DERSLER / Alfabetik Derlemeler ve Dersler

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

وَ بِهِ نَسْتَعِينُ

اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ وَ الصَّلاَةُ وَ السَّلاَمُ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَ عَلَى آلِهِ وَ صَحْبِهِ اَجْمَعِينَ

SÜLEYMANİYE VAKFI ADINI ALAN İTİRAZCILARIN, CEVABIMIZA KARŞI OLAN İTİRAZLARINA CEVAB

Biz mu’terizleri, şeri’atın temel kitablarına, yani doğru ve yanlışı bu kitablardan göstermenin lüzumiyetine davet ettik, onlar ise, Kur’an temel kitab değil mi? diye cerbezevî cevab veriyorlar ve “şer’î kaynak sözüyle başka bir şey mi kasdediyorsunuz” diyorlar. Demek bu kişiler, ahkâm-ı şer’iyenin temel kitablarını esas almıyorlar. Yani müslümanların ehl-i sünnet dairesindeki hak bir mezhebe bağlı olmalarının mecburî olduğuna evet demiyorlar. Halbuki Kur’an, fezail, tefekkür irşad gibi cihetlerde umuma baksa da, ahkâm-ı diniye cihetinde müctehidlere, hatta asgarî olarak re’y-i cumhura bakar.

Evet, bu fıkhî hükmü Bediüzzaman Hazretleri şöyle naklediyor: “Bir fikre davet, cumhur-u ülemanın kabulüne vâbestedir. Yoksa davet bid'attır, reddedilir.”(M:470)

İcma' ile cumhurdur, sikke-i şer'i görür. Bir fikre davet etmek; zann-ı kabul-ü cumhur, şart-ı evvel oluyor. Yoksa davet bid'attır, reddedilir.” (S:705)

Keza, hak mezheblerin lüzumiyetini avam sınıfı dahi bilirken, bu mu’terizlerin bilmemesi olamaz. O halde bu itirazlardan maksad nedir?... Bizleri boş yere meşgul etmek mi?... Veya meseleler çıkarıp dikkatleri çekmek mi?...

Ehl-i sünnet imamlarının müşterek oldukları hak mezheb’e tebaiyetin lüzumunu anlatan Bediüzzaman Hazretlerinin beyanlarından bir kısmı şöyledir:

«Ey ehl-i hak ve ehl-i hidayet! Şeytan-ı ins ve cinnînin mezkûr desiselerinden kurtulmak çaresi: Ehl-i Sünnet ve Cemaat olan ehl-i hak mezhebini karargâh yap.» (L:78)

Keza, “mizan-ı şeriatı elde tutmak ve usulüddin ulemasının düsturlarını kendine ölçü ittihaz etmek ve İmam-ı Gazâlî ve İmam-ı Rabbanî gibi muhakkıkîn-i evliyanın talimatlarını rehber etmek gerektir.(M:447)

Evet, “mü’minin tahassungâhı, muhakkıkîn-i asfiyanın düsturlarıyla hudutları taayyün eden hakaik-i imaniye ve muhkemât-ı Kur’âniyedir.» (L:75)

Yani muhkemat-ı Kur’aniye dahi büyük imamların tesbitiyle tahakkuk eder. Çünkü Kur’anın çok derin ve ince manaları olduğu gibi; nasih-mensuh, mücmel-müfesser, zahir-hafi, nass ve müteşabih gibi yüksek ilim dirayetini gerektiren hususiyetleri bulunmaktadır. Bu gibi sebeblerden dolayı, dinî hükümleri, Kur’an ve hadis tercemelerinden değil, şeriat kitablarından öğrenmek mecburiyeti vardır.

Müfessir Hamdi Yazır Efendi tefsirinde şöyle diyor:

“Her âyet-i muhkeme, diğer âyat-ı muhkeme ile mukayese edilmek şartıyla manaları, hükümleri yakînen tayin olunur. Herbiri nefsinde muhkem olmakla beraber yekdiğerine nazaran ıtlak u takyid, umum u husus, takrir ü tefsir, istisna veya tahsis veya nesih gibi nisbet-i muayyene ile bir alâka-i muhkemeleri vardır. Bunlar zahir, nass, müfesser, mana-yı hassiyle muhkem olmak üzere dört mertebe üzeredirler. Muhkematın bu nizam-ı vahdetle mukayeseleri de, ilm-i Kur’anın usul-i muhkemesindendir...” (Elmalılı tefsiri, sh. l035)

Görülüyor ki, Kur’anı anlamak için usul-i tefsir ve usul-i fıkıh gibi pek çok geniş ve derin ilimlere rusuhiyet şarttır.

Şimdi bakıyoruz ki, ehl-i sünnetin temel kitablarına müstenid verdiğimiz cevablara, aynı kitablardan cevab vermek gerekirken yine eski nakarat devam ettiriliyor.   

Biz bu mu’terizlerden rica ediyoruz ki, ehl-i sünnet dairesindeki hak mezhebleri kabul etmiyorsanız, medeni insanlardan beklenen anlayışı açık bir şekilde beyan ediniz. Yani ehl-i sünnet dairesine evet diyoruz veya demiyoruz diye anlayışınızı açıkça beyan ediniz ki, biz de ona göre hareket edelim. Biz asırlarca devam eden şeri’at-ı İslamiyenin, muhterem, mu’temed ve dâhî imamlarını ve manevî şahsiyetlerini yok sayıp, ahirzaman fitnesinin içinde yaşayan ve onun sosyolojik te’siriyle beslenen kişilerin arkasından asla gitmeyiz ve aklı başında hiçbir müslüman da gitmez ve gidilmez.

Bediüzzaman Hazretleri şöyle der:

“.....  اِهْدِنَا الصِّرَاطَ الْمُسْتَقِيمَ صِرَاطَ الَّذِينَ اَنْعَمْتَ عَلَيْهِمْ dediğim vakit, baktım ki: Mazi tarafına göçüp giden kafile-i beşer içinde gayet nuranî, parlak enbiya, sıddıkîn, şüheda, evliya, sâlihîn kafilelerini gördüm ki, istikbal zulümatını dağıtıp, ebede giden yolda bir cadde-i kübra-yı müstakimde gidiyorlar. Bu kelime beni o kafileye iltihak etmek için yol gösteriyor, belki iltihak ettiriyor. Birden, fesübhanallah dedim. Zulümat-ı istikbali tenvir eden ve kemal-i selâmetle giden bu nuranî kafile-i uzmaya iltihak etmemek, ne kadar hasaret ve helâket olduğunu zerre mikdar şuuru olan bilmesi lâzım. Acaba bid'aları icad etmekle o kafile-i uzmadan inhiraf eden; nereden nur bulabilir, hangi yoldan gidebilir?”  (M:395)

Eğer siz, hak ve batılı tefrik ve tesbit eden ehl-i sünnet dairesindeki hak mezheb ve imamlarını nazara almayacaksanız, aramızda nokta-ı telâkî, yani müşterek kabul edilen temel prensipler ve ölçüler yok demektir. Meselelerin doğruluk ölçüsü, metre ve litre gibi maddi ölçülerle olmadığı gibi, şahsî anlayışlar da ahkâm-ı şer’iyede geçersizdir. Herhangi şer’î bir mesele hakkında, İmam-ı A’zam Hazretleri gibi şahsiyetler şöyle diyor şeklindeki isbat tarzını kabul etmiyorsanız, konuşmalar neticesiz ve gereksizdir ve kıymetli zamanı heder etmektir.

Eğer bu açık sualimize, kapalı ifadelere girmeden kısa ve açık cevab verilecekse ve tenkidlerinizi de şeri’atın makbul kitablarına müstenid yaparsanız, cevablara devam ederiz. Aksi takdirde zaman harcayamayacağımızı bildiriyoruz.  

Bu dersi indirmek için tıklayınız.

Yukarı Çık