DERSLER / TAHŞİYELER

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

وَ بِهِ نَسْتَعِينُ

اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ وَ الصَّلاَةُ وَ السَّلاَمُ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَ عَلَى آلِهِ وَ صَحْبِهِ اَجْمَعِينَ

ONUNCU NOTA

Sual, Cevab Mektubu:

ONUNCU NOTA: Bil ey gafil, müşevveş Said! Cenab-ı Hakk'ın nur-u marifetine 1yetişmek ve bakmak ve âyât ve şahidlerin yinelerinde cilvelerini görmek ve berahin ve deliller mesâmatıyla 3 temaşa   etmek iktiza ediyor ki; senin üstünden geçen, kalbine gelen ve aklına görünen herbir nuru 4 tenkid parmaklarıyla  5yoklama ve tereddüd eliyle tenkid etme! 6 Sana ışıklanan bir nuru tutmak için elini uzatma; 7 belki gaflet esbabından tecerrüd et 8, onlara9 müteveccih, odur. Çünki ben müşahede ettim ki: Marifetullahın şahidleri, bürhanları üç çeşittir.

Bir kısmı: Su gibidir; görünür, hissedilir 10, lâkin parmaklarla tutulmaz 11. Bu kısımda hayalâttan tecerrüd etmek 12, külliyetle ona  dalmak gerektir 13. Tenkid parmaklarıyla tecessüs edilmez; edilse akar, kaçar.14 O âb-ı hayat, parmağı mekân ittihaz etmez 15.

İkinci kısım: Hava gibidir; 16 hissedilir, fakat ne görünür, ne de tutulur.17 Ona karşı sen yüzün, ağzın, ruhunla o rahmet nesimine karşı teveccüh et,18 kendini mukabil tut, tenkid elini uzatma,19tutamazsın. Ruhunla teneffüs et. Tereddüd eliyle baksan, tenkid ile el atsan, o yürür gider; senin elini mesken ittihaz etmez, ona razı olmaz.20

Üçüncü kısım ise: Nur gibidir;21 görünür, fakat ne hissedilir, ne de tutulur. Öyle ise kalbinin gözüyle, ruhunun nazarıyla kendini ona mukabil tut ve gözünü ona tevcih et, bekle; belki kendi kendine gelir.22 Çünki nur; el ile tutulmaz, parmaklar ile avlanmaz,23 belki o nur ancak basiret nuruyla avlanır.24 Eğer harîs ve maddî elini uzatsan ve maddî mizanlarla tartsan, sönmese de gizlenir.25 Çünki öyle nur, maddîde hapse razı olmadığı gibi, kayda da giremez, kesifi kendine mâlik ve seyyid kabul etmez.26

ONUNCU NOTA TAHŞİYESİDİR

Muhterem ve Aziz Kardeşim Hızır,

Evvela hizmetinizi tebrik eder sıhhat ve afiyetiniz için dua ederim. Sorduğunuz mes’ eleye bir derece baktım, bazı tesbitlerimi yazıyorum.

Mesnevi’de Zührenin veya aynısı olan Onyedinci Lem’anın Onuncu Notasının mânâ muhtevasından ve mana-yı maksudu cihetiyle anladığım bir hülasası şöyledir:

İlim, vehbî ve kesbî olarak iki çeşittir. Kesbî ilimler mâlum. Vehbî ilimler ise, Allah tarafından ihtar ve ilhâmen gelen ruhî ihtisas ve kalbî tefeyyüzat ve manevi dekaik-i ilmiyedir. Bu ise, kesbî ve aklî ilimlerin kazanılma vesileleri olan mantık ve tecrübe ile, hem zaman ve mekân ve esbab perdeleri olan maddî şartlar sahasında dolaşan ve bu sahadaki ölçülerle şekillenen akl-ı beşerî ile ve dünyaya bağlı havass-ı zâhirenin mekayisiyle mezkûr tefeyyüzat kazanılamayacağı gibi idrak da edilmez.

En ehemmiyetli farkı anlamayıp, kesbî ilim yoluyla o ilhamatın aklen idrakini istemek veya bilirade aklî muhakemelerle her hakikatın kesb ve tahkik edebileceğini, akliyyun (Rasyonalistler) gibi düşünmek yanlıştır. İdrakat-ı zahiriye, ihsasat-ı ruhiye ve tefeyyüzat-ı kalbiyenin dûnundadır. Ruhun ve letaifin mazhariyetine ve vazifelerine akl-ı dünyevi ve ilm-i zâhiri ile yetişilemez ve müdahele edilemez diye bu notada ders verilir.

Bu mes’elemizle alakadar olan şu beyan ve ifadelere dikkat gerek: Evvela bu gelen İ’lemde insanın havass-ı zâhiriyesinden herhangi birinin vazifesini, diğerinin yapamadığını ve bilemediğini kıyasla, alem-i şehadete yani mahsusat alemine açılan hisler dahi, alem-i mana ve gayba açılan letaifin işini göremiyeceği ve birbirine iltibas etmemek gerektiği ders verilir. Şöyle ki:

“Fıtrat-ı insaniyenin garib bir hali, gaflet zamanında letaif ile havassın hükümlerini, iltibas ile birbirine benzetir, tefrik edemez. Meselâ: El ile gözü birbirine benzetip hizmetlerini ve vazifelerini tefrik edemeyen bir mecnun, yüksekte gözüyle gördüğü bir şeyi almak için elini uzatıyor. El gözün komşusu olduğu münasebetle, onun yaptığı işi, el de yapabilir zanneder.” (Ms:128)

Keza bazı letâifin vazife sahaları hakkında da şu beyan var:

“Vicdanın anasır-ı erbaası ve ruhun dört havassı olan irade, zihin, his, latife-i Rabbaniye, herbirinin bir gayat-ül gayatı var: İradenin ibadetullahtır. Zihnin marifetullahtır. Hissin muhabbetullahtır. Latifenin müşahedetullahtır. Takva denilen ibadet-i kâmile, dördünü tazammun eder. Şeriat şunları hem tenmiye, hem tehzib, hem bu gayat-ül gayata sevkeder.” (H:136)

Fakat böyle ihtisasat-ı kalbiye ve ruhiyeler, aklî ve muhakemelerle bilinen manaların ifade edilmesi tarzında lisana getirilemez.

“Evet delil içinde neticeyi görmek, âlemde Sânii müşahede etmek, tarîk-ı istiğrakkârane cihetiyle cedavil-i ekvanda cereyan-ı tecelliyat-ı İlahiyeyi ve melekûtiyet-i eşyada sereyan-ı füyuzatı ve meraya-yı mevcudatta tecelli-i esma ve sıfâtı, yalnız zevken anlaşılır birer hakikat iken, dîk-ı elfaz sebebiyle uluhiyet-i sâriye ve hayat-ı sâriye tabir ettiler. Ehl-i fikir, o hakaik-i zevkiyeyi nazarın mekayisine sıkıştırdığından çok evham-ı bâtılaya menşe oldu.” (Ms:256)

Bu gelen İlem’de de: Maneviyat yolunda yapılan seyr-i fikrî ve ruhiyeler esnasında letaifin muhtelif âlemlerine açılıp müşahedata mazhariyetinde, gerek inkişaf eden mânevi âlemler arasında ve gerek kendi âlemine açılan lâtife ile, açıldığı âlemin şartları arasında iltibas etmemek dersi veriliyor. Onsekizinci Mektubda bir nebze beyan olduğu gibi...

İ'lem Eyyühel-Aziz! Misafir olan bir kimse seferinde çok yerlere, menzillere uğrar, Uğradığı her yerin âdetleri ve şartları ayrı ayrı olur.

Kezalik Allah'ın yolunda sülûk eden zât çok makamlara, mertebelere, hallere, perdelere rastgelir ki, bunların da her birisi için kendine mahsus şartlar ve vaziyetler vardır. Bu şartları ve perdeleri, birbirine haltedip karıştıran, galat ve yanlış hareket eder. Meselâ: Bir ahırda atın kişnemesini işiten bir adam, yüksek bir sarayda andelibin terennümünü, güzel sadâsını işitir. Eğer o terennüm ile atın kişnemesini farketmeyip andelibden kişnemeyi taleb ederse, kendi nefsiyle mugalata etmiş olur.”( Ms:134)

Bu gibi mâneviyat hadiseleri ancak yaşamakla bilindiğinden, bu cins hadiselerin mahiyetlerinden değil, vücudlarından haber verilir. Bu husus ehemmiyetlidir. İşte Onuncu Nota dahi bu cinsten bir hakikattır.

İşte bu sırla alâkalı bir diğer parça da şudur:

“Fesübhanallah! Mülk ve melekût arasındaki hicab ne kadar incedir, aralarındaki mesafe ne kadar büyüktür. Dünya ile âhiret arasındaki yol ne kadar kısa ve ne kadar uzundur. İlim ile cehil arasındaki hicab ne kadar latif ve ne kadar kalındır. İman ile küfür arasındaki berzah ne kadar şeffaf ve ne kadar kesiftir. İbadetle masiyet arasındaki mesafe ne kadar kısadır. Halbuki araları Cennet ile Nâr'ın araları kadardır. Hayat ne kadar kısa, emel ne kadar uzundur. Evet hal ile mazi arasında öyle ince bir perde vardır ki, ruhun mazi cihetine geçmesine mani değildir. Cesede nisbeten bitmez bir mesafedir.

Kezalik mülk ile melekût, dünya ile âhiret arasında ehl-i kalb için şeffaf, ehl-i heva için kesif ince bir perde vardır. Kezalik gece ile gündüz arasında latif bir perde var ki, gözün kapanmasıyla gece olup, açılmasıyla gündüz olduğu gibi; nefsin âlem-i maneviyata gözü kapanırsa ebedî bir gece içinde kalır; gözü maneviyata açılırsa neharı inkişaf eder.” (Ms:198)

İnsan şükr-ü örfî ile ve gaflet sebeblerinden tecennübü ile, onsekizbin âlemle mânevi münâsebettar olabiliyor. Cismi ile âlem-i şehadete; ruhu ile âlem-i gayba hülasa olup tecelliyat envaına mazhariyet kazanır. Şöyle ki:

Cenab-ı Hak insanı kâinata câmi' bir nüsha ve onsekiz bin âlemi hâvi şu büyük âlemin kitabına bir fihrist olarak yaratmıştır. Ve esma-i hüsnadan herbirisinin tecelligâhı olan herbir âlemden bir örnek, bir nümune, insanın cevherinde vedîa bırakmıştır. Eğer insan maddî ve manevî herbir uzvunu Allah'ın emrettiği yere sarfetmekle hamdin şubelerinden olan şükr-ü örfîyi îfa ve şeriata imtisal ederse, insanın cevherinde vedîa bırakılan o örneklerin herbirisi, kendi âlemine bir pencere olur. İnsan o pencereden, o âleme bakar. Ve o âleme tecelli eden sıfatla, o âlemden tezahür eden isme bir mir'at ve bir âyine olur. O vakit insan ruhuyla, cismiyle âlem-i şehadet ve âlem-i gayba bir hülâsa olur. Ver her iki âleme tecelli eden, insana da tecelli eder. İşte bu cihetle insan, sıfât-ı kemaliye-i İlahiyeye hem mazhar olur, hem müzhir  olur.

Nitekim Muhyiddin-i Arabî,

كُنْتُ كَنْزًا مَخْفِيًّا فَخَلَقْتُ الْخَلْقَ لِيَعْرِفُونِى hadîs-i şerifinin beyanında: "Mahlukatı yarattım ki, bana bir âyine olsun ve o âyinede cemalimi göreyim." demiştir.” (İ:17)

İnsanın çekirdeği olan kalb, ubudiyet ve ihlas altında İslâmiyet ile iska edilmekle imanla intibaha gelirse, nuranî, misalî âlem-i emirden gelen emr ile öyle bir şecere-i nuranî olarak yeşillenir ki; onun cismanî âlemine ruh olur. Eğer o kalb çekirdeği böyle bir terbiye görmezse, kuru bir çekirdek kalarak nura inkılab edinceye kadar ateş ile yanması lâzımdır.

Ve keza o habbe-i kalb için, pek çok hizmetçi vardır ki, o hâdimler kalbin hayatıyla hayat bulup inbisat ederlerse, kocaman kâinat onlara tenezzüh ve seyrangâh olur.” (Ms:117)

(Bakınız: Altıncı Söz’ün Tahşiyesi-Şükr-ü Örfî Sırrı)

Hz. Üstad, akraba ve dünya alâkardarlarından tecerrüd ve gıll ü gıştan azadelik, yani Onuncu Notada tefeyyüz şartlı olarak kaydedilen gaflet esbabından tecerrüd tefeyyüzat için gerektiğini ifade eder.

Ehl-i dünya, dünyalarına karışabilecek bütün nüfuzlu ve kuvvetli rüesaları ve şeyhleri, kasabalarda ve şehirlerde bırakıp akrabalarıyla beraber herkesle görüşmeye izin verdikleri halde, beni zulmen tecrid etti, bir köye gönderdi. Hiç akraba ve hemşehrilerimi, -bir-iki tanesi müstesna olmak üzere- yanıma gelmeye izin vermedi. Benim Hâlık-ı Rahîmim o tecridi, benim hakkımda bir azîm rahmete çevirdi. Zihnimi safi bırakıp, gıll u gıştan âzade olarak Kur'an-ı Hakîm'in feyzini olduğu gibi almağa vesile etti.” (M:46)

Hem Hakaik-i imaniye ve esasat-ı Kur'aniye, resmî bir şekilde ve ücret mukabilinde dünya muamelatı suretine sokulmaz; belki bir mevhibe-i İlahiye olan o esrar, hâlis bir niyet ile  ve huzuzat-ı nefsaniyeden tecerrüd etmek vesilesiyle o feyizler gelebilir.” (M:70)

Evet evet.. acz ve tevekkül ile, fakr ve iltica ile nur kapısı açılır, zulmetler dağılır.” (M:26)

Hz. Üstad, hakaikin kabul ve idraki için:

 1-Vahyen tebliğ ve beyan

2-  Kalb

3-  Akıl

4-Nefsin tasfiye ve tekâmül etmelerin gerektiğini şöyle beyan eder:

Kur'an, gösterdiği o hakaik-i İlahiye ve o hakaik-i kevniyeyi beyandan sonra ve safa-yı kalb ve tezkiye-i nefisten sonra ve ruhun terakkiyatından ve aklın tekemmülünden sonra beşerin ukûlü "Sadakte" deyip o hakaikı kabul eder.” (S:406)

İmanın asıl hakikatı ve istinadgâhı, (Onuncu Nota ile alâkalı olan) hadsîdir. (Hads için  İslam Prensipleri Ansiklopedisi Hads maddesi).

Kalb ile vicdan, mahall-i iman. Hads ile ilham, delil-i iman.

Bir hiss-i sâdis; tarîk-ı iman... Fikr ile dimağ, bekçi-i iman.” (S:732)

İ'lem Eyyühel-Aziz! Bir bürhan ile elde edilen netice-i tevhidi bazı insanlar isti'zam ile dar zihinlerine sıkıştıramazlar veya bozuk hayalleri tahammül edemez. Bu hale karşı o kat'î, sahih bürhanı reddetmek üzere "Bu neticeyi, bu kadar azametiyle şu bürhan (onu) intac edemez." diye bahaneler ile kabul etmez. O miskin bilmez mi ki, neticenin kayyumu imandır. Bürhan, ancak onu görmek için bir menfezdir veya bir süpürge gibi o neticeye konan vehimleri süpürür. Maahaza bürhan bir değildir, bin değildir. Zerrat-ı âlem adedince bürhanlar vardır.” (Ms:198)

Beşerin havass-ül hams-ı zahire ve bâtınadan başka, âlem-i gayba karşı açılan pek çok pencereleri var. Gayr-ı meş'ur pek çok hisleri var. Hiss-i sâmia, bâsıra, zaika olduğu gibi, bir hiss-i sâdise-i sadıka olan saika vardır. Hem bir hiss-i sâbia-i bârika olan şaika var. O şevk ve sevk yalan söylemez, yanlış gidemez.” (Ms:254)

Yalnız maddî ve aklî ilimlerde ilerleyen, mânevi keşfiyat ve tefeyyüzlerden uzaktırlar. Hem bu bir kanun-ı fıtrattır. Şöyle ki:

Bir şeyden uzak olan bir kimse, yakın olan adam kadar o şeyi göremez. Ne kadar zeki olursa olsun, o şeyin ahvali hakkında ihtilafları olduğu zaman yakın olanın sözü muteberdir. Binaenaleyh Avrupa feylesofları maddiyatta şiddet-i tevaggulden dolayı iman, İslâm ve Kur'anın hakaikından pek uzak mesafelerde kalmışlardır. Onların en büyüğü, yakından hakaik-i İslâmiyeye vukufu olan âmi bir adam gibi de değildir. Ben böyle gördüm, nefs-ül emir de benim gördüğümü tasdik eder. Binaenaleyh şimşek, buhar gibi fennî mes'eleleri keşfeden feylesoflar, Hakkın esrarını, Kur'an nurlarını da keşfedebilirler diyemezsin. Zira onun aklı gözündedir. Göz ise, kalb ve ruhun gördüklerini göremez. Çünki kalblerinde can kalmamıştır. Gaflet o kalbleri tabiat bataklığında çürütmüştür.” (Ms:239)

Netice: Onuncu Nota’da geçen, Nurun parmaklarla tutulmaması ve tenkid edilmemesi gibi tabirler; vehbî ilmin ve füyuzatın, kesbî ilmin metodları ile karşılanmaması manasında... Hem o nurlara tevecüh etmek: Ruhen ihtiyaç duyup alâkalanmak mânasında... o nurun hissedilmesinde: Su, hava ve nur olarak tabirleri: Bu mârifet nurlarının hakikatlarının beyanı kabil olmayan ve yaşanmakla bilinen esrardan olup, ilm-el yakin, ayn-el yakin ve hakk-al yakin gibi derceleri olduğuna; hem suyun görme ve dokunma duygusuyla; nurun da yalnız görme duygusuyla hissedilmesi gibi, o marifet nurunun da dereceleri bulunduğuna ve hissedilmesi de her lâtifenin işi olmayıp giderek inceleşen lâtifenin hissettiğine işaret olabilir.

İşte mezkûr ifade ve beyanlardan anlaşıldı ki, Onuncu Nota’nın yaşanarak hissedilen ve ifade edilmiyen hakikatından bu fakir ne kadaar uzaktır, böyle ilm-i ledüne Hz. Hızır aşinadır. O halde ben Hazret-i Hızır’a söz söyliyecek adam değilim.

Vesselam....   

Kardeşin Rüşdü

1 Allah’ı tanımanın kalb ile hissedilen manevi inceliklerine.

2 Allah’ı tanıtan eserler.

3 Eserlerdeki mana incelikleri ile.

4 Allah’ı tanıtan ve ruh ve kalb ile hissedilen manaları.

5 Aklî delillerle

6 Doğruluğunu aklın anlamadığından şüpheli bakma. Çünki, aklın idrakinden sonra kalbde hissedilen lâtif manalardır ki aklı aşıyor

7 Aklın yalnız zahiri anlayışı ile anlamaya çalışma

8 Menfaat ve lezzet gibi nefsin isteklerinden ve Allah’ı, ahireti ve dünyaya geliş gayesini unutturan sebeblerden uzak dur.

9 Marifetullah  nurlarına.

10 Akıl ve kalb bir derece anlayıp hisseder.

11 Akli delillerle hissedilmez.

12 Dünyevi hadiselerden fikren ve hissen şekillenip hayale akseden anlayışlar, maneviyatın lâtif manalarını anlayamayacağından, böyle hayalden tecerrüd gerektir.

13 Marifetullah’ın mezkûr 1. kısmına, aklen, kalben, tam teveccüh etmektir.

14 Aklın idrakından sonra maneviyatı hisseden ruhî latifelerin vazifasini ancak zahiriyatı idrak edebilen akıl ile anlamaya çalışmak o meneviyattan uzak kalmaktır.

15 Maddi anlayışlarla hissedilemez.

16 Sudan biraz daha lâtifdir. Yani, Marifetullah’ın birinci kısmından daha lâtiftir.

17 Zahiri akıl o hakikatı anlayamaz.

18 Yani, maddi manevi bütün idrakatınla teveccüh et.

19 Yani, o hakikata ulaşamıyan aklın tereddütüyle bakma.

20 Yani, akli anlayışın içinde yerleşmez.

21( Yani, mana letaifinde 2. Kısımdan daha lâtifdir.

22 İlahi nazarda liyakat varsa İlahi ihsan ve ilham olarak gelir. Yani, gönderilir. Yani, insanın iradesine bağlı değildir. Ancak irade ile ona teveccüh edilir.

23 Akli sahadaki maddi delillerle idrak edilmez.

24 Kur’anın talimiyle gelişen aklın ve yine kur’anın irşadiyle tenevvür eden kalbin imtizacından doğan bir sezgiyle hissedilir.

25 Zahirde şekillenmiş olan aklına görünmez.

26 Letaif aleminde dolaşan latif manalar alem-i cismanide dolaşan akli anlayışlara mahkûm olmaz.

 

Bu dersi indirmek için tıklayınız.

Yukarı Çık