DERSLER / TAHŞİYELER

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

وَ بِهِ نَسْتَعِينُ

اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ وَ الصَّلاَةُ وَ السَّلاَمُ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَ عَلَى آلِهِ وَ صَحْبِهِ اَجْمَعِينَ

YİRMİBİRİNCİ SÖZ’ÜN TAHŞİYESİ1

NAMAZ

İslâmın beş şartından birisidir. Bu kelimenin Arabcası “salât”tır. “Namaz” kelimesi Farsça olup, Türkçe’de de kullanılır. Salât keli­mesi şu manalara gelir: Dua, Kur’an, kunut, rükû’, salât, şükür, tesbih, secde, hamd. (Bak: Huşu, İba­det, Tatavvu, Teheccüd)

“Namaz hiç hilafsız İsra (Mi’rac) gecesinde farz kılınmıştır. İsra’nın Hic­ret’ten bir sene evvel olduğuna da, İbn-i Hazm icma’ iddia etmiştir.” (E.T. 5957) Mi’racdan önce farz olarak yatsı ve sabah namazları kılınıyordu.” (E.T. 3145)

Mi’rac’da namazın farz kılınması ve elli vakitten 5 vakte indiril­mesi, hadislerde beyan edilir. Ezcümle: Buharî Kitab: 8, Bab: l ve S.M.Kitab: l, hadis: 259, 263. İ.M. Kitab: 5, Bab: 194 ve S.B.M. 227. hadis sonu örnek verilebilir.

Kur’anda namazın ehemmiyet ve hikmetleri hakkında çok âyetler olduğu gibi hadislerde de pekçok tafsilat vardır. İslâm büyükleri de âyet ve hadislere istina­den namaza çok ehemmiyet vermişler ve namaz kılmamayı kâinatın yaradılış gaye­sine aykırı hareket etmek olduğunu bildirmişlerdir. Bütün se­mavi dinlerde namaz ve iba­det emredilmiş olduğu, Kur’anın müteaddid âyetlerinde görülüyor.

Meselâ: (2:83) (5:12) (10:87) (14:37, 40) (19:55, 59) (21:73) (31:17) âyetle­rinden sarahatla anlaşılıyor.

Yirmibirinci Söz

[İki Makamdır]

Birinci Makam

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

اِنَّ الصَّلاَةَ كَانَتْ عَلَى الْمُؤْمِنِينَ كِتَابًا مَوْقُوتًا

Bir zaman sinnen, cismen, rütbeten büyük bir adam bana dedi: "Namaz iyidir. Fakat hergün hergün beşer defa kılmak çoktur. Bitmediğinden usanç veriyor."2

O zâtın o sözünden hayli zaman geçtikten sonra, nefsimi dinledim. İşittim ki, aynı sözleri söylüyor ve ona baktım gördüm ki; tenbellik kulağıyla şeytandan aynı dersi alıyor.3 O vakit anladım: O zât o sözü, bütün nüfus-u emmarenin namına söylemiş gibidir veya söylettirilmiştir. O zaman ben dahi dedim: "Madem nefsim emmaredir4 . Nefsini ıslah etmeyen, başkasını ıslah edemez.5 Öyle ise, nefsimden başlarım.

Dedim: Ey nefis! Cehl-i mürekkeb içinde, tenbellik döşeğinde, gaflet uykusunda söylediğin şu söze mukabil "beş ikaz"ı benden işit.

Birinci ikaz: Ey bedbaht nefsim! Acaba ömrün ebedî midir! Hiç kat'î senedin var mı ki, gelecek seneye belki yarına kadar kalacaksın? Sana usanç veren, tevehhüm-ü ebediyettir6 . Keyf için, ebedî dünyada kalacak gibi nazlanıyorsun. Eğer anlasa idin ki, ömrün azdır hem faidesiz gidiyor. Elbette onun yirmidörtten birisini, hakikî bir hayat-ı ebediyenin saadetine medar olacak bir güzel ve hoş ve rahat ve rahmet bir hizmete sarfetmek; usanmak şöyle dursun, belki ciddî bir iştiyak ve hoş bir zevki tahrike sebeb olur.7

İkinci ikaz: Ey şikem-perver nefsim! Acaba hergün hergün ekmek yersin, su içersin, havayı teneffüs edersin; sana onlar usanç veriyor mu? Madem vermiyor; çünki ihtiyaç tekerrür ettiğinden, usanç değil belki telezzüz ediyorsun. Öyle ise: Hane-i cismimde senin arkadaşların olan kalbimin gıdası, ruhumun âb-ı hayatı ve latife-i Rabbaniyemin hava-yı nesimini cezb ve celbeden namaz dahi, seni usandırmamak gerektir. Evet nihayetsiz teessürat ve elemlere maruz ve mübtela ve nihayetsiz telezzüzata ve emellere meftun ve pürsevda bir kalbin kut ve kuvveti8 ; herşeye kadir bir Rahîm-i Kerim'in kapısını niyaz ile çalmakla elde edilebilir. Evet şu fâni dünyada kemal-i sür'atle vaveylâ-yı firakı koparan giden ekser mevcudatla alâkadar bir ruhun âb-ı hayatı ise; herşeye bedel bir Mabud-u Bâki'nin, bir Mahbub-u Sermedî'nin çeşme-i rahmetine namaz ile teveccüh etmekle içilebilir. Evet fıtraten ebediyeti isteyen ve ebed için halkolunan ve ezelî ve ebedî bir zâtın âyinesi olan ve nihayetsiz derecede nazik ve letafetli bulunan zîşuur bir sırr-ı insanî, zînur bir latife-i Rabbaniye; şu kasavetli, ezici ve sıkıntılı, geçici ve zulümatlı ve boğucu olan ahval-i dünyeviye içinde, elbette teneffüse pek çok muhtaçtır ve ancak namazın penceresiyle nefes alabilir.9

Üçüncü ikaz: Ey sabırsız nefsim!10 Acaba geçmiş günlerdeki ibadet külfetini ve namazın meşakkatini ve musibet zahmetini, bugün düşünüp muzdarib olmak, hem gelecek günlerdeki ibadet vazifesini ve namaz hizmetini ve musibet elemini, bugün tasavvur edip sabırsızlık göstermek hiç kâr-ı akıl mıdır? Şu sabırsızlıkta misalin şöyle bir sersem kumandana benzer ki: Düşmanın sağ cenah kuvveti onun sağındaki kuvvetine iltihak etmiş ve ona taze bir kuvvet olduğu halde; o tutar mühim bir kuvvetini sağ cenaha gönderir, merkezi zayıflaştırır. Hem sol cenahta düşmanın askeri yok iken ve daha gelmeden, büyük bir kuvvet gönderir, "Ateş et!" emrini verir. Merkezi bütün bütün kuvvetten düşürtür. Düşman işi anlar, merkeze hücum eder; tar ü mar eder. Evet buna benzersin. Çünki geçmiş günlerin zahmeti, bugün rahmete kalbolmuş; elemi gitmiş, lezzeti kalmış. Külfeti, keramete iltihak ve meşakkati, sevaba inkılab etmiş. Öyle ise ondan usanç almak değil, belki yeni bir şevk, taze bir zevk ve devama ciddî bir gayret almak lâzımgelir11 . Gelecek günler ise madem gelmemişler. Şimdiden düşünüp usanmak ve fütur getirmek; aynen o günlerde açlığı ve susuzluğu ile bugün düşünüp bağırıp çağırmak gibi bir divaneliktir. Madem hakikat böyledir. Âkıl isen, ibadet cihetinde yalnız bugünü düşün ve onun bir saatini, ücreti pek büyük, külfeti pek az, hoş ve güzel ve ulvî bir hizmete sarfediyorum, de. O vakit senin acı bir füturun, tatlı bir gayrete inkılab eder.12

İşte ey sabırsız nefsim! Sen üç sabır ile mükellefsin. Birisi: Taat üstünde sabırdır. Birisi: Masiyetten sabırdır. Diğeri: Musibete karşı sabırdır. Aklın varsa, şu üçüncü ikazdaki temsilde görünen hakikatı rehber tut. Merdane "Ya Sabur" de, üç sabrı omuzuna al. Cenab-ı Hakk'ın sana verdiği sabır kuvvetini eğer yanlış yolda dağıtmazsan, her meşakkate ve her musibete kâfi gelebilir ve o kuvvetle dayan.

Dördüncü ikaz: Ey sersem nefsim! Acaba şu vazife-i ubudiyet neticesiz midir, ücreti az mıdır ki, sana usanç veriyor? Halbuki bir adam sana birkaç para verse veyahut seni korkutsa, akşama kadar seni çalıştırır ve fütursuz çalışırsın. Acaba bu misafirhane-i dünyada âciz ve fakir kalbine kut ve gına ve elbette bir menzilin olan kabrinde gıda ve ziya ve herhalde mahkemen olan Mahşer'de sened ve berat ve ister istemez üstünden geçilecek Sırat Köprüsü'nde13 nur ve burak olacak bir namaz, neticesiz midir veyahut ücreti az mıdır? Bir adam sana yüz liralık bir hediye va'detse, yüz gün seni çalıştırır. Hulf-ul va'd edebilir o adama itimad edersin, fütursuz işlersin. Acaba hulf-ul va'd hakkında muhal olan bir zât, Cennet14 gibi bir ücreti ve saadet-i ebediye15 gibi bir hediyeyi sana va'd etse, pek az bir zamanda, pek güzel bir vazifede seni istihdam etse; sen hizmet etmezsen veya isteksiz, suhre gibi veya usançla, yarım yamalak hizmetinle onu va'dinde ittiham ve hediyesini istihfaf etsen, pek şiddetli bir te'dibe ve dehşetli bir tazibe müstehak olacağını düşünmüyor musun? Dünyada hapsin korkusundan en ağır işlerde fütursuz hizmet ettiğin halde; Cehennem gibi bir haps-i ebedînin havfı, en hafif ve latif bir hizmet için sana gayret vermiyor mu?

Beşinci ikaz: Ey dünyaperest nefsim! Acaba ibadetteki füturun ve namazdaki kusurun meşagil-i dünyeviyenin kesretinden midir veyahut derd-i maişetin meşgalesiyle vakit bulamadığından mıdır? Acaba sırf dünya için mi yaratılmışsın ki, bütün vaktini ona sarfediyorsun!16 Sen istidad cihetiyle bütün hayvanatın fevkinde olduğunu ve hayat-ı dünyeviyenin levazımatını tedarikte iktidar cihetiyle, bir serçe kuşuna yetişemediğini biliyorsun. Bundan neden anlamıyorsun ki, vazife-i asliyen hayvan gibi çabalamak değil; belki hakikî bir insan gibi, hakikî bir hayat-ı daime için sa'y etmektir. Bununla beraber meşagil-i dünyeviye dediğin, çoğu sana ait olmayan ve fuzuli bir surette karıştığın ve karıştırdığın malayani meşgalelerdir. En elzemini bırakıp, güya binler sene ömrün var gibi en lüzumsuz malûmat ile vakit geçiriyorsun. Meselâ: Zühal'in etrafındaki halkaların keyfiyeti nasıldır ve Amerika tavukları ne kadardır? gibi kıymetsiz şeylerle kıymettar vaktini geçiriyorsun.17 Güya kozmoğrafya ilminden ve istatistikçi fenninden bir kemal alıyorsun.

Eğer desen: "Beni namazdan ve ibadetten alıkoyan ve fütur veren öyle lüzumsuz şeyler değil, belki derd-i maişetin zarurî işleridir." Öyle ise ben de sana derim ki: Eğer yüz kuruş bir gündelik ile çalışsan; sonra biri gelse, dese ki: "Gel on dakika kadar şurayı kaz, yüz lira kıymetinde bir pırlanta ve bir zümrüt bulacaksın." Sen ona: "Yok, gelmem. Çünki on kuruş gündeliğimden kesilecek, nafakam azalacak" desen; ne kadar divanece bir bahane olduğunu elbette bilirsin. Aynen onun gibi; sen şu bağında, nafakan için işliyorsun.18 Eğer farz namazı terketsen, bütün sa'yin semeresi, yalnız dünyevî ve ehemmiyetsiz ve bereketsiz bir nafakaya münhasır kalır.19 Eğer sen istirahat ve teneffüs vaktini, ruhun rahatına, kalbin teneffüsüne medar olan namaza sarfetsen; o vakit, bereketli nafaka-i dünyeviye ile beraber, senin nafaka-i uhreviyene ve zâd-ı âhiretine ehemmiyetli bir menba olan, iki maden-i manevî bulursun:

Birinci maden: Bütün bağındaki {(Haşiye): Bu makam, bir bağda bir zâta bir derstir ki, bu tarz ile beyan edilmiş.} yetiştirdiğin -çiçekli olsun, meyveli olsun- her nebatın, her ağacın tesbihatından, güzel bir niyet ile, bir hisse alıyorsun.20

İkinci maden: Hem bu bağdan çıkan mahsulâttan kim yese -hayvan olsun, insan olsun; inek olsun, sinek olsun; müşteri olsun, hırsız olsun- sana bir sadaka hükmüne geçer.21 Fakat o şart ile ki: Sen, Rezzak-ı Hakikî namına ve izni dairesinde tasarruf 22 etsen ve onun malını, onun mahlukatına veren bir tevziat memuru nazarıyla kendine baksan...

İşte bak, namazı terk eden ne kadar büyük bir hasaret eder, ne kadar ehemmiyetli bir serveti kaybeder ve sa'ye pek büyük bir şevk veren ve amelde büyük bir kuvve-i manevî temin eden o iki neticeden ve o iki madenden mahrum kalır, iflas eder. Hattâ ihtiyarlandıkça bahçecilikten usanır, fütur gelir. "Neme lâzım" der. "Ben zâten dünyadan gidiyorum. Bu kadar zahmeti ne için çekeceğim?" diyecek, kendini tenbelliğe atacak. Fakat evvelki adam der: "Daha ziyade ibadetle beraber sa'y-i helâle çalışacağım. Tâ, kabrime daha ziyade ışık göndereceğim, âhiretime daha ziyade zahîre tedarik edeceğim23 ."

 

 

 

1 (Farklı derslerde okunmuş farklı derlemelerin birleştirilmesiyle hazırlanmıştır.)

2 Bu söz diyanetçe zayıf müslümanların nefisten gelen ortak hissiyatlarının sözüdür.

3 Yani dinde nefsin fıtrî halini bilip, onunla cihad-ı ekber yapmak tekamül vesilesi olduğu için Hz. Üstad daima nefsin hallerini bildirir ki, bizim de aynı hassasiyette olmamızı temin etsin. İnsan ise enaniyet hissiyle nefsinin kusurlarını görmemek ister. Bu hususta bazı örnekler ise şöyledir;

“Şeytanın mühim bir desisesi: İnsana kusurunu itiraf ettirmemektir. Tâ ki, istiğfar ve istiaze yolunu kapasın. Hem nefs-i insaniyenin enaniyetini tahrik edip, tâ ki nefis kendini avukat gibi müdafaa etsin; âdeta taksirattan takdis etsin. Evet şeytanı dinleyen bir nefis, kusurunu görmek istemez; görse de, yüz tevil ile tevil ettirir. وَ عَيْنُ الرِّضَا عَنْ كُلِّ عَيْبٍ كَلِيلَةٌ sırrıyla: Nefsine nazar-ı rıza ile baktığı için ayıbını görmez. Ayıbını görmediği için itiraf etmez, istiğfar etmez, istiaze etmez; şeytana maskara olur. Hazret-i Yusuf Aleyhisselâm gibi bir Peygamber-i Âlîşan, وَمَا اُبَرِّئُ نَفْسِى اِنَّ النَّفْسَ َلاَمَّارَةٌ بِالسُّوءِ اِلاَّ مَا رَحِمَ رَبِّى dediği halde, nasıl nefse itimad edilebilir? Nefsini ittiham eden, kusurunu görür. Kusurunu itiraf eden, istiğfar eder. İstiğfar eden, istiaze eder. İstiaze eden, şeytanın şerrinden kurtulur. Kusurunu görmemek o kusurdan daha büyük bir kusurdur. Ve kusurunu itiraf etmemek, büyük bir noksanlıktır. Ve kusurunu görse, o kusur kusurluktan çıkar; itiraf etse, afva müstehak olur.” Lem'alar (87)

“Ben, Cenab-ı Hakk'a şükrediyorum ki; nefsimi kendime beğendirmemiş ve kusurlarımı kendime bildirmiş. Değil kendimi satmak, hodfüruşluk etmek, belki kemal-i mahcubiyetle Risale-i Nur'un mübarek şakirdleri içinde onların samimiyet ve ihlası ile kendimi afvettirmek ve onların manevî şefaatıyla günahlarıma bir keffaret aramaktır.” Emirdağ Lahikası-1 (48)

4 “Bu ifade ile Hz. Üstad kendi şahsından bizlerin nefs-i emmaresine dikkat çekiyor” diye düşünmek isabetlidir. Müslümanların nefislerindeki ortak hissiyatın bilinmesi ve kitaba geçmesi için insî şeytanın söylettirmiş olması ihtimali vardır.

Dinî sahada nefs muhtelif derecelerde sınıflandırılır. Şöyle ki;

Nefs-i emmare: Günahları çirkin görme hissi olmadan, serbest işleme halidir.

Nefs-i levvame: Kur’an (75:2) ayetinde geçen bu tabir, işlenen günaha karşı vicdanen rahatsız olma halini ifade eder ki, ehemmiyetli bir mesele olduğundan ayette ehemmiyeti ifade eden yemin ifadesiyle bildiriyor.

Nefs-i marziye: Rıza-yı İlahiyeye fiilen bağlı kalma derecesinde olan nefsin halidir ki, kamil insanlardaki nefistir.

Nefs-i mutmainne: Kur’an (89:28) ayetinde geçen bu tabir, nefsin muhtelif temayüllerini kırıp hissen sükunete varmış olan kamil insanlardaki nefis halidir. Bu hususta bilhassa tasavvuf kitaplarında fazlaca izahat verilmektedir. Bu sınıflama daha da derecelendirilir. Burada bu kadarla iktifa ettik.

5 “En büyük hata, insan kendini hatasız zannetmek olduğundan, hatamı itiraf ederim ki; nâsın nasihatını kabul etmeden nâsa nasihatı kabul ettirmek istedim. Nefsimi irşad etmeden başkasının irşadına çalıştığımdan, emr-i bilmarufu tesirsiz etmekle tenzil ettim.” Divan-ı Harb-i Örfi (33)

“Âlim-i mürşid, koyun olmalı; kuş olmamalı. Koyun, kuzusuna süt; kuş, yavrusuna kay verir.” Mektubat (471)

Risale-i Nur’un Kudsi Kaynakları sayfa 386’da 47. maddede Nefsini ıslah etmeyen, başkasını ıslah edemez.” ifadesinin izahında şöyle deniliyor;

“Bu hüküm, Kur’anın şu ayetinden alınmış olabilir:

اَتَاْمُرُونَ النَّاسَ بِالْبِرِّ وَتَنْسَوْنَ اَنْفُسَكُمْ وَاَنْتُمْ تَتْلُونَ الْكِتَابَۜ اَفَلاَ تَعْقِلُونَ

Bakara Sûresi ayet: 44. Meâli: “Kitab okuyarak; insanları hayırlı işlere çağırıpta, kendinizi unutursunuz. Hiç böyle emr-i bil-ma’ruf olur mu? Bunu hiç düşünmüyorsunuz.

Nehc-ül Belâga- İmam-ı Ali sh: 480; Levakıh-ul Envar-il Kudsiye – Şa’ranî sh: 215

Zabıt Şekli: Nehc-ül Belâga’dan

مَنْ نَصَبَ نَفْسَهُ لِلنَّسِ اِمَاماً فَلْىيَبْدَاْ بِتَعْلِيمِ نَفْسِهِ قَبْلَ تَعْلِيمِ غَيْرِهِ وَلْيَكُنْ تَاْدِيبُهُ بِسِيرَتِهِ قَبْلَ تَاْدِيبِهِ بِلِسَانِهِ، وَ مُعَلِّمُ نَفْسِهِ وَ مُؤَدِّبُهَا بِالاِجْلَالِ مِنْ مُعَلِّمِ النَاسِ وَ مُؤَدِّبُبِهِمْ

Meâli: “Kim ki kendini insanlara imam kabul ederse, evvela kendi nefsinin talimiyle işe girişsin, sonra başkalarını… Hem nefsini terbiye ederken, evvela ahlakını düzeltsin, sonra lisanını terbiye işinde kullansın. Yani, diliyle terbiye etmeden evvel, haliyle terbiye etmeye çalışsın. Kendi nefsinin muallimi ve terbiyecisi olmak, insanların muallim ve terbiyecisi olmaktan daha üstün ve evladır.”

6 Bu “tevehhüm-ü ebediyet” tabiri, din sahasında gayet ehemmiyetli bir hakikati ifade eder. Fani ve maddi dünyayı baki zannederek yapışma sebebi, tevehhüm-ü ebediyettir ki, insanı -hele bu fitne zamanında- dünyaya bağlar ve helakete sebep olur. Bu hususa çok dikkat edilmedir. Risalelerin bir yerinde mesele şöyle ifade ediliyor;

“Evet ehl-i tarîkat ve ehl-i hakikat, Kur'an-ı Hakîm'in كُلُّ نَفْسٍ ذَائِقَةُ الْمَوْتِ ٭ اِنَّكَ مَيِّتٌ وَاِنَّهُمْ مَيِّتُونَ gibi âyetlerinden aldığı dersle, rabıta-i mevti sülûklarında esas tutmuşlar; tûl-i emelin menşei olan tevehhüm-ü ebediyeti o rabıta ile izale etmişler. Onlar farazî ve hayalî bir surette kendilerini ölmüş tasavvur ve tahayyül edip ve yıkanıyor, kabre konuyor farz edip; düşüne düşüne nefs-i emmare o tahayyül ve tasavvurdan müteessir olup uzun emellerinden bir derece vazgeçer. Bu rabıtanın fevaidi pek çoktur. Hadîste اَكْثِرُوا ذِكْرَ هَادِمِ اللَّذَّاتِ -ev kema kal- yani "Lezzetleri tahrib edip acılaştıran ölümü çok zikrediniz!" diye bu rabıtayı ders veriyor.” Lem'alar (163)

Diğer bir ifade şekli de şöyledir;

“Madem ölüm öldürülmüyor ve kabir kapanmıyor ve dünya misafirhanesinde yolcular gayet sür'at ve telaşla kafile kafile arkasında, toprak arkasına girip kayboluyorlar; elbette pek yakında birbirimizden ayrılacağız. Siz zulmünüzün cezasını dehşetli bir surette göreceksiniz. Hiç olmazsa mazlum ehl-i iman hakkında terhis tezkeresi olan ölümün, i'dam-ı ebedî dar ağacına çıkacaksınız. Sizin dünyada tevehhüm-ü ebediyetle aldığınız fâni zevkler, bâki ve elîm elemlere dönecek.” Lem'alar (262) şeklinde gösterilen ikaz şayan-ı dikkattir.

7 Burada anlatılan şuûrlu ibadet derecesi, tahkiki iman nazarıyla görülen hakikatın şuuruna sahip olma iledir.  Bu zamanda bu yüksek şuûru kazanmak, müşkil olduğundan Hz. Üstad şahsi ibadetten daha çok hizmet dairesine kuvvet ve destek vermenin elzemiyetini anlatır.  Hz. Üstad kendi şahsından bizlere ders verirken şöyle diyor;

“..kader-i İlahînin şefkatli tokatları olduğuna kat'î kanaat ediyorum. Hattâ her ne vakit sırf âhiretime şahsî ibadetle ziyade meşguliyetim sebebiyle Nur'un hizmetini bıraktığım aynı zamanda ehl-i dünya bana musallat olup bana azab verdiğine kat'î kanaat getirmişim.” Emirdağ Lahikası-2 (75)

8 Kalbin manevi kuvvet ve fazilet kazanması için niyaz ile, yani samimi ve ihlas üzere Allah’a kalben teveccüh etmek ve fazla gaflet karıştırmadan huzur hakikatine uygun şekilde hakikata teveccüh etmek gerektiğine işaret ediliyor.

9 Burada kaydedilen “nefes alabilir” tabiri mecaz olup, kalbe huzur ve teslimiyet veren Allah’a ihlaslı teveccühün gerekli olduğu ifade ediliyor.

10 (Bakınız: Kör Hissiyat Derlemesi)

11 Geçmiş ibadet hayatı uhrevi bir zenginlik kazandırdığı cihetle, zenginliğe şuurlu bakan kimse bu ebedi zenginliğinden dolayı sevinip şevklenmesi gerektiği bildiriliyor. Yoksa geçmiş ibadetleri ve hizmetleri bu manada hiç düşünmeyip adeta yok saymak gaflettir.

12 Bu kısımda istikametli ve isabetli düşünme şekli gösteriliyor. Evet makbuliyet şartları dairesinde kılınan namazlar ve yapılan ibadetler ve hizmetler kişinin manevi ve ebedi zenginliği olduğunu düşünmemek, hakikatsiz bir düşüncedir. Ve bu anlayışa kişideki tembellik hissi galip gelerek namazı şevkli kılmaya bedel üşengeçlik gelir. Kur’an’da فَوَيْلٌ لِلْمُصَلّ۪ينَۙ “bu gafletli tarzda namaz kılanlara yazık oldu” şeklinde ifade edilen itab sebebiyle bu ikaza şuurlu sahip çıkmak gerektir.

13 “İ'lem Eyyühel-Aziz! İnkılablar neticesinde, her iki taraf arasında geniş geniş dereler husule geliyor. O dereler üstünde her iki âlemle münasebettar köprüler lâzımdır ki, her iki âlem arasında gidiş geliş olsun. Lâkin o köprülerin inkılabat cinslerine göre şekilleri, mahiyetleri mütebayin; isimleri mütenevvi olur. Meselâ uyku âlemi, yakaza ile âlem-i misal arasında bir köprüdür. Berzah, dünya ile âhiret arasında ayrı bir köprüdür. Ve misal, âlem-i cismanî ile âlem-i ruhanî arasında bir köprüdür. Bahar, kış ile yaz arasındaayrı bir nevi köprüdür. Kıyamette ise, inkılab bir değildir. Pek çok ve büyük inkılablar olacağından, köprüsü de pek garib, acib olması lâzım gelir.” Mesnevi-i Nuriye (225 - 226)

14 “..elbette nuranî, kayıdsız, geniş ve ebedî olan Cennet'te, cisimleri ruh kuvvetinde ve hıffetinde ve hayal sür'atinde olan ehl-i Cennet, bir vakitte yüzbin yerlerde bulunup yüzbin hurilerle sohbet ederek yüzbin tarzda zevk almak; o ebedî Cennet'e, o nihayetsiz rahmete lâyıktır ve Muhbir-i Sadık'ın (A.S.M.) haber verdiği gibi hak ve hakikattır. Bununla beraber, bu küçücük aklımızın terazisiyle o muazzam hakikatlar tartılmaz.

İdrak-i maali bu küçük akla gerekmez.

Zira bu terazi o kadar sıkleti çekmez.” Sözler (502)

“Halbuki fâni, âciz bir hayvan-ı nâtık, zeval ve firak sillesini daima yiyen bîçare insana, birden ebedî, bâki bir Cennet'te, Rahîm ve Kerim bir Rahman'ın rahmetinde ve hayal sür'atinde, ruhun vüs'atinde, aklın cevelanında, kalbin bütün arzularında, mülk ve melekûtunda tenezzühe, seyerana ve cevelana muvaffak olduğun gibi, saadet-i ebediyede rü'yet-i cemaline de muvaffak olursun denildiği vakit, insaniyeti sukut etmemiş bir insan, ne kadar derin ve ciddî bir sevinç ve süruru kalbinde hissedeceğini tahayyül edebilirsin.” Sözler (583)

15 “nimetin devamı, nimetin zâtından daha kıymetlidir. Lezzetin bekası, lezzetten daha lezizdir. Cennet'te devam, Cennet'in fevkindedir ve hâkeza...” Şualar (759)

16 وَمَا هذِهِ الْحَيٰوةُ الدُّنْيَا اِلاَّ لَهْوٌ وَلَعِبٌ وَاِنَّ الدَّارَ اْلآخِرَةَ لَهِىَ الْحَيَوَانُ

İ'lem Eyyühel-Aziz! İnsan bir yolcudur. Sabavetten gençliğe, gençlikten ihtiyarlığa, ihtiyarlıktan kabre, kabirden haşre, haşirden ebede kadar yolculuğu devam eder. Her iki hayatın levazımatı, Mâlik-ül Mülk tarafından verilmiştir. Fakat o levazımatı, cehlinden dolayı tamamen bu hayat-ı fâniyeye sarfediyor. Halbuki, o levazımattan lâakal onda biri dünyevî hayata, dokuzu hayat-ı bâkiyeye sarfetmek gerektir. Acaba birkaç memleketi gezmek için hükûmetten yirmidört lira harcırah alan bir memur, ilk dâhil olduğu memlekette yirmiüç lirayı sarfederse, öteki yerlerde ne yapacaktır? Hükûmete ne cevab verecektir? Böyle yapan kendisine akıllı diyebilir mi? Binaenaleyh Cenab-ı Hak her iki hayat levazımatını elde etmek için yirmidört saatlik bir vakit vermiştir. Çoğunu aza, azını çoğa vermek suretiyle, yirmiüç saat kısa ve fâni olan dünya hayatına, hiç olmazsa bir saatı da beş namaza ve bâki ve sonsuz uhrevî hayata sarfetmek lâzımdır ki dünyada paşa, âhirette geda olmasın!” Mesnevi-i Nuriye (223 - 224)

17 Burada meşru ve maslahatlı ilim ve işlerde vazife-i kifaye nazara alınmalıdır. Yani herbir meşru fennin ve işin varlığı ve devamı için ehlî bir sınıfı olmalıdır. Fakat, her şahıs her fende mütehassıs olamaz.

Fuzuliyatla ömür geçirmemek hakkında Hz. Üstad diyor ki;

“Elbette en bahtiyar odur ki: Dünya için âhireti unutmasın, âhiretini dünyaya feda etmesin, hayat-ı ebediyesini hayat-ı dünyeviye için bozmasın, malayani şeylerle ömrünü telef etmesin; kendini misafir telakki edip misafirhane sahibinin emirlerine göre hareket etsin; selâmetle kabir kapısını açıp saadet-i ebediyeye girsin.” Mektubat (71)

Bu kısımda istikametli düşünce ve yaşayışın cami bir hülasası verildi.

Keza “ulûm-u imaniyeden sonra, en ehemmiyetli ve en elzem şey, yalnız ve yalnız amel-i salihtir. Çünkü Kur’an-ı Hakîm, aleddevam اَلَّذِينَ آمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ diyor. Evet şu kısa ömür, onun için en ehemm olan şeye ancak kifayet edebilir. (Başka şeyler için sermayesi yoktur.)

Amma ecnebilerden alınan ulûm-u kevniye ise, zaruret için ve ihtiyacat için ve san’atlar için ve beşerin istirahatı için olanlardan gayrı, hepsi zararlıdır, muzırdır.” Mesnevî-i Nurîye (Bd.) (253)

Daha bunun gibi bu meseleye bakan hayli ikazlar vardır.

18 “Maişet için tarîk-i tabiî ve meşru' ve zîhayat; san'attır, ziraattır, ticarettir. Gayr-ı tabiî ise, memuriyet ve her nev'iyle imarettir. Bence imareti, ne nam ile olursa olsun, medar-ı maişet edenler bir nevi cerrar ve aceze ve seeledir. Fakat hilebaz kısmında... Bence memuriyete veya imarete giren, yalnız hamiyet ve hizmet için girmelidir. Yoksa yalnız maişet ve menfaat için girse, bir nevi çingenelik eder.” Münazarat (39)

(Bakınız: İslam Prensipleri Ansiklopedisi Rızk maddesi)

19 Yani, ahirete sevab olarak gitmez.

20 Yani, ahiret için ve Allah’ın isimlerinin mazharlarıdırlar ve o mazharlarda zuhur eden ismin marifetini kazanmak için birer kitab, mektubattırlar diyerek mana-yı harfî niyeti ile baksan bir hisse alırsın.

21 Bu mana Risale-i Nur’un Kudsi Kaynakları 50 numaralı Hadisin mealidir.

22 “Mâlikinin izni olmaksızın, O'nun mülküne el uzatma. Binaenaleyh gafletle, kendi hesabına bir iş yaptığın zaman, haddini tecavüz etme. Eğer Mâlikin hesabına olursa istediğin şeyi al ve yap. Fakat izin ve meşiet ve emri dairesinde olmak şartıyla. İzin ve meşietini de şeriatından öğrenirsin.” Mesnevi-i Nuriye (82)

Yani, hakiki ve Kur’anî istikamet ahkam-ı şer’iyeye ittiba ile kazanılır diye hatırlatılıyor.

Bir mesele karşımıza çıkınca, bu meselenin hükümlendirilmesi üç şekilde yapılır.

1-Şeriatta kötülenmiştir.

2-Şeriatta tahsin edilmiştir.

3-Şeriatta müsbet veya menfi bir hüküm verilmemiştir ki, buna “mübah” denir.

“ehl-i hak olan Ehl-i Sünnet Ve Cemaatin mezhebinde bir şey'in şer'an çirkinliği, pisliği; nehy-i İlahî sebebiyledir.” Mektubat (39)

Bir ve ikinci kaziyelere Allah hükmünü vermiştir. Beşer sadece itaat etme durumundadır. Üçüncü kaziye ise şeriat hüküm vermediğinden, mübah ve serbest sahadır. Bu üçüncü kaziyede beşerin maslahat-ı İslamiye cihetinde hüküm vermesinin yolu da açıktır.

23 Bu kısımdan anlaşılıyor ki, “dünyevi çalışmalarda niyet ve düşünce şekli dünya için değil ahiret için olacaktır” diye olan dindeki haber gösteriliyor.

“Bazılarımızdaki dikkatsizlikten ve ecnebilerin zararlı seciyelerini almamızdan, kuvvetli ve kudsî İslâmî milliyetimizle beraber herkes "nefsî! nefsî" demekle ve milletin menfaatini düşünmemekle ve menfaat-ı şahsiyesini düşünmekle bin adam, bir adam hükmüne sukut eder.

مَنْ كَانَ هِمَّتُهُ نَفْسَهُ فَلَيْسَ مِنَ اْلاِنْسَانِ ِلاَنَّهُ مَدَنِىٌّ بِالطَّبْعِ

Yani: Kimin himmeti yalnız nefsi ise, o insan değil. Çünki insanın fıtratı medenîdir. Ebna-i cinsini mülahazaya mecburdur. Hayat-ı içtimaiye ile hayat-ı şahsiyesi devam edebilir. Meselâ: Bir ekmeği yese kaç ellere muhtaç ve ona mukabil o elleri manen öptüğünü ve giydiği libasla kaç fabrikayla alâkadar olduğunu kıyas ediniz. Hayvan gibi bir postla yaşamadığından ebna-i cinsiyle fıtraten alâkadar olmasından ve onlara manevî bir fiat vermeğe mecbur olduğundan fıtratıyla medeniyetperverdir. Menfaat-ı şahsiyesine hasr-ı nazar eden, insanlıktan çıkar, masum olmayan câni bir hayvan olur. Birşey elinden gelmese, hakikî özrü olsa o müstesna!.” Tarihçe-i Hayat (99 - 100)

Zamanımızda maalesef insanların ekseriyeti, şahsi menfaatini esas alarak hareket ediyor. Oysa mesela şeriatta vardır ki, bir müslüman bir malı satarken o maldaki eksikliği alıcıya söylemesi lazımdır, söylemezse o kazanç haram olur. Zamanımızda görülüyor ki, gerek müstahsil, gerek satıcı ürettiği veya sattığı şeylerde sahtekar bir görüntü verip müşterileri aldatır ve وَعَلَيْهَا مَااكْتَسَبَتْۜ   ayetinin tenkidine muhatap olurlar.  Bu örneğin misalleri ictimai hayatta pekçoktur.

Bu dersi indirmek için tıklayınız.

Yukarı Çık