ihtilafa düşmeyiniz. Böyle küçük mes'eleler için kıymetdar vaktimi sarfetmekten ise, o çok kıymetli vaktimi zikir ve fikir gibi kıymetdar şeylere sarfedeceğim deyip çekilerek, ittifakı zaîfleştirmeyiniz. Çünki bu manevî cihadda küçük mes'ele zannettiğiniz, çok büyük olabilir. Bir neferin, bir saatte mühim ve hususî şerait dâhilindeki nöbeti bir sene ibadet hükmüne bazan geçmesi gibi; bu ehl-i hakkın mağlubiyeti zamanında, manevî mücahede mesailinde, küçük bir mes'eleye sarfolunan senin kıymetdar bir günün, o neferin o saati gibi bin derece kıymet alabilir, bir günün bin gün olabilir. Madem livechillahtır; o işin küçüğüne büyüğüne, kıymetli ve kıymetsizliğine bakılmaz. İhlas ve rıza-yı İlahî yolunda zerre, yıldız gibi olur. Vesilenin mahiyetine bakılmaz, neticesine bakılır. Madem neticesi rıza-yı İlahîdir ve mayesi ihlastır; o küçük değildir, büyüktür.” (L: 155)

59- “Aziz, sıddık kardeşlerim!

Sizin sebat ve metanetiniz, masonların ve münafıkların bütün plânlarını akîm bırakıyor.

Evet kardeşlerim, saklamağa lüzum yok. O zındıklar, Risale-i Nur'u ve şakirdlerini tarîkata ve bilhassa Nakşî Tarîkatına kıyas edip, o ehl-i tarîkatı mağlub ettikleri plânlar ile bizleri çürütmek ve dağıtmak fikriyle bu hücumu yaptılar.

60- Evvelâ: Ürkütmek ve korkutmak ve o mesleğin sû'-i istimalatını göstermek.

Ve sâniyen: O mesleğin erkânlarının ve müntesibîninin kusuratlarını teşhir etmek.

Ve sâlisen: Maddiyyun felsefesinin ve medeniyetinin cazibedar sefahet ve uyutucu lezzetli zehirleriyle ifsad etmek ile mabeynlerinde tesanüdü kırmak ve üstadlarını ihanetlerle çürütmek ve mesleklerini fennin, felsefenin bazı düsturlarıyla nazarından sukut ettirmektir ki, Nakşîlere ve ehl-i tarîkata karşı istimal ettikleri aynı silâh ile bizlere hücum ettiler, fakat aldandılar.” (Ş: 302)

61- Demek oluyor ki, şahsî kusuratı veya kıyas-ı binnefsin sû’-i zannıyla ve bilhassa hizmet ehline tevcihen kusurat işaasında bulunmak, zendeka cereyanına yardım hükmüne geçeçeğinden ehl-i imanın bu hususta çok dikkatli olmaları îcab eder.

62- Yine Hazret-i Üstad kendi şahsından bizlerin ders almamıza bakan ve şahsî kemalattan önce, hizmetin değer ölçüsü olduğunu gösteren bir mektubunda şöyle der:

63- “Şahsiyetim itibariyle sizin ziyade hüsn-ü zannınız belki size zarar vermez. Fakat sizin gibi hakikatbîn zâtlar vazifeye, hizmete bakıp, o noktada bakmalısınız. Perde açılsa, benim baştan aşağıya kadar kusurat ile âlûde mahiyetim, benden kaçmağa bir vesile olur. Sizi kardeşliğimden kaçırmamak, pişman etmemek için, şahsiyetime karşı haddimin pek fevkinde tasavvur ettiğiniz makamlara irtibatınızı bağlamayınız.” (K: 89)

64- Yine Hazret-i Üstad, mühim bir şahsın, şahsî kusurlarının yanında iman hizmetinin ne kadar mühim olduğunu belirtmek makamında diyor ki:

“Bundan kırk-elli sene evvel, büyük kardeşim Molla Abdullah (Rahmetullahi Aleyh) ile bir muhaveremi hikâye ediyorum:

65- O merhum kardeşim, evliya-i azîmeden olan Hazret-i Ziyaeddin (Kuddise Sırruhu)nun has müridi idi. Ehl-i tarîkatça, mürşidinin hakkında müfritane muhabbet ve hüsn-ü zan etse de makbul gördükleri için o merhum kardeşim dedi ki: "Hazret-i Ziyaeddin bütün ulûmu biliyor. Kâinatta, kutb-u a'zam gibi her şeye ıttılaı var." Beni, onunla rabtetmek için çok hârika makamlarını beyan etti.

66- Ben de o kardeşime dedim ki: "Sen mübalağa ediyorsun. Ben onu görsem, çok mes'elelerde ilzam edebilirim. Hem sen, benim kadar onu hakikî sevmiyorsun. Çünki kâinattaki ulûmları bilir bir kutb-u a'zam suretinde tahayyül ettiğin bir Ziyaeddin'i seversin; yani o ünvan ile bağlısın, muhabbet edersin. Eğer perde-i gayb açılsa ve hakikat görünse, senin muhabbetin ya zâil olur veyahut dörtte birisine iner. Fakat ben o zât-ı mübareki, senin gibi pek ciddî severim, takdir ederim. Çünki sünnet-i seniye dairesinde, hakikat mesleğinde, ehl-i imana hâlis ve tesirli ve ehemmiyetli bir rehberdir. Şahsî makamı ne olursa olsun, bu hizmeti için ruhumu ona feda ederim. Perde açılsa ve hakikî makamı görünse, değil geri çekilmek, vazgeçmek, muhabbette noksan olmak; bilakis daha ziyade hürmet ve takdir ile bağlanacağım. Demek ben hakikî bir Ziyaeddin'i, sen de hayalî bir Ziyaeddin'i seversin."” (K: 88)

67- “Herkesin aradığı keşf ü keramatı ve kemalât-ı ruhiyeyi Nur hizmetinin haricinde aramadığımı zaîf damarlarımı tutmağa çalışanlar anladılar. Bu noktada dahi mağlub oldular.” (E: 224)

68- “Uzun seneler ihtiyarım haricinde olarak hizmet-i imaniyemi maddî ve manevî kemalât ve terakkiyatıma ve azabdan ve Cehennem'den kurtulmama ve hattâ saadet-i ebediyeme vesile yapmaklığıma, yahut herhangi bir maksada âlet yapmaklığıma manevî gayet kuvvetli manialar beni men' ediyordu.” (Em: 79)

69- “Hattâ her ne vakit sırf âhiretime şahsî ibadetle ziyade meşguliyetim sebebiyle Nur'un hizmetini bıraktığım aynı zamanda ehl-i dünya bana musallat olup bana azab verdiğine kat'î kanaat getirmişim.” (Em: 75)

70- “Yoksa herkes gibi gayet meşru ve zararsız olan bir yol tutarak şahsımı düşünseydim, maddî manevî füyuzat hislerimi feda etmeseydim, iman hizmetinde bu büyük manevî kuvveti kaybedecektim. Ben maddî ve manevî her şeyimi feda ettim, her musibete katlandım, her işkenceye sabrettim. Bu sayede hakikat-ı imaniye her tarafa yayıldı. Bu sayede Nur mekteb-i irfanının yüzbinlerce, belki de milyonlarca talebeleri yetişti. Artık bu yolda, hizmet-i imaniyede onlar devam edeceklerdir ve benim maddî ve manevî her şeyden feragat mesleğimden ayrılmayacaklardır. Yalnız ve yalnız Allah rızası için çalışacaklardır.” (Em:80)

71- Tasavvufî manada inzivaya çekilip şahsî ibdetle meşguliyete bedel, halkın eziyetleri içinde, sadakatla dine hizmet ve sabretmenin daha faziletli olduğunu bildiren diğer bir hadîs de şöyledir: اَلْمُؤْمِنُ الَّذِى يُخَالِطُ النَّاسَ وَيَصْبِرُ عَلَى اَذَاهُمْ اَعْظَمُ اَجْرًا مِنَالْمُؤْمِنِ الَّذِى لَا يُخَالِطُ النَّاسَ وَلَا يَصْبِرُ عَلَى اَذَاهُمْ (İslam Prensipleri Ansiklopedisi Sabr maddesi 3179.p)

72- Tasavvufta takib edilen ve kazanılması bu fitne asrında müşkil olan kemalat-ı şahsiye yerine, azamî ihlas, sadakat, sebat, istiğna gibi keyfiyet şartları ile hizmetin büyük bir rüchaniyeti vardır. Ezcümle Hazret-i Üstad bir eserinde diyor ki:

“Birincisi: Hem lisan-ı hal, hem lisan-ı kal ile ve başka tezahüratlarla sorulan bir suale cevabdır.

Deniliyor ki: Madem Risale-i Nur hem kerametlidir, hem tarîkatlardan ziyade iman hakikatlarının inkişafında terakki veriyor ve sadık şakirdleri kısmen bir cihette velayet derecesindeler. Neden evliyalar gibi manevî zevkler ve keşfiyatlara ve maddî kerametlere mazhariyetleri görülmüyor; hem onun talebeleri de öyle şeyler aramıyorlar. Bunun hikmeti nedir?

Elcevab: Evvelâ sebebi, sırr-ı ihlastır. Çünki dünyada muvakkat zevkler, kerametler tam nefsini mağlub etmeyen insanlara bir maksad olup, uhrevî ameline bir sebeb teşkil eder, ihlası kırılır. Çünki amel-i uhrevî ile dünyevî maksadlar, zevkler aranılmaz. Aranılsa sırr-ı ihlası bozar.

73- Sâniyen: Kerametler, keşfiyatlar, tarîkatta sülûk eden âmi ve yalnız imanı taklidî bulunan ve tahkik derecesine girmeyenlere, bazan zaîf olanları takviye ve vesveseli şübhelilere kanaat vermek içindir. Halbuki Risale-i Nur'un imanî hakikatlarına gösterdiği hüccetler, hiç bir cihette vesveselere meydan vermediği gibi, kanaat vermek cihetinde kerametlere, keşfiyatlara hiç ihtiyaç bırakmıyor. Onun verdiği iman-ı tahkikî, keşfiyat, zevkler ve kerametlerin çok fevkinde olmasından, hakikî şakirdleri öyle keramet gibi şeyleri aramıyorlar.

74- Sâlisen: Risale-i Nur'un bir esası, kusurunu bilmekle mahviyetkârane yalnız rıza-i İlahî için rekabetsiz hizmet etmektir. Halbuki keramet sahibleri ve keşfiyattan zevklenen ehl-i tarîkatın mabeynindeki ihtilaf ve bir nevi rekabet ve bu enaniyet zamanında ehl-i gafletin nazarında onlara sû'-i zan edip o mübarek zâtları, benlik ve enaniyetle ittiham etmeleri gösteriyor ki; Risale-i Nur'un şakirdleri şahsı için keramet ve keşfiyatlar istememek, peşinde koşmamak lâzım ve elzemdir. Hem onun mesleğinde şahsa ehemmiyet verilmiyor. Şirket-i maneviye ve kardeşler birbirinde tefani noktasında Risale-i Nur'un mazhar olduğu binler keramet-i ilmiye ve intişar-ı hizmetteki teshilât ve çalışanların maişetindeki bereket gibi ikramat-ı İlahiye umuma kâfi gelir; daha başka şahsî kemalât ve kerameti aramıyorlar.(E: 86)

75- “Evet Risale-i Nur'un o kadar dehşetli muannidlere karşı galibane mukavemeti, sırr-ı ihlastan ve hiçbir şeye âlet edilmemesinden ve doğrudan doğruya saadet-i ebediyeye bakmasından ve hizmet-i imaniyeden başka bir maksad takib etmemesinden ve bazı ehl-i tarîkatın ehemmiyet verdikleri keşf ü keramat-ı şahsiyeye ehemmiyet vermemekten ve velayet-i kübra sahibleri olan Sahabîler gibi, veraset-i nübüvvet sırrıyla, yalnız iman nurlarını neşretmek ve ehl-i imanın imanlarını kurtarmaktır.(K: 263)

76- “Risale-i Nur şakirdleri, hizmet-i nuriyeyi velayet makamına tercih eder; keşf ü keramatı aramaz; ve âhiret meyvelerini dünyada koparmaya çalışmaz; ve vazife-i İlahiye olan muvaffakıyet ve halka kabul ettirmek ve revaç vermek ve galebe ettirmek ve müstehak oldukları şân ü şeref ve ezvak ve inayetlere mazhar etmek gibi kendi vazifelerinin haricinde bulunan şeylere karışmaz ve harekâtını onlara bina etmezler. Hâlisen, muhlisen çalışırlar, "Vazifemiz hizmettir. O yeter" derler.” (K:263)

77-Hem, Bediüzzaman Hazretleri istikamet-i kâmileye bakan (11:112) âyetinin bu bozuk asra bakan işaretinin beyanında ve kendisi hakkında fakat hepimize ders makamında diyor ki:

“O asırda şahsen istikamette mümtaz bir hususiyet kesbetmek çok uzaktır. Demek, şahsî istikamet değil. Öyle ise, o adamın teşebbüsiyle neşredilen esrar-ı Kur'aniye, o asırda istikametde imtiyaz kesbedecek. O adam şahsen gayr-ı müstakim olduğu halde, müstakimler içine idhali, o imtiyaza remzeder.” (St: 163)

78- Yine Hazret-i Üstad diyor ki:

“Her ne vakit hizmete fütur verir, "neme lâzım" deyip hususî nefsime ait işlerle meşgul olduğum zaman tokat yemişim......."neme lâzım" dedim, kendi nefsimi düşündüm. Âhiretimi kurtarmak için Erek Dağı'nda harabe mağara gibi bir yere çekildim. O vakit sebebsiz beni aldılar nefyettiler.” (L: 41)

79- Yine Hazret-i Üstad evradı hizmete tercih eden talebelerini ikaz eden mektubunda diyor ki:

“Yazıda usanan ve ibadet ayları olan şuhur-u selâsede sair evradı, beş cihetle ibadet sayılan1 Risale-i Nur yazısına tercih eden kardeşlerime iki hadîs-i şerifin bir nüktesini söyleyeceğim.

80- Birincisi: يُوزَنُ مِدَادُ الْعُلَمَاءِ بِدِمَاءِ الشُّهَدَاءِ ev kema kal- Yani: "Mahşerde ülema-i hakikatın sarfettikleri mürekkeb, şehidlerin kanıyla müvazene edilir; o kıymette olur."

81- İkincisi:  مَنْ تَمَسَّكَ بِسُنَّتِى عِنْدَ فَسَادِ اُمَّتِى فَلَهُ اَجْرُ مِاَةِ شَهِيدٍev kema kal- Yani: "Bid'aların ve dalaletlerin istilâsı zamanında Sünnet-i Seniyeye ve hakikat-ı Kur'aniyeye temessük edip hizmet eden, yüz şehid sevabını kazanabilir." Ey tenbellik damarıyla yazıdan usanan ve ey sofi-meşreb kardeşler! Bu iki hadîsin mecmuu gösterir ki: Böyle zamanda hakaik-i imaniyeye ve esrar-ı şeriat ve Sünnet-i Seniyeye hizmet eden mübarek hâlis kalemlerden akan siyah nur veya âb-ı hayat hükmünde olan mürekkeblerin bir dirhemi, şühedanın yüz dirhem kanı hükmünde yevm-i mahşerde size faide verebilir. Öyle ise, onu kazanmaya çalışınız. Rüşdü, Hüsrev, Re'fet” (L: 167 )                                                                                                

82- Tarihçe-i Hayat adlı eserde, Hazret-i Üsrad’ın dersi olarak nazara verilen “hem sohbetlerinde, hem mektublarında bu zamanın cemaat zamanı olup, şahsî kemalât ve meziyetlerin hizmet-i îmaniyede şahs-ı mânevî kadar te'siri olmadığını zikretmesi..” (T: 21)  gibi ifade ve beyanlar açıkça gösteriyor ki, Nur mesleğinde sadakatli hizmet rüçhaniyet kazanıyor.

83- İşte Risale-i Nur’da zamanın iktizası olarak hizmetin esas alınmasındandır ki, hizmete zarar veren ve ihlası kıran bir hareket şahsî hatalara gösterilen mülayemetin zıddına olarak şiddetle takbih edilir. Deniliyor ki:

İhlası kırmakla; hem bu hizmetteki umum kardeşlerimizin hukukuna tecavüz, hem hizmet-i Kur'aniyenin hizmetine taarruz, hem hakaik-i imaniyenin kudsiyetine hürmetsizlik etmiş oluruz.” (L:160)

84- Evet “Samimî ihlası kıran adam, bu hılletin gayet yüksek kulesinin başından sukut eder. Gayet derin bir çukura düşmek ihtimali var. Ortada tutunacak yer bulamaz.” (L:162)

İfadeleriyle gösterilen şiddet, hizmeti yürütenlere bakıyor. Bu şiddet, bilerek hizmetin esasını bozmak sebebiyledir. Zira ihlas, hizmetin esasıdır. İhlas gitse, hizmetin yalnız ismi kalır. Hizmetin hakikatı zıddına döndürülür.

85- Yani; dünyevî menfaatler ve şan, şöhret gibi nefis ve enaniyetin istekleri hükmeder. Kitabda yazılı sarih düsturlar tevil edilerek veya nazara alınmayarak uhrevî hizmetler dünyevî isteklere âlet edilir. Dünya gaye, din onun vesilesi durumuna getirilir. Asrın en dehşetli fitnesinin çaresi olan hizmet-i Nuriyeye verilen bu zarar, Âlem-i İslâm’ın selâmetine verilen zarar olur. Onun için ikaz dahi o nisbette şiddetli olmaktadır.

86- Şahsî hata ve hukuka bakıp hukuk-u umumiyeye zarar getirmeyen ve şeriatça yasaklılığı kat’iyetle bilinmeyen mes’elelerde mü’minler arasında hüs-ü zan esastır.

87- “Evet insan hüsn-ü zanna memurdur. İnsan, herkesi kendisinden üstün bilmelidir. Kendisinde bulunan sû'-i ahlâkı, sû'-i zan saikasıyla başkalara teşmil etmesin. Ve başkaların bazı harekâtını, hikmetini bilmediğinden, takbih etmesin. Binaenaleyh eslaf-ı izamın hikmetini bilmediğimiz bazı hallerini beğenmemek, sû'-i zandır. Sû'-i zan ise, maddî ve manevî içtimaiyatı zedeler.(Ms: 66)

88- “Muhabbet, uhuvvet, sevmek İslâmiyetin mizacıdır, rabıtasıdır. Ehl-i adavet, mizacı bozulmuş bir çocuğa benziyor ki, ağlamak ister, birşey arıyor ki onunla ağlasın. Sinek kanadı kadar ehemmiyetsiz bir şey, ağlamasına bahane olur. Hem insafsız, bedbîn bir adama benzer ki, sû'-i zan mümkün oldukça hüsn-ü zan etmez. Bir seyyie ile on haseneyi örter. Bu ise, seciye-i İslâmiye olan insaf ve hüsn-ü zan bunu reddeder.” (H: 53)

89- Hazret-i Üstad çok ehemmiyetli bir ikaz mektubunda diyor ki:

“Kardeşlerim! Sizin zekâvetiniz ve tedbiriniz, benim tesanüdünüz hakkında nasihatıma ihtiyaç bırakmıyor. Fakat bu âhirde hissettim ki, Risale-i Nur şakirdlerinin tesanüdlerine zarar vermek için birbirinin hakkında sû'-i zan verdiriyorlar, tâ birbirini ittiham etsin. Belki filan talebe bize casusluk ediyor, der; tâ bir inşikak düşsün. Dikkat ediniz; gözünüzle görseniz dahi perdeyi yırtmayınız. Fenalığa karşı iyilikle mukabele ediniz. Fakat çok ihtiyat ediniz, sır vermeyiniz. Zâten sırrımız yok, fakat vehhamlar çoktur. Eğer tahakkuk etse, bir talebe onlara hafiyelik ediyor; ıslahına çalışınız, perdeyi yırtmayınız.(E: 108)

90- Yine gizli hatalar hakkında Hazret-i Üstad’ın bir ikazı da şöyledir:

“Faraza, bazılarının altında büyük fenalıkları varsa da, hücum edilmemek gerektir. Zira çok fenalıklar vardır ki; iyilik perdesi altında kaldıkça ve perde yırtılmadıkça ve ondan tegafül edildikçe, mahdud ve mahsur kaldığı gibi, sahibi de perde-i hicab ve hayâ altında kendisinin ıslahına çalışır. Lâkin vakta ki perde yırtılsa, hayâ atılır; hücum gösterilse, fenalık fena tevessü' eder.(Mü: 42)

91- “Zahirde bir sebebi ve açık emaresi bulunmayan zann haramdır, içtinab lâzımdır. Binaenaleyh mestur bir adama hüsn-ü zann vacib olmasa bile sû-i zann da caiz olmaz. Lâkin fısk u fücur ile tanınan kimselere sû-i zann haram olmaz. Bununla beraber وَلاَ تَجَسَّسُوا tecessüs de etmeyin. Yani mü’minlerin eksikliklerini bulacağız, açık delil ve emareler elde ederek zann veya yakîn husule getireceğiz diye casus gibi inceden inceye yoklayıp araştırmayın.” (Elmalılı Tefsiri: 4473)

92- “Gıybetin en fena ve en şenii ve en zalimane kısmı, kazf-ı muhsanat nev'idir. Yani gözüyle görmüş dört şahidi gösteremeyen bir insan, bir erkek veya kadın hakkında zina isnad etmek; en şeni' bir günah-ı kebair ve en zalimane bir cinayettir, hayat-ı içtimaiye-i ehl-i imanı zehirlendirir bir hıyanettir, mes'ud bir ailenin hayatını mahveden bir gadirdir. Evet Sure-i Nur bu hakikatı o kadar şiddetle göstermiş ki, vicdan sahibini titretiyor ve tüylerini ürperttiriyor.  لَوْلاَ اِذْ سَمِعْتُمُوهُ قُلْتُمْ مَا يَكُونُ لَنَا اَنْ نَتَكَلَّمَ بِهذَا سُبْحَانَكَ هذَا بُهْتَانٌ عَظِيمٌ şiddetle ferman ediyor ve diyor ki: Gözüyle görmüş dört şahidi gösteremeyen merdud-uş şehadettir. Ebedî şehadetlerini kabul etmeyiniz. Çünki yalancıdırlar. Acaba böyle kazfe cesaret eden hangi adam var ki, gözüyle görmüş dört şahidi gösterebilir. Kur'an-ı Hakîm bu şartı koşturmakla, böyle şeylerde şakk-ı şefe etmeyiniz, bu kapıyı kapayınız demektir.” (B:267)

93- Bu âyetin hükmü sarihtir, nasstır ve Hazret-i Üstad bu sarih hükmü burada beyan etmiştir. Evet gözüyle görmüş ve şeriatça makbul dört şahid gösteremeyenin sözü dinlenmez ve o şahıs da günah-ı kebire işleyen hain ve yalancı olur. Çünkü âyetin yasağını dinlemeyip aleyhte konuşuyor. Bu haliyle kişi kendisini haklı görse, âyetin sarahatını zıd anlayışla itikada da dokunan bir duruma düşebilir.

94- “İnsanın hayat-ı içtimaiyesini ifsad eden bir desise-i şeytaniye şudur ki: Bir mü'minin bir tek seyyiesiyle, bütün hasenatını örter. Şeytanın bu desisesini dinleyen insafsızlar, mü'mine adavet ederler. Halbuki Cenab-ı Hak haşirde adalet-i mutlaka ile mizan-ı ekberinde a'mal-i mükellefîni tarttığı zaman, hasenatı seyyiata galibiyeti, mağlubiyeti noktasında hükmeyler. Hem seyyiatın esbabı çok ve vücudları kolay olduğundan, bazan bir tek hasene ile çok seyyiatını örter. Demek bu dünyada, o adalet-i İlahiye noktasında muamele gerektir. Eğer bir adamın iyilikleri fenalıklarına kemmiyeten veya keyfiyeten ziyade gelse, o adam muhabbete ve hürmete müstehaktır. Belki kıymetdar bir tek hasene ile, çok seyyiatına nazar-ı afv ile bakmak lâzımdır. Halbuki insan, fıtratındaki zulüm damarıyla, şeytanın telkiniyle, bir zâtın yüz hasenatını bir tek seyyie yüzünden unutur, mü'min kardeşine adavet eder, günahlara girer. Nasıl bir sinek kanadı göz üstüne bırakılsa; bir dağı setreder, göstermez. Öyle de insan garaz damarıyla, sinek kanadı kadar bir seyyie ile dağ gibi hasenatı örter, unutur; mü'min kardeşine adavet eder, insanların hayat-ı içtimaiyesinde bir fesad âleti olur.” (L: 88)

95- İşte böyle bir fesad âleti olmamak için şu çok ehemmiyetli ders ve ikazat ciddî şekilde nazara alınarak garazkârlık hislerinin tesirinde kalınmaması gerekiyor. Evet:

“Kur'an-ı Kerim diyor ki: مَنْ جَاءَ بِالْحَسَنَةِ فَلَهُ عَشْرُ اَمْثَالِهَا وَمَنْ جَاءَ بِالسَّيِّئَةِ فَلاَ يُجْزَى اِلاَّ مِثْلَهَا

Madem ki hasene on misline çıkar. Seyyie, nefsinde birde münhasır kalır. Sen de haseneden neş'et eden muhabbeti, muhsinden muhsinin müteallikatına teşmil et. Uyûbundan iğmaz-ı ayn et. Seyyieden neş'et eden adavet-i müsi'den, müsi'in ekaribine veya sair güzel sıfatlarına tecavüz ettirme. Bu edeb-i illiye-i âdile-i Kur'aniye ile edeblen! Kur'an'ın edebiyle edeblenmeyen, zamanın sillesiyle te'dib olunacağı muhakkaktır.” (Ni: 46)

96- Demek esasat-ı şer’iyeyi tağyir etmeyip kabul eden ve umumî hukuka tecavüz etmeyen ve fâsık-i mütecahir olmayan mü’minler arasında şahsi kusurat veya sû-i zan bahaneleri ile yapılan tenkidler, mes’uliyeti mucibdir ve fesada kapı açar.

97- Ve keza rüya sebebiyle de sû-i zanna kapı açılmamalıdır. Hazret-i Üstad diyor ki:

“Hayalâtlara karşı kapısı açık olan rü’yalara, tahkikî bir surette mevzubahs etmek, tahkik mesleğine tam uygun gelmediği.....” (M: 346)

98- Keza “Kur'an ile tefe'üle ve rü'yaya itimada ehl-i hakikat tarafdar değiller. Çünki Kur'an-ı Hakîm, ehl-i küfrü kesretle ve şiddetli bir tarzda vuruyor. Tefe'ülde, kâfire ait şiddeti, tefe'ül eden insana çıktığı vakit, yeis veriyor; kalbi müşevveş ediyor. Hem rü'ya dahi hayr iken, bazı aks-i hakikatla göründüğü için şerr telakki edilir, yeise düşürür, kuvve-i maneviyeyi kırar, sû'-i zan verir. Çok rü'yalar var ki: Sureti dehşetli, zararlı, mülevves iken; tabiri ve manası çok güzel oluyor. Herkes rü'yanın suretiyle manasının hakikatı mabeynindeki münasebeti bulamadığı için; lüzumsuz telaş eder, me'yus olur, keder eder.” (M: 347)

99- Bir rivayette mealen şöyle buyuruluyor:

“Sizden biriniz sevdiği bir rüya görürse, bilsin ki o Allah’tandır, bunun için Allah’a hamdetsin ve rüyasını anlatsın. Sevmediği bir şey görürse bu şeytandandır; bunun için şerrinden Allah’a sığınsın ve bu rü’yayı kimseye anlatmasın. (Böyle yaptıktan sonra) bu rüya kendisine bir zarar vermez.” (Tac Tercemesi ci:4 hadîs: 654)

100- Tekrar hizmet mevzuuna devam ediyoruz.

Hazret-i Üstad Kur’ana istinad eden Risale-i Nur’la yapılan hizmet-i diniyenin ehemmiyetini daima nazara verir ve der ki:

“Ey kardeşlerim! Dikkat ediniz: Vazifeniz kudsiyedir, hizmetiniz ulvîdir. Herbir saatiniz, bir gün ibadet hükmüne geçebilecek bir kıymettedir. Biliniz ki, elinizden kaçmasın!...” (M: 427)

101- Şahsî kemalat kazandıran amellere büyük ehemmiyet atfedip Kur’an ve iman hizmetini takdir etmemenin yanlışlığını belirtmek üzere Haret-i Üstad der ki:

“Böyle küçük mes'eleler için kıymetdar vaktimi sarfetmekten ise, o çok kıymetli vaktimi zikir ve fikir gibi kıymetdar şeylere sarfedeceğim deyip çekilerek, ittifakı zaîfleştirmeyiniz. Çünki bu manevî cihadda küçük mes'ele zannettiğiniz, çok büyük olabilir.” (L:155)

102- Demek hakikî Nur şakirdinin hayatındaki en büyük maksadı, Risale-i Nur’la sadakatlı hizmettir.

Evet “Üstad, Nurların yazılmasına, teksirine çok ehemmiyet verirdi. "Risale-i Nur, bu asrı ve gelecek asırları tenvir edecek olan bir mucize-i Kur'âniyedir." deyip, Nur'a ait hizmeti, zamanın en büyük meselesi olarak kabul eder, bu ehemmiyetle davranırdı.” (T:463)

103- Yine Hazret-i Üstad, hakikî Nur şakirdlerini aynı maksada teşvik için iki talebesinin şahsında şu hususiyete dikkat çekerken diyor ki:

“Bütün makasıd-ı hayatiye içinde en büyük, en mühim maksadları, o nurlu Sözler vasıtasıyla Kur'an'a hizmet biliyorlar. Dünya hayatının netice-i hakikiyesinin ve dünyaya gelmekteki vazife-i fıtriyelerinin en mühimmi, hakaik-i imaniyeye hizmet olduğunu telakkileridir.” (B:21)

104- Yukarıda tavsif edilen Hulusi Ağabeyimiz, aynı hakikatı te’yiden ve Yirmisekizinci Mektub’un Dördüncü Mes’elesiyle Hazret-i Üstadın ehl-i  dalalete attığı taşları tasvir ederek diyor ki:

“Manevî taşlarınız وَمَا رَمَيْتَ اِذْ رَمَيْتَ وَلكِنَّ اللّهَ رَمَى âyet-i kerimesinde işaret buyurulduğu üzere hedeflerine isabet ettiğine kaniim. Allah böylelerinin şerlerini kudret kılıcı ile kessin. Böylesi hâin ve zalimleri Kahhar ismine tevdi' ederiz. Hizmette füturum yok, fakat manilerin hadd ü pâyanı yok. Fakat dünyayı sırtıma yükleseler, her tarafımı ateşle sarsalar bu ulvî düşünceme mani' olamazlar.” (B:62)

105- Evet “Nur hizmetini hayatlarının gayesi addeden ve bu hizmetle vatan, millet ve İslâmiyete en büyük faydayı temin eden talebeler meydana çıkarak hizmete başladılar.” (T:614)

106- İşte bütün bu ve benzeri ders ve ikazlardan açıkça görülüyor ki, değişmez esaslara ve umumî haklara dokunan hareketler yapılmadığı müddetçe müslümanlar arasında muhalefet ve tenkid etmek, şer cereyanlarının menfaatına ve İslâmın zararına neticeler verir.

107- Hattâ haklı ve meşru tenkidlerde dahi garaz karıştırılsa, bir yanlışın tashihi için yapılan bu tenkid dahi mes’uliyeti mucib olur. Meşru tenkid, meşru bir vazife ve hatayı tashih olmakla beraber garazsız ve yalnız hak için olması da şarttır. Aksi halin haramiyetini şeriat imamları beyan etmişlerdir.

108- NETİCE: Zikredilen ciddî ikaz ve irşadatın icabı olarak samimi bir mü’min, hissiyatına kapılarak hizmetin ve dolayısıyla İslâmiyet’in selametine zarar veren ve meşru olmayan her türlü hareketlerden kaçmalı ve Kur’anın “Ey bütün iman edenler! Bir fâsık size bir haber getirirse onu tebeyyün ettirin. Birdenbire kapılmayın da beyan isteyin,tahkik edip anlayın.” (Elmalılı tefsiri sh:4456) mealindeki (49.6) âyetinin ikazına dikkat etmeli ve her söylenene kulak vermemelidir.

İNDEKS

 


(Rakamlar paragraf numaralarıdır)

beni ihanetlerle çürütmek 52                                                                               

bid’alara ve dalalete kalben taraftar olmasın 8

Bir seyyie ile on haseneyi örter 88

birbirinin kusuruna bakmaması 50

birbirinizin kusurunu görmeyerek 58

Cihad farzı kifaye iken 15

çürütmek ve dağıtmak fikriyle 59

dalalete yardım etmemek kaydı ile 35

Dostun hassası 8

düşmana yardım hükmüne geçer 19

ehl-i nifak istifade edip sizlere büyük zarar verebilirler 51

en büyük kuvvetimiz tenasüd 55

evradı hizmete tercih eden 79

Farzlarını yapan 14

fısk u fücur ile tanınan kimselere su’-i zann haram olmaz 91

Gizli düşmanlarımız iki plânı 52

gizli hatalar hakkında 90

gözünüzle görseniz dahi perdeyi yırtmayınız 89

gözüyle de kabahatını görse 55

gözüyle görmüş dört şahidi gösteremeyen 92

hasenatı seyyiata galibiyeti, mağlubiyeti noktasında hükmeyler 94

hatalarını işaa etmek ve beni onlar ile çürütmekle Risale-i Nur’a ilişmek 34

hayat-ı içtimaiye-i ehl-i imanı zehirlendirir 92

hayat-ı içtimaiyede bir fesat âleti olur 94

her söylenene kulak vermemeli 108

hizmet biliyorlar 103

hizmet eden, yüz şehid sevabını 81

hizmet rüchaniyet kazanıyor 82

hizmet-i diniyenin ehemmiyetini daima nazara verir 100

hizmet-i imaniyeden başka bir maksad takib etmemesinden 75

hizmet-i imaniyeyi herşeyin fevkinde 25

hizmet-i nuriyede muvaffak olmuş. Âdi bir adam 26

hizmet-i nuriyeyi velayet makamına tercih eder 76

hizmete bakıp, o noktada bakmalısınız 63

hizmete fütur verir, “neme lâzım” deyip 78

hizmeti bilsin 10

hizmeti için ruhumu ona feda ederim 66

hizmeti tercih 11

hizmetini hayatlarının gayesi addeden 105

hizmette fütura düşerler 33

hizmette füturum yok 104

hulûl ile ifsad 20

hüsn-ü zanlarını bozmak için derler 28

inkisar-ı hayale uğrarlar 33

kardeşin hassası 9

kebairi işlemek, imansızlıktan gelmiyor 43

kebireleri işlemeyen, kurtulan 14

kemalât ve terakkiyatıma 68

kemalât zannedilen keşf ü keramet 29

kemalât-ı ruhiyeyi Nur hizmetinin haricinde aramadığımı 67

kerametlere, keşfiyatlara hiç ihtiyaç bırakmıyor 73

kıyas-ı binnefs cihetinde, sû’-i zan noktasında sizleri aldatmasın 30

kusurat ile âlûde mahiyetim 63

kusuratlarını teişhir etmek 60

kusurlarına bakmamaya 27

kutub görünse 22

mestur günah ve hatalarla sükut etmeyeceği 40

Meşru tenkid 107

mü’minin bir tek seyyiesiyle, bütün hasenatını örter 94

münafıklara büyük bir yardım 18

müsamaha göstermek 6

Nefis cümleden süflî, vazife cümleden a’lâ 39

nefs-i emmareden şikayet ettiğini gördüm 29

Nurculara yardım lâzım gelirken fütur verir 54

hizmet-i imaniye hayat-ı bâkiyeye baktığı için 16

parmaklarını sokabilirler 55

Perde açılsa 63

perde yırtılmadıkça 90

perde-i gayb açılsa 22

rüya sebebiyle de sû’-i zanna kapı açılmamalıdır 97

Sû’-i zan ise, maddî ve manevî içtimaiyatı zedeler 87

Sû’-i zan verdiriyorlar 89

şahsa ehemmiyet verilmiyor 74

şahsen gayr-ı müstakim olduğu halde 77

şahsımı düşünseydim 70

şahsi hatalara gösterilen mülayemetin zıddına olarak şiddetle takbih edilir 83

şahsi hayatları âdi derecede olsa yine de 22

şahsi ibadetle meşguliyete bedel 71

şahsi ibadetle ziyade meşguliyetim sebebiyle 69

şahsi istikamet değil 77

şahsî kemalât ve kerameti aramıyorlar 74

“şahsî kemalât” tabirinden maksat 1

şahsî kemalâta tefevvuk  31

şahsî kusuratıyla meşgul olup 17

Şahsî makamı ne olursa olsun 66

şer cereyanı: Bk: dalalete yardım, düşmana yardım, ehl-i nifak, münafıklara, Nurculara yardım, zendeka cereyanına şer cereyanına büyük bir yardım 48

şer cereyanlarının menfaatına 106 

Talebeliğin hâssası 10

tecessüs de etmeyin 91

tenkide sevkettiği vakit deyiniz ki 49

tesanüd ve ittihadı muhafaza 24

tesanüdlerine zarar vermek 89

tesanüdü bozmanın  48

Uyûbundan iğmaz-ı ayn et 95

üstadlarını ihanetlerle çürütmek 60

velilere tefevvuk etmişler var 26

vesveseden kurtarmak için beyan ediyorum 34

yedi kebairi işleme 12

Yedi kebairi işlememektir 9

Yedi kebairi terk et 13

zendeka cereyanına yardım hükmüne 61

 

 

1 Bu kıymetli mektubda Üstadımızın işaret ettiği beş nevi ibadetin kendilerinden izahını taleb ettik. Aldığımız izah aşağıya yazılmıştır.

1 - En mühim bir mücahede olan ehl-i dalalete karşı manen mücahede etmektir.

2 - Üstadına neşr-i hakikat cihetinde yardım suretiyle hizmet etmektir.

3 - Müslümanlara iman cihetinde hizmet etmektir.

4 - Kalemle ilmi tahsil etmektir.

5 - Bazan bir saati bir sene ibadet hükmüne geçen tefekkürî olan ibadeti yapmaktır.

Bu dersi indirmek için tıklayınız.

Yukarı Çık