DERSLER / Alfabetik Derlemeler ve Dersler

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

وَ بِهِ نَسْتَعِينُ

اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ وَ الصَّلاَةُ وَ السَّلاَمُ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَ عَلَى آلِهِ وَ صَحْبِهِ اَجْمَعِينَ

SEYYİD

Efendi. *Hazret-i Muhammed’in (A.S.M.) soyundan olan ve O’nun sünnetine ittiba eden zat. *Temiz ve fazilet sahibi müslüman zat.

Bu kelime Kur’anda (3:39) âyetinde geçer. Resul-i Ekrem (A.S.M.) herkesin imamı, büyüğü, önderi olduğundan kendisine bu isim de verilmiştir.

Hakikat nazarında nesebî şerafet, manevî ve ahlâkî fazilete istinad eder ve sünnet-i seniyeye lisan-ı hal ve kaliyle gösterilen sahabet ve muhafızlık gayreti derecesinde değer alır. Bu manevî değerleri terkedenler, hakiki siyadet ve şerafet kazanamazlar diye Hz. Üstad, bu hakikatı Lem’alarda ciddiyetle nazara verir.

“Demek Âl-i Beytten, vazife-i risaletçe muradı: Sünnet-i Seniyesidir. Sünnet-i Seniyeye ittibaı terkeden, hakikî Âl-i Beytten olmadığı gibi, Âl-i Beyte hakikî dost da olamaz.” L:21

Âyet ve ehadiste ümmetin Âl-i Beyt’e meveddet ve ittibaının istenmesindeki en mühim hikmet, Resulullah’ın (A.S.M.) şahsiyet-i maneviyesine rağbet-i umumiyeyi tergib etmekle, insanın varlık âlemine ve dünyaya gelmesindeki gaye-i İlahiyeye uygun bir anlayışa, hissiyata ve yaşayışa sahib olmasını ve onda terakki etmesini temin etmektir. Şerafet, mücerred soya istinad etse, bu hikmetleri makûse kılar. Asıl değer vesilesi takvadadır. Hem bu hakikatı bilmeyen bir kısım kimseler arasında soy  üstünlüğü iddiaları ve rekabeti başlar.

Hatta Bediüzzaman Hazretleri seyyidliğini bilmesine rağmen, fakat herkesin bileceği şekilde zahir delillerle ortaya konmadığından, siyadetin setri caiz olabileceği cihetiyle mezkûr hikmeti takib ederek mahkemedeki iddianameye şu cevabı vermiştir:

“Mehdilik isnadını hiç kabul etmediğime bütün kardeşlerim şehadet ederler. Hatta Denizli’deki ehl-i vukuf, “Eğer Said mehdiliğini ortaya atsa bütün şakirdleri kabul edecek” dediklerine mukabil, Said itiraznamesinde demiş ki: “Ben seyyid değilim. Mehdi seyyid olacak.” Diye onları reddetmiş.” Ş:383

Yine başka bir itiraza verdiği cevabında da şöyle der:

“Bununla beraber ben de manevî Âl-i Beyt’ten sayılabilirim demekten maksadım; bir kısım müçtehidlerin وَ عَلَى آلِهِ وَ صَحْبِهِ duasında, “Seyyid olmayan fakat ehl-i takva bulunanlar, o duada dahildirler” dediklerinden, o umumi duada benim de bir hissem bulunması için ricakârane bir te’vildir. Yoksa o hatakârane mana hiç hatırıma gelmemiş.”Ş:414

Bediüzzaman Hazretleri eserlerinin çok yerlerinde, bilhassa kendine gösterilen büyük hürmetleri ta’dil etmek makamında yazdığı mektublarında, maddî ve manevî makam ve menfaatlerin istenmeyeceğini ısrarla ders verir. Bu tarz dersleri münasebetiyle kendisine sorulan bir sual:

“Deniliyor ki: Neden Nur şakirdlerinin kuvvetli hüsn-ü zanları ve kat’i kanaatları, senin şahsın hakkında Nurlara daha ziyade şevklerine medar olan bir makamı ve kemalatı şahsına kabul etmiyorsun? Yalnız Risale-i Nur’a verip, kendini çok kusurlu bir hâdim gösteriyorsun?”

Bu suale verdiği uzun cevabın bir kısmında şöyle der:

“Bir şey daha kaldı ki; dünya cihetinde hakaik-ı imaniyenin neşrindeki vazifedar, makam sahibi olsa, daha iyi te’sir eder denilebilir. Bunda da iki mani var:

Birisi: Faraza velayet olsa da; bilerek, isteyerek makam yapmak tarzında, velayetin mahiyetindeki ihlas ve mahviyete münafidir. Nübüvvetin vereseleri olan Sahabeler gibi izhar ve dava edemezler, onlara kıyas edilmez.

İkinci mani: Pek çok cihetlerle çürütülebilir ve fani ve cüz’î ve muvakkat ve kusurlu bir şahıs sahip olsa, Nurlara ve hakaik-i imaniyenin fütuhatına zarar gelir.” E:227

Demek hürmet istenilmez, verilir. Ancak Kur’anî eserlerin ve ona bağlı olan cemaatin şahs-ı manevisinin yüksek makamı nazara verilebilir. Bunun bir örneğini verelim: Bediüzzaman Hazretleri diyor:

“Faş etmek hatırıma gelmiyen bir sırrı, faş etmeye mecbur oldum. Şöyle ki:

Risale-i Nurun şahs-ı manevisi ve o şahs-ı maneviyi temsil eden has şakirdlerinin şahs-ı manevisi “Ferid” makamına mazhar oldukları için, değil hususi bir memleketin kutbu, belki -ekseriyet-i mutlaka ile Hicaz’da bulunan- kutb-u azamın tasarrufundan haric olduğunu.. ve onun hükmü altına girmeye mecbur değil. Her zamanda bulunan iki imam gibi, onu tanımağa mecbur olmuyor.

Ben eskide Risale-i Nur’un şahs-ı manevisini, o imamlardan birisini zannediyordum. Şimdi anlıyorum ki; Gavs-ı Azam’da kutbiyet ve gavsiyetle beraber “ferdiyet” dahi bulunduğundan, âhir zamanda şakirdlerinin bağlandığı Risale-i Nur, o ferdiyet makamının mazharıdır.” K:196

Bu asırda müceddidiyetin bir şahs-ı manevî olduğunu beyan eden Bediüzzaman Hazretleri şöyle diyor:

“Her asırda dine ve imana tam hizmet eden müceddidler geldikleri gibi, bu acib ve komitecilik ve şahs-ı manevî-i dalaletin tecavüzü zamanında bir şahs-ı manevî müceddid olmak lâzım gelir. Eski zamana benzemez. Şahıs ne kadar da hârika olsa, şahs-ı manevîye karşı mağlub olmak kabildir.

Risale-i Nur’un o cihette bir nevi müceddid olması kaviyyen muhtemel olduğundan o sıfatlar, hâşâ benim haddim değil; belki mükerrer yazdığım gibi, benim hayatım Risale-i Nur’a bir nevi çekirdek olabilir. Kur’anın feyziyle Cenab-ı Hakk’ın ihsanıyla o çekirdekten Risale-i Nur’un meyvedar, kıymettar bir ağaç hükmüne icad-ı İlahî ile geçmesidir. Ben bir çekirdektim, çürüdüm gittim. Bütün kıymet Kur’an-ı Hakîm’in manası ve hakikatlı tefsiri olan Risale-i Nur’a aittir.” Em:152

Âl-i Beyt’in yaptığı ve yapacağı dinî hizmetlerinin müessiriyeti ve âlem-i İslâm’ın kemalat-ı maneviyelerinin merkezi olmaları ve ümmete istikamet ve selâmet yolunu göstermeleri gibi büyük hikmetler için Peygamberimiz (A.S.M.) ümmetinin Âl-i Beyt’e meveddetini ve bağlılığını istemiştir.

İşte bu büyük maslahat-ı İslâmiyeyi muhafaza niyetiyle Âl-i Beyt silsilesi muan’an senetlerle seyyidler neslinin tesbitine çalışmışlar. Bu tesbitler kısmen kitablarda kaydedildiği gibi, kısmen de ağızdan ağıza intikalen gelmektedir. Bu arada normal veya bazı tarihî hâdiselerin zorlamasıyla vuku bulan muhaceretler ve sair sebeblerle tesbiti yapılamıyanlar da çoktur.

Ancak âlem-i misalde cevelan edebilen ve manevî mükâşefelere mazhar ve kaif ilminin inceliğine vakıf olanlar, izn-i İlahî ile neseb tesbitinde manevî imkâna sahib olabilirler. Ezcümle:

Bediüzzaman Hazretlerinin bu tarz tesbit yoluyla yaptığını düşündüğümüz seyyidlik hakkında bazı hususi beyanları vardır. “Bediüzzaman Said-i Nursî, Mufassal Tarihçe-i Hayatı, Abdülkadir Badıllı, 1.Cilt 1990-İst. sh:36” da mevzumuzla alâkalı bazı rivayetler kaydedilmiştir.

Bu seyyidllik mevzuu, bir derece hassas bir mes’eledir. Seyyidliği muan’an senedle zahir olanın siyadetini setretmesi, büyük maslahatları hâmil olan bu nesebin unutulmasına yol açar. Eğer olur olmaz herkesin seyyidlik iddia edebilmesi imkânı verilse, siyadet mes’elesinde teşettütlere ve menfi nesebî rekabetlere, hem ihlas ve tevazu gibi fazilet esaslarında zarara bais olabilir. Demek her şeyin ifrat ve tefritten azade ve müvezeneli bir vasatı vardır. Bu vasatı korumak ve teşettütleri önlemek gibi hikmetler için: “Seyyid olmayan seyyidim ve seyyid olan değilim diyenler, ikisi de günahkâr ve duhul ile huruc haram oldukları gibi, hadis ve Kur’anda dahi ziyade veya noksan etmek memnu’dur.” Mu:46    şeklinde bir düstur konulmuştur.

Bediüzzaman Hazretleri “Âl” hakkında şöyle der:

“Resul-i Ekrem’in (A.S.M.) iki âl’i var. Biri: Nesebî âl; biri de şahs-ı manevi ve nuranisinin risalet noktasında âl’i var.” O.L:120

Demek oluyor ki, ikinci manevî Âl’in vazifesi daha ehemmiyetlidir. Çünkü biri nesebe, diğeri risaletin vazifesine bağlıdır.

Risale-i Nur Külliyatının müteferrik yerlerinde, mehdiyetin asıl vazifesi manevi iman hizmetinin birinci derecede olduğu ve bu hizmetin de birinci derecede Nur şakirdlerinin haslar dairesine istinad ettiği beyan edilir. Şöyle ki:

“Bu vazifenin istinad ettiği kuvvet ve manevi ordusu, yalnız ihlas ve sadakat ve tesanüd sıfatlarına tam sahib olan bir kısım şakirdlerdir. Ne kadar da az da olsalar, manen bir ordu kadar kuvvetli ve kıymetli sayılırlar.” E:266

“Her asırda dine ve imana tam hizmet eden müceddidler geldikleri gibi, bu acib ve komitecilik ve şahs-ı manevî-i dalaletin tecavüzü zamanında bir şahs-ı manevî müceddid olmak lâzım gelir. Eski zamana benzemez. Şahıs ne kadar da hârika olsa, şahs-ı manevîye karşı mağlub olmak kabildir.

Risale-i Nur’un o cihette bir nevi müceddid olması kaviyyen muhtemel olduğundan o sıfatlar, hâşâ benim haddim değil; belki mükerrer yazdığım gibi, benim hayatım Risale-i Nur’a bir nevi çekirdek olabilir. Kur’anın feyziyle Cenab-ı Hakk’ın ihsanıyla o çekirdekten Risale-i Nur’un meyvedar, kıymettar bir ağaç hükmüne icad-ı İlahî ile geçmesidir. Ben bir çekirdektim, çürüdüm gittim. Bütün kıymet Kur’an-ı Hakîm’in manası ve hakikatlı tefsiri olan Risale-i Nur’a aittir.” Em:152

Bediüzzaman, iman hizmetinin hâdimleri olan Nur şakirdlerinin, ikinci manevî Âl’in devamı olduğunu şöyle izah eder:

“Risale-i Nur dairesi, Hazret-i Ali ve Hasan ve Hüseyn’in (R.A.) ve Gavs-ı Azam’ın (K.S.) -ihbarat-ı gaybiyeleriyle- şakirdlerinin bu zamanda bir dairesidir. Çünkü Hazret-i Ali, üç keramet-i gaybiyesiyle Risale-i Nur’dan haber verdiği gibi; Gavs-ı Azam (K.S.) da kuvvetli bir surette Risale-i Nur’dan haber verip tercümanını teşci’ etmiş. Bu mahrem dört risale, Keramet-i Aleviye ve Gavsiyeye ait dört risale inşaallah bir vakit size gönderilebilir. Mahkeme ehl-i vukufu onlara itiraz edememiş, yalnız “Bu yazılmamalı idi” diye küçük bir tenkid etmişler. Ben de cevab verdim, onlar sustular.

Zaten Üveysî bir surette doğrudan doğruya hakikat dersimi Gavs-ı Azam’dan (K.S.) ve Zeynelabidin (R.A.) ve Hasan Hüseyin (R.A.) vasıtasıyla İmam-ı Ali’den (R.A.) almışım. Onun için, hizmet ettiğimiz daire onların dairesidir.” E:67

Nesebî Âl’e mensub ve içtimaî geniş dairede muvazzaf gelecek zatın vazife makamının nokta-i nazarıyla, asıl mehdiyetin birinci vazife sahasına bakmanın, yani dar ve geniş daireleri birbirine karıştırıp tefrik etmemenin mahzurunu anlatan Bediüzzaman Hazretleri şöyle diyor:

“Nurların fütuhatını kalben temaşa ederken, bazı has kardeşlerimin Nur’un tercümanına verdikleri makam noktasında baktım. O makama nisbeten fütuhat az olmasından, o makamın şerefi için bir hırs ile vazife-i İlahiyeye karışmak gibi şekva geldi. Binler derece şükür ve sırf rıza-yı İlahî noktasında bazı biçarelerin Nurla imanlarını kurtarmak cihetiyle binler hamd, sena ve şükür lâzımken bir teşekki ve sıkıntı geldi.  Sonra mahviyet ve terk-i enaniyet ve ihlas-ı tam ile aynı vaziyete baktım, gördüm ki: O  fütuhatta binler hamd ve sena ve teşekkür ve manevi sürur ve sevinç ruhuma geldi. Ben o halde iken anladım ki, makamat-ı maneviye dahi mesleğimizde mevzubahis olmamalı. Eğer bazı has kardeşlerimin hakkımdan yüz derece ziyade bana verdikleri hisse ve makam hakikat olsa ve hakkım da olsa, mezkûr hakikat için bırakmağa, meslek-i Nuriyedeki ihlas-ı tamme bırakmağa mecbur eder.” (Osmanlıca teksir baskı Tılsımlar Mecmuası’nın zeyli, Maidet-ül Kur’an başındaki mektubdan)

Netice olarak deriz ki, seyyidlik bir neseb ve soy taraftarlığı değildir. Belki hak ve hakikatı korumak vesilesi ve ümmete manevi bir emniyet ve itimad merkezi olmak istinadgâhını göstermektir. Rivayette hakiki âlimler, peygamberlerin varisleri ve ümenası (eminleri) oldukları bildirilir.

Keza bu zamanda da Kur’anî ve imanî hizmetlerde bulunanların, itimad edilir sıfatlara sahib olmaları, daha çok ciddiyet kazanmıştır.

 

Bu dersi indirmek için tıklayınız.

Yukarı Çık