DERSLER / Alfabetik Derlemeler ve Dersler

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

وَ بِهِ نَسْتَعِينُ

اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ وَ الصَّلاَةُ وَ السَّلاَمُ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَ عَلَى آلِهِ وَ صَحْبِهِ اَجْمَعِينَ

SİYASET VE İMAN HİZMETİ

Bu derlemenin hazırlanmasında esas olarak takip edilen maslahatlar şunlardır:

1- Bediüzzaman Hazretlerinin siyasî hayata ait ikaz ve irşadlarını, çabuk ve kolay elde edip, küllî ve müvazeneli bir bakış tarzının kazanılmasına yardımcı olmak.

2- Siyasete, politikaya muvazenesiz temayül ederek ittihad-ı İslâma ve uhuvvet-i İslâmiyeye zarar veren hareketlere düşülmemesi için, Risale-i Nur’un siyasete bakan ikaz ve ihtarlarını kısa zamanda ve kolayca mütalaa imkânını sağlamak.

3- Günlük siyasî boğuşmalara ve tarafgirliklerine merakla alâkalanıp, en mühim olan manevî vazifelerinden geri kalan halkın nazarlarını asıl vazifelerine çevirmek için buna dair ders ve ikazları yaygınlaştırmak.

4- Risale-i Nur eserleriyle Kur’ana hizmet eden milyonlarca Nur şakirdlerinden Risale-i Nur Külliyatını okumaya yeteri kadar zaman ayıramıyanların siyaset cazibesine kapılmamaları ve dolayısıyla efkâr-ı ammede Risale-i Nur’un siyasetle bulaşık olduğu vehmini verdirmemeleri Nurların bu gibi derslerine aşinalık kazanmakla mümkün olduğundan, bu dersleri derli toplu nazara vermek maslahatı gözetilmiştir.

GİRİŞ

5- İnsanlar, fıtratları iktizasınca intizamlı yaşamaları ve iktisadî, medenî ve ma’şerî hayattaki münasebetlerde adaletsizliklerin önlenmesi ve içtimaî hayatta ortak ve umumî olan işlerin icra ve îfası için ehliyetli bir idare merkezine (devlete) muhtaçtırlar. Bunun bir neticesi olarak da cemiyette, idare eden ve edilenler sınıfları meydana gelir ki; idare edenler, siyaset ehli sayılırlar.

6- Hürriyetçi ve meşru rejimde, idare edenleri vazife başına getiren ve devleti kurduran; idare edilen sınıftır. Fakat tarih teessüfle gösteriyor ki; idare etmeye çok hevesli ve belli maksatları takip eden bazı zümreler, kuvvet kullanarak ve dolambaçlı ve hile yollarıyla zaman zaman idare makamında oturmuşlar ve halkı kendilerine bağlamak, bağlanmayanları da istibdad altında tutmak ve kısmen de imha etmek planlarını tatbik ederek iktidarlarını muhafaza yoluna sapmışlardır. Bilhassa son asırlarda, hür rejimi koruma perdesi altında yapılan istibdadlar; tarihin siyah levhalarıdır.

7- Mezkûr tarihî zulüm levhalarını, Bediüzzaman Hazretleri anlatırken diyor ki:

«Hayat-ı içtimaiye-i siyasiye itibariyle beşer bir kaç devir geçirmiş.

Birinci devir : Vahşet ve bedevilik devri.

ikinci devir : Memlûkiyet devri.

Üçüncü devir : Esir devri.

Dördüncü devir : Ecir devri.

Beşinci devir : Mâlikiyet ve serbestiyet devridir.

Vahşet devri dinlerle, hükûmetlerle tebdil edilmiş. Nim-medeniyet devri açılmış. Fakat nev-i beşerin zekileri ve kavileri, insanların bir kısmını abd ve memlûk ittihaz edip, hayvan derecesine indirmişler. Sonra bu memlûkler bir intibaha düşüp, gayrete gelip o devri esir devrine çevirmişler. Yani memlûkiyetten kurtulup fakat “elhükmü lil galib” olan zâlim düsturuyla yine insanların kavileri zaiflerine esir muamelesi yapmışlar. Sonra ihtilal-i Kebir gibi çok inkılablar ile bu devir de ecir devrine inkılab ettirilmiştir. Yani zenginler olan havas tabakası, avamı ve fukarayı ücret mukabilinde hizmetkâr ittihaz etmesi, yani sermaye sahipleri, ehl-i sa’y ve ameli küçük bir ücrete mukabil istihdam etmeleridir…» (28. Mektub’un Altıncı Risalesi olan Altıncı Mes’ele’den (Osm.Mektubat:581)

8- İşte böyle enaniyet zevkiyle devleti idare edenler sınıfından olmayı hırsla istemek şiddetlenir ve dâhilde siyasî mücadeleleri artırır, halkı muhasım gruplara böler ve tarafgirlik had safhaya varır. Millî huzur, içtimaî ve iktisadî denge ve istikrar bozulur.

9- Böyle vahîm neticeler veren politik faaliyetlere halk dilinde “siyaset” adını vermek alışkanlığı varsa da, hakikatta yani hadîs lisanında “âhirzaman fitnesi” olarak vasıflanır. Halbuki siyaset, Kur’andan alınan yüksek bir ilim ve faziletin, içtimaî ve idarî sahada bir tezahürüdür.

MÜSBET SiYASET

10- Rububiyet-i İlahiyenin beşer âlemindeki hâkimiyetinin lâzımı olan İlahî talim ve terbiye kaidelerine istinaden insanları iyiye ve kemale tevcih etmek; adalet ve asayiş içinde hayat-ı içtimaiyenin hüsn-ü cereyanını temin etmek için gerekli olan icraatı yapmak mana-yı eammiyle siyaset-i İslâmiyeyi ele alan İmam-ı Gazalî Hazretleri, (ihya-i Ulûm cilt:1 sh:40’ta) siyaseti dört mertebeye ayırır. Veraset-i Nübüvvet makamında, yani müceddidlik vasfında bulunan dinî şahsiyetlerin, zahirî siyasete girmediklerini ve daha çok münevver sınıfı yani keyfiyetli dar daireyi irşad edeceklerini beyan eder.

DİNÎ HİZMET VE SİYASET

11- Said Nursî ve Nurculuk aleyhinde açılan davaların ekserisi, Nurculuğun siyasi maksada dayanan bir hareket olduğu iddiasına dayandırılıyordu. Halbuki Bediüzzaman Said Nursî iman hizmetini esas almış, siyasetle meşgul olmayı ise ehline bırakmıştır.

12- Esasen binüçyüz seneden bu yana İslâm dünyasının büyük dinî şahsiyetleri olan imamlar, mürşidler de aynı şekilde siyasetten uzak kalarak bu işi ehline bırakmışlardır. Hattâ İmam-ı Azam Hazretleri en büyük bir İslâm hukukçusu olmasına ve halife tarafından idarî makama geçmeye zorlanmasına rağmen, esas vazifesinin icabı olarak hizmet-i diniye sahasında kalmayı tercih etmiştir. Bununla da kalmayarak güvendiği şahsiyetlerden imam-ı Ebu Yusuf Hazretlerine yazdığı vasiyetnamede, aynı husus üzerinde hassasiyet göstererek onun da siyasetle uğraşmamasını tavsiye ve telkin etmiştir.

13- Risale-i Nur müellifi Bediüzzaman, aynı mevzuda daha hassas davranmıştır. Şöyle ki: T.B.M.M.’nin kuruluşu sıralarında Bediüzzaman İstanbul’da bulunmakta iken, yeni hükûmet tarafından Ankara’ya davet edildi. Kendisine meb’usluk ve bazı siyasi makamlar teklif edildi. Fakat o, maneviyat sahasındaki hizmeti gaye edindi ve bu teklifleri kabul etmedi. Meclis kürsüsüne de davet edilen Bediüzzaman, orada vatan ve millet için dua etti. Hem vatan ve millet maslahatı namına meb’uslara 10 maddelik bir beyanname dağıttı, daha sonra da Van’a gidip manevî sahasına çekildi.

14- Yazmış olduğu Risale-i Nur namındaki eserlerinde, siyasi çekişmeler hakkında ikaz edici pekçok beyanları vardır. Ezcümle bir eserinde şöyle der:

«Maksad-ı aslî siyasetini yapanlarda din ikinci derecede kalır, tebeî hükmüne geçer. Hakiki dindar ise; “bütün kâinatın en büyük gayesi ubudiyet-i insaniyedir” diye siyasete aşk u merak ile değil; ikinci üçüncü mertebede onu dine ve hakikata âlet etmeye -eğer mümkünse- çalışabilir. Yoksa bâki elmasları, kırılacak adi şişelere âlet yapar.» (E:57 )

15- İşte Üstad Bediüzzaman, Risale-i Nur hizmetinin esasatını bu ve buna benzer çok yerlerde beyan ettiği gibi, bilhassa son ve umumî vasiyetnamesi hükmünde olan Ankara’da verdiği bir dersinde bizzat talebelerine Risale-i Nur mesleğinin azamî ihlası muhafaza olduğunu kendi hayat ve harekâtından misaller vererek bütün Nur şakirdleri camiasına şaşmaz değişmez bir kısım düsturları vaz’ etmiş ve:

«Madem mesleğimiz azamî ihlastır; değil benlik enaniyet, dünya saltanatı da verilse, baki bir mes’ele-i imaniyeyi o saltanata tercih etmek azamî ihlasın iktizasıdır.» (Em:246) diyerek tercihini yapmıştır.

16- Mevzu ile alâkalı şu hâdiseyi de nazara verir:

«En ziyade bize nezaretle, bizimle ve siyasetle alâkadar mühim bir memur yanıma geldi. Ona dedim ki: “Bu onsekiz senedir sizlere müracaat etmedim ve hiçbir gazete okumadım; bu sekiz aydır, bir defa cihanda ne oluyor, diye sormadım; üç senedir buradan işitilen radyoyu dinlemedim; tâ ki kudsî hizmetimize manevî zarar gelmesin. Bunun sebebi şudur ki: iman hizmeti, iman hakaiki, bu kâinatta herşeyin fevkindedir; hiç bir şeye tâbi’ ve âlet olamaz. Fakat bu zamanda ehl-i gaflet ve dalâlet ve dinini dünyaya satan ve bâki elmasları şişeye tebdil eden gafil insanlar nazarında o hizmet-i imaniyeyi hariçteki kuvvetli cereyanlara tâbi’ veya âlet telâkki etmek ve yüksek kıymetlerini umumun nazarında tenzil etmek endişesiyle, Kur’an-ı Hakîm’in hizmeti bize kat’î bir surette siyaseti yasak etmiş.» (K:137)

17- Hattâ Risale-i Nur Müellifini müdafaa etmek, dinen vazifesi olmasına rağmen muhalefet eden bir şeyhin itirazını Bediüzzaman, efkâr-ı ammede kendisine, siyaset-i İslâmiyede inkılapçı bir zât nazarıyla bakılmasını önlemesi cihetiyle kaderin bir himayeti diye çok manidar bir mana ile tefsir ederken şöyle der:

«Risale-i Nur’un hakikatıyla ve şakirdlerinin şahs-ı manevîsiyle tezahür eden fevkalâde imanî hizmetlerin ehemmiyetli bir kısmını biçare tercümanına vermek ve ehl-i dünya ve ehl-i siyaset ve avamın nazarında birinci derece ve hakikat nazarında, imana nisbeten ancak onuncu derecede bulunan siyaset-i İslâmiye ve hayat-ı içtimaiye-i ümmete dair hizmeti, kâinatta en büyük mes’ele ve vazife ve hizmet olan hakaik-ı imaniyenin çalışmasına racih gördüklerinden; o tercümana karşı arkadaşlarının pek ziyade hüsn-ü zanları ehl-i siyasete, inkılapçı bir siyaset-i İslâmiye fikrini vermek cihetinde, Risale-i Nur’a karşı hayat-ı içtimaiye noktasında cephe almak ve fütuhatına mani olmak pek kuvvetli ihtimali vardı. Bunda hem hata, hem zarar büyüktür.

18- Kader-i İlahî, bu yanlışı tashih etmek ve o ihtimali izale etmek ve öyle ümid besliyenlerin ümidlerini tadil etmek için, en ziyade öyle cihetlerde yardım ve iltihaka koşacak olan ülemadan ve sâdattan ve meşayihten ve ahbabdan ve hemşehriden birisini muarız çıkardı; o ifratı tadil edip adalet etti. “Size, kâinatın en büyük mes’elesi olan iman hizmeti yeter” diye bizi merhametkârane o hâdiseye mahkûm eyledi. Sonra Lillahilhamd, o muarızı susturdu, o ateşi söndürdü. Fakat münafıklar söndürmemek için çalışıyorlar.» (K193)

ÜÇ VAZiFE

19- Bediüzzaman Hazretlerinin asıl vazifesi ve mesleği itibariyle siyasetten uzak durup, iman hizmetini esas almasında büyük hikmetler vardır ki, bu mesleğinde ısrar eder. Hem imanî hizmetlerle siyasî vazifelerde vazife taksimini nazara verir. Ezcümle Emirdağ Lâhikası adlı eserinin 266. sahifesinde, ittihad-ı İslâm bünyesinde üç vazife ve vazifedarları hakkında bilgi verdiği gibi; diğer bir eserinde de iman ve din sahasında, içtimaiyat ve şeriat sahasında, siyaset ve hukuk sahasında olarak üç vazifeyi vazife taksimi kaidesiyle ele alarak diyor ki:

«Evet bu zaman hem iman ve din için, hem hayat-ı içtimaiye ve şeriat için, hem hukuk-u âmme ve siyaset-i İslâmiye için, gayet ehemmiyetli birer müceddid ister. Fakat en ehemmiyetlisi, hakaik-i imaniyeyi muhafaza noktasında tecdid vazifesi, en mukaddes ve en büyüğüdür. şeriat ve hayat-ı içtimaiye ve siyasiye daireleri ona nisbeten ikinci, üçüncü, dördüncü derecede kalıyor.

20- Rivayat-ı hadîsiyede, tecdid-i din hakkında ziyade ehemmiyet ise, imanî hakaikteki tecdid itibariyledir. Fakat efkâr-ı âmmede, hayatperest insanların nazarında zâhiren geniş ve hâkimiyet noktasında câzibedar olan hayat-ı içtimaiye-i İslâmiye ve siyaset-i diniye cihetleri daha ziyade ehemmiyetli göründüğü için, o adese ile o nokta-i nazardan bakıyorlar, mana veriyorlar.

21- Hem bu üç vezaifi birden bir şahısta, yahut cemaatte, bu zamanda bulunması ve mükemmel olması ve birbirini cerhetmemesi pek uzak, âdeta kabil görülmüyor. Âhirzamanda, Âl-i Beyt-i Nebevî’nin (A.S.M.) cemaat-i nuraniyesini temsil eden Hazret-i Mehdi’de ve cemaatindeki şahs-ı manevîde ancak içtima edebilir. Bu asırda, Cenab-ı Hakk’a hadsiz şükür olsun ki, Risale-i Nur’un hakikatına ve şakirdlerinin şahs-ı manevîsine, hakaik-ı imaniye muhafazasında tecdid vazifesini yaptırmış. Yirmi seneden beri o vazife-i kudsiyede te’sirli ve fatihane neşriyle gayet dehşetli ve kuvvetli zendeka ve dalâlet hücumuna karşı tam mukabele edip, yüzbinler ehl-i imanın imanlarını kurtardığını kırkbinler adam şehadet eder.» (K:189)

Yukarıdaki parçada geçen “Hz. Mehdi’nin cemaati”, mezkûr üç vazifenin vazifedar heyetlerini içine alır. Onun için üç vazife, Hz. Mehdi’nin cemaatinde içtima edebiliyor. Bu hükmü teyid eden şu ifade sarihtir:

«O zat, bütün ehl-i imanın manevî yardımlarıyla ve ittihad-ı İslâmın muavenetiyle ve bütün ülema ve evliyanın ve bilhassa Âl-i Beyt’in neslinden her asırda kuvvetli ve kesretli bulunan milyonlar fedakâr seyyidlerin iltihaklarıyla o vazife-i uzmayı yapmağa çalışır.» (E:266)

İşte bu beyanda görülüyor ki; Hz. Mehdi’ye bütün ehl-i iman yardım eder, ittihad-ı İslâm muavenet eder, ülema sınıfı ile evliya cemaatleri ve seyyidler iltihak ederler. Ülema, evliya ve seyyidler bu zata ittiba edince, âlem-i İslâmı cem’etmiş demektir. Bu sarih beyana göre herhangi bir dinî cemaat, üç vazifeye birden sahip olmak tavrına girmesi veya dava etmesi hissî ve hevesî olur. Geniş daire faaliyetlerine temayül edenler, öncelikle teşekkül şartlarına riayet ederek ittihad-ı İslâma çalışmaları gerektir. Böyle bir kuvvete dayanmayan geniş daire hizmetini, hâkim cereyan ya kendi menfaatine çevirip âlet eder veya boğar diyerek ikaz eden Bediüzzaman Hazretleri “Dar-ül Hikmet-il İslâmiye neden hizmet edemedi?” sualine verdiği cevabda diyor ki:

«C- En büyük hizmeti, adem-i hizmetidir. En büyük hareketi, hareketsizliğidir. Çünki buradaki hâkim olan kuvvet-i ecnebiye, lehinde olmayan herbir hareketi boguyor. Hareket edenleri gördük, mukaddes camilerde gâvurlara dua ettirildi ve mücahidlerin cevaz-ı katline fetva verdirildi. işte Dar-ül Hikmet, bu fırtına içinde âlet ettirilmedi. En büyük mani olan ecnebi kuvvet, bütün kuvvetiyle ahlâksızlığı himaye ve teşci’ ediyordu.» (STi:88)

22- Bediüzzaman Hazretleri, Demokrat Parti devresi içinde mevcud siyasi partiler hakkında ehven-üş şer kaidesiyle siyasî tercih ölçüsünü bazı mektublarında kaydeder ve müsbet çıkış yollarını gösterir. (Bakınız: Siyasî Tercihte Ehvenüşşer Meselesi derlemesi ve İslam Prensipleri Ansiklopedisi 3415.parağraf)

23- Demokrat Partisine ve dolayısıyla da ehl-i siyasete bakan ikaz mektubunda Bediüzzaman Hazretleri aynen şöyle diyor:

«Kalbe ihtar edilen içtimaî hayatımıza ait bir hakikat:

Bu vatanda şimdilik dört parti var. Biri Halk Partisi, biri Demokrat, biri Millet, diğeri ittihad-ı İslâm’dır.

ittihad-ı İslâm Partisi: Yüzde altmış yetmişi tam mütedeyyin olmak şartıyla, şimdiki siyaset başına geçebilir. Dini, siyasete âlet etmemege, belki siyaseti dine âlet etmege çalışabilir. Fakat çok zamandan beri terbiye-i İslâmiye zedelenmesiyle ve şimdiki siyasetin cinayetine karşı dini siyasete âlet etmege mecbur olacağından, şimdilik o parti başa geçmemek lâzımdır.

24- Halk Partisi ise: Hakikaten acib ve zevkli bir rüşvet-i umumîyi kanunlar perdesinde bazı memurlara verdikleri için, yirmisekiz senelik bütün cinayatıyla başkaların cinayatı ve ittihadcıların ve mason kısmının seyyiatları da o partiye yükletildiği halde, Demokratlara bir cihette galib hükmündedirler. Çünki ubudiyetin noksaniyetiyle enaniyet kuvvet bulur, nemrutçuluklar çoğalır. Bu benlik zamanında, memuriyet hakikatta bir hizmetkârlık olduğu halde; bir hâkimiyet, bir agalık, bir nemrutçuluk ile nefse gayet zevkli bir hâkimiyet mertebesini bir kısım memurlara rüşvet olarak verdiği için, bütün o acib cinayetlerle ve kendinden olmayan ceridelerin neşriyatıyla beraber bana yapılan muamelelerinden hissettim ki bir cihette manen Demokratlara galib geliyorlar. Halbuki İslâmiyet’in bir kanun-u esasîsi olan hadîs-i şerifte سَيِّدُ الْقَوْمِ خَادِمُهُمْ yani: Memuriyet, emirlik ise reislik değil; millete bir hizmetkârlıktır. Demokratlık, hürriyet-i vicdan, İslâmiyet’in bu kanun-u esasîsine dayanabilir. Çünki kuvvet kanunda olmazsa şahsa geçer. istibdad, mutlak keyfî olur..

25- Millet Partisi ise: Eğer ittihad-ı İslâm’daki esas olan İslâmiyet milliyeti ki, Türkçülük onun içinde mezcolmuş bir millet olsa; o Demokratın manasındadır. Dindar Demokratlara iltihak etmeye mecbur olur. Frenk illeti tabir ettiğimiz ırkçılık, unsurculuk fikriyle Avrupa, âlem-i İslâmı parçalamak için içimize bu frenk illetini aşılamış. Fakat bu hastalık ve fikir, gayet zevkli ve cazibedar bir halet-i ruhiye verdiği için pekçok zararları ve tehlikeleriyle beraber, zevk hatırı için her millet cüz’î-küllî bu fikre iştiyak gösteriyorlar.

26- Şimdiki terbiye-i İslâmiyenin za’fiyetiyle ve terbiye-i medeniyenin galebesiyle ekseriyet kazanarak başına geçerse; ekseriyet teşkil etmeyen ve ancak yüzde otuzu hakiki Türk olan ve yüzde yetmişi başka unsurlardan olanlar; hem hakiki Türklerin hem hâkimiyet-i İslâmiyenin aleyhine cephe almaya mecbur olacaklar. Çünki, İslâmiyet’in bir kanun-u esasîsi olan bu âyet-i kerime  وَ لاَ تَزِرُ وَازِرَةٌ وِزْرَ اُخْرَى  dır. Yani, birisinin günahıyla başkası muahaze ve mes’ul olmaz. Halbuki ırkçılık damarıyla, bir adamın cinayetiyle masum bir kardeşini, belki de akrabasını, belki de aşiretinin efradını öldürmekte kendini haklı zanneder. O vakit hakiki adâlet yapılmadığı gibi, şiddetli bir zulüm de yol bulur. Çünki “Bir masumun hakkı, yüz câniye feda edilmez” diye İslâmiyet’in bir kanun-u esasîsidir. Bu ise çok ehemmiyetli bir mes’ele-i vataniyedir ve hâkimiyet-i İslâmiyeye büyük bir tehlikedir.

27- Madem hakikat budur, ey dindar ve dine hürmetkâr Demokratlar! Siz bu iki partinin gayet kuvvetli ve zevkli ve câzibedar nokta-i istinadlarına mukabil, daha ziyade maddî ve manevî câzibedar nokta-i istinad olan hakaik-i İslâmiyeyi nokta-i istinad yapmaya mecbursunuz. Yoksa sizin yapmadığınız eskiden beri cinayetleri, nasıl eski partiye yüklüyorlarsa, size de yükleyip; Halkçılar ırkçılığı elde edip, tam sizi mağlûb etmeye bir ihtimal-i kavi ile hissettim ve İslâmiyet namına telâş ediyorum.

28- (Hâşiye): Eskilerin lüzumsuz keyfî kanunları ve sû’-i isti’malleri neticesiyle, belki de tahrikleriyle zuhur eden Ticanî mes’elesini ve agır cezalarını dindar Demokratlara yüklememek ve âlem-i İslâm nazarında Demokratları düşürmemenin çare-i yegânesi kendimce böyle düşünüyorum:

29- Nasıl Ezan-ı Muhammediye’nin (A.S.M.) neşriyle Demokratlar on derece kuvvet buldugu gibi, öyle de Ayasofya’yı da beşyüz sene devam eden vaziyet-i kudsiyesine çevirmektir. Ve âlem-i İslâmda çok hüsn-ü tesir yapan ve bu vatan ahalisine âlem-i İslâmın hüsn-ü teveccühünü kazandıran, bu yirmi sene mahkemeler bir muzır cihetini bulamadıkları ve beş mahkeme de beraetine karar verdikleri Risale-i Nur’un resmen serbestiyetini dindar Demokratlar ilân etmelidirler. Tâ, bu yaraya bir merhem vurmalı. O vakit âlem-i İslâmın teveccühünü kazandıkları gibi, başkalarının zâlimane kabahatı da onlara yüklenmez fikrindeyim.

30- Dindar Demokratlar, hususan Adnan Menderes gibi zatların hatırları için otuzbeş seneden beri terkettiğim siyasete bir-iki gün baktım ve bunu yazdım.» (Em:162)1

31- Yukarıdaki ifadede de görüldüğü gibi, zamanımızın dünya siyasetini nefret edip tesirinde kalmadıgını ve merak saikiyle bakmadığını eserlerinin muhtelif yerlerinde belirten Bediüzzaman Hazretleri, ancak büyük bir maslahat-ı İslâmiye zuhurunda bazan çok az ve mecburiyetle baktığı şeklindeki ihtirazî kayıtlarıyla da siyasî alâkaları azaltan bir mektubu da şöyledir:

«Otuz seneden beri siyaseti bırakıp havadislerini merak etmediğim halde mu’cizatlı Kur’anımızı iki buçuk sene müsadere edip bize vermemekle beraber dünyada emsali vuku bulmamış bir tarzda Afyon Mahkemesi bizi ta’zib ve kitablarımızın neşrine mani olmak cihetiyle ziyade beni incitti. Ben de beş-on günde iki-üç defa siyaset dünyasına baktım. Acib bir hal gördüm. Müdafaatımda dediğim gibi; istibdad-ı mutlak ve rüşvet-i mutlaka ile hareket eden bir cereyan-ı zendeka masonluk, komünistlik hesabına bizi böyle işkencelerle ezmeğe çalışmış. şimdi o kuvveti kıracak başka bir cereyan bu vatanda tezahüre başladıgını gördüm. Fazla bakmak mesleğimce iznim olmadığından daha bakmadım.» (Em:15)

32- Bu dünyada dahi küfr-ü mutlaktan dogan manevî cehennemden kurtulmak çaresi Risale-i Nur olduğunu ve Demokratlar Risale-i Nur’a az müsaadekâr olduğundan “ehvenüşşer” diye bakılmasını tavsiye eden mektubdan bu manadaki kısmını aynen alıyoruz:

«Madem bu zamanda küfr-ü mutlak Kur’an’a karşı çıkıyor. Küfr-ü mutlakta cehennemden ziyade dünyada da daha büyük bir cehennem var. Çünki ölüm madem öldürülmüyor. Her gün beşerde otuzbin cenaze ölümün devamına şehadet ediyor. Bu ölüm küfr-ü mutlaka düşenlere, yahut taraftar olanlara; hem şahsın idam-ı ebedîsi ve bütün geçmiş, gelecek akrabalarının da idam-ı ebedîsi olarak düşündüğü için, cehennemden on defa daha fazla dehşetli cehennem azabı çeker. Demek o cehennem azabını küfr-ü mutlakla kalbinde duyuyor. Çünki herbir insan akrabasının saadetiyle mes’ud, azabıyla muazzeb olduğu gibi; Allah’ı inkâr edenlerin itikadlarınca bütün o saadetleri mahvoluyor, yerine azablar geliyor. işte bu zamanda, bu dünyada bu manevî cehennemi insanların kalbinden izale eden tek bir çaresi var: O da Kur’an-ı Hakîm’dir. Ve bu zamanın fehmine göre onun bir mu’cize-i maneviyesi olan Risale-i Nur eczalarıdır.

33- Şimdi Allah’a şükrediyoruz ki, siyasî partiler içinde bir parti, bir parça bunu hissetti ki; o eserlerin neşrine mani olmadı; hakaik-ı imaniyenin dünyada bir cennet-i maneviyeyi ehl-i imana kazandırdığını isbat eden Risale-i Nur’a mümanaat etmedi, neşrine müsaadekâr davrandı; nâşirlerine de tazyikattan vazgeçti.

34- Kardeşlerim! Hastalığım pek şiddetli, belki pek yakında ölecegim veyahut bütün bütün konuşmaktan -bazan men’olduğum gibi- men’ edileceğim. Onun için benim Nur âhiret kardeşlerim, ehvenüşşer deyip bazı biçare yanlışçıların hatalarına hücum etmesinler. Daima müsbet hareket etsinler. Menfi hareket vazifemiz değil… Çünki dâhilde hareket menfice olmaz. Madem siyasetçilerin bir kısmı Risale-i Nur’a zarar vermiyor, az müsaadekârdır; ehvenüşşer olarak bakınız. Daha azamüşşer’den kurtulmak için; onlara zararınız dokunmasın, onlara faideniz dokunsun.» (Em:244)

35- Bediüzzaman Hazretleri, siyasette bazı çareleri ve çıkış yollarını göstermek için böyle bazı ikaz mektublarını yazmakla beraber, kendisi siyasi cereyanlardan ve meşgalelerinden daima uzak durmuş ve has talebelerini de aynı hassasiyetle men etmiştir.

36- Her hususta Kur’ana ittiba eden Bediüzzaman Hazretlerinin siyasetten ictinab etmeye dair tercihi de Kitab ve Sünnete istinad eder. Bilhassa Kütüb-ü Sitte’nin Kitab-ül Fiten kısmında pekçok ehadîsin ifadesiyle, âhirzaman fitnesinde içtimaî ve siyasî sahada hâkim olan şer cereyanından uzak durmak gerektiği bildirilmiştir.

37- Âhirzaman fitnesinin izale edilip İslâmî hayatın iade edilmesi hususu ise, rivayetlerde tekrarla kaydedildiği ve Bediüzzaman Hazretlerinin de bu rivayetleri izah ettiği üzere, bu vazife Hz. Mehdi ve cemaatının vazifesidir. Yani ittihad-ı İslâmın ordularına istinad eder. (Bak: Emirdağ Lâhikası-I sh: 266 p.2, 3 ve Sikke-i Tasdik sh: 9 sonu) Yoksa, asrın menfî siyasetinden böyle bir umumî ıslahat beklenilmez. Ancak ittihad-ı İslâmı ciddiyetle esas alan bir siyasî partinin vesile olması ve ittihad-ı İslâma yol açması tarzında olabilir.

SiYASETTEN UZAK DURMA

38- Siyasi liderlerin ekserisi, halkın itimad ettiği dinî şahsiyetleri politik maksadlarla kendi siyasî sahalarına çekip nüfuzundan istifade etmek isterler. Bediüzzaman Hazretleri ise, karışık dünya siyasetlerine dehalet etmeyip uzak durmuştur.

39- Ezcümle, Bediüzzaman Hazretlerinin siyasîlere dehalet etmemesinin hikmetini soranlara verdiği cevabı, bu gayet ince ve sırlı hakikatı ifade eder. Şöyle ki:

«Mühim bir suale hakikatlı bir cevabdır:

Büyük memurlardan bir kaç zat benden sordular ki: “Mustafa Kemal sana üçyüz lira maaş verip, Kürdistana ve Vilayat-ı şarkiyeye, şeyh Sünusî yerine vaiz-i umumî yapmak teklifini neden kabul etmedin? Eğer kabul etseydin ihtilâl yüzünden kesilen yüzbin adamın hayatlarını kurtarmaya sebeb olurdun!” dediler.

Ben de onlara cevaben dedim ki: Yirmişer-otuzar senelik hayat-ı dünyeviyeyi o adamlar için kurtarmadığıma bedel, yüzbinler vatandaşa, herbirisine milyonlar sene uhrevî hayatı kazandırmaya vesile olan Risale-i Nur, o zayiatın yerine binler derece iş görmüş. Eğer o teklifi ben kabul etseydim, hiçbir şeye âlet olamayan ve tabi olmayan ve sırr-ı ihlası taşıyan Risale-i Nur meydana gelmezdi.» (Ş:289)

40- Hem yine aynı manayı teyid eden bir hâdise: 1922 senesinde davet edilmesi sebebiyle Ankara’ya giden Bediüzzaman Hazretleri, M.Kemal Paşa ile riyaset odasında bir saat kadar konuştular. Bu konuşmada Bediüzzaman, inkılabın İslâmî esaslara dayanması lüzumunu ihtar eder.

«M. Kemal Paşa itiraz ile, içindeki niyet ve hâlet-i ruhiyesini ifade ile,Bediüzzaman’ı kendine çekmek ve nüfuzundan istifade etmek ister. Ve Bediüzzaman’a meb’usluk, hem Dar-ül Hikmet’teki eski vazifesini, hem şark’ta şeyh Sünusî’nin yerine vaiz-i umumî, hem bir köşk tahsisi gibi teklifler yapar.

41- Bediüzzaman, rivayetlerde gelen eşhas-ı âhirzamana ait haberlerin mühim bir kısmını ve hürriyetten evvel istanbul’da te’vilini söyledigi hadîslerin ihbar ettiği âhirzamanın dehşetli şahıslarının Âlem-i İslâm ve insaniyette zuhur ettiğini görür. Ve yine gelen rivayetlerden, onlara karşı çıkacak ve mukabele edecek olan Hizb-ül-Kur’an hakkında, “O zamana yetiştiginiz zaman siyaset cânibiyle onlara galebe edilmez; ancak manevî kılınç hükmünde i’caz-ı Kur’an’ın nurlarıyla mukabele edilebilir.” 2 tavsiyesine müraatla, Ankara’da teşrik-i mesai edemiyecegi için, kendisine tevdi edilmek istenen mebusluk, Dar-ül Hikmet-il İslâmiye gibi Diyanet’teki azalıgı, hem Vilayat-ı şarkiye vaiz-i umumîligi tekliflerini kabul etmez. Kendisini fikrinden vazgeçirmek için çalışan ve Ankara’dan ayrılmamasını rica için istasyona kadar gelen bir kısım mebusların da arzularına uyamıyacagını bildirerek Ankara’dan ayrılır, Van’a gider. Ve orada hayat-ı içtimaiyeden uzaklaşarak Erek Dağı eteginde, Zernebad Suyu başında bir mağaracıkta idame-i hayat etmeye başlar.» (T:147)

Bundan sonraki hayatında, iman hizmeti yolunda karşılaştıgı meşakkatlara, sabır ve sebatla mukabele eder.

42- Yukarıda bahsi geçen hâdise ile alâkalı olarak Kur’an (68:9) gibi âyetler ve bazı hadîs-i şerifler, dinî şahsiyetlerin siyasetin içine girip âlet edilmemeleri dersini verir. Ezcümle bir rivayette meâlen şöyle buyurulur:

«Ülema, Allah’ın kulları üzerinde peygam­berlerin eminleridir. Siz onlardan (hürmetsizlik gibi cihetlerden) çekinin ve onlara taarruz etmeyin. Onlar, hükûmet erkânı ile ihtilat etmedikçe ve dünyaya karışmadıkça. (Deylemî’nin lafzında şu ibare vardır: Sultanla ihtilat eder, dünyaya karışırlarsa o vakit peygamberlere hıyanet etmiş sayılırlar. O zaman bunlardan sakının.)» 3

43- Bu hadîsin beyan ettiği üzere, has iman fedakârlarının siyasî hayata girmemek manası üzerinde çok hassasiyet göstermiş olan Bediüzzaman, bunu dine hizmet hayatında mühim bir esas yapmıştır. Zira hadîste geçen “Peygamberlerin eminleri” tabiri çok manidardır. Bediüzzaman, dine hizmet eden fedakâr şahsiyetlerin azamî feragat ile her şeyden istiğna etmeleri lüzumunu tekrarla beyan etmiştir. Ezcümle bir eserinde şöyle diyor:

«Hakaik-i imaniye ve esasat-ı Kur’aniye, resmî bir şekilde ve ücret mukabilinde, dünya muamelatı suretine sokulmaz; belki bir mevhibe-i İlahiye olan o esrar, halis bir niyet ile ve dünyadan ve huzuzat-ı nefsaniyeden tecerrüd etmek vesilesiyle o feyizler gelebilir.» (M:70)

Dinî şahsiyetlerin siyasî iktidarın tasarrufu altına girmemelerinin, imamlar seviyesinde örnekleri de vardır. (Bakınız: İslam Prensipleri Ansiklopedisi 1608-1610. p.lar)

MÜSBET HAREKET

44- Üstad Bediüzzaman Hazretleri takip ettiği müsbet hareket mesleğini mana-yı işarîsiyle teyid eden bir âyet-i kerimeden istihraç ettiği manaları beyan ederken diyor ki:

«Evet evvelâ başta لاَ اِكْرَاهَ فِى الدِّينِ قَدْ تَبَيَّنَ الرُّشْدُ cümlesi, makam-ı cifrî ve ebcedî ile bin üçyüz elli (1350) tarihine parmak basar ve mana-yı işarî ile der: Gerçi o tarihte, dini dünyadan tefrik ile dinde ikraha ve icbara ve mücahede-i diniyeye ve din için silahla cihada muarız olan hürriyet-i vicdan, hükûmetlerde bir kanun-u esasî, bir düstur-u siyasî oluyor ve hükûmet laik cumhuriyete döner. Fakat ona mukabil manevî bir cihad-ı dinî, iman-ı tahkikî kılıncıyla olacak. Çünki dindeki rüşd-ü irşad ve hak ve hakikatı gözlere gösterecek derecede kuvvetli bürhanları izhar edip tebyin ve tebeyyün eden bir nur Kur’an’dan çıkacak diye haber verip, bir lem’a-i i’caz gösterir.

Hem tâ خَالِدُونَ kelimesine kadar Risale-i Nur’daki bütün müvazenelerin aslı, menbaı olarak aynen o müvazeneler gibi mükerreren nur ve zulümat ve iman ve karanlıkları karşılaştırmasıyla gizli bir emaredir ki, o tarihte bulunan cihad-ı manevî mübarezesinde büyük bir kahraman; Nur namında Risale-i Nur’dur ki, dinde bulunan yüzer tılsımları keşfeden onun manevî elmas kılıncı, maddî kılınçlara ihtiyaç bırakmıyor.

Evet hadsiz şükürler olsun ki, yirmi senedir Risale-i Nur bu ihbar-ı gaybı ve lem’a-i i’cazı bil’fiil göstermiştir. Ve bu sırr-ı azîm içindir ki; Risale-i Nur şakirdleri dünya siyasetine ve cereyanlarına ve maddî mücadelelerine karışmıyorlar ve ehemmiyet vermiyorlar ve tenezzül etmiyorlar ve hakiki şakirdleri en dehşetli bir hasmına ve hakaretli tecavüzüne karşı ona der:

Ey bedbaht! Ben seni idam-ı ebedîden kurtarmaya ve fâni hayvaniyetin en süflî ve elîm derecesinden bir bâki insaniyet saadetine çıkarmaya çalışıyorum. Sen benim ölümüme ve idamıma çalışıyorsun. Senin bu dünyada lezzetin pek az, pek kısa ve âhirette ceza ve belâların pek çok ve pek uzundur. Ve benim ölümüm bir terhistir. Haydi defol; senin ile ugraşmam, ne yaparsan yap.” der. O zâlim düşmanına hiddet değil, belki acıyor, şefkat ediyor, keşki kurtulsa idi diyerek ıslahına çalışır(Ş: 271)

45- Hem yine bu müsbet mesleği şöyle dile getirir:

«Bu gözümüz önünde ve bizi bekleyen ölümün idam-ı ebedîsinden ve karşımızda kapısını açan ve bizi cebr-i kat’î ile çağıran kabrin daimî karanlık haps-i münferidinden kurtulmaga çalışıyoruz. Hem sizin de o dehşetli ve çaresiz musibetten kurtulmanıza yardım ediyoruz. Sizin nazarınızda en büyük bir mes’ele-i dünyeviye ve siyasiye, bizim nazarımızda ve hakikat cihetinde kıymeti pek azdır ve bilfiil vazifedar olmayanlara mâlâyani ve ehemmiyetsizdir ve kıymeti yoktur. Fakat bizim iştigal ettiğimiz vazife-i zaruriye-i insaniye ise, herkese her zaman ciddi alâkası var. Bu vazifemizi beğenmeyenler ve kaldıranlar, ölümü kaldırmalı ve kabri kapamalı!» (Ş:340)

46- Yine Bediüzzaman Hazretleri adliye ve devlet ricaline hitaben ve müsbet mesleğini te’yiden diyor:

«Biz Risale-i Nur şakirdleri, Risale-i Nur’u değil dünya cereyanlarına, belki kâinata da âlet edemeyiz. Hem Kur’an bizi siyasetten şiddetle men’etmiş. Evet Risale-i Nur’un vazifesi ise, hayat-ı ebediyeyi mahveden ve hayat-ı dünyeviyeyi de dehşetli bir zehire çeviren küfr-ü mutlaka karşı, imanî olan hakikatlarla gayet kat’î ve en mütemerrid zındık feylesofları dahi imana getiren kuvvetli bürhanlar ile Kur’ana hizmet etmektir. Onun için Risale-i Nur’u hiçbir şeye âlet edemeyiz.

47- Evvelâ: Kur’anın elmas gibi hakikatlarını, ehl-i gaflet nazarında bir propaganda-i siyaset tevehhümüyle cam parçalarına indirmemek ve o kıymetdar hakikatlara ihanet etmemektir.

48- Sâniyen: Risale-i Nur’un esas mesleği olan şefkat, hak ve hakikat ve vicdan, bizleri şiddetle siyasetten ve idareye ilişmekten men etmiş. Çünki tokada ve belâya müstehak ve küfr-ü mutlaka düşmüş bir-iki dinsize müteallik yedi-sekiz çoluk-çocuk, hasta, ihtiyar, masumlar bulunur. Musibet ve belâ gelse, o biçareler dahi yanarlar. Bunun için, neticenin de husulü meşkûk olduğu halde, siyaset yoluyla idare ve asayişin zararına hayat-ı içtimaiyeye karışmaktan şiddetle men’edilmişiz.

49- Sâlisen: Bu vatanın ve bu milletin hayat-ı içtimaiyesi bu acib zamanda anarşilikten kurtulmak için beş esas lâzım ve zaruridir: Hürmet, merhamet, haramdan çekinmek, emniyet, serseriliği bırakıp itaat etmektir. Risale-i Nur hayat-ı içtimaiyeye baktığı zaman, bu beş esası kuvvetli ve kudsî bir surette tesbit ve tahkim ederek, asayişin temel taşını muhafaza ettiğine delil ise; bu yirmi sene zarfında Risale-i Nur’un, yüzbin adamı vatan ve millete zararsız birer uzv-u nâfi’ haline getirmesidir. Isparta ve Kastamonu vilayetleri buna şâhiddir. Demek Risale-i Nur’un ekseriyet-i mutlaka eczalarına ilişenler, herhalde bilerek veya bilmeyerek anarşilik hesabına vatana ve millete ve hâkimiyet-i İslâmiyeye hiyanet ederler. Risale-i Nur’un, yüzotuz risalelerinin bu vatana yüzotuz büyük faidesini ve hasenesini, vehham ehl-i gafletin sathî nazarlarında kusurlu tevehhüm edilen iki-üç risalenin mevhum zararları çürütemez. Onları bunlar ile çürüten, gayet derecede insafsız bir zâlimdir.

50- Amma benim ehemmiyetsiz şahsımın kusurları ise, bilmecburiye istemeyerek derim ki: Yirmiiki sene müddetinde gurbette haps-i münferid hükmünde, yalnız ve münzevi olarak hayat geçiren ve bu müddet zarfında ihtiyarıyla bir defa çarşıya ve mecma-ı nas büyük camilere gitmeyen ve çok tazyik ve sıkıntı verildigi halde, bütün emsali menfîlere muhalif olarak istirahatı için birtek defa hükûmete müracaat etmeyen ve yirmi sene zarfında hiçbir gazeteyi okumayan ve dinlemeyen ve merak etmeyen ve tam iki sene Kastamonu’da ve yedi sene başka menfalarında bütün yakın ve görüşen dostlarının şehadetiyle, küre-i arz yüzündeki boğuşmaları ve harbleri ve sulh olmuş ve olmamış ve daha kimler harb ettiklerini bilmeyen ve merak etmeyen ve sormayan ve üç sene yakınında konuşan radyoyu üç defadan başka dinlemeyen ve hayat-ı ebediyeyi imha eden ve hayat-ı dünyeviyeyi dahi elem içinde eleme, azab içinde azaba çeviren küfr-ü mutlaka karşı galibane Risale-i Nur ile mukabele ettiğine onun ile imanlarını kurtaran yüzbin şâhidin şehadetiyle isbat eden ve Kur’andan tereşşuh eden Risale-i Nur ile ölümü yüzbin adam hakkında idam-ı ebedîden terhis tezkeresine çeviren bir adama bu derece ilişmek ve me’yus etmek ve onu aglatmakla, o masum yüzbinler kardeşlerini aglatmaya hangi kanun var? Hangi maslahat var? Adalet namına emsalsiz bir gadr olmaz mı? Ve kanun hesabına, emsalsiz bir kanunsuzluk değil mi?

51- Eğer bu taharrilerde bazı vazifedar memurların itiraz ettikleri gibi derseniz ki: Sen ve bir-iki risalen rejime ve usûlümüze muhalif gidiyorsunuz?

Elcevab: Evvelen: Bu yeni usûlünüzün münzevilerin çilehanelerine girmege hiçbir hakkı yoktur.

Sâniyen: Bir şeyi reddetmek ayrıdır, kalben kabul etmemek ayrıdır ve amel etmemek bütün bütün ayrıdır. Ehl-i hükûmet ele bakar, kalbe bakmaz. idare ve asayişe ilişmeyen şiddetli muhalifler, her hükûmette bulunur. Hattâ Hazret-i Ömer’in (R.A.) taht-ı hâkimiyetindeki hristiyanlara, kanun-u şeriatı ve Kur’anı inkâr ettikleri halde ilişilmiyordu. Hürriyet-i fikir ve serbestiyet-i vicdan düsturu ile Risale-i Nur’un bir kısım şakirdleri; idareye dokunmamak şartıyla rejim ve usûlünüzü ilmen kabul etmezse ve muhalif amel etse hattâ rejimin sahibine adavet etse, onlara kanunen ilişilmez. Risaleler ise, o gibi risalelere mahrem demişiz, neşrini men’etmişiz. Hattâ bu defa bu hâdiseye sebebiyet veren risale Kastamonu’da sekiz sene zarfında bir veya iki defa birtek nüsha birisi bana getirdi. Aynı günde kaybettirdik. şimdi siz onu zor ile teşhir ediyorsunuz ve iştihar da etti.» (Ş:349)

52- Bediüzzaman Hazretleri siyasetten uzak durmasının hikmetlerine, eserlerinin muhtelif yerlerinde hayli yer vermiştir. Ezcümle bir eserinde şunları kaydeder:

«Yeni Said ne için bu kadar şiddetle siyasetten tecennüb ediyor?

Elcevab: Milyarlar seneden ziyade olan hayat-ı ebediyeye çalışmasını ve kazanmasını; meşkuk bir-iki sene hayat-ı dünyeviyeye lüzumsuz, fuzulî bir surette karışma ile feda etmemek için.. hem en mühim, en lüzumlu, en saf ve en hakikatlı olan hizmet-i iman ve Kur’an için şiddetle siyasetten kaçıyor.…

53- Amma Kur’an ve imanın hizmeti ne için beni men’ediyor dersen, ben de derim ki: Hakaik-ı imaniye ve Kur’aniye birer elmas hükmünde olduğu halde, siyaset ile âlûde olsa idim; elimdeki o elmaslar igfal olunabilen avam tarafından, “Acaba taraftar kazanmak için bir propaganda-i siyaset değil mi?” diye düşünürler. O elmaslara, âdi şişeler nazarıyla bakabilirler. O halde ben o siyasete temas etmekle, o elmaslara zulmederim ve kıymetlerini tenzil etmek hükmüne geçer.» (M:62)

54- «Aziz, sıddık kardeşlerim!

Bugünlerde, gayet sâdık ve dikkatli bir kardeşimizin ihtiyatsızlıgından küçük bir tokat yemesi münasebetiyle, hem bu dört ay müddetçe, binler adam kadar alâkadar olduğum halde; ahval-i âlemden, siyaset ve harbden kat’iyen bir haber almayıp ve istemeyip ve merak etmez bir tarzda bulunmamdan, Feyzi ve Emin gibi has kardeşlerimin hayretleri ve istifsarları sebebiyle bir hakikattan, çok defa beyan ettiğim gibi yine bir parça ondan bahsetmek lüzum oldu. şöyle ki:

Hakaik-ı imaniye, herşeyden evvel bu zamanda en birinci maksad olmak ve sair şeyler ikinci, üçüncü, dördüncü derecede kalmak ve Risale-i Nur’la onlara hizmet etmek en birinci vazife ve medar-ı merak ve maksud-u bizzat olmak lâzım iken; şimdiki hal-i âlem hayat-ı dünyeviyeyi hususan hayat-ı içtimaiyeyi ve bilhassa hayat-ı siyasiyeyi ve bilhassa medeniyetin sefahet ve dalâletine ceza olarak gelen gadab-ı İlâhînin bir cilvesi olan harb-i umumînin tarafgirane, damarları ve asabları tehyic edip bâtın-ı kalbe kadar, hattâ hakaik-ı imaniyenin elmasları derecesine o zararlı, fâni arzuları yerleştirecek derecesinde bu meş’um asır öyle şırınga etmiş ve ediyor ve öyle aşılamış ve aşılıyor ki; Risale-i Nur dairesi haricinde bulunan ülemalar, belki de veliler; o siyasî ve içtimaî hayatın rabıtaları sebebiyle, hakaik-ı imaniyenin hükmünü ikinci, üçüncü derecede bırakıp, o cereyanların hükmüne tâbi olarak hemfikri olan münafıkları sever. Kendine muhalif olan ehl-i hakikatı, belki ehl-i velâyeti tenkid ve adavet eder, hattâ hissiyat-ı diniyeyi o cereyanlara tâbi yaparlar.

İşte bu asrın bu acib tehlikesine karşı, Risale-i Nur’un hizmet ve meşgalesi, şimdiki siyaseti ve cereyanlarını o derece nazarımdan iskat etmiş ki; bu harb-i umumîyi bu dört ayda merak etmedim, sormadım.

55- Hem Risale-i Nur’un has talebeleri, bâki elmaslar hükmünde olan hakaik-ı imaniyenin vazifesi içinde iken, zâlimlerin satranç oyunlarına bakmakla vazife-i kudsiyelerine fütur vermemek ve fikirlerini onlar ile bulaştırmamak gerektir. Cenab-ı Hak bize nur ve nuranî vazifeyi vermiş; onlara da, zulümlü zulümatlı oyunları vermiş. Onlar bizden istigna edip yardım etmedikleri ve elimizdeki kudsî nurlara müşteri olmadıkları halde, biz onların karanlıklı oyunlarına vazifemizin zararına bakmaga tenezzül etmek hatadır. Bize ve merakımıza, dairemiz içindeki ezvak-ı maneviye ve envar-ı imaniye kâfi ve vâfidir.» (K:117)

56- Bediüzzaman Hazretleri “Yeni Said” tabir ettiği 45 yaşından sonraki hayatında bütün himmetiyle iman hizmetine teveccüh edip içtimaî mes’elelerden alâkasını kestiği, şu gelen ifadesinden de anlaşılıyor:

«Dört-beş aydan beri bir zat, bana buraya bir gazete gönderiyormuş; ben yeniden haber aldım ki, bana gönderiliyormuş. Buradaki dostlarım âdetimi bildikleri içindir ki, değil gazete, Nur’dan başka hiçbir kitabı, hiçbir mecmuayı kabul etmediğim gibi, yeni yazıdan hiçbir harf bilmedigim için korkmuşlar, bana haber vermemişler ve göstermemişler. şimdi bir zât, bir mektub içinde bir sahifesi benimle konuşan bir gazetecinin, fakat dost ve hemşehri bir zâtın mektubunu gösterdi. Dediler ki: “Çoktan beri senin namına bir gazete gönderiyordu, biz korktuk sana göstermedik.” Ben de dedim: “O zâta benim tarafımdan çok selâm ediniz. O dostun eski bildiği Said değişmiş, dünya ile alâkası kesilmiş.» (E:273)

57- Ankara’da ilk Meclis kuruldugu zaman (28. paragrafta da bahsedildiği üzere) Bediüzzaman’a yapılan meb’usluk ve siyasete girmek daveti gibi cazib bir teklife verdiği şu cevabı, günümüzün anlayışına göre dikkat çekicidir. Bediüzzaman diyor:

«Bundan oniki sene evvel Ankara reisleri, ingilizlere karşı “Hutuvat-ı Sitte” namındaki mücahedatımı takdir edip, beni oraya istediler. Gittim. Gidişatları, benim ihtiyarlık hissiyatıma uygun gelmedi. Bizimle çalış, dediler. Dedim: Yeni Said öteki dünyaya çalışmak istiyor, sizinle çalışamaz, fakat size de ilişmez.» (T:219)

Mezkûr yazıda görüldüğü üzere, siyasetten uzak durma düsturunu en cazib teklifler dahi bozamadıgından anlaşılıyor ki; Bediüzzaman Hazretleri cemiyetin hakiki salahını, menfî siyasetten beklememiştir. Belki rivayetlerde müjdelenen ve âhirzaman fitnesinin tamircisi olan cemaatın ve ıslah cereyanının vazifesi olduğunu biliyordu ve eserlerinde bu hususu açıkça belirtmiştir. Bazı mektublarında ehvenüşşer deyip rey verdirmesi ise, onlardan hayır bekledigi için değildir. Belki siyaseti dine âlet etmeye teşvik etmek gibi hikmetleri var. (Bak: 176. p.)

58- Âlem-i İslâmın hayat-ı içtimaiye ve siyasiyesiyle alâkadar Eski Said’in eserlerinden Hutbe-i Şamiye’yi 1950’den sonra neşrederken, eserin muhteviyatının içtimaî ve siyasî ahvale temas etmesi dolayısıyla şu açıklamayı ilave ettirir:

«Kırkbeş sene evvel Eski Said’in bu dersinden anlaşılıyor ki; o Said siyasetle, içtimaiyat-ı İslâmiye ile ziyade alâkadardır. Fakat sakın zannetmeyiniz ki; o, dini siyasete âlet veya vesile yapmak mesleğinde gitmiş. Hâşâ, belki o bütün kuvvetiyle siyaseti dine âlet ediyormuş. Ve derdi ki: “Dinin bir hakikatını bin siyasete tercih ederim.” Evet o zamanda kırk-elli sene evvel hissetmiş ki, bazı münafık zındıkların siyaseti dinsizlige âlet etmege teşebbüs niyetlerine ve fikirlerine mukabil, o da bütün kuvvetiyle siyaseti İslâmiyetin hakaikına bir hizmetkâr, bir âlet yapmağa çalışmış.

59- Fakat o zamandan yirmi sene sonra gördü ki: O gizli münafık zındıkların garplılaşmak bahanesiyle, siyaseti dinsizlige âlet yapmalarına mukabil, bir kısım dindar ehl-i siyaset dini siyaset-i İslâmiyeye âlet etmege çalışmışlardı. İslâmiyet güneşi yerdeki ışıklara âlet ve tabi olamaz. Ve âlet yapmak İslâmiyetin kıymetini tenzil etmektir, büyük bir cinayettir. Hattâ Eski Said o çeşit siyaset tarafgirliginden gördü ki: Bir salih âlim kendi fikr-i siyasîsine muvafık bir münafıgı hararetle sena etti ve siyasetine muhalif bir salih hocayı tenkid ve tefsik etti.

Eski Said ona dedi: “Bir şeytan senin fikrine yardım etse, rahmet okutacaksın. Senin fikr-i siyasiyene muhalif bir melek olsa, lanet edeceksin.” Bunun için Eski Said اَعُوذُ بِاللّٰهِ مِنَ الشَّيْطَانِ وَ السِّيَاسَة dedi. Ve otuzbeş seneden beri siyaseti terk etti.

Siyaseti Yeni Said bütün bütün terk ettiği için bakmadıgından, Eski Said’in siyasete temas eden Hutbe-i şamiye dersinin (onun yerine) tercümesi yazıldı.» (HŞ:46)

SİYASETTE İSTİKLALİYET

60- 1919’larda yazdığı Sünuhat adlı eserinin bir kısmında Bediüzzaman Hazretleri, siyasette mutlaka gerekli olan bazı düsturları tesbit eder ve nazara verir.

Hem dâhildeki siyasî faaliyetlerin ipleri hâriçteki cereyanın elinde olduğunu ve bizdeki siyasî hareketlerden, İslâm’dan daha çok hâricî cereyanın faydalandığını ihtar eder. Dâhildeki müsbet siyaset ise, şu hususiyetlere sahib olmasını şart koşar: Parti taraftarlığı yerine İslâm kardeşligi esas alınacak ve bu husus fiilen isbatlanacak. Hem hâriç cereyanın tesirinde olmayıp, İslâm’ın menfaatına göre müstakil hareket edebilme kuvvetine sahib olmakla, karşı cereyanın zayıf düşmesinden ona hükmedebilmek durumunda olmak; hem herkesi tenkid ile dinden uzak gösterip tenfir etmemekle beraber teşvikkârane dini telkin etmek gibi tavsiyeleri ihtiva eden yazının devamında fırkacılık yani çok partili sistem, meşrutiyetin yani cumhuriyetin gereği olduğu iddiasına cevap verilir. Yazı aynen şöyledir:

61- «Neden geldin geleli siyasete karışmıyorsun?

Dedim: اَعُوذُ بِاللّٰهِ مِنَ الشَّيْطَانِ وَ السِّيَاسَة

Evet İstanbul siyaseti ispanyol gibi bir hastalıktır. Fikri hezeyanlaştırır. Biz müteharrik-i bizzât değiliz. Bilvasıta müteharrikiz. Avrupa üflüyor, biz burada oynuyoruz. O tenvim ile telkin eder. Biz kendimizden hayal edip, esammane tahribimizde eser-i telkini icra ederiz. Madem ki menba’ Avrupa’dadır. Gelen cereyan, ya menfî veya müsbettir. Menfîye kapılan, harf gibi  دَلَّ عَلَى مَعْنًى فِى نَفْسِ غَيْرِهِ yahud لاَ يَدُلُّ عَلَى مَعْنًى فِى نَفْسِهِ  tarif edilir. Demek bütün harekâtı, bizzât hariç hesabına geçer. Çünki iradesi hükümsüzdür. Hulûs-u niyeti faide vermez. Bahusus menfî iki cihet-i za’fla, hariç cereyanın kuvvetine bir âlet-i lâya’kıl olur.

62- Diğer müsbet cereyan ise ki, dâhilden muvafık şeklini giyer. isim gibi, دَلَّ عَلَى مَعْنًى فِى نَفْسِهِ dir. Hareketi kendinedir. Tebaî haricedir. Lâzım-ı mezheb mezheb olmadığından, belki muahez değil. Bahusus iki cihetle kuvveti, hariç cereyanın müsbet ve za’fına inzimam etse, harici kendine âlet-i lâyeş’ur edebilir.

63- Dediler: Dinsizliği görmüyorsun, meydan alıyor. Din namına meydana çıkmak lâzım.

–Evet lâzımdır. Fakat kat’î bir şart ile ki, muharriki aşk-ı İslâmiyet ve hamiyet-i diniye olmalı. Eğer muharrik veya müreccih, siyasetçilik veya tarafgirlik ise, tehlikedir. Birincisi hata da etse, belki ma’fuvdur. ikincisi isabet de etse, mes’uldür.

64- Denildi: Nasıl anlarız?

Dedim: Kim fâsık siyasetdaşını, mütedeyyin muhalifine, sû’-i zan bahaneleriyle tercih etse, muharriki siyasetçiliktir. Hem umumun mal-ı mukaddesi olan dini, inhisar zihniyetiyle kendi meslekdaşlarına daha ziyade has göstermekle, kavî bir ekseriyette dine aleyhdarlık meyli uyandırmakla nazardan düşürmek ise, muharriki tarafgirliktir.

Meselâ: iki adam döğüşürler. Biri, zaif düşecegini hissederken, elindeki Kur’an’ı kavîye uzatmakla himayesini davet edip, kavî bir ele vermek lâzımdır. Tâ beraber çamura düşmesin. Kur’an’a muhabbetini, hürmetini göstersin. Kur’an’ı, Kur’an olduğu için sevsin. Eğer kavînin karşısına siper etse, himayet damarını tahrik etmeye bedel, hiddetini celbeder. Kur’an’ı kavî bir hâdimden mahrum bırakmakla, zaif bir elde beraber yere düşerse o, Kur’an’ı kendi nefsi için sever demektir.

65- Evet dine imale etmek ve iltizama teşvik etmek ve vazife-i diniyelerini ihtar etmekle dine hizmet olur. Yoksa dinsizsiniz dese, onları tecavüze sevketmektir. Din dâhilde menfî tarzda istimal edilmez. Otuz sene halife olan bir zât, menfî siyaset namına istifade edildi zannıyla, şeriata gelen tecavüzü gördünüz. Acaba şimdiki menfî siyasetçilerin fetvalarından istifade edecek kimdir, bilir misin? Bence İslâmın en şedid hasmıdır ki, hançerini İslâmın ciğerine saplamıştır.

66- Dediler: İttihada şedid bir muarız idin. Neden şimdi sükût ediyorsun?

Dedim: Düşmanların onlara şiddet-i hücumundan. Düşmanın hedef-i hücumu, onların hasenesi olan azm ü sebattır ve İslâmiyet düşmanına vasıta-i tesmim olmaktan feragatıdır.

Bence yol ikidir: Mizanın iki kefesi gibi; birinin hiffeti, ötekinin sıkletine geçer. Ben tokadımı, Antranik ile beraber Enver’e, Venizelos ile beraber Said Halim’e vurmam. Nazarımda, vuran da sefildir.

67- Dediler: Fırkacılık lâzım-ı meşrutiyettir.

Dedim: Bizdekilerde hutut-u efkâr, telâki için mütemayilen imtidada bedel, münharifen gittiginden nokta-i telâki vatanda, belki kürede görülmüyor. Vücud, adem gibi; birinin vücudu ötekinin ademini ister.

İnad bazan müfrit fırka mutaassıblara, dalal ve bâtılı iltizam ettirir. şeytan birisine yardım etse, melek der, rahmet okutur. Ötekinde melek görse, libasını değiştirmiştir der, lanet eder. Sû’-i zan ve hüsn-ü zan nazarıyla dürbinin iki tarafı gibi leh aleyhdar, vâhî emareyi bürhan, bürhanı vâhî emare görür.

68- İşte şu zulümdür, اِنَّ اْلاِنْسَانَ لَظَلُومٌ  sırrını gösterir. Zira hayvanın aksine olarak kuvâ ve meyilleri fıtraten tahdid edilmemiş, meyl-i zulüm hadsizdir. Lâsiyyema “ene”nin eşkâl-i habisesi olan hodgamlık, hodfikirlik, hodbinlik, hodendişlik, gurur ve inad o meyle inzimam etse, öyle ekber-ül kebairi icad eder ki, daha beşer ona isim bulmamış. Cehennem’in lüzumuna delil olduğu gibi, cezası da yalnız Cehennem olabilir.

69- Meselâ: Birisinin bir sıfatından darılsa, mecma-i evsaf-ı masume olan şahsına, hattâ ehibbasına, hattâ meslekdaşına zulmünü teşmil eder, وَ لاَ تَزِرُ وَازِرَةٌ وِزْرَ اُخْرَى  ya karşı temerrüd eder.

Meselâ: Muhteris bir intikam veya müntakim bir hilâfıyla bir kere demiş: İslâm mağlub olacak, kalbi parçalanacak. Sırf o müraî ruhtan gelen, yalancı fikirden çıkan meş’um sözünü doğru göstermek için; İslâm mağlubiyetini, İslâm perişaniyetini arzu eder, alkışlar, hasmın darbesinden mütelezziz olur. işte şu alkışı ve gaddar telezzüzüdür ki, mecruh İslâm’ı müşkil mevkide bırazmış. Zira hançerini İslâmın ciğerine saplamış olan hasım, “sükût et” demiyor. “Alkışla, mütelezziz ol, beni sev” diyor, onları misal gösteriyor.

İşte size dehşetli bir günah ve zulüm ki, ancak haşirdeki mizan tartabilir. وَ قِسْ عَلَيْهَا

70- Denildi: Mağlubiyet malûmdu, biz bilirdik, bilerek bizi belâya attılar.

Dedim: Acaba Hindenburg gibi dehşetli insanlar nazarına nazarî kalmış olan gaye-i harb, sizin gibi acemilere nasıl malûm ve bedihî olabilir. Acaba fikir dediginiz şey, (El’iyazübillah) arzu olmasın. Bazan zâlimane intikam-ı şahsî, arzuya fikir suretini giydirir. Yahu pis bir çamura düşmüşsünüz, misk-ü anber diye yüzünüze gözünüze bulaştırmaga ne mana var?

İşte misalîlerin münevver gece meclisinde ve dünyevîlerin muzlim gündüz mahfelinde akıldan akma değil, kalbde çıkan beyanatım. ister isen kabul et, ister isen etme, anlamak şartıyla. (ister al gûş-u kabul-ü câne, ister hiddet et).» (STi: 45)

71- Meşrutiyetin meşruiyet içinde muhafazasını isteyen Bediüzzaman Hazretlerinin 1909’larda siyasî menfî boğuşmaların zararlı olduğunu hatırlatan ve zamanımızın dahilî mücadelelerinin ıslahı için de çok lüzumu bulunan bir ihtarnamesi de şöyledir:

«Cemiyetlere ihtar-ı Mühim:

şimdi cemiyetimiz bir hükûmet-i meşruta-i meşruadır. Hükûmet içinde hükûmetin zararı görüldü. Seviye-i irfan bir olmadığından fırkalarda husumet, taassub ve tarafdarlık intac eder. Tabiî o kuvveti istimal ile siyasete karışacak ve umumî idarede herkesçe lezzetli olan tahakkümatı yapacak sahib-i agraza müsaid bir zemin olur.

Binaenaleyh bizdeki fırkaların şimdiki hal ile devamı gayet muzırdır. Lâkin bir şirkette veya münevver-ül fikir ve bîtaraf mabeyninde tenkidat-ı siyasetten veya ehl-i ilim mabeyninde nasihat ve irşaddan menfaat olabilir. şimdi hükûmet-i meşruamız asıl büyük cemiyettir.» (Hş:108)

SiYASETTEN NiÇiN UZAK DURULUR?

72- Dinî hizmette siyasî mücadele şekline gidilse, bid’at cereyanı mensuplarının bir kısmı bazı resmî makamlara sahip olduklarından, hakikatlara müştak bazı memurların endişelenip Nurlardan uzak durmalarına sebebiyet vereceğini hatırlatan Bediüzzaman Hazretleri diyor ki:

«Benim ile temas eden bütün dostlarım bilirler ki; siyasete değil karışmak, değil teşebbüs, belki düşünmesi dahi esas maksadıma ve ahval-i ruhiyeme ve hizmet-i kudsiye-i imaniyeme muhaliftir ve olamıyor. Bana nur verilmiş, siyaset topuzu verilmemiş.

73- Bu halin bir hikmeti şudur ki; hakaik-i imaniyeye müştak ve memuriyet mesleğine giren birçok zatları, bu hakaika endişeli ve tenkidkârane baktırmamak, onlardan mahrum etmemek için, Cenab-ı Hak kalbime siyasete karşı şiddetli bir kaçınmak ve bir nefret vermiştir kanaatındayım.» (T:221)

TEKFİRE CÜR’ET EDİLMEMELİ

74- Tekfir, yani kâfirlikle suçlamak mes’elesi hakkında Bediüzzaman Hazretlerinin bir açıklaması:

«Tenbih: Bazı âyât ve ehadîs vardır ki; mutlakadır, külliye telâkki edilmiş. Hem öyleler vardır ki; münteşire-i muvakkatadır, daime zannedilmiş. Hem mukayyed var, âmm hesab edilmiş.

Meselâ: Demiş bu şey küfürdür. Yani o sıfat imandan neş’et etmemiş, o sıfat kâfiredir. O haysiyet ile o zât küfür etti denilir. Fakat mevsufu ise masume ve imandan neş’et ettikleri gibi, imanın reşehatına da haize olan başka evsafa malik olduğundan, o zât kâfirdir denilmez. İllâ ki, o sıfat küfürden neş’et ettiği yakînen biline. Zira başka sebebden de neş’et edebilir. Sıfatın delâletinde (şek) var. imanın vücudunda da (yakîn) var. Şek ise yakînin hükmünü izale etmez.

Tekfire çabuk cür’et edenler düşünsünler!» (STi:13)4

HAKİM CEREYANLAR İÇİNDE HİZMET NASIL OLMALI?

75- İttihad-ı İslâmı teşkil edip o kuvvete dayanmadan din namına yapılacak siyasî faaliyetleri bu zamandaki hâkim cereyanlar kendi menfaatına çevirdiğini ve üç mes’eleden birincisi olan iman hizmetini esas almak gerektiğini ve umumî ahlâk bozulmasından çoklarına itimad edilemediği cihetleriyle en muvaffakiyetli hizmet, Nur dairesindeki kudsî hizmet olduğunu eserlerinde beyan eden Bediüzzaman Hazretleri bir eserinde diyor ki:

«Bu zamanda öyle fevkalâde hâkim cereyanlar var ki, herşeyi kendi hesabına aldıgı için, faraza hakikî beklenilen o zât dahi bu zamanda gelse, harekâtını o cereyanlara kaptırmamak için siyaset âlemindeki vaziyetten feragat edecek ve hedefini değiştirecek diye tahmin ediyorum. (Bak: 21.p.)

76- Hem üç mes’ele var: Biri hayat, biri şeriat, biri imandır. Hakikat noktasında en mühimmi ve en azamı, iman mes’elesidir. Fakat şimdiki umumun nazarında ve hal-i âlem ilcaatında en mühim mes’ele, hayat ve şeriat göründüğünden o zât şimdi olsa da, üç mes’eleyi birden umum ruy-i zeminde vaziyetlerini değiştirmek nev’-i beşerdeki cârî olan âdetullaha muvafık gelmediginden, her halde en azam mes’eleyi esas yapıp, öteki mes’eleleri esas yapmayacak. Tâ ki iman hizmeti safvetini umumun nazarında bozmasın ve avamın çabuk iğfal olunabilen akıllarında, o hizmet başka maksadlara âlet olmadığı tahakkuk etsin.

77- Hem, yirmi seneden beri tahribkârane eşedd-i zulüm altında o derece ahlâk bozulmuş ve metanet ve sadakat kaybolmuş ki, ondan belki de yirmiden birisine itimad edilmez. Bu acib hâlâta karşı, çok fevkalâde sebat ve metanet ve sadakat ve hamiyet-i İslâmiye lâzımdır; yoksa akîm kalır ve zarar verir.

Demek en halis ve en selâmetli ve en mühim ve en muvaffakıyetli hizmet, Risale-i Nur şakirdlerinin daireleri içindeki kudsî hizmettir.» (Kastamonu Lâhikası sh: 90)

78- İman hizmetini siyasete âlet etmemek ve tam hizmet edebilmek için Nur’un has şakirdleri, siyasetten kaçtıklarını anlatan Bediüzzaman Hazretleri şu hususları ısrarla nazara verir:

«Âlem-i insaniyette ve İslâmiyette üç muazzam mes’ele olan iman ve şeriat ve hayattır. içlerinde en muazzamı iman hakikatları olduğundan bu hakaik-ı imaniye-i Kur’aniye başka cereyanlara, başka kuvvetlere tâbi ve âlet edilmemek ve elmas gibi o Kur’an’ın hakikatları, dini dünyaya satan veya âlet eden adamların nazarında cam parçalarına indirmemek ve en kudsî ve en büyük vazife olan imanı kurtarmak hizmetini tam yerine getirmek için, Risale-i Nur’un has ve sâdık talebeleri, gayet şiddet ve nefretle siyasetten kaçıyorlar.» (K:145)

79- «Risale-i Nur ve ondan tam ders alan biz şakirdleri, değil dünya siyasetlerine, belki bütün dünyaya karşı da Risale-i Nur’u âlet edemeyiz ve şimdiye kadar da etmemişiz. Biz, ehl-i dünyanın dünyalarına karışmıyoruz. Bizden zarar tevehhüm etmek divaneliktir.

80- Evvelâ: Kur’an bizi siyasetten men’etmiş; tâ ki elmas gibi hakikatları, ehl-i dünyanın nazarında cam parçalarına inmesin.

81- Sâniyen: şefkat, vicdan, hakikat, bizi siyasetten men’ediyor. Çünki tokada müstehak dinsiz münafıklar onda iki ise, onlarla müteallik yedi-sekiz mâsum, bîçare, çoluk-çocuk, zaif, hasta, ihtiyarlar var. Belâ ve musibet gelse, o sekiz mâsumlar o belâya düşecekler. Belki o iki münafık dinsiz, daha az zarar görecek. Onun için, siyaset yoluyla, idare ve asayişi ihlâl tarzında neticenin husulü de meşkûk olduğu halde girmek, Risale-i Nur’un mahiyetindeki şefkat, merhamet, hak, hakikat şakirdlerini men’etmiş.» (K: 240)

82- Dehşetli cereyanların hükmettiği bu zamanda siyasete giren, istiklâlini ve ihlasını muhafaza edemediğini ve menfî harekete ve dini siyasete âlet etmek gibi hatalara düşüleceğini anlatan Bediüzzaman Hazretleri aynen şöyle der:

«Risale-i Nur şakirdlerinin, mümkün olduğu kadar, siyasete ve idare işine ve hükûmetin icraatına karışmamak bir düstur-u esasîleridir. Çünki halisane hizmet-i Kur’aniye, onlara her şeye bedel kâfi geliyor.

83- Hem şimdi hükmeden öyle kuvvetli cereyanlar içinde siyasete girenlerden hiçbir kimse, istiklaliyetini ve ihlasını muhafaza edemez. Herhalde bir cereyan onun hareketini kendi hesabına alacak, dünyevî maksadına âlet edecek. O hizmetin kudsiyetini bozacak. Hem maddî mübarezede şu asrın bir düsturu olan eşedd-i zulüm ve eşedd-i istibdad ile, birinin hatasıyla onun masum çok tarafdarlarını ezmek lâzım gelecek. Yoksa, mağlub düşecek. Hem dünya için, dinini bırakan veya âlet edenlerin nazarlarında Kur’anın hiçbir şeye âlet olmayan kudsî hakikatları bir propaganda-i siyasette âlet olmuş tevehhüm edilecek. Hem milletin her tabakası; muvafıkı ve muhalifi, memuru ve âmisinin o hakikatlarda hisseleri var ve onlara muhtaçtırlar. Risale-i Nur şakirdleri, tam bîtarafane kalmak için siyaseti ve maddî mübarezeyi tam bırakmak ve hiç karışmamak lâzım gelmiş.» (Ş: 362)

84- Bediüzzaman Hazretleri başka bir yazısında da siyasetten içtinab sebebini şöyle beyan eder:

«Risale-i Nur’daki şefkat, vicdan, hakikat, hak, bizi siyasetten men’etmiş. Çünki masumlar belâya düşerler, onlara zulmetmiş oluruz. Bazı zatlar bunun izahını istediler. Ben de dedim:

Şimdiki fırtınalı asırda gaddar medeniyetten neş’et eden hodgâmlık ve asabiyet-i unsuriye ve umumî harbden gelen istibdadat-ı askeriye ve dalâletten çıkan merhametsizlik cihetinde öyle bir eşedd-i zulüm ve eşedd-i istibdadat meydan almış ki, ehl-i hak hakkını kuvvet-i maddiye ile müdafaa etse, ya eşedd-i zulüm ile, tarafgirlik bahanesiyle çok bîçareleri yakacak, o halette o da ezlem olacak ve mağlub kalacak. Çünki mezkûr hissiyatla hareket ve taarruz eden insanlar, bir-iki adamın hatasıyla yirmi-otuz adamı, âdi bahanelerle vurur, perişan eder.

Eğer ehl-i hak, hak ve adâlet yolunda yalnız vuranı vursa, otuz zayiata mukabil yalnız biri kazanır, mağlub vaziyetinde kalır. Eğer mukabele-i bilmisil kaide-i zâlimanesiyle, o ehl-i hak dahi bir-ikinin hatasıyla yirmi-otuz biçareleri ezseler, o vakit hak namına dehşetli bir haksızlık ederler.

85- İşte Kur’anın emriyle, gayet şiddetle ve nefretle siyasetten ve idareye karışmaktan kaçındığımızın hakiki hikmeti ve sebebi budur. Yoksa bizde öyle bir hak kuvveti var ki, hakkımızı tam ve mükemmel müdafaa edebilirdik.

Hem madem herşey geçici ve fânidir ve ölüm ölmüyor ve kabir kapısı kapanmıyor ve zahmet ise rahmete kalboluyor; elbette biz, sabır ve şükürle tevekkül edip sükût ederiz. Zarar ile icbar ile sükûtumuzu bozdurmak ise; insafa adâlete, gayret-i vataniyeye ve hamiyet-i milliyeye bütün bütün zıddır, muhaliftir.» (Ş: 292)

SiYASÎ DiPLOMATLAR NURLARA TARAFTAR OLSA DA…

86- Hattâ siyasete temas neticesinde siyasî diplomatlar Risale-i Nur’a sahib çıksalar da yine uzak durduğunu söyleyen Bediüzzaman Hazretleri, bu cazib neticenin zararlarını şöyle açıklar:

«Bu sırada dâhilde o kadar dâhilî, haricî heyecanlı parti cereyanları varken ve bundan tam istifade etmek, yani mahdud birkaç arkadaşına bedel çok diplomatları kendisine taraftar kazanmak için zemin hazır iken, sırf siyasete karışmamak ve ihlasına zarar vermemek ve hükûmetin nazarını kendine celbetmemek ve dünya ile meşgul olmamak için, bütün arkadaşlarına yazıp ki: “Sakın cereyanlara kapılmayınız, siyasete girmeyiniz, asayişe dokunmayınız!”» (Şualar sh: 374) deyip çok dikkat çekici hususu nazara verir.

87- Yine Bediüzzaman Hazretleri aynı mes’eleyi teyiden bir eserinde de şunları kaydeder:

«Hem maddî hem manevî; hem nefsim, hem benimle temas edenler gayet ehemmiyetli benden sual ediyorlar ki: “Neden herkese muhalif olarak -hiç kimsenin yapmadıgı gibi- sana yardım edecek çok ehemmiyetli kuvvetlere bakmıyorsun? istigna gösteriyorsun?…

Elcevab: Bu zamanda ehl-i iman öyle bir hakikata muhtaçtırlar ki; kâinatta hiçbir şeye âlet ve tâbi ve basamak olamaz; ve hiç bir garaz ve maksad onu kirletemez; ve hiçbir şübhe ve felsefe onu mağlub edemez bir tarzda iman hakikatlarını ders versin. Umum ehl-i imanın bin seneden beri teraküm etmiş dalâletlerin hücumuna karşı imanları muhafaza edilsin.

İşte bu nokta içindir ki, dâhilî ve haricî yardımcılara ve ehemmiyetli kuvvetlerine, Risale-i Nur ehemmiyet vermiyor, onları arayıp tabi olmuyor.. tâ avam-ı ehl-i imanın nazarında, hayat-ı dünyeviyenin bazı gayelerine basamak olmasın; ve doğrudan doğruya hayat-ı bâkıyeden başka hiçbir şeye âlet olmadığından, fevkalâde kuvveti ve hakikatı, hücum eden şübheleri ve tereddütleri izale eylesin.» (E:74)

88- «Evet şimalden gelen küfr-ü mutlak cereyanını durduracak, yalnız Risale-i Nur’dur. Siyaset, diplomatlık, bu vazifeyi göremez. Onun için, vatanperver ve milliyetçi ve siyasetçiler, Nurlara sarılmağa mecburiyet var.» (E:207)

89- Bir sual ve cevabında da aynı mevzu teyid ediliyor. şöyle ki:

«Hem manevî, hem maddî bir kaç cihette sorulan bir suale mecburiyet tahtında bir cevabdır:

Sual: Neden ne dâhilde, ne hariçte bulunan cereyanlara ve bilhassa siyasetli cemaatlara hiçbir alâka peyda etmiyorsun? Ve Risale-i Nur ve şakirdlerini mümkün olduğu kadar o cereyanlara temastan men’ ediyorsun. Halbuki eğer temas etsen ve alâkadar olsan, birden binler adam Risale-i Nur dairesine girip parlak hakikatlarını neşredeceklerdi; hem bu kadar sebebsiz sıkıntılara hedef olmayacaktın!

Elcevab: Bu alâkasızlık ve içtinabın en ehemmiyetli sebebi: Mesleğimizin esası olan “ihlas” bizi men’ediyor. Çünki bu gaflet zamanında, hususan tarafgirane mefkûreler sahibi, herşeyi kendi mesleğine âlet ederek, hattâ dinini ve uhrevî harekâtını da o dünyevî mesleğe bir nevi âlet hükmüne getiriyor. Halbuki hakaik-i imaniye ve hiz­met-i nuriye-i kudsiye, kâinatta hiçbir şeye âlet olamaz. Rıza-yı İlahîden başka bir gayesi olamaz. Halbuki şimdiki cereyanların tarafgirane çarpışmaları hengâmında bu sırr-ı ihlası muhafaza etmek, dinini dünyaya âlet etmemek müşkilleşmiş. En iyi çare, cereyanların kuvveti yerine, inayet ve tevfik-i İlahiyeye dayanmaktır.

90- İçtinabımızın çok sebeblerinden bir sebebi de; Risale-i Nur’un dört esasından birisi olan “şefkat etmek”, zulüm ve zarar etmemektir. Çünki, وَ لاَ تَزِرُ وَازِرَةٌ وِزْرَ اُخْرَى  Yani “Birisinin hatasıyla, başkası veya akrabası hatakâr olmaz; cezaya müstehak olmaz” olan düstur-u irade-i İlahiyeye karşı, bu zamanda اِنَّ اْلاِنْسَانَ لَظَلُومٌ كَفَّارٌ sırrıyla şedid bir zulüm ile mukabele eder. Tarafgirlik hissiyle, bir caninin hatasıyla, değil yalnız akrabasına, belki taraftarlarına dahi adavet eder. Elinden gelse zulmeder. Elinde hüküm varsa, bir adamın hatasıyla bir köye bomba atar. Halbuki bir masumun hakkı, yüz cani için feda edilmez; onların yüzünden ona zulmedilmez. şimdiki vaziyet, yüz masumu birkaç cani için zararlara sokar. Meselâ: Hatalı bir adama müteallik, bîçare ihtiyar valide ve pederi ve masum çoluk-çocukları ezmek, perişan etmek, tarafgirane adavet etmek, şefkatin esasına zıddır. Müslümanlar içinde tarafgirane cereyanlar yüzünden, böyle masumlar zulümden kurtulamıyorlar. Hususan ihtilale sebebiyet veren vaziyetler, bütün bütün zulmü Dağıtır, genişletir.

Cihad-ı dinîde olsa, kâfirlerin çoluk-çocuklarının vaziyetleri aynıdır. Ganimet olabilir; Müslümanlar, onları kendi mülküne dâhil edebilir. Fakat İslâm dairesinde birisi dinsiz olsa, çoluk-çocuguna hiçbir cihetle temellük edilmez; hukukuna müdahale edilmez. Çünki o masumlar, İslâmiyet rabıtasıyla dinsiz pederine değil, belki İslâmiyet’le ve cemaat-i İslâmiye ile baglıdır. Fakat kâfirin çocukları, gerçi ehl-i necattırlar; fakat hukukta, hayatta pederlerine tabi’ ve alâkadar olmasından, cihad darbesinde o masumlar memlûk ve esir olabilirler.» (E:38)

91- «Evet Nurcular, siyasetlerle alâkaları olmaz. Yalnız iman hakikatlarıyla bütün hayatları baglıdır. şimdiye kadar gizli komiteden, siyaseti dinsizlige ve zendekaya âlet edenler, istibdad-ı mutlakla Nurcuları ezdiler. inşâallah bir sebeb çıkar 5 o istibdadı kıracak, masum ve mazlum Nurcuları kurtaracak. Fakat çok dikkat ve ihtiyat lâzımdır. Risale-i Nur, dünyada her cereyanın fevkinde bulunması ve umumun malı olması cihetiyle, bir tarafa tâbi ve dâhil olmaz. Belki mütecaviz dinsizlere karşı haklı tarafa yardımcı olur ve dost olur ve ihtiyat kuvveti hükmünde onlara bir nokta-i istinad olur. Fakat siyaset hesabına değil; belki Nurların intişarı ve maslahatı hesabına bazı kardeşler; Nurlar namına değil; belki kendi şahısları namına girebilir. Hususan mübarek Isparta’nın şimdiye kadar Nurlar medresesi olması ve muarızların dahi ona çok ilişmemesi noktasında, dâhilde tarafgirane vaziyet almamak, mu’terizlerin nedametine ve hakikata dönmelerine bir vesile olabilir.» (E:160)

92- «Nur şakirdleri, hiç siyasete karışmadılar, hiçbir partiye girmediler. Çünki iman, mâl-i umumîdir. Her taifede muhtaçları ve sahibleri var. Tarafgirlik giremez. Yalnız küfre, zendekaya, dalâlete karşı cephe alır. Nur mesleğinde, mü’minlerin uhuvveti esastır.» (E:180)

93- «Risale-i Nur’un bu kadar muarızlarına mukabil en büyük kuvveti ihlas olduğundan ve dünyanın hiçbir şeyine âlet olmadığı gibi, tarafgirlik hissiyatına bina edilen cereyanlara, hususan siyasete temas eden cereyanlarla alâkadar olmaz. Çünki tarafgirlik damarı ihlası kırar, hakikatı değiştirir. Hattâ benim otuz seneden beri siyaseti terkettiğime sebeb, bir mübarek âlimin takib ettiği cereyanın tarafgirlik damarı ile salih ve büyük bir âlimin onun fikrine muhalif olmasından tefsik derecesinde tahkir edip ve cereyanına ve kendi fikrine muvafık meşhur ve mütecaviz bir münafıgı gayet medh ü sena etti. Ben de bütün ruhumla ürktüm. Demek tarafgirlik hissine siyasetçilik de karışsa, böyle acib hatalara sebebiyet veriyor diye dedim. اَعُوذُ بِاللّٰهِ مِنَ الشَّيْطَانِ وَ السِّيَاسَة O zamandan beri siyaseti terkettim.

94- O halim neticesi olarak, sizin gibi kardeşlerim bilirsiniz ki, yirmibeş seneden beri bir gazeteyi ne okudum, ne dinledim ve ne de merak ettim; ve on sene harb-i umumîye bakmadım bilmedim ve merak etmedim; ve yirmiiki sene bu işkenceli esaretimde tarafgirlige ve siyasete temas etmemek için ve Nurlardaki ihlasa zarar gelmemek için, müdafaatımdan başka istirahatım için hiç müracaat etmediğimi bilirsiniz.

Hem bilirsiniz ki, hapiste size yazdığım gibi, benim idamıma hükmeden adamlar, beni işkenceli ta’zib edenler, Risale-i Nur ile imanlarını kurtarsalar, şâhid olunuz ki, ben onları helâl ediyorum. Ve tarafgirlik damarıyla ihlasa zarar gelmemek için, bu iki-üç senede dâhilden ve hariçten gelen fırtınalı cereyanlara hiç temas etmedik ve kardeşlerimi de bir derece ikaz ettim.» (E:272)

95- Bediüzzaman Hazretlerinin siyasete karşı alâkasız kalması sebebiyle sorulan bir sual:

«Dünyanın siyasetine karşı ne için bu kadar lâkaydsın? Bu kadar safahat-ı âleme karşı tavrını hiç bozmuyorsun? Bu safahatı hoş mu görüyorsun? Veyahut korkuyor musun ki, sükût ediyorsun?

Elcevab: Kur’an-ı Hakîm’in hizmeti, beni şiddetli bir surette siyaset âleminden men’ etti. Hattâ düşünmesini de bana unutturdu. Yoksa bütün sergüzeşt-i hayatım şâhiddir ki, hak gördügüm meslekte gitmeye karşı korku elimi tutup men’ edememiş ve edemiyor. Hem neden korkum olacak? Dünya ile, ecelimden başka bir alâkam yok. Çoluk çocuğumu düşünecegim yok. Malımı düşünecegim yok. Hanedanımın şerefini düşünecegim yok. Riyakâr bir şöhret-i kâzibeden ibaret olan şan ü şeref-i dünyeviyenin muhafazasına değil, kırılmasına yardım edene rahmet… Kaldı ecelim. O, Hâlik-ı Zülcelal’in elindedir. Kimin haddi var ki, vakti gelmeden ona ilişsin. Zâten izzetle mevti, zilletle hayata tercih edenlerdeniz. Eski Said gibi birisi şöyle demiş:

وَ نَحْنُ اُنَاسٌ لاَ تَوَسُّطَ بَيْنَنَا ٭ لَنَا الصَّدْرُ دُونَ الْعَالَمِينَ اَوِ الْقَبْرُ

Belki hizmet-i Kur’an, beni hayat-ı içtimaiye-i siyasiye-i beşeriyeyi düşünmekten men’ediyor. şöyle ki: Hayat-ı beşeriye bir yolculuktur. şu zamanda, Kur’anın nuruyla gördüm ki, o yol bir bataklıga girdi. Mülevves ve ufûnetli bir çamur içinde kafile-i beşer düşe kalka gidiyor. Bir kısmı, selâmetli bir yolda gider. Bir kısmı, mümkün olduğu kadar çamurdan, bataklıktan kurtulmak için bazı vasıtaları bulmuş. Bir kısm-ı ekseri o ufûnetli, pis, çamurlu bataklık içinde karanlıkta gidiyor. Yüzde yirmisi sarhoşluk sebebiyle, o pis çamuru misk ü anber zannederek yüzüne gözüne bulaştırıyor.. düşerek kalkarak gider, tâ boğulur. Yüzde sekseni ise, bataklığı anlar, ufûnetli, pis olduğunu hisseder.. fakat mütehayyirdirler, selâmetli yolu göremiyorlar.

İşte bunlara karşı iki çare var:

Birisi: Topuz ile o sarhoş yirmisini ayıltmaktır.

İkincisi: Bir nur göstermekle mütehayyirlere selâmet yolunu irae etmektir.

Ben bakıyorum ki; yirmiye karşı seksen adam, elinde topuz tutuyor. Halbuki o bîçare ve mütehayyir olan seksene karşı hakkıyla nur gösterilmiyor. Gösterilse de; bir elinde hem sopa, hem nur olduğu için emniyetsiz oluyor. Mütehayyir adam “Acaba nurla beni celbedip, topuzla dövmek mi istiyor?” diye telâş eder. Hem de bazan ârızalarla topuz kırıldıgı vakit, nur dahi uçar veya söner.

İşte o bataklık ise, gafletkârane ve dalâlet-pîşe olan sefihane hayat-ı içtimaiye-i beşeriyedir. O sarhoşlar, dalâletle telezzüz eden mütemerridlerdir. O mütehayyir olanlar, dalâletten nefret edenlerdir, fakat çıkamıyorlar; kurtulmak istiyorlar, yol bulamıyorlar.. mütahayyir insanlardır. O topuzlar ise, siyaset cereyanlarıdır. O nurlar ise, hakaik-ı Kur’aniyedir. Nura karşı kavga edilmez, ona karşı adavet edilmez. Sırf şeytan-ı racîmden başka ondan nefret eden olmaz. işte ben de nur-u Kur’anı elde tutmak için اَعُوذُ بِاللّٰهِ مِنَ الشَّيْطَانِ وَ السِّيَاسَة deyip, siyaset topuzunu atarak, iki elim ile nura sarıldım. Gördüm ki: Siyaset cereyanlarında hem muvafıkta, hem muhalifte o nurların âşıkları var. Bütün siyaset cereyanlarının ve tarafgirliklerin çok fevkınde ve onların garazkârane telâkkiyatlarından müberra ve safi olan bir makamda verilen ders-i Kur’an ve gösterilen envar-ı Kur’aniyeden hiçbir taraf ve hiçbir kısım çekinmemek ve ittiham etmemek gerektir. Meğer dinsizliği ve zendekayı siyaset zannedip ona tarafgirlik eden insan suretinde şeytanlar ola veya beşer kıyafetinde hayvanlar ola…

Elhamdülillâh, siyasetten tecerrüd sebebiyle, Kur’anın elmas gibi hakikatlarını propaganda-i siyaset ittihamı altında cam parçalarının kıymetine indirmedim. Belki gittikçe o elmaslar kıymetlerini her taifenin nazarında parlak bir tarzda ziyadeleştiriyor.» (M:48)

96- «Üstadımız diyor ki:

Eşref Edib kırk seneden beri iman hizmetinde benim arkadaşım ve Sebilürreşad’da makale yazan ve şimdi vefat eden çok kıymetli kardeşlerimin mümessili ve hakiki İslâmiyet mücahidlerinden bir kardeşimdir ve Nur’un bir hamisidir. Ben vefat etsem de Eşref Edib, Nurcular içinde bulunmasıyla büyük bir teselli buluyorum.

Fakat Nur Risalelerinin ve Nurcuların siyasetle alâkaları yok ve Risale-i Nur, rıza-i İlahîden başka hiç bir şeye âlet edilmediğinden, mümkün olduğu kadar Risale-i Nur’un mensubları, içtimaî ve siyasî cereyanlara karışmak istemiyorlar. Yalnız Sebilürreşad, Dogu gibi mücahidler iman hakikatlarını ehl-i dalâletin tecavüzatından muhafazaya çalıştıkları için, ruh u canımızla onları takdir ve tahsin edip onlarla dostuz ve kardeşiz, fakat siyaset noktasında değil. Çünki iman dersi için gelenlere tarafgirlik nazarıyla bakılmaz. Dost düşman derste fark etmez. Halbuki siyaset tarafgirligi, bu manayı zedeler. İhlas kırılır. Onun içindir ki, Nurcular emsalsiz işkencelere ve sıkıntılara tahammül edip Nur’u hiç bir şeye âlet etmediler. Siyaset topuzuna el atmadılar.» (Em:35)

97- Hacca giden bir zatla bazı risalelerin âlem-i İslâma gönderilmesinin geri kalışındaki bir hikmetini beyan eden Bediüzzaman Hazretleri, İslâm birliğine kuvvet vermek gibi ehemmiyetli bir vazifeye dahi Risale-i Nur’un âlet yapılamıyacağına ve nazarların ittihad-ı İslâm siyasetine, yani İslâm siyasetine çevrilmemesine dikkat çekerken diyor ki:

«Benim ve Nur şakirdlerinin namına şimdi bu mecmuaları göndermek, herhalde inkişafa başlayan İslâm birlik fikri ve ittihad-ı İslâm siyaseti, Risale-i Nur’u kendine bir kuvvet, bir âlet yapmağa çalışacaktı ve bizleri siyaset-i İslâmiyeye bakmaya mecbur edecekti. Halbuki Risale-i Nur’un mesleğindeki sırr-ı ihlas; iman, Kur’an hakikatlarından başka hiçbir şeye âlet, tâbi’ olmadığı…

98- Hem müşterileri aramak değil, belki müşteriler hakikî ihtiyacını hissedip ve yarasının tedavisi için Risale-i Nur’u aramasının lüzumu… Halbuki gönderilecek o mübarek merkezler, şimdilik Nurlara hakikî ihtiyacını değil, belki âlem-i İslâm’ın hayat-ı diniyesine ait cihetlerinden düşünmeye mecbur olması….

99- Hem Nur mesleğinde benlik ve gösteriş bir nevi şöhretperestlik merdud olduğundan, bu enaniyet zamanında insanlara kendini satmaya çalışmak ve begendirmek, bir anda Nur şakirdleri böyle büyük bir imtiyaz gibi bu eserlerle meşhur mevkilere kendilerini göstermek bir nevi gösteriş olması cihetiyle, Kader-i İlâhî, Nur şakirdlerini tam ihlasın muhafazası için şimdilik müsaade etmiyor.» (E:257)

ASR-I SAADETTE SİYASET VE DİYANET HİZMETLERİ

100- Esasen İlahî tensibe istinad eden hilafet-i maneviye ile, biata dayanan hilafet-i siyasiyenin tefrik sistemi, kader-i İlahiyece takdir edildiğini anlatan Bediüzzaman Hazretleri diyor:

«Eğer desen: Hilâfet-i İslâmiye noktasında imam-ı Ali’nin fevkalâde iktidarı, hârikulâde zekâsı ve yüksek liyakatıyla beraber seleflerine nisbeten muvaffakiyetsizligi nedendir?

Elcevab: O mübarek zât, siyaset ve saltanattan ziyade, daha çok mühim başka vazifelere lâyık idi. Eğer tam muvaffakiyet-i siyasiye ve tamam saltanat olsaydı, “şah-ı Velayet” ünvan-ı manidarını bihakkın kazanamayacaktı. Halbuki zâhirî ve siyasî hilâfetin pek çok fevkinde manevî bir saltanat kazandı ve Üstad-ı Küll hükmüne geçti; hattâ kıyamete kadar saltanat-ı manevîsi bâki kaldı.» (M:54)

101- «Eğer denilse: Bu kadar haklı ve hakikatlı olduğu halde, neden muvaffak olmadı? Hem neden kader-i İlâhî ve rahmet-i İlâhiye onların feci bir akıbete ugramasına müsaade etmiş?

Elcevab: Hazret-i Hüseyin’in yakın taraftarları değil, fakat cemaatine iltihak eden sair milletlerde, yaralanmış gurur-u milliyeleri cihetiyle, Arab milletine karşı bir fikr-i intikam bulunması Hazret-i Hüseyin ve taraftarlarının safi ve parlak mesleklerine halel verip, mağlubiyetlerine sebeb olmuş.

102- Amma kader nokta-i nazarında feci akıbetin hikmeti ise: Hasan ve Hüseyin ve onların hanedanları ve nesilleri, manevî bir saltanata namzed idiler. Dünya saltanatı ile manevî saltanatın cem’i gayet müşkildir. Onun için onları dünyadan küstürdü, dünyanın çirkin yüzünü gösterdi. Tâ, kalben dünyaya karşı alâkaları kalmasın. Onların elleri muvakkat ve sûrî bir saltanattan çekildi; fakat parlak ve daimî bir saltanat-ı maneviyeye tayin edildiler; âdi valiler yerine, evliya aktablarına merci’ oldular.» (M:55)

103- Bu siyaset ve diyanet tefriki sisteminde diyanet kendisine haklı olarak çok hürmetkâr ve muti’ olan vicdan-ı amme müvacehesinde siyaseti murakabe edebilir ve siyasîlerin istikamete gelmelerine sebep olur. Hz. Ali’nin (R.A.) hilafette geri kalmasının hikmetini anlatırken mezkûr mes’eleye de temas eden Bediüzzaman Hazretleri diyor ki:

«Eğer Hazret-i Ali olmasaydı, dünya saltanatı, mülûk-ü Emeviyeyi bütün bütün yoldan çıkarmak muhtemeldi. Halbuki karşılarında Hazret-i Ali ve Âl-i Beyt’i gördükleri için, onlara karşı müvazeneye gelmek ve ehl-i İslâm nazarında mevkilerini muhafaza etmek için ister istemez Emeviye Devleti reislerinin umumu, kendileri olmasa da, herhalde teşvik ve tasvibleriyle etbaları ve taraftarları, bütün kuvvetleriyle hakaik-ı İslâmiyeyi ve hakaik-ı imaniyeyi ve ahkâm-ı Kur’aniyeyi muhafazaya ve neşre çalıştılar. Yüzbinlerle müçtehidîn-i muhakkikîn ve muhaddisîn-i kâmilîn ve evliyalar ve asfiyalar yetiştirdiler. Eğer karşılarında Âl-i Beyt’in gayet kuvvetli velayet ve diyanet ve kemalâtı olmasaydı, Abbasîlerin ve Emevîlerin âhirlerindeki gibi, bütün bütün çığırdan çıkmak kaviyyen muhtemeldi.

104- Eğer denilse: Neden hilâfet-i İslâmiye Âl-i Beyt-i Nebevî’de takarrur etmedi? Halbuki en ziyade lâyık ve müstehak onlardı?”

Elcevab: Saltanat-ı dünyeviye aldatıcıdır. Âl-i Beyt ise, hakaik-ı İslâmiyeyi ve ahkâm-ı Kur’aniyeyi muhafazaya memur idiler. Hilâfet ve saltanata geçen, ya Nebi gibi masum olmalı, veyahut Hulefa-yı Raşidîn ve Ömer ibn-i Abdülaziz-i Emevî ve Mehdi-i Abbasî gibi hârikulâde bir zühd-ü kalbi olmalı ki aldanmasın. Halbuki Mısır’da Âl-i Beyt namına teşekkül eden Devlet-i Fatımiye Hilâfeti ve Afrika’da Muvahhidîn Hükûmeti ve iran’da Safevîler Devleti gösteriyor ki; saltanat-ı dünyeviye Âl-i Beyte yaramaz, vazife-i asliyesi olan hıfz-ı dini ve hizmet-i İslâmiyeti onlara unutturur. Halbuki saltanatı terk ettikleri zaman, parlak ve yüksek bir surette İslâmiyete ve Kur’ana hizmet etmişler.

105- İşte bak! Hazret-i Hasan’ın neslinden gelen aktablar, hususan Aktab-ı Erbaa ve bilhassa Gavs-ı Azam olan şeyh Abdülkadir-i Geylanî ve Hazret-i Hüseyin’in neslinden gelen imamlar, hususan Zeynelabidîn ve Cafer-i Sâdık ki, herbiri birer manevî mehdi hükmüne geçmiş, manevî zulmü ve zulümatı Dağıtıp, envar-ı Kur’aniyeyi ve hakaik-ı imaniyeyi neşretmişler. Cedd-i emcedlerinin birer vârisi olduklarını göstermişler.» (M:99)

106- Bazı rivayetler, hâdisatla beraber aynı hakikatı teyid eder. Meselâ:

«Nakl-i sahih-i kat’î ile ferman etmiş:

اِنَّ الْخِلاَفَةَ بَعْدِى ثَلاَثُونَ سَنَةً ثُمَّ تَكُونُ مُلْكًا عَضُوضًا وَاِنَّ هذَا اْلاَمْرَ بَدَاَ نُبُوَّةً وَرَحْمَةً

ثُمَّ يَكُونُ رَحْمَةً وَخِلاَفَةً ثُمَّ يَكُونُ مُلْكًا عَضُوضًا ثُمَّ يَكُونُ عُتُوًّا وَ جَبَرُوتًا

deyip, Hazret-i Hasan’ın altı ay hilâfetiyle; Cihar-ı Yâr-ı Güzin’in (Hulefa-yı Raşidîn’in) zaman-ı hilâfetlerini ve onlardan sonra saltanat şekline girmesini, sonra o saltanattan ceberut ve fesad-ı ümmet olacağını haber vermiş. Haber verdiği gibi çıkmış.» (M:102)

İTTİHAD-I MUHAMMEDÎ CEMİYETİ

107- İ’lâ-i Kelimetullah, cihad-ı ekber ve irşad vazifelerini gaye edinen ittihad-ı Muhammedî Cemiyeti’ne edilen itirazlara cevap verirken ve dolayısıyla da her zaman bulunması gerekli olan böyle İslâmî hizmet faaliyetlerinin asıl vazifelerini beyan eden Bediüzzaman Hazretleri diyor:

«Şimdi istediğimiz nokta, mü’minlerin teveccühleri ve teyakkuzlarıdır. Teveccüh-ü umumînin tesiri inkâr edilmez. İttihadın hedefi ve maksadı i’lâ-yı Kelimetullah ve mesleği de kendi nefsiyle cihad-ı ekber ve başkalarını irşaddır. Bu mübarek heyetin yüzde doksan dokuz himmeti siyaset değildir. Siyasetin gayrı olan hüsn-ü ahlâk ve istikamet ve saire gibi makasıd-ı meşruaya masruftur. Zira bu vazifeye müteveccih olan cemiyetler pek az, kıymet ve ehemmiyeti ise pek çoktur. Ancak yüzde biri, siyasiyyunu irşad tarîkiyle siyasete taalluk edecektir. Kılınçları, berahin-i kat’iyedir. Meşrebleri de muhabbet olduğu gibi, beyn-el mü’minîn uhuvvet çekirdeginde mündemiç olan muhabbete şecere-i tuba gibi neşv ü nema vermektir.» (Hş:95)

SİYASETE KARŞI İKAZ DERSLERİ

108- Risale-i Nur’un has talebelerini siyasete girmekten men’ eden birkaç parça:

«Bu yaz mevsimi, gaflet zamanı ve derd-i maişet meşgalesi hengâmı ve şuhûr-u selâsenin çok sevablı ibadet vakti ve zemin yüzündeki fırtınaların silahla değil, diplomatlıkla çarpışmaları zamanı olduğu cihetle; gayet kuvvetli bir metanet ve vazife-i nuriye-i kudsiyede bir sebat olmazsa, Risale-i Nur’un hizmeti zararına bir atalet, bir fütur ve tevakkuf başlar.

Aziz kardeşlerim, siz kat’î biliniz ki: Risale-i Nur ve şakirdlerinin meşgul oldukları vazife, rûy-i zemindeki bütün muazzam mesailden daha büyüktür. Onun için dünyevî merak-aver mes’elelere bakıp, vazife-i bâkıyenizde fütur getirmeyiniz. Meyvenin Dördüncü Mes’elesini çok defa okuyunuz, kuvve-i maneviyeniz kırılmasın.

Evet ehl-i dünyanın bütün muazzam mes’eleleri, fâni hayatta zâlimane olan düstur-u cidal dairesinde; gaddarane, merhametsiz ve mukaddesat-ı diniyeyi dünyaya feda etmek cihetiyle, kader-i İlahî onların o cinayetleri içinde, onlara bir manevî cehennem veriyor. Risale-i Nur ve şakirdlerinin çalıştıkları ve vazifedar oldukları fâni hayata bedel, bâki hayata perde olan ölümü ve hayat-ı dünyeviyenin perestişkârlarına gayet dehşetli ecel celladının, hayat-ı ebediyeye birer perde ve ehl-i imanın saadet-i ebediyelerine birer vesile olduğunu, iki kere iki dört eder derecesinde kat’î isbat etmektedir. şimdiye kadar o hakikatı göstermişiz.

Elhâsıl: Ehl-i dalâlet, muvakkat hayata karşı mücadele ediyorlar. Bizler, ölüme karşı nur-u Kur’an ile cidaldeyiz. Onların en büyük mes’elesi -muvakkat olduğu için-, bizim mes’elemizin en küçügüne -bekaya baktıgı için- mukabil gelmiyor. Madem onlar divanelikleriyle bizim muazzam mes’elelerimize tenezzül edip karışmıyorlar; biz, neden kudsî vazifemizin zararına onların küçük mes’elelerini merakla takib ediyoruz?

Bu âyet يَضُرُّكُمْ مَنْ ضَلَّ اِذَا اهْتَدَيْتُمْ  ve usûl-ü İslâmiyenin ehemmiyetli bir düsturu olan اَلرَّاضِى بِالضَّرَرِ لاَ يُنْظَرُ لَهُ Yani: “Başkasının dalâleti sizin hidayetinize zarar etmez. Sizler lüzumsuz onların dalâletleriyle meşgul olmazsanız…” Düsturun manası: “Zarara kendi razı olanın lehinde bakılmaz. Ona şefkat edip acınmaz.” Madem bu âyet ve bu düstur bizi, zarara bilerek razı olanlara acımaktan men’ediyor; biz de bütün kuvvetimiz ve merakımızla vaktimizi kudsî vazifeye hasretmeliyiz. Onun haricindekileri malayani bilip, vaktimizi zayi etmemeliyiz. Çünki elimizde nur var; topuz yoktur. Biz tecavüz edemeyiz. Bize tecavüz edilse, nur gösteririz. Vaziyetimiz bir nevi nuranî müdafaadır.

Bu tetimmenin yazılmasının sebeblerinden birisi: Risale-i Nur’un bir talebesini tecrübe ettim. Acaba bu heyecan, şimdiki siyasete karşı ne fikirdedir diye bogazlar hakkında bir boşbogazlıgı münasebetiyle bir-iki şey sordum. Baktım, alâkadarane ve bilerek cevab verdi. Kalben yazık dedim. Bu vazife-i Nuriyede zararı olacak. Sonra şiddetle ikaz ettim. اَعُوذُ بِاللّٰهِ مِنَ الشَّيْطَانِ وَ السِّيَاسَة bir düsturumuz vardır. Eğer insanlara acıyorsan, geçmiş düstur onlara merhamete liyakatini selbediyor. Cennet adamlar istediği gibi, Cehennem de adam ister(E:43)

109- «Sakın, sakın!.. Dünya cereyanları, hususan siyaset cereyanları ve bilhassa harice bakan cereyanlar sizi tefrikaya atmasın. Karşınızda ittihad etmiş dalalet fırkalarına karşı perişan  etmesin!  اَلْحُبُّ فِى اللّٰهِ وَ الْبُغْضُ فِى اللّٰهِ düstur-u Rahmanî yerine, el-iyazü billah اَلْحُبُّ فِى السِّيَاسَةِ وَ الْبُغْضُ لِلسِّيَاسَةِ düstur-u şeytanî hükmedip, melek gibi bir hakikat kardeşine adavet ve el-hannas gibi bir siyaset arkadaşına muhabbet ve tarafdarlık ile zulmüne rıza gösterip, cinayetine şerik eylemesin.

Evet bu zamanda siyaset, kalbleri ifsad eder ve asabi ruhları azab içinde bırakır. Selamet-i kalb ve istirahat-ı ruh istiyen adam, siyaseti bırakmalı.» (K:122)

110- «Meyve’nin o Dördüncü Mes’elesinde denilmiş ki: “Dünya siyasetine karışmadığımın sebebi: O geniş ve büyük dairede vazife az ve küçük olmakla beraber, cazibedarlık cihetiyle meraklıları kendiyle meşgul eder; hakiki ve büyük vazifelerini onlara unutturur veya noksan bıraktırır; hem her halde bir tarafgirlik meylini verir, zâlimlerin zulümlerini hoş görür, şerik olur” meâlinde orada denilmiştir.

111- Şimdi ben de derim ki: Merak yüzünden ve âfâkî hâdisatın verdiği sarhoşane gafletten zevk alan bîçareler! Eğer insanın fıtratındaki merak, insaniyet damarıyla sizin farz ve lâzım vazifeniz zararına, o hâdise o geniş boğuşmalara sevkediyor. Bu da bir ihtiyac-ı manevîdir, fıtrîdir derseniz ben de derim:

Kat’iyen biliniz ki: insanın çok mu’cizatlı hilkatine merak etmeyip, dikkat etmeyerek iki başlı veya üç ayaklı bir insan görse kemal-i merakla temaşasına daldıgı gibi, aynen bu asırda nev’-i beşerin muvakkat ve fâni, tahribçi geniş hâdiseleri ve zemin yüzünde yüzbin millet ve insan nev’i gibi çok hâdisat-ı acibeye mazhar o milletlerden her baharda yalnız birtek arı milletine ve üzüm taifesine baksan, bu nev’-i beşerdeki hâdisatın yüz defa daha mûcib-i merak ve ruhanî, manevî zevklere medar hâdiseler var. Bu hakiki zevklere ehemmiyet vermeyip beşerin zararlı, şerli, ârızî hâdiselerine bu kadar merak ve zevk ile baglanmak; dünyada ebedî kalmak ve o hâdiseler daimî olmak ve herkese o hâdiseden bir menfaat veya zarar gelmek ve o hâdiseye sebebiyet verenlerin hakiki fail ve mûcid olmak şartıyla olabilir. Halbuki, havanın fırtınaları gibi geçici hallerdir. Sebebiyet verenlerin tesirleri pek cüz’î… Ondaki zarar ve menfaati o vaziyet; şarktan, Bahr-i Muhit’ten sana göndermez. Senden sana daha yakın ve senin kalbin onun tasarrufunda ve senin cismin onun tedbir ve icadında olan bir Zat-ı Akdes’in rububiyetini ve hikmetini nazara almayıp, tâ dünyanın nihayetinden zarar ve menfaati beklemek, ne derece divanelik olduğu tarif edilmez!..

112- Hem iman ve hakikat noktasında bu çeşit merakların büyük zararları var. Çünki gaflet verecek ve dünyaya bogduracak ve hakiki vazife-i insaniyeti ve âhireti unutturacak olan en geniş daire ise, siyaset dairesidir. Hususan böyle umumî ve mücadele suretindeki hâdiseler, kalbi de boguyor. Güneş gibi bir iman lâzım ki; her şeyde, her vaziyette, her bir harekette kader-i İlahî ve kudret-i Rabbaniyenin izini, eserini görsün, tâ o zulm-ü zulmette kalb boğulmasın, iman sönmesin; akıl, tabiat ve tesadüfe saplanmasın.

113- Hattâ ehl-i hakikat, hakikat ve marifetullahı bulmak için kesret dairelerini unutmaga çalışıyorlar, tâ kalb Dağılmasın ve lüzumlu ve kıymetli şeye sarfetmek lâzım gelen merakı, zevki, şevki lüzumsuz fâni şeylerde telef olmasın. Hattâ bu ehemmiyetli sırdandır ki, din düsturlarının bir hâdimi olmak cihetinde (güneş gibi imanlar taşıyan bir kısım sahabeler ve onlara benzeyen mücahidînden, selef-i salihînden başka) siyasetçi, ekserce tam müttaki dindar olamaz. Tam ve hakiki dindar, müttaki olanlar siyasetçi olmazlar. Yani, maksad-ı aslî siyasetini yapanlarda, din ikinci derecede kalır, tebeî hükmüne geçer. Hakiki dindar ise; “bütün kâinatın en büyük gayesi ubudiyet-i insaniyedir” diye siyasete aşk-ı merak ile değil; ikinci üçüncü mertebede onu dine ve hakikata âlet etmeye -eğer mümkünse- çalışabilir. Yoksa bâki elmasları, kırılacak âdi şişelere âlet yapar.

114- Elhasıl: Nasılki sarhoşluk, hakiki vazifelerden gelen elemleri ve ihtiyaçları sarhoşlukla muvakkaten unutturdugu cihetle, menhus ve kısa bir zevk verir; öyle de: Böyle fâni boğuşmaları ve hâdiseleri merakla takib etmek, bir nevi sarhoşluktur ki; hakiki vazifelerden gelen ihtiyacat ve yapmamaktan gelen teellümatı muvakkaten unutturdugu için, menhus bir zevk verir veya tehlikeli bir ye’se düşüp لاَ تَقْنَطُوا مِنْ رَحْمَةِ اللّٰهِ   âyetindeki emr-i İlahîye muhalefet eder, tokada müstehak olur. Veya لاَ تَرْكَنُوا اِلَى الَّذِينَ ظَلَمُوا فَتَمَسَّكُمُ النَّارُ olan şiddetli tehdid-i İlahî tokadına mazhar olur; zâlimlerin zulümlerine hasbî olarak manen iştirak eder; bil’istihkak cezasını da dünyada, âhirette çeker.» (E:56)

115- «Dördüncü Mes’ele:

Yine Gençlik Rehberi’nde izahı var. Bir zaman bana hizmet eden kardeşlerim tarafından sual edildi ki: “Küre-i Arzı herc ü merce getiren ve İslâm mukadderatıyla alâkadar olan bu dehşetli harb-i umumîden elli gündür (şimdi yedi seneden geçti aynı hâl) hiç sormuyorsun ve merak etmiyorsun. Halbuki bir kısım mütedeyyin ve âlim insanlar, cemaati ve camii bırakıp radyo dinlemege koşuyorlar. Acaba bundan daha büyük bir hâdise mi var? Veya onunla meşgul olmanın zararı mı var?” dediler. Cevaben dedim ki:

116- Ömür sermayesi pek azdır. Lüzumlu işler pek çoktur. Birbiri içinde mütedâhil daireler gibi, her insanın kalb ve mide dairesinden ve cesed ve hane dairesinden, mahalle ve şehir dairesinden ve vatan ve memleket dairesinden ve Küre-i Arz ve nev-i beşer dairesinden tut.. tâ zîhayat ve dünya dairesine kadar, birbiri içinde daireler var. Herbir dairede herbir insanın bir nevi vazifesi bulunabilir. Fakat en küçük dairede, en büyük ve ehemmiyetli ve daimî vazife var. Ve en büyük dairede en küçük ve muvakkat, arasıra vazife bulunabilir. Bu kıyas ile -küçüklük ve büyüklük makûsen mütenasib- vazifeler bulunabilir. Fakat büyük dairenin cazibedarlıgı cihetiyle küçük dairedeki lüzumlu ve ehemmiyetli hizmeti bıraktırıp lüzumsuz, malâyani ve âfakî işlerle meşgul eder. Sermaye-i hayatını boş yerde imha eder. O kıymetdar ömrünü kıymetsiz şeylerde öldürür. Ve bazan bu harb boğuşmalarını merak ile takib eden, bir tarafa kalben tarafdar olur. Onun zulümlerini hoş görür, zulmüne şerik olur.

117- Birinci noktaya cevab ise: Evet bu cihan harbinden daha büyük bir hâdise ve bu zemin yüzündeki hâkimiyet-i âmme davasından daha ehemmiyetli bir dava, herkesin ve bilhassa Müslümanların başına öyle bir hâdise ve öyle bir dava açılmış ki; her adam, eğer Alman ve ingiliz kadar kuvveti ve serveti olsa ve aklı da varsa, o tek davayı kazanmak için bilâtereddüd sarfedecek. İşte o dava ise, yüzbin meşahir-i insaniyenin ve hadsiz nev’-i beşerin yıldızları ve mürşidlerinin müttefikan, kâinat sahibinin ve mutasarrıfının binler va’d ü ahdlerine istinaden haber verdikleri ve bir kısmı gözleriyle gördükleri şu ki: Herkesin iman mukabilinde bu zemin yüzü kadar baglar ve kasırlar ile müzeyyen ve bâki ve daimî bir tarla ve mülkü kazanmak veya kaybetmek davası başına açılmış. Eğer iman vesikasını saglam elde etmezse kaybedecek. Ve bu asırda, maddiyyunluk taunuyla çoklar o davasını kaybediyor. Hattâ bir ehl-i keşf ve tahkik, bir yerde kırk vefiyattan yalnız bir kaç tanesi kazandığını sekeratta müşahede etmiş; ötekiler kaybetmişler. Acaba bu kaybettiği davanın yerini, bütün dünya saltanatı o adama verilse doldurabilir mi?

118-İşte o davayı kazandıracak olan hizmetleri ve yüzde doksanına o davayı kaybettirmeyen hârika bir dava vekilini o işde çalıştıran vazifeleri bırakıp ebedî dünyada kalacak gibi âfâkî malâyaniyat ile iştigal etmek tam bir akılsızlık bildiğimizden, biz Risale-i Nur şakirdleri, her birimizin yüz derece aklımız ziyade olsa da ancak bu vazifeye sarfetmek lâzım diye kanaatımız var.» (Ş:202)

119- Siyaset mevzuunda Bediüzzaman Hazretlerinden sorulan bir sual ve cevabı:

«Sual: Geçen sene sizden sormuştuk ki; elli gündür merak edip dünya cereyanlarına bakmadınız ve sormadınız, o zaman bize bir cevab verdiniz. Gerçi o cevab hakikattır ve kâfidir. Fakat Risale-i Nur’un intişarı ve hizmeti ve âlem-i İslâmiyetin menfaati noktasında bir derece bakmanız lâzım iken, şimdi onüç ay oluyor aynı hal devam ediyor. Merak edip hiç sormuyorsunuz.

Elcevab:  (14:34) اِنَّ اْلاِنْسَانَ لَظَلُومٌ  âyetine en azam bir tarzda şimdiki boguşan insanlar mazhar olmalarından, onlara değil tarafdar olmak veya merakla o cereyanları takib etmek ve onların yalan, aldatıcı propagandalarını dinlemek ve müteessirane mücadelelerini seyretmek, belki o acib zulümlere bakmak da caiz değil. Çünki zulme rıza zulümdür; tarafdar olsa, zâlim olur. Meyletse وَ لاَ تَرْكَنُوا اِلَى الَّذِينَ ظَلَمُوا فَتَمَسَّكُمُ النَّارُ âyetine mazhar olur. (K:207)

120- Aynı mevzuda Diğer bir sual de şöyle:

«Ne için eskiden hürriyetin başında siyasetle hararetle meşgul oluyordun? Bu kırk seneye yakındır ki, bütün bütün terk ettin?

Elcevab: Siyaset-i beşeriyenin en esaslı bir kanun-u esasîsi olan: “Selâmet-i millet için ferdler feda edilir. Cemaatin selâmeti için eşhas kurban edilir. Vatan için herşey feda edilir.” diye; bütün nev’-i beşerdeki şimdiye kadar dehşetli cinayetler bu kanunun su’-i isti’malinden neş’et ettiğini kat’iyen bildim. Bu kanun-u esasî-yi beşeriye, bir hadd-i muayyenesi olmadığı için çok su’-i isti’male yol açmış. iki harb-i umumî, bu gaddar kanun-u esasînin sû’-i isti’malinden çıkıp bin sene beşerin terakkiyatını zîr ü zeber ettiği gibi, on cani yüzünden doksan masumun mahvına fetva verdi. Bir menfaat-i umumî perdesi altında şahsî garazlar, bir cani yüzünden bir kasabayı harab etti. Risale-i Nur bu hakikatı bazı mecmua ve müdafaatta isbat ettiği için onlara havale ediyorum.» (Em:98)

121- Merhum Tahsin Tola’nın tekrar mebus seçilememesi sebebiyle yazılan bir tebrik mektubu:

«Hüseyin Avni ve Tahsin Tola ile bir hasbihaldir:

Biz Nur şakirdleri Üstadımızın hizmetinde ve mesleğinde bulundugumuzdan, siyasetlerle alâkamız yoktur. Fakat Demokratlar Nurların neşrine müsaadekâr olmaları ve eskiden beri Nur’un men’ine dair zulümleri yapmadıklarından, Demokratın hatırı için seçimlerle alâkadar olduk. Evvelki defa gibi bu defa da Nurcuların epey faidesi, Demokrat lehine oldu. Üstadımıza ve Nurlara en ziyade faidesi dokunan eski Adliye Vekili Hüseyin Avni ve Senirkent mebusu Tahsin Tola herkesten ziyade kazanmaları lâzım iken kazanmamaları bizi çok müteessir etti diye Üstadımıza söyledik. Bize dedi ki:

122- “Müteessir olmayınız. Ben de sizinle beraber olarak onları tebrik etmeliyiz. Çünki iki sene zarfında elli sene kadar hükûmete, vatana, millete, dine, asayişe hizmet ettiklerine delil-i kat’î, kerametkârane Üstadımızın ona müracaatı olmadan Rehber’in kurtulmasını arzu ettiği aynı dakikada müsadere edilen ikiyüz Rehber’in bize iadesine emir vermesiyle ikiyüz bin adam Rehber’den istifade etmesiyle ona duacı olması; ve Tahsin Tola’nın ehemmiyetli çalışmasıyla Sözler Mecmuası resmen Ankara’da tab’edilmesiyle hem asayişe, hem Demokrata, hem bu vatan ve millete yüz sene mebusluk etmek kadar faidesi oldu. şimdi bu kadar manevî, hakiki, hususan bâki ve uhrevî kâr onlara yeter. Bir-iki sene memuriyet ve mebusluga çalışmakla o bâki elmas gibi hizmetlerini, kırılacak fâni şişeye âlet yapmamak gerektir. Onun için ben onları tebrik ediyorum. Siz de onları tebrik ediniz, dua ediniz. Hattâ ben Tahsin Tola’nın tekrar mebus olmasını istedim, tâ Nurlara hizmet etsin; fakat onun evvelki hizmeti kâfi geliyor. Kapıyı açmış, daha ihtiyaç kalmadı.”

                                   Nur Talebelerinden

Mehmed Kaya, Hüsrev, Tahirî, Sungur, Zübeyr, Ceylân, Bayram

123- (Hâşiye): Üstadımız dedi ki: Dünya cihetiyle mebus olmadığından, ayda bir miktar banknot kaybetti. şimdi onun hizmetiyle Sözler mecmuasının neşriyle milyonlar adamlar içinde yalnız benim hisseme mukabil bir şey lâzım olsaydı; ben -elli bin lira kadar bana faide oldu- eğer param olsa idi; böyle azîm bir yekûn ona verecektim. şimdi bu hakikatı nazar-ı dikkate almak lâzım gelirken tekrar mebus olsaydı, bu hakikat nazara alınmayacaktı. Onun için bazı dinsiz zâlimlerin parmağıyla kazanmadıgından müteessir olmasın.» (Em:215)

SİYASÎ SİHİRBAZLAR

124- Sihirbazların ifsadatını bildiren bir âyetin asrımıza bakan işarî bir manası:

Aldatıcı ve cerbezeli propaganda ve telkinlerle akılları şaşırtıp müslümanın lehinde olanı aleyhte, aleyhte olanı lehte gösteren ve sihirbazlara benzetilen diplomat siyasîlerin ve bilhassa Yahudi cereyanının yaptıkları ifsadatı Bediüzzaman Hazretleri şöyle ifade ediyor:

«Meselâ: (113:4) اَلنَّفَّاثَاتِ فِى الْعُقَدِ cümlesi -şeddeler sayılmaz- bin üçyüz yirmisekiz (1328); eğer şeddedeki (lam) sayılsa, bin üçyüz ellisekiz (1358) adediyle bu umumî harpleri yapan ecnebi gaddarların, hırs ve hased ile bizdeki Hürriyet inkılabı’nın Kur’an lehindeki neticelerini bozmak fikri ile tebeddül-ü saltanat ve Balkan ve italyan Harbleri ve Birinci Harb-i Umumî’nin patlamasıyla maddi ve manevî şerlerin, siyasî diplomatların radyo diliyle herkesin kafalarında sihirbaz ve zehirli üflemeleriyle ve mukadderat-ı beşerin dügme ve ukdelerine gizli planlarını telkin etmeleriyle bin senelik medeniyet terakkiyatını vahşiyane mahveden şerlerin vücuda gelmeye hazırlanmaları tarihine tevafuk ederek, اَلنَّفَّاثَاتِ فِى الْعُقَدِ in tam manasına tetabuk eder.» (Ş:267)

125- İslâmiyetin lehinde olan hâdiseleri aleyhte, aleyhte olan hâdiseleri de lehte gösteren neşriyat organlarıyla yapılan mezkûr ifsadat ve sihirli propagandalarla, (siyasetle meşgul olmaları sebebiyle) bir kısım halkın sihirlenmişçesine tesirine kapılıp aldandığını ve maddi-manevî zararlara düştüğünü anlatan Bediüzzaman şöyle diyor:

126- «Evet bu zamanda merak ile, radyo vasıtasıyla, ciddi alâkadarane küre-i arzdaki boğuşmalara merak edip bakanlar, dikkat edenler, maddî ve manevî pek çok zararları vardır. Ya aklını dağıtır manevî bir divane olur, ya kalbini dağıtır manevî bir dinsiz olur, ya fikrini dağıtır manevî bir ecnebi olur. Evet ben kendim gördüm: Lüzumsuz bir merak ile, mütedeyyin iken âmî bir adam -beride ilme mensubiyeti varken- eskiden beri İslâm düşmanı olan bir kâfirin mağlubiyetiyle aglamak derecesinde bir mahzuniyet; ve Âl-i Beytten Seyyidler Cemaatinin bir kâfire karşı mağlubiyetinden mesruriyetini gördüm. Böyle âmî bir adamın, alâkasız bir geniş daire-i siyaset hatırı için, böyle kâfir bir düşmanı, mücahid bir seyyide tercih etmek, acaba divaneliğin ve aklı dağıtmaklıgın en acib bir misali değil midir?

127- Evet haricî siyaset memurları ve erkân-ı harbler ve kumandanlara bir derece vazifece münasebeti bulunan siyasetin geniş dairelerine ait mesaili, basit fikirli ve idare-i ruhiye ve diniyesine ve şahsiyesine ve beytiyesine ve karyesine ait lüzumlu vazifesini geri bıraktırmakla, onları meraklandırıp ruhlarını serseri, akıllarını geveze ve kalblerini de hakaik-i imaniye ve İslâmiyeye ait zevklerini, şevklerini kırıp havalandırmak ve o kalbleri serseri etmek ve manen öldürmek ile dinsizlige yer ihzar etmek tarzında, kemal-i merak ile onlara göre malâyani ve lüzumsuz mesail-i siyasiyeyi radyo ile ders verip dinlettirmek, hayat-ı içtimaiye-i İslâmiyeye öyle bir zarardır ki; ileride vereceği neticeleri düşündükçe tüyler ürperir.

128- Evet herbir adam vatanıyla, milletiyle, hükûmetiyle alâkadardır. Fakat bu alâkadarlık, muvakkat cereyanlara kapılıp millet ve vatanını ve hükûmetin menfaatini bazı şahısların muvakkat siyasetlerine tabi etmek, belki aynını telâkki etmek çok yanlış olmakla beraber; o vatanperverlik, milletperverlik hissinden ve vazifesinden herkese düşen vazife bir ise, kendi kalb ve ruhundan, idare-i şahsiye ve beytiye ve diniye ve hâkeza çok dairelerde hakiki vazifedar olduğu hizmet ve alâka ve merak on, yirmi belki yüz’dür. Bu ciddi ve lüzumlu bu kadar çok alâkaların zararına olarak, o bir tek lüzumsuz ve ona göre malâyani olan siyaset cereyanlarına feda etmek, divanelik değil de nedir?» (K:37)

129- Hem yine Bediüzzaman Hazretleri müslüman ekseriyetin safdillik hatalarına şöyle dikkat çeker:

«Bu asırdaki ehl-i İslâm’ın fevkalâde safderunlugu ve dehşetli canileri de âlicenabane affetmesi; ve bir tek haseneyi, binler seyyiatı işleyen ve binler manevî ve maddî hukuk-u ibadı mahveden adamdan görse, ona bir nevi tarafdar çıkmasıdır. Bu suretle ekall-i kalil olan ehl-i dalâlet ve tugyan; safdil tarafdar ile ekseriyet teşkil ederek, ekseriyetin hatasına terettüb eden musibet-i âmmenin devamına ve idamesine belki teşdidine kader-i ilâhiyeye fetva verirler; biz buna müstehakız derler. Evet elması bildiği (âhiret ve iman gibi) halde yalnız zaruret-i kat’iye suretinde şişeyi (dünya ve mal gibi) ona tercih etmek ruhsat-ı şer’iye var; yoksa küçük bir ihtiyaçla veya heves ile veya tama’ ve hafif bir korku ile tercih edilse, eblehane bir cehalet ve hasarettir, tokada müstehak eder. Hem âlicenabane affetmek ise yalnız kendine karşı cinayetini affedebilir. Kendi hakkından vazgeçse hakkı var; yoksa başkalarının hukukunu çiğneyen canilere afuvkârane bakmaga hakkı yoktur, zulme şerik olur.» (K:25)

ZALİMLERİN ZULMÜNE ŞERİK OLMAMAK

130- Evet zâlimane mücadelelere tarafgirlikle zulme şerik olmamayı ısrarla tavsiye eden Bediüzzaman, mesele üzerindeki hassasiyetini şöyle ifade ediyor:

«Dün Emin bu havaliye gelen bir kolordu münasebetiyle, istemedigim ve Rus’un harbe devamını bilmedigim halde; Rusya’nın Kafkas’la ittisali kesilmesini söyledi. Ben, onun sözünü kesip susturdugum halde, kalbim ehemmiyetle bir alâka gösterdi.

131- Sonra bugün namazda ve tesbihatında iken, manevî tarzda denildi ki: Küre-i Arzda çarpışan, mücadele eden cereyanlardan her halde birisi İslâmiyete ve Kur’ana ve Risale-i Nur’a ve mesleğimize taraftar olacak; bu noktadan ona karşı bakmak gerektir. Bakmamak için bir iki mektubda yazdığın sebebler çendan kalbe, akla kâfidir; fakat meraklı ve hevesli olan nefse kâfi gelmiyor diye kalbime geldi.

132- Aynen tesbihatta ihtar edildi ki; ehemmiyetli sebebi ise: Bakmakta bir tarafa tarafgirlik hissi uyanır; tarafgir nazarı, tarafdar olduğu taraf cereyanın kusurunu görmez, zulmüne rıza gösterir belki alkışlar. Halbuki küfre rıza, küfür olduğu gibi, zulme razı olmak dahi zulümdür. Elbette zemin yüzünde bu dehşetli düelloda, semavatı aglatacak zulümler ve tahribat oluyor; çok masum ve mazlumların hukukları kayboluyor, mahvoluyor. Mimsiz gaddar medeniyetin zâlimane düsturu olan, “Cemaat için ferd feda edilir, milletin selameti için cüz’î hukuklara bakılmaz” diye, öyle dehşetli bir zulüm meydanı açmış ki, kurun-u ûlâ vahşetlerinde de emsali vuku bulmamış.

133- Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan’ın adalet-i hakikiyesi, bir ferdin hakkını cemaata feda etmez; “Hak, haktır; küçüğe büyüğe, aza çoğa bakılmaz” diye kanun-u semavi ve hakiki adalet noktasında Risale-i Nur şakirdleri gibi hakikat-ı Kur’aniye ile meşgul adamlar, zaruret olmadan lüzumsuz, yalnız hevesli bir merak için, netice itibariyle faidesi bulunan; ve netice daha gelmeden evvel lüzumsuz bakmak ve zâlimane tahribatlarını alkışlamak suretiyle İslâmiyet ve Kur’an lehine hizmet edecegi o cereyanın harekâtını fikren takib etmekle meşgul olmak münasib olmadığı için; nefis de, akıl ve kalbe tabi olup merakını bırakmış diye anladım.» (K:150)

ÜÇÜNCÜ SAiD

134- «İki-üç def’adır ehemmiyetli bir halet-i ruhiye bana ârız oluyor. Aynı otuz sene evvel istanbul’da beni Yuşa Dağı’na çıkarıp istanbul’un, Dar-ül Hikmet’in cazibedar hayat-ı içtimaiyesini bıraktırıp hattâ istanbul’da bulunan Nur’un birinci şakirdi ve kahramanı merhum Abdurrahman’ı dahi zaruri hizmetimi görmek için de yanıma almaga müsaade etmiyen ve Yeni Said mahiyetini gösteren acib inkılabat-ı ruhînin bir misli, şimdi mukaddematı bende başlamış. Üçüncü bir Said ve bütün bütün târik-i dünya olarak zuhuruna bir işaret tahmin ediyorum. Demek Nurlar ve kahraman şakirdleri benim vazifelerimi yapacaklar, daha bana hiç ihtiyaç kalmamış. Zaten Nur’un her bir cami’ cüz’ü ve sarsılmayan halis şakirdlerinin her birisi, benden daha mükemmel ders verir.» (Ş:529)

135- Daha bunlar gibi büyük bir yekûn teşkil eden beyanlar, açıkça gösteriyor ki Risale-i Nur talebelerinden haslar dairesi tabir edilen ve bizzat dine hizmet edenlerin siyasi iktidarı ele geçirmek değil, bilakis siyaseti ehline bırakmaları ve siyasete girmemeleri, Risale-i Nur’da bir esas ve düsturdur.

Şunu kat’iyyen söyliyebiliriz ki: Vazifeleri ve kabiliyetleri icabı siyasette bulunanlar müstesna, bizzat ve bilfiil dine hizmet eden hakiki Nur talebeleri; kendi ihtiyarlarıyla idare ve siyaset işlerine girmek şöyle dursun, resmen siyasete girmeye zorlansalar da, yine kendi manevî hizmet sahalarında kalmayı tercih ederler. Ancak idareci­lerin dindar ve dirayetli olmalarını ister ve tavsiye ederler. Bu da, vicdanî ve vatanî bir vazifedir.

SİYASETTE SÜKÛNET YOLU

136- Siyasî ve idarî makama göz dikmemenin derin hikmetini ve içtimaî sükûnetin esasını tazammun eden ve siyasî ve içtimaî keşmekeşligin esası olan sen makamdan in ki ben çıkayım, anlayışını yok eden şu gelen hadîs-i şerifler, cay-ı dikkat ve şayan-ı teemmüldür. şöyle ki:

Siz insanların hayırlısı, emîr (reis) oluncaya kadar emareti (reisliği) çok fena görenler (ve arzu etmiyen kimseler) bulursunuz.» 6

137- Buharî’nin Kitab-ül Ahkâm 7. babdaki bir hadîste de; yakın istikbalde, emarete harislik olacağını ve mes’uliyetlerini beyan ile ümmet ikaz edilir.

138- Diğer iki hadîs meâli şöyledir:

«Abdurrahman ibn Semure (R.A.) tahdis edip dedi ki:

Resulullah (A.S.M.) bana hitaben “Ya Abdurrahman! Emîrlik talebinde bulunma. Çünkü eğer senin istemenle sana emaret vazifesi verilirse, o vazifede Allah’ın inayetine mazhar olamazsın. Eğer sen istemeksizin bu vazife sana tevcih olunursa, vazifende Allah’ın yardımına mazhar olursun.” buyurdu.»

Hem «Ebu Muse-l Eş’arî (R.A.) şöyle dedi: Ben bir kere beraberimde amcam oğullarından iki kişi ile birlikte Peygamber’in (A.S.M.) huzuruna girdim. Bu iki kişiden birisi:

—Ya Resulallah! Aziz ve Celil olan Allah’ın seni tevliye ettiği vazifelerden biri üzerine beni memur tayin et, dedi. Öbürüsü de bunun gibi bir memuriyet istedi. Bunun üzerine Resulullah (A.S.M.):

Vallahi biz memuriyet isteyen bir kimseyi ve memuriyete haris olan bir şahsı bu işler üzerine memur tayin etmeyiz, buyurdu.» (Sahih-i Müslim ci: 6, sh: 15-16)

139- Mezkûr rivayetlerde görüldügü gibi, içtimaî ve siyasî makamı istememek gerekiyor. Ancak istenmediği halde bir vazife makamına tayin edilme veya seçim yoluyla tercih edilme ortaya çıkınca, bu emanet vazifeyi yüklenmek ve ifa etmek meşrudur.

HiLAFET

140- İslâm idaresinde her ne kadar saltanatla meşihat, yani bir İslâm devletinin idare makamı ile İslâm âleminin diyanet merkezi, Halifenin vazife şahsiyetinde birleşip temsil ediliyorsa da; hakikatta asl olan, hilafeti temsil eden meşihatın siyasî tasarrufların üstünde olarak idarecileri murakabe etme makamında istiklaliyeti olmalıdır. Bu tarz ise, İslâm’da en mütekâmil bir sistemdir.

Bediüzzaman Hazretleri diyor:

«Hilafeti temsil eden meşihat-ı İslâmiye ve diyanet dairesi; hem âlî, hem mukaddes, hem ayrı, hem nezzare olacaktır. Şimdi hâkim, şahıs değil efkâr-ı amme olduğu için onun nev’inden şahs-ı manevî bir fetva emini ister.» (Mün:34)

141- 1923’de Bediüzzaman Hazretlerinin ilk Meclis-i Meb’usana hitabesinden hilafetle alâkalı olan kısmında da şöyle der:

«şu inkılâb-ı azîmin temel taşları saglam gerek. şu meclis-i âlînin şahsiyet-i maneviyesi, sahip olduğu kuvvet cihetiyle mana-yı saltanatı deruhde etmiştir. Eğer şeair-i İslâmiyeyi bizzat imtisal etmek ve ettirmekle mana-yı hilafeti dahi vekâleten deruhde etmezse, hayat için dört şeye muhtaç fakat an’ane-i müstemirre ile günde lâakal beş defa dine muhtaç olan şu fıtratı bozulmayan ve lehviyat-ı medeniye ile ihtiyacat-ı ruhiyesini unutmayan bu milletin hacat-ı diniyesini Meclis tatmin etmezse, bilmecburiye mana-yı hilafeti, tamamen kabul ettiğiniz isme ve lafza verecek. O manayı idame etmek için kuvveti dahi verecek.

Halbuki meclis elinde bulunmayan ve meclis tarikıyla olmayan böyle bir kuvvet, inşikak-ı asâya sebebiyet verecektir. İnşikak-ı asa ise, (3:103)  وَ اعْتَصِمُوا بِحَبْلِ اللّٰهِ جَمِيعًا  âyetine zıddır. Zaman cemaat zamanıdır. Cemaatın ruhu olan şahs-ı manevî daha metindir ve tenfiz-i ahkâm-ı şer’iyeye daha ziyade muktedirdir.  Halife-i şahsî, ancak ona istinad ile vezaifi deruhde edebilir. Cemaatın ruhu olan şahs-ı manevî eğer müstakim olsa, ziyade parlak ve kâmil olur. Eğer fena olsa, pek çok fena olur. Ferdin, iyiliği de fenalığı da mahduddur. Cemaatin ise gayr-ı mahduddur. Hârice karşı kazandığınız iyiliği, dâhildeki fenalıkla bozmayınız.» (Ms:101)

BiAT

142- İslâm siyasetinde ehemmiyetli bir husus da “Biat” mes’elesidir: Bir siyaset tabiri olarak biat, devlet idaresine geçirilecek bir şahsın veya heyetin iktidara geçmesine rıza gösterilip tasvib ve tercih edildiğini ifade eder. Bu tercihte kişi, kendi iradesinde serbesttir, baskı yapılamaz.

143- Biat, Asar-ı Bediiye nam eserde: «Meşrutiyetin riyasetine lâzım ve biatın mânası olan teveccüh-ü umumiyeyi kazanmak» (sh: 375) şeklinde ifade edilir.

Evet, asrımızda biatın şekli, intihab-ı meb’usan şekline yani seçim sistemine geçmiş ve meşrutiyet devrinde tatbik edilmiştir.

SİYASETTE EHVENÜŞŞER

144- Ehvenüşşerreyn tabiri, dinde kavaid-i külliyedendir. İki şerli iş veya şeyin daha az zararlısı manasına gelir. Bu kaideye göre, iki şer karşısında kalınıp birisinin tercihi mecburi olsa veya hiçbiri tercih edilmeyerek muhalif kalınması halinde mutlaka birisi tasallut edecekse, az zararlı olanını tercih etmek şeriatça gerekiyor. İslâm Fıkhı’nın kavaid-i külliye kısmında bulunan bu madde aynen şöyledir:

«Madde 28: “Ehven-i şerreyn ihtiyar olunur.” Yani: Bir kimse, iki şerden birini iltizam mecburiyetinde kalsa, bunlardan binnisbe hafif olanı ihtiyar eder.» (Hukuk-u İslâmiye ci: 1 sh: 282)

145- Bu kaideler küllîdirler. Çok çeşitli mes’elelere tatbik edilirler. Bediüzzaman Hazretleri çok partili hayata geçildigi 1950 ve sonrası, siyasî tercihte bu kaideyi nazara vermiştir. Çünki Avrupa medeniyetinin beş menfî esasından birisi olan kuvvete (Bak: Sözler sh: 132, 3.Esas) istinad eden gizli şer cereyanı, her ne kadar hür rejime bağlılığı iddia ediyorsa da, her hangi sahada çıkan İslâmî bir gelişmeyi, bahaneler ihdas ederek ifna etmek ister. Buna karşı çare, ittihad-ı İslâm kuvvetidir. O halde hayat-ı içtimaiye ile alâkadar olan müslümanların ittihad-ı İslâm’ın teşekkülüne ve teşekkülü için de gerekli olan şartlara riayet etmeye ehemmiyet vermeleri icab eder. Bu şartlar ise:

146- Evvelâ: Zaruriyat-ı diniyede ittifakı esas alıp tefrruat mes’eleleri medar-ı niza’ etmemek ve müslümanlar arasında aşırı meslek taassubu ile hareket etmemek

Saniyen: Irkçılık taassubuna girmemekle beraber, İslâm milliyetini esas almak…

Salisen: Usûl-ü meşverete, yani meşveret-i şer’iyeye müstenid ve âlem-i İslâm genişliğinde bir İslâm şûrâsının teşekülüne gitmek, en önemli şartlarıdır. İttihad-ı İslâm teşekkül etmeden, içtimaiyatta semereli bir faaliyetin yaptırılmıyacagını yakından bilen Bediüzzaman Hazretleri bir geçiş devresi olarak ehvenüşşer ile Demokrat Parti’yi tasvibsiz bir tercihle dine âlet etmek ve azamüşşerrin iktidar olmasını önlemek gibi bazı maslahatları takib etmiştir.

147- Bediüzzaman Hazretlerinin, Demokrat Parti iktidarı zamanında hükûmete hitaben yazdığı, fakat her zaman ve herkes için ders mahiyetinde olan siyasîlerle alâkalı mektup ve ikaznamelerinden kısmen alınan bazı parçalar; siyasette ehvenüşşerrin bir kısım şartlarını belirtmesi bakımından aşağıda dercedilmiştir. Mektup ve ikaznameleri bütünlüğü ile görmek isteyenler için kaynaklar gösterilmiştir.

148- «Evet biz dini siyasete âlet değil, belki vatan ve milletin dehşetli zararına siyaseti mutaassıbâne dinsizlige âlet edenlere karşı; bizim siyasete bakmamıza mecburiyet-i kat’iyye olduğu zaman, vazifemiz siyaseti dine âlet ve dost yapmaktır ki, üçyüz elli milyon kardeşlerin uhuvvetini bu vatandaki kardeşlere kazandırmağa sebeb olsun.

149- Elhâsıl: Bize işkence edenlere, siyaseti asabiyetle dinsizlige âlet etmelerine mukabil; biz de siyaseti dine âlet ve dost yapmakla bu vatan ve milletin saâdetine çalışmışız.» (Em:17)

150- Dindar siyasîler, dinin siyasete ve bilhassa siyasetin dinsizlige âlet edilmesine karşı, siyasetin dine âlet ve vesile edilmesini temin etmelidir. Yani siyasî iktidar, dinin himayesine kullanılmalı. Bunun tersine hareket eden ehl-i siyaset müsbet karşılanmaz.

151- Bu mes’ele ile alâkalı bir teşvik mektubunda da şöyle deniliyor:

«Hususan oradaki eski tahribatı tâmirata başlayan hakiki vatanperverler olan demokrat namında hamiyetli Ahrarlar, yani hürriyetperverler, Nur ve Nurcuları takdir etmelerine çok minnettarım. Onların muvaffakıyetine çok dua ediyorum. inşâallah o ahrarlar istibdad-ı mutlakı kaldırıp tam bir hürriyet-i şer’iyeye vesile olacaklar.» (Em:20)

152- Bu kısımda da, siyaseti dine âlet etmek mânasında olarak; eski tahribatı tâmir ve Risale-i Nur’u ve Nurcuları takdir etme ve istibdad-ı mutlakı kaldırma ve hürriyet-i şer’iyeyi getirme, bir partinin müsbet karşılanmasının sebebleri olarak görülüyor.

153- Mezkûr mânayı te’yid eden diğer bir ifade:

«Şimdi vatan ve milleti eski partinin garazkârâne istibdadından kurtaran hamiyetkâr, vatanperver bazı Demokrat liderleri, kemâl-i istihsan ile o risaleleri kabûl edip sahip oldukları…» (Em:23)

154- Siyasîlerin dine dostluk vasfını kazanabilmeleri için gerekli olan Diğer bir tavsiye:

«Şimdi milletin arzusuyla şeâir-i İslâmiye’nin serbestiyetine vesile olan Demokratlar, hem mevkilerini muhafaza, hem vatan ve milletini memnun etmek çâre-i yegânesi; ittihad-ı İslâm cereyanını kendine nokta-i istinad yapmaktır.

155- Bu dehşetli tahrib edicilere karşı ancak ve ancak hakikat-ı Kur’aniye etrafında ittihad-ı İslâm dayanabilir. Ve beşeri bu tehlikeden kurtarmaga vesile olduğu gibi, bu vatanı istilâ-yı ecanibden ve bu milleti anarşilikten kurtaracak yalnız odur. Ve bu hakikata istinad edip komünist ve masonluk cereyanına karşı vaziyet almaları zarurîdir…» (Em:24)

156- Bu parçada, Demokratların ve dolayısıyla ehvenüşşer mânasında, yani dindar mebusları içinde yaşatan ve dine dost olan bir partinin ve kurduğu hükûmetin, komünistlik ve masonlukla mücadele etmeleri ve ittihad-ı İslâma dayanmaları zarureti ifade edildi. Demek ehvenüşşer partisi ve hükûmetinde mezkûr hususiyetler aranıyor ve ona teşvik ediliyor.

157- Aynı mevzuda yazılmış diğer bir mektubta da şu kayıdlar var:

«Bir ezan-ı Muhammedî’nin (A.S.M.) serbestiyetiyle kendi kuvvetlerinden yirmi defa ziyade kuvvet kazandılar. Milleti kendilerine ısındırdılar, minnetdar ettiler. Hem manen eski ittihad-ı Muhammedî’den (A.S.M.) olan yüzbinler Nurcularla, eski zaman gibi farmason ve ittihadcıların mason kısmına karşı ittifakları gibi; şimdi de aynen ittihad-ı İslâm’dan olan Nurcular büyük bir yekûn teşkil eder. Demokratlara bir nokta-i istinaddır. Fakat Demokrata karşı eski partinin müfrit ve mason veya komünist mânasını taşıyan kısmı, iki müthiş darbeyi Demokratlara vurmaya hazırlanıyorlar. Eskiden nasıl Ahrarlar iki def’a başa geçtigi halde, az bir zamanda onları devirdiler. Onların müttefiki olan ittihad-ı Muhammedî efradının çoklarını astılar. Ve Ahrar denilen Demokratları, kendilerinden daha dinsiz göstermeye çalıştılar. Aynen öyle de: şimdi bir kısmı dindarlık perdesine girip Demokratları din aleyhine sevketmek veya kendileri gibi tahribata sevketmek istedikleri kat’iyen tebeyyün ediyor. Hattâ ülemanın resmî bir kısmını kendilerine alıp, Demokratlara karşı sevketmek ve Demokratın tarafında, onlara mukabil gelecek Nurcuları ezmek; tâ Nurcular vasıtasıyla ülema, Demokrata iltica etmesinler. Çünki Nurcular hangi tarafa meyletseler ülema dahi taraftar olur. Çünki onlardan daha kuvvetli bir cereyan yok ki, ona girsinler.

158- İşte madem hakikat budur, yirmibeş seneden beri ehl-i ilmi, ehl-i tarikatı ezen, ya kendilerine dalkavukluga mecbur eden eski partinin müfrit ve mason ve komünist kısmı, bu noktadan istifade edip Demokratları devirmemek için; Demokratlar mecburdurlar ki hem Nurcuları, hem ülemayı, hem milleti memnun ve minnettar etmek, hem Amerika ve müttefiklerinin7 yardımlarını kaybetmemek için bütün kuvvetleriyle Ezan mes’elesi gibi şeâir-i İslâmiyeyi ihya için mümkün oldukça tamire çalışmaları lâzım ve elzemdir.» (Em:25)

159- Bu mektubda da: Masonlara karşı dindarların ittifak etmeleri ve mason ve komünistlerin Demokratlara düşman oldukları ve Demokratların, yani ehvenüşşer hükûmetlerin şeairi ihya etmeleri gibi tavsifatla, rey verilen siyasî teşekkülde aranan vasıflar nazara verilip, o vasıf ve vazifelere teşvik ediliyor. Mezkûr vasıf ve vazifelere ters düşenlerin, müsbet karşılanmayacakları zâhirdir.

160- Risale-i Nur’un çok yerlerinde ittihad-ı İslâma kuvvet vermek, siyasîlerin en ehemmiyetli vazifeleri olduğu ifade edilir. Bunun en ehemmiyetli bir vesilesi de, siyasîlerin Kur’ana dayanmalarıdır. Evet Bediüzzaman Hazretlerinin şu tavsiyesi açık bir örnektir:

«Şimdiki bu hükûmetimizin hakikî kuvveti, hakaik-ı Kur’aniyeye dayanmak ve hizmet etmektir. Bununla ihtiyat kuvveti olan üçyüz elli milyon uhuvvet-i İslâmiye ile ittihad-ı İslâm dairesinde kardeşleri kazanır.» (Em:54)

161- Yine aynı mevzuda, yani siyaseti dine âlet ve hizmetkâr yapıp İslâmiyetin hâkimiyetine çalışmakla, âlem-i İslâmın teveccühüne ve ittihad-ı İslâm kuvvetine sahip olunacağını beyan eden Bediüzzaman Hazretleri şöyle diyor:

162- «İslâmiyet milliyeti ve hâkimiyeti ve memleketin selâmeti için çalışan ehl-i siyaset ve cem’iyet-i beşeriyeye hamiyet ile çalışanlar için bana manevî bir ihtar edildi:

…Ehl-i İslâmiyet ve hamiyet-i diniye ve kuvvet-i imaniye cihetiyle değil dini siyasete âlet yapmak, belki de siyaseti dine âlet ve tâbi yapmakla; tâ İslâmiyetin kuvvet-i maneviyesinden bu hükûmet-i İslâmiyeyi tam kuvvetlendirmek ve dörtyüz milyon hakikî kardeşi arkasında ihtiyat kuvveti bulundurmak ve bir kısım zâlim Avrupa’nın dilenciliginden kurtulmak için çalışanlara pek haksız olarak “irtica” damgasını vurup onları memlekete zararlı tevehhüm etmeleri, yerden göğe kadar hadsiz bir haksızlıktır.» (Emirdağ Lâhikası-II sh: 81) diyerek dine muhalif siyasîlere karşı, mezkûr hususiyetlere mütemayil ve bir derece dindar olan siyasîleri müdafaa eder ve böylece siyasette bir ölçü gösterir.

163- Siyaset sahasındaki menfî mücadelelerin zararlarını ve bu mücadelelerin terk edilmesini ehl-i hükûmete hatırlatıp ikaz eden Bediüzzaman Hazretleri, Avrupa’ya bedel âlem-i İslâma sahip çıkılmasını tavsiye eden ihtanamesinin bir kısmında şöyle der:

«Ayn-ı adâlet olan bu semavî ve kudsî  وَ لاَ تَزِرُ وَازِرَةٌ وِزْرَ اُخْرَى nass-ı kat’îsiyle Kur’anın bir kanun-u esasîsi muhabbet ve uhuvvet-i hakikiyeyi te’min eden ve bu millet-i İslâmiyeyi ve memleketi büyük tehlikeden kurtaran bu kanun-u esasî ki: Birisinin hatasıyla başkası mes’ul olamaz. Kardeşi de olsa, aşireti ve taifesi de olsa, partisi de olsa o cinayete şerik sayılmaz. Olsa olsa o cinayete bir nevi tarafgirlikle yalnız manevî günahkâr olup âhirette mes’ul olur; dünyada değil. Eğer bu kanun-u esasî çabuk düstur-u esasî yapılmazsa, hayat-ı içtimaiye-i beşeriye, iki harb-i umumînin gösterdigi tahribatın emsaliyle esfel-i safilîn olan o vahşi irticaa düşecek.…

164- Hükûmet-i İslâmiye ile bu memleketin selâmetine çalışan ehl-i siyasetin mezkûr hakikatı nazara alması lâzımdır. Yoksa üç veya dört cereyanın muannidane muaraza etmeleriyle, o kuvvetler, muaraza sebebiyle zayıflar. Memleketin menfaatine ve asayişine sarfedilecek o zayıf kuvvetle hâkimiyetini -hattâ istibdad ile de olsa- asayiş ve emniyet-i umumiyeyi muhafazaya kâfi gelmediginden, Fransız ihtilâl-i kebirinin tohumlarının bu mübarek memleket-i İslâmiye’ye ekilmesine yol vermektir diye telâş edilebilir.

165- Madem bu ittifaksızlıktan gelen za’fiyet ve kuvvetsizlik sebebiyle ecnebinin politikasına ve ehemmiyetsiz muvakkat yardımlarına karşı bu acib manevî rüşvetler veriliyor. Dörtyüz milyon kardeşin uhuvvetine, milyarlar ecdadın mesleğine ehemmiyet verilmiyor gibi bir mâna hükmediyor. Ve asayiş ve siyasete zarar gelmemek için bu kadar israfat ile bol maaşlar suretinde kuvvet teminine kendilerini mecbur zannederek rüşvetler veriliyor; milletin fakr-ı hali nazara alınmıyor. Elbette ve elbette ve kat’i olarak şimdi bu memleketteki ehl-i siyaset garba ve ecnebiye verdiği siyasî ve manevî rüşvetin on mislini âlem-i İslâm’ın ileride cemahir-i müttefikası hükmünde olacak olan dörtyüz milyon müslüman kardeşlere, memleket ve milletin ve bu devlet-i İslâmiyenin selâmeti için gayet azîm bir bahşiş ve zararsız bir rüşvet vermesi lâzım ve elzemdir.

166-  İşte o makbul, lâzım ve çok menfaatlı câiz ve vâcib rüşvet ise: Teâvün-ü İslâm’ın esası ve hediye-i Kur’anın semavî bir düsturu ve râbıtası ve kudsî kanun-u esasîsi olan

اِنَّمَا الْمُؤْمِنُونَ اِخْوَةٌ ٭ وَ اعْتَصِمُوا بِحَبْلِ اللّٰهِ جَمِيعًا ٭ وَ لاَ تَزِرُ وَازِرَةٌ وِزْرَ اُخْرَى ٭ وَ لاَ تَنَازَعُوا فَتَفْشَلوُا وَ تَذْهَبَ رِيحُكُمْ kudsî, esasî kanunlarını düstur-u hareket etmektir.(Em:82)

167- Aşağıdaki mektubta da, dine dost ehl-i siyasete: Particilik çekişmelerini terk etmek ve muhalefet mensublarına tarafgirane muamele etmemek ve uhuvvet-i İslâmiyeyi esas alıp Kur’anın kanun-u esasîsine dayanmak gibi mühim tavsiyeler var. Bu tavsiyeler gösteriyor ki; Bediüzzaman Hazretleri parti taraftarlığından uzak olarak, İslâmın selâmetini düşünüyor. İkaznamede şöyle deniyor:

«Gayet kısa birkaç esası, İslâmiyet’in bir kahramanı olan Adnan Menderes gibi dindarlara beyan ediyorum:

168- Birincisi: İslâmiyet’in pek çok kanun-u esasîsinden birisi: وَ لاَ تَزِرُ وَازِرَةٌ وِزْرَ اُخْرَى âyet-i kerimesinin hakikatıdır ki; birisinin cinayetiyle başkaları, akraba ve dostları mes’ul olamaz. Halbuki şimdiki siyaset-i hazırada particilik tarafdarlıgı ile, bir câninin yüzünden pek çok masumların zararına rıza gösteriliyor. Bir câninin cinayeti yüzünden, tarafdarları veyahut akrabaları dahi şenî’ gıybetler ve tezyifler edilip, bir tek cinayet yüz cinayete çevrildiginden, gayet dehşetli bir kin ve adaveti damarlara dokundurup, kin ve garaza ve mukabele-i bil’misile mecbur ediliyor. Bu ise hayat-ı içtimaiyeyi tamamen zir ü zeber eden bir zehirdir ve hâriçteki düşmanların parmak karıştırmalarına tam bir zemin hazırlamaktır. İran ve Mısır’daki hissedilen hâdise ve buhranlar, bu esastan ileri geldiği anlaşılıyor. Fakat onlar burası gibi değil; bize nisbeten pek hafif, yüzde bir nisbetindedir. Allah etmesin, bu hal bizde olsa, pek dehşetli olur.

169- Bu tehlikeye karşı çare-i yegâne:  Uhuvvet-i İslâmiyeyi ve esas İslâmiyet milliyetini o kuvvetin temel taşı yapıp, masumları himaye için, cânilerin cinayetlerini kendilerine münhasır bırakmak lâzımdır.…

170- Madem Cenab-ı Hak, bu tehlikeli zamanda bir kısım hakiki dindarların başa geçmesine yol açmış. Kur’an-ı Hakîm’in bu kanun-u esasîsini kendilerine bir nokta-i istinad ve onlara garazkârlık edenlere karşı siper yapmak lâzım geldiğini, zaman ihtar ediyor.» (Em:172)

171- Netice olarak da, bu tavsiyeleri kabul etmek şartıyla dua edileceği şöyle hatırlatılır:

«Cenab-ı Hak sizleri İslâmiyet lehindeki hizmetlerinizde muvaffak ve mezkûr tehlikelerden muhafaza eylesin diye ben ve Nurcu kardeşlerimiz, yapacağınız hizmete ve mezkûr hakikatı kabul etmenize mukabil dua etmeye karar vereceğiz.» (Em:174)

172- Bu gelen ikaznamede ise: Me’murlara rahat hayat ve halk üzerinde tahakküm imkânı veren eski hükûmetle, ırkçılık zevkini aşılayan partiye karşı mağlub olmamaları için; Demokratların İslâmiyete istinad etmeleri, Ayasofya’yı câmiye çevirmeleri ve Risale-i Nur’un resmen serbestiyetini ilân etmeleri tavsiye ediliyor. Yazının bir kısmı aynen şöyledir:

«Madem hakikat budur, ey dindar ve dine hürmetkâr Demokratlar! Siz bu iki partinin gayet kuvvetli ve zevkli ve câzibedar nokta-i istinadlarına mukabil, daha ziyade maddî ve manevî câzibedar nokta-i istinad olan hakaik-ı İslâmiyeyi nokta-i istinad yapmaya mecbursunuz.

Yoksa sizin yapmadıgınız eskiden beri cinayetleri, nasıl eski partiye yüklüyorlarsa, size de yükleyip; Halkçılar ırkçılığı elde edip, tam sizi mağlûb etmeye bir ihtimal-i kavi ile hissettim ve İslâmiyet namına telâş ediyorum.

173- (Hâşiye): Eskilerin lüzumsuz keyfî kanunları ve su-i istimalleri neticesiyle, belki de tahrihleriyle zuhur eden Ticanî mes’elesini ve ağır cezalarını dindar Demokratlara yüklememek ve âlem-i İslâm nazarında Demokratları düşürmemenin çare-i yegânesi kendimce böyle düşünüyorum:

Nasıl Ezan-ı Muhammediye’nin neşriyle Demokratlar on derece kuvvet buldugu gibi, öyle de Ayasofya’yı da beşyüz sene devam eden vaziyet-i kudsiyesine çevirmektir. Ve âlem-i İslâmda çok hüsn-ü te’sir yapan ve bu vatan ahalisine âlem-i İslâmın hüsn-ü teveccühünü kazandıran, bu yirmi sene mahkemeler bir muzır cihetini bulamadıkları ve beş mahkeme de beraetine karar verdikleri Risale-i Nur’un resmen serbestiyetini dindar Demokratlar ilân etmelidirler. Tâ, bu yaraya bir merhem vurmalı. O vakit âlem-i İslâmın teveccühünü kazandıkları gibi, başkalarının zâlimane kabahatı da onlara yüklenmez fikrindeyim.» (Em:164)

174- Diğer bir ikaz ve tavsiyename de şöyledir:

«Demokratlara büyük bir hakikatı ihtar: Şimdi Kur’an, İslâmiyet ve bu vatan zararına üç cereyan var:

Birincisi: Komünist, dinsizlik cereyanı. Bu cereyan yüzde otuz-kırk adama zarar verebilir.

İkincisi: Eskiden beri müstemlekâtların, Türklerle alâkalarını kesmek için, Türkiye dairesinde dinsizliği neşretmek için; ifsad komitesi 8 namında bir komite. Bu da yüzde on-yirmi adamı bozabilir.

Üçüncüsü: Garplılaşmak ve Hristiyanlara benzemek ve bir nevi Purutluk mezhebini İslâmlar içinde yerleştirmeye çalışan ve dinde hissesi olmayan bir kısım siyasîler hey’etidir. Bu cereyan yüzde belki binde birisini, Kur’an ve İslâmiyet aleyhine çevirebilir.

175- Biz Kur’an hizmetkârları ve Nurcular, evvelki iki cereyana karşı daima Kur’an hakikatlerini muhafazaya çalışmışız. Mümkün olduğu kadar dünyaya ve siyasete bakmamaya mesleğimiz bizi mecbur ediyormuş. şimdi mecburiyetle bakmaya lüzum oldu. Gördük ki:

Demokratlar, evvelki iki müthiş cereyana karşı bize (Nurculara) yardımcı hükmünde olabilirler. Hem onların dindar kısmı daima o iki dehşetli cereyana mesleklerince muarızdırlar. Yalnız dinde hissesi az olan bir kısım garplılaşmak ve garplılara tam benzemek mesleğini takib edenler ise, üçüncü cereyana bir yardım ediyorlar. Madem o cereyanın yüzde ancak birisini belki binden birisini Purutlar ve Hristiyan gibi yapmaya çevirebilirler. Çünki ingiliz ikiyüz sene zarfında tahakküm ettiği ikiyüz milyon İslâm’dan ikiyüz adamı Purutluga çevirememiş ve çeviremez. Hem hiçbir tarihte bir İslâm, Hristiyan olduğunu ve kanaatle başka bir dini İslâmiyete tercih etmiş olduğu işitilmediginden, iktidar partisinde bulunan az bir kısım, dinin zararına siyaset namıyla üçüncü cereyana yardım etse de; madem o Demokrat Partisi, meslek itibariyle öteki iki cereyan-ı azîmenin durmasında ve def’etmesinde mecburî vazifeleri olmasından, bu vatana ve İslâmiyete büyük bir faidesi dokunabilir.

176- Bu cihetten biz, Demokratları iktidar yerinde muhafaza etmeye Kur’an menfaatına kendimizi mecbur biliyoruz. Onlardan hayır beklemek değil; belki dehşetli, baştaki iki cereyana siyasetlerince muârız oldukları için; onların az bir kısmı dine verdikleri zararı, vücudun parçalanmasına bedel, yalnız bir parmağı kesmek gibi pek cüz’î bir zararla pek küllî bir zarardan kurtulmamıza sebeb oluyorlar bildiğimizden, o iktidar partisinin lehinde ehl-i dini yardıma davet ediyoruz. Ve dinde lâübali kısmını dahi cidden ikaz edip “Aman çabuk hakikat-ı İslâmiyeye yapışınız” ihtar ediyoruz ki, vatan ve millet ve onların hayatı ve saadeti, hakaik-ı Kur’aniyeye dayanmak ve bütün âlem-i İslâmı arkasında ihtiyat kuvveti yapmak ve uhuvvet-i İslâmiye ile dörtyüz milyon kardeşi bulmak ve Amerika gibi din lehinde ciddi çalışan muazzam bir devleti kendine hakiki dost yapmak, iman ve İslâmiyet’le olabilir.

177- Biz bütün Nurcular ve Kur’an hizmetkârları, onlara hem haber veriyoruz, hem İslâmiyet’e hizmette muvaffakiyetlerine dua ediyoruz. Hem de rica ediyoruz ki: Bu memleketin bir ehemmiyetli mahsûlü ve vatanda ve şimdi âlem-i İslâmda pek büyük faidesi ve hizmeti bulunan Risale-i Nur’u, müsaderelerden kurtarıp neşrine hizmet etsinler. Bu vatandaki dindarları kendine taraftar etsinler ve selâmeti bulsunlar.» (Em:208)

178- Mezkûr beyanlarda ehemmiyetli hükümler ve tavsiyeler, gayet dikkat çekicidir. Bu ihtarnamede bizzat muhatab olan ehvenüşşer partisi üç gruptan müteşekkil olduğu ifade ediliyor. Birincisi: Yukarıda belirtilen ilk iki cereyana, siyasetlerince muarız olmakla beraber kendilerinden hayır beklenmiyenler. ikincisi: Garplılara tam benzemek siyasetini benimseyenler ve dinde lâübali olanlardır. Üçüncüsü de, partideki dindarlardır ki, müteaddit yerlerde geçen “Dindar Demokratlar” ifadesiyle daha çok bu kısım kastediliyor. İkaznamedeki hakaik-ı Kur’aniye’ye ve ittihad-ı İslâma dayanmak ve Risale-i Nur’un neşrine hizmet etmek tavsiyeleri gösteriyor ki; ehvenüşşer siyasîler, İslâm’a bedel Hristiyan devletlere dost, Kur’an’a ve Risale-i Nur’a karşı lâkayd veya ters düşen fikirlere sahip olamazlar.

179- Ayasofya’yı ibadete açmak tavsiyesi:

«Demokrata ezan-ı Muhammedî gibi çok kuvvet vermek ve Risale-i Nur’un neşrine müsaadesi gibi çok tarafdar olmak ve âlem-i İslâma, hattâ bir kısım Hristiyan Devletlerini de memnun etmek için, Ayasofya’yı müzahrafattan temizleyip ibadet mahalli yapmaktır.» (Em:236)

180- Bu derlemede de kısmen tesbit edildiği gibi, şartlarının devamı hâlinde ehvenüşşer partisini muhafaza etmek tavsiyesi:

«Benim Nur âhiret kardeşlerim, “ehvenüşşer” deyip bazı bîçare yanlışçıların hatalarına hücum etmesinler. Daima müsbet hareket etsinler. Menfî hareket vazifemiz değil… Çünki dâhilde hareket menfîce olmaz. Madem siyasetçilerin bir kısmı Risale-i Nur’a zarar vermiyor, az müsaadekârdır; “ehvenüşşer” olarak bakınız. Daha azamüşşerden kurtulmak için; onlara zararınız dokunmasın, onlara faideniz dokunsun.» (Em:245)

181- «Maatteessüf bâzı müfrit ve mason ve komünistler, Demokrat aleyhinde olduğu halde kendini Demokrat gösteriyorlar ki; Demokratları tahribata sevketsin ve din aleyhinde göstersin, onları devirsin.» (Em:25)

182- «Şimdi bütün millet; adalet ve şefkat ve diyanete hizmet bekledikleri Demokrat Hükûmeti zamanında, eski müstebidlerin dehşetli plânlarıyla Risale-i Nur’a karşı garazkârların keyfine bırakmamak; bırakılsa, Demokrat hükûmeti aleyhinde büyük bir hıyanettir. Ve milletin teselli ümidini kırmaktır.» (Em:42)

183- «Bizi ve âlem-i İslâmı pek sevindiren Demokratlar dikkat etsinler. Nurları ve Nurcuları bu işkencelerden kurtarsınlar.» (Em:43)

184- «Bolşevizmin, müslümanlar içinde anarşilik mahiyetinde küfr-ü mutlak ve fikr-i tabiatla yerleştirilmesine mukabil, ancak ve ancak Risale-i Nur’un fevkalâde kuvvetli hakikatları çıkabilmesinden, milliyetperver ve vatanperver ve siyasetçiler ve dindarlar, Risale-i Nur’un arkasına girmeye ve onunla barışmaya ve onunla siper almaya bir yol açılıyor nazarıyla bakıyoruz.» (Em:105)

185- İşte mezkûr nakillerden, Bediüzzaman Hazretlerinin rey verdiği ve dine hizmete teşvik ettiği siyasîlerin takib etmeleri gereken tavsiyeler ve bu tavsiyelerin ortaya koyduğu vazifeler, sarahatla görülüyor. Bütün bu mezkûr tavsiyeler, ehl-i siyaset için ve rey veren ehl-i diyanet ve halk için ölçü ve kıstaslardır. Risale-i Nur nazarında siyasîlerin durumu, bu gibi tavsiyelere muvafakat veya muhalefete göre hüküm alır. İslâmiyete bağlı, vatan ve milletini korumak isteyen Anadolu halkının ekserîsi, siyasî değerlendirmeyi buna göre yapar. Mümessillik mahiyetini bilen ve iktidar olmak isteyenler, millî değerleri koruyan mezkûr tavsiyeleri ehemmiyetle nazara almalıdırlar.

186- Bediüzzaman Hazretlerinin 1945 senelerinde Adliye Vekili ile bazı hâkimlere hitaben yazdığı ve muhtevası her zaman geçerli olan hasbihalin bir kısmında şeair-i İslâmiyeye dönülmezse, 50 sene sonra anarşi âfetinin doğacağı şöyle beyan edilir:

«Evet hürriyetçilerin ahlâk-ı içtimaiyede ve dinde ve seciye-i milliyede bir derece lâübalilik göstermeleriyle, yirmi-otuz sene sonra dince, ahlâkça, namusça şimdiki vaziyeti gösterdigi cihetinden; şimdiki vaziyette de, elli sene sonra bu dindar, namuskâr, kahraman seciyeli milletin nesl-i âtisi, seciye-i diniye ve ahlâk-ı içtimaiye cihetinde, ne şekle girecek elbette anlıyorsunuz.

Bin seneden beri bu fedakâr millet, bütün ruh u canıyla Kur’anın hizmetinde emsalsiz kahramanlık gösterdikleri halde, elli sene sonra o parlak mazisini dehşetli lekedar belki mahvedecek bir kısım nesl-i âtinin eline elbette Risale-i Nur gibi bir hakikatı verip, o dehşetli sukuttan kurtarmak en büyük bir vazife-i milliye ve vataniye bildiğimizden; bu zamanın insanlarını değil, o zamanın insanlarını düşünüyoruz...

Evet eski terbiye-i İslâmiyeyi alanların yüzde ellisi meydanda varken ve an’anat-ı milliye ve İslâmiyeye karşı yüzde elli lâkaydlık gösterildigi halde; elli sene sonra, yüzde doksanı nefs-i emmareye tabi olup millet ve vatanı anarşiliğe sevketmek ihtimalinin düşünülmesi ve o belâya karşı bir çare taharrisi, yirmi sene evvel beni siyasetten ve bu asırdaki insanlarla ugraşmaktan kat’iyyen men’ettiği gibi; Risale-i Nur’u, hem şakirdlerini, bu zamana karşı alâkalarını kesmiş; hiç onlarla ne mübareze, ne meşguliyet yok.» (Em:21)

187- Anarşiden kurtulmanın en birinci çaresi olarak, sefih medeniyetin terbiyesi ve düsturları yerine, Kur’an ve iman hakikatlarını ve derslerini neşir ve telkin etmek gerektiğini bildiren Bediüzzaman Hazretleri, Halk Partisi genel sekreteri Hilmi Uran’a ve dolayısıyla ehl-i siyasete hitaben şöyle diyor:

«Sen, kâtib-i umumî olduğun Halk Fırkası’nın, millet karşısında gayet ehemmiyetli bir vazifesi var. O da şudur:

Bin seneden beri âlem-i İslâmiyeti kahramanlığı ile memnun eden ve vahdet-i İslâmiyeyi muhafaza eden ve âlem-i beşeriyeti, küfr-ü mutlaktan ve dalâletten şanlı bir surette kurtulmasına büyük bir vesile olan Türk Milleti ve Türkleşmiş olanların din kardeşleri! Eğer şimdi, eski zaman gibi kahramancasına Kur’an’a ve hakaik-ı imana sahib çıkmazsanız ve sizler gibi ehl-i hamiyet, eskide yanlış bir surette ve din zararına medeniyetin propagandası yerinde doğrudan doğruya hakaik-ı Kur’aniyeyi ve imaniyeyi tervice çalışmazsanız, size kat’iyen haber veriyorum ve kat’î hüccetlerle isbat ederim ki; Âlem-i İslâmın muhabbet ve uhuvveti yerine, dehşetli bir nefret ve kahraman kardeşi ve kumandanı olan Türk Milleti’ne bir adavet ve şimdi Âlem-i İslâmı mahva çalışan küfr-ü mutlak altındaki anarşiliğe mağlub olup, Âlem-i İslâmın kal’ası ve şanlı ordusu olan bu Türk Milleti’nin parça parça olmasına ve şark-ı şimalîden çıkan dehşetli ejderhanın istila etmesine sebebiyet verecek.

188- Evet, hâriçte iki dehşetli cereyana karşı bu kahraman millet, Kur’an kuvvetiyle dayanabilir. Yoksa küfr-ü mutlakı, istibdad-ı mutlakı, sefahet-i mutlakı ve ehl-i namusun servetini serserilere ibahe etmesini âlet ederek dehşetli bir kuvvetle gelen bir cereyanı durduracak; ancak İslâmiyet hakikatıyla mezcolmuş, ittihad etmiş ve bütün mazideki şerefini İslâmiyette bulmuş bu millet dayanabilir. Bu milletin hamiyetperverleri ve milliyetperverleri, herşeyden evvel bu mümtezic, müttehid milliyetin can damarı hükmünde olan hakaik-ı Kur’aniyeyi terbiye-i medeniye yerine esas tutmak ve düstur-u hareket yapmakla o cereyanı durdurur inşâallah.» (Em:218)

189- Mevzunun bir hülâsası ve neticesi:

Ehvenüşşer denen Demokrat partisinin ve muakıblerinin müsbet karşılanmaları için:

1 - Siyaseti dine dost yapmaları, (bak: 148-162. paragraflar)

2 - Kur’anın yasakladığını yasaklamak, serbest bıraktığına dokunmamak mânasında olan hürriyet-i şer’iyeye yol açmaları, (bak: 151. paragraf)

3 - Risale-i Nur’a müsamaha ve dostluk göstermeleri, (bak: 153, 173, 177, 180, 183. paragraflar)

4 - İttihad-ı İslâma yol açmaya çalışmaları, (bak: 154-156, 160-163. paragraflar)

5 - Komünizm ve masonluğa karşı cephe almaları, (bak: 154-157, 175. paragraflar)

6 - Şeair-i İslâmiyeyi ihya etmenin lüzumunu hissetmeleri ve Kur’ana dayanmaları, (bak: 27, 158, 160, 176. paragraflar)

7 - Ayasofya’yı ibadete açmaya çalışmaları, (bak: 173, 179. paragraflar)

8 - Mecliste ve hükûmette ve devlet bünyesinde dindarlara muhalefet etmeyip korumaları (bak: 173. p. sonu) gibi hususlara ve vazifelere kısmen de olsa sahip olmaları gerekiyor. Tesbit edilen bu sekiz hususiyet ve vazifeler, devam edegelen mevcud şartlar müvacehesinde siyasî tercih sebebleri ve ölçülerinden en mühimleridirler. Mezkûr şart ve hususiyetlere ters düşen veya bu hususiyetleri kaybeden siyasîler, dindarların kendilerini tercih etmemelerini istiyorlar ve başka nokta-i istinad arıyorlar demektir.

190- Millet ise, ne kadar gafil de olsa, baştakileri mütedeyyin ve emîn görmek ister. Bediüzzaman Hazretleri, Birinci Meclis’te neşrettiği beyannamesinde bu hususu şöyle beyan eder:

«Bu millet-i İslâmın cemaatleri, her ne kadar bir cemaat namazsız kalsa, hattâ fâsık da olsa, yine başlarındakini mütedeyyin görmek ister. Hattâ umum şarkta, umum me’murlara dair en evvel sordukları sual bu imiş: “Acaba namaz kılıyorlar mı?” derler, namaz kılarsa mutlak emniyet ederler; kılmazsa, ne kadar muktedir olsa nazarlarında müttehemdir.» (T:140)

191- Aynı mevzuda diğer bir ifade de şöyledir:  اِتَّقُوا فِرَاسَةَ الْمُؤْمِنِ فَاِنَّهُ يَنْظُرُ بِنُورِ اللّٰهِ   sırrına göre; ehl-i iman ne kadar âmi ve câhil de olsa, aklı derketmediği halde, kalbi öyle hodfüruş adamları görse; soğuk görür, mânen nefret eder.» (M:414)

192- Şu ifade de dikkat çekicidir:

«Müslüman neslinden gelen bir adamın akıl ve fikri İslâmiyet’ten tecerrüd etse bile, fıtratı ve vicdanı hiçbir vakit İslâmiyet’ten vazgeçemez. En ebleh, en sefih bile, sedd-i rasîn-i istinadımız olan İslâmiyet’e bütün mevcudiyetiyle taraftardır; lâsiyyema, siyasetten haberdar olanlar.» (Mün:38)

193- «Ey bedbaht fâsık adam! Fâsıkların kesretine bakıp aldanma ve “ekseriyetin efkârı benimle beraberdir” deme! Çünki fâsık adam, fıskı istiyerek ve bizzat taleb edip girmemiş; belki içine düşmüş çıkamıyor. Hiçbir fâsık yoktur ki, sâlih olmasını temenni etmesin ve âmirini ve reisini mütedeyyin görmek istemesin. İllâ ki, el-iyâzübillâh irtidat ile vicdanı tefessüh edip, yılan gibi zehirlemekten lezzet alsın.» (L:122)

* İman hizmeti, iman hakaikı, bu kâinatta herşeyin fevkindedir; hiç bir şeye tâbi' ve âlet olamaz. (K:137)

* Sakın, sakın! Dünya cereyanları, hususan siyaset cereyanları ve bilhâssa harice bakan cereyanlar sizi tefrikaya atmasın. Karşınızda ittihad etmiş dalalet fırkalarına karşı perişan etmesin! (K:122)

* Size, kâinatın en büyük mes’elesi olan, iman hizmeti yeter. (K:193)

Bediüzzaman Said Nursî

 

 

 

1 Demokratları din lehine tşvik eden ve bu mektubun muhtevasına benzer diğer bir mektub da II.Emirdağ Lâhikası 206. sahifesindedir.

2 Müslim 2937. hadis ve ibn-i Mace 4077. hadiste “hacîc” ifadesi, “hasmını hüccetle yenen” mânasında tefsir edilir.

3 Ramuz-ul Ehadîs sh: 222 ve Keşf-ül Hafa hadis:1748, 1749, 1838

4 Sahih-i Buharî Muhtasarı 1988, 1989. hadîsler ve Ebu Davud 39. kitab 15. babı, kişiyi tekfir etmenin mes’uliyeti ve isabetsizliği halinde küfrün tekfir edene döneceği hakkındadır. Muayyen kişileri tel’in etmekte de usulsüz hareket edilmemelidir.

5 Demokrat çıktı, bir derece kırdı.

6Sahih-i Buharî Muhtasarı hadis no: 1422

7Amerika ve müttefikleri” sözü, antikomünist ve semavî dinlere bir derece dost olan tutum ve siyaset sahiple­rini ifade eder (Başkan Kennedy gibi). Zira Hz. Üstad, Avrupa ve Amerika gibi Hristiyan memleketlerini biri müsbet ve diğeri menfî olarak iki kısma ayırır. (Bak: Lem’alar 17.Lem’a, 5.Nota) (Hazırlayanlar)

8Bu ifsad komitesinden maksad, aynı  ifadenin geçtiği Şualar sh: 259 p.1, 261 p.1, 384 p.2; Emirdağ Lahikası-II sh: 195 p.3’deki beyanlara göre; başta İngiliz emperyalizmi ve mason cereyanıdır. (Hazırlayanlar)

 

 

Bu dersi indirmek için tıklayınız.

Yukarı Çık