DERSLER / TAHŞİYELER

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ وَ الصَّلاَةُ وَ السَّلاَمُ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَ عَلَى آلِهِ وَ صَحْبِهِ اَجْمَعِينَ

ONİKİNCİ SÖZ’ÜN TAHŞİYESİ1

وَمَنْ يُؤْتَ الْحِكْمَةَ فَقَدْ اُوتِىَ خَيْرًا كَثِيرًا ٭ وَ بِالْحَقِّ اَنْزَلْنَاهُ وَ بِالْحَقِّ نَزَلَ âyetlerinin mealinde ve hikmet-i Kur'aniyenin fazileti hakkında yüzer âyâtın mühim bir hakikatını, hikmet-i felsefe ile hikmet-i Kur'aniyenin müvazenesi suretinde gayet parlak bir temsil ile tefsir etmekle Kur'anın bir mu'cizesini ve i'cazını ve onun karşısında hikmet-i felsefenin aczini ve sukutunu hârika bir surette isbat eder, körlere de gösterir. Bu söz, Onbirinci Söz gibi gayet mühimdir. Herkes onlara muhtaçtır.” Sözler (779)

Onikinci Söz2

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

وَمَنْ يُؤْتَ الْحِكْمَةَ فَقَدْ اُوتِىَ خَيْرًا كَثِيرًا

[Kur'an-ı Hakîm'in hikmet-i kudsiyesi ile felsefe3 hikmetinin icmalen müvazenesi, hem hikmet-i Kur'aniyenin insanın hayat-ı şahsiyesine ve hayat-ı içtimaiyesine verdiği ders-i terbiyenin gayet kısa bir fezlekesi, hem Kur'anın sair kelimat-ı İlahiyeye ve bütün kelâmlara cihet-i rüchaniyetine bir işarettir. İşte bu sözde "Dört Esas" vardır.]

BİRİNCİ ESAS: Hikmet-i Kur'aniye ile hikmet-i fenniyenin farklarına şu gelecek hikâye-i temsiliye dûrbîniyle bak:

Bir zaman, hem dindar, hem gayet san'atkâr bir Hâkim-i Namdar istedi ki: Kur'an-ı Hakîm'i, maânîsindeki kudsiyetine ve kelimatındaki i'caza şayeste bir yazı ile yazsın. O mu'ciz-nüma kamete, hârika bir libas giydirilsin. İşte o Nakkaş Zât, Kur'anı pek acib bir tarzda yazdı.4 Bütün kıymettar cevherleri, yazısında istimal etti. Hakaikının tenevvüüne işaret için bazı mücessem hurufatını elmas ve zümrüt ile ve bir kısmını lü'lü ve akik ile ve bir taifesini pırlanta ve mercanla ve bir nev'ini altun ve gümüş ile yazdı. Hem öyle bir tarzda süslendirip münakkaş etti ki, okumayı bilen ve bilmeyen herkes temaşasından hayran olup istihsan ederdi. Bahusus ehl-i hakikatın nazarına o surî güzellik, manasındaki gayet parlak güzelliğin ve gayet şirin tezyinatın işaratı olduğundan, pek kıymettar bir antika olmuştur.

Sonra o Hâkim, şu musanna' ve murassa' Kur'anı, bir ecnebi feylesofa ve bir müslüman âlime gösterdi. Hem tecrübe, hem mükâfat için emretti ki: "Herbiriniz, bunun hikmetine dair bir eser yazınız." Evvelâ o feylesof, sonra o âlim, ona dair birer kitab te'lif ettiler. Fakat feylesofun kitabı, yalnız harflerin nakışlarından ve münasebetlerinden ve vaziyetlerinden ve cevherlerinin hâsiyetlerinden ve tarifatından bahseder.5 Manasına hiç ilişmez. Çünki o ecnebî adam, arabî hattı okumayı hiç bilmez. Hattâ o müzeyyen Kur'anı, bilmiyor ki bir kitabdır ve manayı ifade eden yazıdır. Belki ona münakkaş bir antika nazarıyla bakıyor. Lâkin çendan arabî bilmiyor fakat çok iyi bir mühendistir, güzel bir tasvircidir, mahir bir kimyagerdir, sarraf bir cevhercidir. İşte o adam, bu san'atlara göre eserini yazdı.

Amma müslüman âlim ise ona baktığı vakit anladı ki: O, Kitab-ı Mübin'dir, Kur'an-ı Hakîm'dir.6 İşte bu hakperest zât, ne tezyinat-ı zahiriyesine ehemmiyet verdi ve ne de hurufun nukuşuyla iştigal etti. Belki öyle bir şeyle meşgul oldu ki, milyon mertebe öteki adamın iştigal ettiği mes'elelerinden daha âlî, daha galî, daha latif, daha şerif, daha nâfi', daha câmi'... Çünki nukuşun perdesi altında olan hakaik-i kudsiyesinden ve envâr-ı esrarından bahsederek gayet güzel bir tefsir-i şerif yazdı.7 Sonra ikisi, eserlerini götürüp o Hâkim-i Zîşan'a takdim ettiler. O Hâkim, evvelâ feylesofun eserini aldı. Baktı gördü ki: O hodpesend ve tabiatperest adam çok çalışmış, fakat hiç hakikî hikmetini yazmamış. Hiçbir manasını anlamamış, belki karıştırmış. Ona karşı hürmetsizlik, belki edebsizlik etmiş. Çünki o menba-ı hakaik olan Kur'anı, manasız nukuş zannederek, mana cihetinde kıymetsizlik ile tahkir etmiş olduğundan, o Hâkim-i Hakîm dahi onun eserini başına vurdu, huzurundan çıkardı.

Sonra öteki hakperest, müdakkik âlimin eserine baktı gördü ki: Gayet güzel ve nâfi' bir tefsir ve gayet hakîmane, mürşidane bir te'liftir.8 "Âferin, bârekâllah" dedi. İşte hikmet budur ve âlim ve hakîm, bunun sahibine derler. Öteki adam ise, haddinden tecavüz etmiş bir san'atkârdır. Sonra onun eserine bir mükâfat olarak; herbir harfine mukabil, tükenmez hazinesinden "On altun verilsin" irade etti.

Eğer temsili fehmettin ise bak, hakikatın yüzünü de gör:

Amma o müzeyyen Kur'an ise, şu musanna' kâinattır. O hâkim ise, Hakîm-i Ezelî'dir. Ve o iki adam ise, birisi yani ecnebisi; ilm-i felsefe ve hükemasıdır. Diğeri, Kur'an ve şakirdleridir. Evet Kur'an-ı Hakîm, şu Kur'an-ı Azîm-i Kâinatın en âlî bir müfessiridir ve en belig bir tercümanıdır. Evet o Furkan'dır ki; şu kâinatın sahifelerinde ve zamanların yapraklarında kalem-i kudretle yazılan âyât-ı tekviniyeyi9 cin ve inse ders verir.10 Hem herbiri birer harf-i manidar olan mevcudata "mana-yı harfî" nazarıyla, yani onlara Sâni' hesabına bakar, "Ne kadar güzel yapılmış, ne kadar güzel bir surette Sâni'inin cemaline delalet ediyor" der. Ve bununla kâinatın hakikî güzelliğini gösteriyor. Amma ilm-i hikmet dedikleri felsefe ise; huruf-u mevcudatın tezyinatında ve münasebatında dalmış ve sersemleşmiş, hakikatın yolunu şaşırmış.11 Şu kitab-ı kebirin hurufatına "mana-yı harfî" ile, yani Allah hesabına bakmak lâzım gelirken; öyle etmeyip "mana-yı ismî" ile, yani mevcudata mevcudat hesabına bakar, öyle bahseder. "Ne güzel yapılmış"a bedel, "Ne güzeldir" der, çirkinleştirir. Bununla kâinatı tahkir edip, kendisine müştekî eder. Evet dinsiz felsefe, hakikatsiz bir safsatadır ve kâinata bir tahkirdir...12

İKİNCİ ESAS: Kur'an-ı Hakîm'in hikmeti, hayat-ı şahsiyeye verdiği terbiye-i ahlâkıye ve hikmet-i felsefenin verdiği dersin müvazenesi:

Felsefenin hâlis bir tilmizi, bir firavundur.13 Fakat menfaati için en hasis şeye ibadet eden bir firavun-u zelildir. Her menfaatli şeyi kendine "Rab" tanır.14 Hem o dinsiz şakird, mütemerrid ve muanniddir. Fakat bir lezzet için nihayet zilleti kabul eden miskin bir mütemerriddir. Şeytan gibi şahısların, bir menfaat-ı hasise için ayağını öpmekle zillet gösterir denî bir muanniddir. Hem o dinsiz şakird, cebbar bir mağrurdur. Fakat kalbinde nokta-i istinad bulmadığı için zâtında gayet acz ile âciz bir cebbar-ı hodfüruştur. Hem o şakird, menfaatperest hodendiştir ki; gaye-i himmeti, nefs ve batnın ve fercin hevesatını tatmin ve menfaat-ı şahsiyesini, bazı menfaat-ı kavmiye içinde arayan dessas bir hodgâmdır.15

Amma hikmet-i Kur'anın hâlis tilmizi ise; bir abd'dir. Fakat a'zam-ı mahlukata da ibadete tenezzül etmez. Hem cennet gibi a'zam-ı menfaat olan bir şeyi, gaye-i ibadet kabul etmez bir abd-i azizdir. Hem hakikî tilmizi mütevazidir; selim, halîmdir. Fakat Fâtırının gayrına, daire-i izni haricinde ihtiyarıyla tezellüle tenezzül etmez. Hem fakir ve zaîftir, fakr ve za'fını bilir. Fakat onun Mâlik-i Kerim'i, ona iddihar ettiği uhrevî servet ile müstağnidir ve Seyyidinin nihayetsiz kudretine istinad ettiği için kavîdir.16 Hem yalnız livechillah, rıza-i İlahî için, fazilet için amel eder,17 çalışır... İşte iki hikmetin verdiği terbiye, iki tilmizin müvazenesiyle anlaşılır.

ÜÇÜNCÜ ESAS:18 Hikmet-i felsefe ile hikmet-i Kur'aniyenin hayat-ı içtimaiye-i beşeriyeye verdiği terbiyeler:19

Amma hikmet-i felsefe ise, hayat-ı içtimaiyede nokta-i istinadı, "kuvvet" kabul eder.20 Hedefi, "menfaat" bilir. Düstur-u hayatı, "cidal" tanır. Cemaatlerin rabıtasını, "unsuriyet, menfî milliyeti" tutar. Semeratı ise, "hevesat-ı nefsaniyeyi tatmin ve hacat-ı beşeriyeyi tezyid"dir. Halbuki kuvvetin şe'ni, tecavüzdür. Menfaatın şe'ni, her arzuya kâfi gelmediğinden üstünde boğuşmaktır. Düstur-u cidalin şe'ni, çarpışmaktır. Unsuriyetin şe'ni, başkasını yutmakla beslenmek olduğundan, tecavüzdür... İşte bu hikmettendir ki, beşerin saadeti selb olmuştur.21

Amma hikmet-i Kur'aniye ise, nokta-i istinadı, kuvvete bedel "hakk"ı kabul eder. Gayede menfaate bedel, "fazilet ve rıza-yı İlahî"yi kabul eder. Hayatta düstur-u cidal yerine, "düstur-u teavün"ü esas tutar. Cemaatlerin rabıtalarında; unsuriyet, milliyet yerine "rabıta-i dinî ve sınıfî ve vatanî" kabul eder. Gayatı; hevesat-ı nefsaniyenin tecavüzatına sed çekip, ruhu maaliyata teşvik ve hissiyat-ı ulviyesini tatmin eder ve insanı kemalât-ı insaniyeye sevk edip insan eder. Hakkın şe'ni, ittifaktır. Faziletin şe'ni, tesanüddür. Düstur-u teavünün şe'ni, birbirinin imdadına yetişmektir. Dinin şe'ni, uhuvvettir, incizabdır. Nefsi gemlemekle bağlamak, ruhu kemalâta kamçılamakla serbest bırakmanın şe'ni, saadet-i dareyndir.

1 (Farklı derslerde okunmuş farklı derlemelerin birleştirilmesiyle hazırlanmıştır.)

2 Bu ders tabiat ve esbab şirkine karşı şiddetli bir ikazdır.

3 Felsefe, dinden kopuk beşerî düşüncenin külliyattaki ifade şeklidir ve dinin dediklerine göre değil, kendi meyl ve anlayışına göre düşünmenin adıdır. (Bakınız: Felsefe ve Feylesof derlemeleri)

4 Bu parağrafta yazdığı söylenen kitab kainata işarettir. Külliyatta kitab-ı kebir-i kainat ve benzer ifadelerle tekrar edilir.

5 Yani, kimya ve fizik ilmiyle bilinen kainat kitabındaki kanun ve unsurlardan bahseder.

6 Mecaz ifade ile kainat kitabı olduğu kasdediliyor.

“Kâinat mescid-i kebirinde Kur'an kâinatı okuyor! Onu dinleyelim. O nur ile nurlanalım, hidayetiyle amel edelim ve onu vird-i zeban edelim. Evet söz odur ve ona derler. Hak olup, Hak'tan gelip Hak diyen ve hakikatı gösteren ve nuranî hikmeti neşreden odur.” Sözler (33)

“Hem üslûb-u Kur'anîde öyle bir cezalet ve selaset ve fıtrîlik var ki: Güya Kur'an bir hâfızdır; kudret kalemiyle kâinat sahifelerinde yazılan âyâtı okuyor. Güya Kur'an, kâinat kitabının kıraatıdır ve nizamatının tilavetidir ve Nakkaş-ı Ezelî'sinin şuunatını okuyor ve fiillerini yazıyor.” Lem'alar (128)

7 Yani, kainata mana-yı harfîyle bakmak esastır. Şöyle ki;

“Kırk sene ömrümde, otuz sene tahsilimde yalnız dört kelime ile dört kelâm öğrendim; tafsilen beyan edilecektir. Burada yalnız icmalen işaret edilecektir. Kelimelerden maksad: Mana-yı harfî, mana-yı ismî, niyet, nazardır. Şöyle ki:

Cenab-ı Hakk'ın masivasına (yani kâinata) mana-yı harfiyle ve Onun hesabına bakmak lâzımdır. Mana-yı ismiyle ve esbab hesabına bakmak hatadır.

Evet her şeyin iki ciheti vardır. Bir ciheti Hakk'a bakar. Diğer ciheti de halka bakar. Halka bakan cihet, Hakk'a bakan cihete tenteneli bir perde veya şeffaf bir  cam parçası gibi, altında Hakk'a bakan cihet-i isnadı gösterecek bir perde gibi olmalıdır. Binaenaleyh nimete bakıldığı zaman Mün'im, san'ata bakıldığı zaman Sâni', esbaba nazar edildiği vakit Müessir-i Hakikî zihne ve fikre gelmelidir.

Ve keza nazar ile niyet, mahiyet-i eşyayı tağyir eder. Günahı sevaba, sevabı günaha kalbeder. Evet niyet âdi bir hareketi ibadete çevirir. Ve gösteriş için yapılan bir ibadeti günaha kalbeder. Maddiyata esbab hesabıyla bakılırsa cehalettir. Allah hesabıyla olursa, marifet-i İlahiyedir.” Mesnevi-i Nuriye (51)

8 Yani, kainata mana-yı harfîyle bakıp, ifade ettikleri İlahi hükümleri ve marifetullahı esas aldı. Şöyle ki;

Niyet gibi, tarz-ı nazar dahi âdeti ibadete çevirir

Şu noktaya dikkat et; nasıl olur niyetle mubah âdât, ibadat... Öyle tarz-ı nazarla fünun-u ekvan, olur maarif-i İlahî...

Tedkik dahi tefekkür, yani ger harfî nazarla, hem san'at noktasında "ne güzeldir" yerine "ne güzel yapmış Sâni', nasıl yapmış o mâhi"

Nokta-i nazarında kâinata bir baksan, nakş-ı Nakkaş-ı Ezel, nizam ve hikmetiyle lem'a-i kasd ve itkan, tenvir eder şübehi.

Döner ulûm-u kâinat, maarif-i İlahî. Eğer mana-yı ismiyle, tabiat noktasında, "zâtında nasıl olmuş" eğer etsen nigahı,

Bakarsan kâinata, daire-i fünunun daire-i cehl olur. Bîçare hakikatlar, kıymetsiz eller kıymetsiz eder. Çoktur bunun güvahı...” Sözler (723)

9 Allah’ı esmasıyla tanıtan harika eserlerini demektir.

10 Yani, cinlere de ders verdiği ifade ediliyor. Şöyle ki;

“madem şu dünyanın pek çok âsârı ve maneviyatı ve meyveleri ve cin ve ins gibi mükellefînin mensucat-ı amelleri, sahaif-i ef'alleri, ruhları, cesedleri âhiret pazarına gönderiliyor.” Sözler (556)

“Öyle Muhammed (A.S.M.) ki, icma ve tasdiklerine mazhar olmakla, enbiya ve mürselîne siyadet ünvanını; ve ittifak ve tahkiklerini almakla, imam-ül evliya ve'l-ülema lâkabını almıştır. Ve öyle Muhammed (A.S.M.) ki, âyât-ı bahire, mu'cizat-ı katıa ve secaya-yı sâmiye ve ahlâk-ı âliye sahibi olmakla mehbit-i vahy-i İlahî olmuştur. Ve öyle bir Muhammed (A.S.M.) ki, âlem-i gayb ve melekûtu seyr ve ziyaret etmekle, ervahı müşahede ve melaike ile musahabe, cin ve insanlara irşad vazifesini almıştır.” Mesnevi-i Nuriye (53)

11 Düşünebilenlere zamanımızda mekteblerde okutulan derslerin durumunu hatırlatıyor. Tabiat ve esbab şirkine karşı kuvvetli bir ikazdır.

12 Bu parçada felsefeyi temelinden tarif etmiştir. Yani, mana-yı ismî ile bakmak, “Ne güzeldir” sözü ile düşünmek felsefedir ki, bugün mekteblerin tamamında ekser derslerde okutulmaktadır. Esbab ve tabiat şirkidir.

13 Yani, firavun gibi kendi enaniyetinden başkasını dinlemez ve enaniyeti yolunda her kötülüğü yapar.

14 Yani, şahsi menfaatine çok şiddetle bağlanır ve şahsi menfaatini hayatının gayesi olarak görür. Yalnız enaniyetine bağlı olup, hak kanunlarını dinlemeyenler lezzet ve menfaatleri derecelerine göre gaye görürler.

15 Yani, kendi menfaatını menfaat-ı milliye ve cemaatiye namı altında elde etmeye çalışır. Yani, cemiyet ve cemaatı menfaatine göre istismar eder.

16 Burada merhum Zübeyir ağabeyin anlattığı bir hadiseyi bir örnek olarak nakledeceğiz. Şöyle ki; Hz. Üstad ile açık havada oturuyorduk. Üstadın hiç adeti olmadığı halde bacak bacak üstüne atıp dedi ki, “Şimdi Rus, İngiliz ve Fransız hava kuvvetleri birleşip beni imha etmek için bana taarruz etseler, bu taarruz manzarasını seyredeceğim.” diye iman cesaretini ifade ediyor. İmandan gelen bu kuvveti anlatan pekçok parçalardan biri şöyledir;

“Fıtratımdaki hadsiz aczimle beraber, ihtiyarlık ve gurbet ve kimsesizlik ve tecridim içinde; ehl-i dünya desiseleriyle, casuslarıyla bana hücum ettikleri hengâmda kalbime dedim: "Elleri bağlı, zaîf ve hasta bir tek adama ordular taarruz ediyor. Benim için bir nokta-i istinad yok mu?" diye حَسْبُنَا اللّٰهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ âyetine müracaat ettim. Bana o âyet bildirdi ki: İntisab-ı imanî vesikasıyla Kadîr-i Mutlak öyle bir Sultan'a intisab edersin ki; zemin yüzünde her baharda dörtyüzbin milletten mürekkeb nebatat ve hayvanat ordularının bütün cihazatlarını kemal-i intizam ile vermekle beraber, başta insan olarak, hayvanatın muazzam ordusunun bütün erzaklarını, değil medenî insanların son zamanlarda keşfettikleri et ve şeker ve sair taamların hülâsaları gibi, belki yüz derece o medenî hülâsalardan daha mükemmel ve bütün taamların her nev'inden tohum ve çekirdek denilen Rahmanî hülâsalara koyup; ve o hülâsaları dahi, onların pişirmelerine ve inbisatlarına dair kaderî tarifeler içinde sarıp, muhafaza için küçük sandukçalara koyup, tevdi' eder. O sandukçaların icadı, "Kün" emrinde bulunan "kâf-nun" fabrikasından o kadar çabuk ve kolay ve çoklukla olur ki; Kur'an der: "Hâlık emreder, meydana gelir." Madem sen, intisab-ı imanî tezkeresiyle böyle bir nokta-i istinad bulabildiğinden, hadsiz bir kuvvete ve kudrete dayanabilirsin.

Ben de âyetten bu dersimi aldıkça öyle bir kuvve-i maneviyeyi buldum ki; değil şimdiki düşmanlarıma, belki dünyaya meydan okuyabilir bir iktidar-ı imanî hissederek, bütün ruhumla beraber حَسْبُنَا اللّٰهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ dedim.” Lem'alar (254)

17 Kur’an (48:29) يَبْتَغُونَ فَضْلاً مِنَ اللّٰهِ وَرِضْوَانًۘا ayetinde Sahabeler ve dolayısiyle hakiki mü’minler Allah’tan bir fazilet ve rızasını isterler şeklindeki meal bu hakikatı nazara verir. Fazilet Kur’anda Allah’ın kullarına iyi ve güzeldir diye bildirdiği bütün üstün değerlerin adıdır.

18 Bu ders hayatımıza bakan tarafıyla nazara alınmalı.

19 Yani verdikleri anlayış ve yaşayış mukayesesi. Felsefeden anlamayan avama da hitab eden bu dersteki felsefe, avama bakan tarafıyla nazara alınmalı. Keza, bu Üçüncü Esas’ta nazara verilen kuvvet, menfaat, cidal, ırk-ırkçılık, hevesatla çoğaltılan hacat-ı gayr-ı zaruriye yani, moda ve fantaziye (bakınız: Moda Fantazi Asrilik derlemesi) olan bu beş esasat-ı fâsidelerinin herbiri başlı başına birer mevzu olup, bu bahis çok câmi’ bir bahistir. Çok dikkat gereklidir ve zamanın fitnesini tanıyıp, kurtulmak için cidden bilinmesi, gereken tedbirlerin  alınması da zaruridir.

20 İnsanların haklarını tayin eden ve hukukta müsavata dayanan ne beşerî ve ne de İlahî hukuku esas almaz.

21 Bu beş menfi esas cemiyetleri istila ederek, ahirzaman fitnesi olarak ortaya çıktı. Yani, kuvvetlinin zaifi hırpalaması ve alet etmesi, şahsi menfaatçılık, hayatın esasını mücadele görmek, menfi ırkçılık, hevesat-ı nefsaniyeyi tatmin gibi esaslardır ki, bunlar İslam ahlakına ve anlayışına aykırıdır. Deccaliyet ve Süfyaniyet denilen bu anlayış ve yaşayış daha çok memleketimizi esas aldı. Öyle ki, müslüman kendi kuvvetiyle menfi maksadına varamıyorsa Süfyaniyete dayanır oldu. Mesela; bir rivayette şöyle buyuruluyor.

يَخْرُجُ نَا سٌ مِنْ قَبْلِ الْمَشْرِقِ يَقْرَؤُنَ الْقُرْآنَ لاَيَجَاوِزُتَرَاقِيَهِمْ كُلَّمَاقُطِعَ قَرْنٌ نَشَاَ قَرْنٌ حَتَّى يَكُونَ آخِرُهُمْ يَخْرُجُ مَعَالدَّجَّالِ

(R.E.508) (İbn-i Hanbel, Taberani’nin Kebiri, Hakim’in Müstedreki, Ebu Nuaym Hılyesi, İbn-i Amr’den naklederler.)

Yani: “Şark tarafından bir cemaat (halk, insanlar) meydana gelir. Kur’an okurlar, (fakat) hançerlerinden (boğazlarından) aşağı geçmez. Onlardan bir taife (karn) (Bak: Karn) inkıraz bulsa, diğer taife (parti) zuhur eder. Son partileri (ise) deccal ile beraber olurlar.” (İslam Prensipleri Ansiklopedisi Deccal maddesi 650. Parağraf)

“Bu zamanda öyle fevkalâde hâkim cereyanlar var ki, herşeyi kendi hesabına aldığı için, (Bakınız: Münafık Cereyanların Tecavüz Plânları derlemesi) faraza hakikî beklenilen o zât dahi bu zamanda gelse, harekâtını o cereyanlara kaptırmamak için siyaset âlemindeki vaziyetten feragat edecek ve hedefini değiştirecek diye tahmin ediyorum.” Kastamonu Lahikası (90) (Bakınız: Gizli Nifak Cereyanın İslamiyete Ve İnsaniyete Hizmet Edenleri Çürütme Planları derlemesi v.b. derlemeler)

Yine fitnede bozulanlara hitab eden Bediüzzaman Hazretleri şu perişaniyete dikkat çeker.

“Eğer medeniyet böyle haysiyet kırıcı tecavüzlere ve nifak verici iftiralara ve insafsızcasına intikam fikirlerine ve şeytancasına mugalatalara ve diyanette lâübalicesine hareketlere müsaid bir zemin ise; herkes şahid olsun ki, o saadet-saray-ı medeniyet tesmiye olunan böyle mahall-i ağraza bedel, vilayat-ı şarkıyenin hürriyet-i mutlakanın meydanı olan yüksek dağlarındaki bedeviyet ve vahşet çadırlarını tercih ediyorum. Zira bu mimsiz medeniyette görmediğim hürriyet-i fikir ve serbestî-i kelâm ve hüsn-ü niyet ve selâmet-i kalb, Şarkî Anadolu'nun dağlarında tam manasıyla hükümfermadır.” Divan-ı Harb-i Örfi (46)

Fitnekar insi şeytan denen nifak cereyanı alet ettikleri kişileri şu damarlarından yakalar;

“Herbir zamanın insî bir şeytanı vardır. Şimdi beşerde insan suretinde şeytanın vekili olan ruh-u gaddar, fitnekârane siyasetiyle cihanın her tarafına kundak sokan el-hannas, altı hutuvatıyla âlem-i İslâmı ifsad için insanlarda ve insan cemaatlerindeki habis menbaları ve tabiatlarındaki muzır madenleri, fiilî propaganda ile işlettiriyor, zayıf damarları buluyor. Kiminin hırs-ı intikamını, kiminin hırs-ı câhını, kiminin tamahını, kiminin humkunu, kiminin dinsizliğini, hattâ en garibi, kiminin de taassubunu işletip siyasetine vasıta ediyor.” Asar-ı Bediiyye- Hutuvat-ı Sitte (119)

“İnsandaki tenbellik ve tenperverlik ve vazifedarlık damarından istifade eder. Evet şeytan-ı ins ve cinnî her cihette hücum ederler. Arkadaşlarımızdan metin kalbli, sadakatı kuvvetli, niyeti ihlaslı, himmeti âlî gördükleri vakit başka noktalardan hücum ederler.” Mektubat (426)

“Kıyamet ancak ümmetimden bir taife (cemaat-ı kalile) insanlara galib olduğu halde (Hak ve hakikat dairesinde, hakikat-ı Kur’aniye cihetinde bütün beşer aleminde mutlak galebeyi ifade eder.) kopacaktır. Bu taife, ne kendilerine yardımcı olmayanlara ve ne de yardımcı olanlara ehemmiyet vermeyeceklerdir.” İbn-i Mâce Mukaddeme 9. Hadis

Bu rivayetteki taife (11:116) (5:66) ayetlerinde nazara verilen cemaat-ı kalile manasını ifade eder. Bu meselede bir derece tahşidat yapılmasının sebebi, böyle fecaat ve felaketlere alet olmamak için bu irşadî bilgilere olan şiddetli ihtiyaçtır. (17:64) ayetinde de şu ikaz var.

وَاسْتَفْزِزْ مَنِ اسْتَطَعْتَ مِنْهُمْ بِصَوْتِكَ وَاَجْلِبْ عَلَيْهِمْ بِخَيْلِكَ وَرَجِلِكَ وَشَارِكْهُمْ فِى اْلاَمْوَالِ وَاْلاَوْلاَدِ وَعِدْهُمْۜ وَمَا يَعِدُهُمُ الشَّيْطَانُ اِلاَّ غُرُورًا

“Ahkâm-ı şer’iye cihetinde değil, belki ibret ve teyakkuz makamında zikredilen mezkûr (17:64) âyeti ise, daha çok asrımıza bakan vechiyle ifham ettiği zahir ve işarî mânâ ki; insî münafık şeytanların şerlerine karşı mü’minleri ikaz sadedinde Allah, insî ve cinnî şeytanlardan mürekkeb şer cereyanının mümessiline ve mümessillerine hitaben: İnsanlardan gücünün yettiği kimseleri sesinle (yani şehevî çalgılarla ve sihirbaz, aldatıcı ve yalan telkin ve propagandalarla) oynat, kaydır, şaşırt (idlal et) ve süvarilerinle (yani mücehhez askerî kuvvetinle) ve yayalarınla (yani içtimaî müesseselerinle) üzerine var (tahakküm et, ihtilal yap); (çeşidli neşriyat yollariyle) yaygara kopar (korkut, sindir); (riba yollarına ve haram muamelelere mecbur edip veya mülkiyet hakkını kaldırmakla) mallarına; ve (kendi ifsad edici tedris ve terbiye sistemine çekip) çocuklarına ortak ol. Onlara (aldatıcı, parlak) va’dlerde bulun (sizleri en üstün refah ve medeniyet seviyesinde yaşatacağız (ve sizi şu makamlara çıkartacağız) deyip ümitlendir, kendine çek.) Fakat şeytan (insî münafık) yalnız bir aldatış va’d eder, diye ehl-i dalâletin ifsaddaki esas metodlarını icmalen beyan eder.” (İslam Prensipleri Ansiklopedisi Aile maddesi 167. Parağraf)

 

Bu dersi indirmek için tıklayınız.

Yukarı Çık