DERSLER / Alfabetik Derlemeler ve Dersler

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

وَ بِهِ نَسْتَعِينُ

اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ وَ الصَّلاَةُ وَ السَّلاَمُ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَ عَلَى آلِهِ وَ صَحْبِهِ اَجْمَعِينَ

VÂCİB-VÂCİB-ÜL VÜCUD

Vâcib-ül- Vücûd: Vücudu mutlak var olup, yokluğu mümkün olmayan Cenab-ı Hak. yani; “O'nun vücûdu zâtîdir, ezelîdir ademî mümteni' dir. Zevali muhaldir Tabakat-ı vücudun en râsihi, en esaslısı, en kuvvetlisi, en mükemmelidir. Sâir tabakat-ı vücud O'nun vücuduna nisbeten gayet zayıf bir gölge hükmündedir. Mahiyet-i kudsîsi mahiyet-i mümkinât cinsinden değildir.M:249

Bu okunan kısımda Vâcib-ül Vücudun zatî sıfatlarından altısı nazara verildi. Şualar’da ise, şu tesbit var:

“Yedi sıfât-ı sübutiye olan Hayat, İlim, Kudret, İrade, Sem’, Basar ve Kelâm sıfatlarının celalli ve cemalli tecellileriyle kendini tanıttırır, bildirir.”Ş:146

Bundan sonra vâcib veVâcib-ül- Vücûd tabirlerinin külliyattan kısmen tesbitine bakılacak.

“İlm-i usûl ve hikmette مَا لَمْ يَجِبْ لَمْ يُوجَدْ kaidesince mukarrerdir ki: “Bir şey vâcib olmazsa, vücuda gelmez.” Yani, illet-i tâmme bulunacak; sonra vücuda gelebilir. İllet-i tâmme ise; ma’lulü, bizzarure ve bilvücub iktiza ediyor” S:467

“...silsile-i felsefenin en mükemmel ferdleri ve o silsilenin dâhîleri olan Eflatun ve Aristo, İbn-i Sina ve Farabî gibi adamlar; “İnsaniyetin gayet-ül gayatı, “teşebbüh-ü bil-vâcib”dir.. yani Vâcib-ül Vücud’a benzemektir” deyip firavunane bir hüküm vermişler ve enaniyeti kamçılayıp şirk derelerinde serbest koşturarak; esbabperest, sanemperest, tabiatperest, nücumperest gibi çok enva’-ı şirk taifelerine meydan açmışlar. İnsaniyetin esasında münderiç olan acz ve za’f, fakr ve ihtiyaç, naks ve kusur kapılarını kapayıp, ubudiyetin yolunu seddetmişler. Tabiata saplanıp, şirkten tamamen çıkamayıp, şükrün geniş kapısını bulamamışlar.” S:540

وَ هُوَ حَىٌّ لاَ يَمُوتُ Yani: Hayatı daimîdir, ezelî ve ebedîdir. Mevt ve fena, adem ve zeval ona ârız olamaz. Çünki hayat, ona zâtîdir. Zâtî olan, zâil olamaz. Evet ezelî olan elbette ebedîdir. Kadîm olan, elbette bâkidir. Vâcib-ül Vücud olan, elbette sermedîdir. Evet bir hayat ki, bütün vücud, bütün envârıyla onun gölgesidir. Nasıl adem ona ârız olabilir? Evet bir hayat ki, vâcib bir vücud onun lâzımı ve ünvanıdır; elbette adem ve fena hiçbir cihetle ona ârız olamaz. Evet bir hayat ki; bütün hayatlar mütemadiyen onun cilvesiyle zuhura gelir ve bütün hakaik-i sabite-i kâinat ona istinad eder, onunla kaimdir; elbette hiçbir cihetle fena ve zeval ona ârız olamaz. Evet bir hayat ki; onun bir lem’a-i cilvesi, maruz-u fena ve zeval olan eşya-yı kesîreye bir vahdet verip bekaya mazhar eder ve dağılmaktan kurtarır ve vücudunu muhafaza eder ve bir nevi bekaya mazhar eder. Yani hayat; kesrete bir vahdet verir, ibka eder. Hayat gitse; dağılır, fenaya gider. Elbette öyle hadsiz lemaat-ı hayatiye bir cilvesi olan hayat-ı vâcibeye, zeval ve fena yanaşamaz. Şu hakikata şahid-i katı’, şu kâinatın zeval ve fenasıdır. Yani mevcudat vücudlarıyla, hayatlarıyla nasılki o Hayy-ı Lâyemut’un hayatına ve o hayatın vücub-u vücuduna delalet ve şehadet ederler1öyle de: Mevtleriyle, zevalleriyle o hayatın bekasına, sermediyetine delalet eder ve şehadet ederler. Çünki mevcudat zevale gittikten sonra, arkalarında yine kendileri gibi hayata mazhar olup yerlerine geldiklerinden gösteriyor ki; daimî bir zîhayat var ki, mütemadiyen cilve-i hayatı tazelendiriyor. Nasılki Güneş’e karşı cereyan eden bir nehrin yüzünde kabarcıklar parlar gider. Gelenler aynı parlamayı gösterip, taife taife arkasında parlayıp sönüp gider. Bu sönmek, parlamak vaziyetiyle; yüksek daimî bir Güneş’in devamına delalet ederler. Öyle de, şu mevcudat-ı seyyaredeki hayat ve mevtin değişmeleri ve münavebeleri, bir Hayy-ı Bâki’nin beka ve devamına şehadet ederler.” M:240

“Şu kâinatta şu görünen ef’al ile tasarruf eden Zât-ı Kadîr’in kudretine nisbeten Cennet’in icadı, bir bahar kadar kolay ve bir baharın icadı, bir çiçek kadar kolaydır. Ve bir çiçeğin mehasin-i san’atı ve letaif-i hilkati, bir bahar kadar letafetli ve kıymetli olabilir. Şu hakikatın sırrı üç şeydir:

Birincisi: Sani’deki vücub ile tecerrüd.

İkincisi: Mahiyetinin mübayenetiyle adem-i takayyüd.

Üçüncüsü: Adem-i tahayyüz ile adem-i tecezzidir.

“İşte وَلِلّٰهِ الْمَثَلُ اْلاَعْلَى şu kâinatın Sani’-i Zülcelali, Vâcib-ül Vücud’dur. Yani: Onun vücudu zâtîdir, ezelîdir, ebedîdir, ademi mümteni’dir, zevali muhaldir ve tabakat-ı vücudun en rasihi, en esaslısı, en kuvvetlisi, en mükemmelidir. Sair tabakat-ı vücud, onun vücuduna nisbeten gayet zaîf bir gölge hükmündedir. Ve o derece vücud-u Vâcib rasih ve hakikatlı ve vücud-u mümkinat o derece hafif ve zaîftir ki; Muhyiddin-i Arabî gibi çok ehl-i tahkik, sair tabakat-ı vücudu, evham ve hayal derecesine indirmişler; لاَ مَوْجُودَ اِلاَّ هُوَ demişler. Yani: Vücud-u Vâcib’e nisbeten başka şeylere vücud denilmemeli; onlar, vücud ünvanına lâyık değillerdir diye hükmetmişler.” M:249

“Tarîkatın gayet mühim bir meşrebi olan “Vahdet-ül Vücud” namı altındaki Vahdet-üş Şuhud, yani Vâcib-ül Vücud’un vücuduna hasr-ı nazar edip, sair mevcudatı, o vücud-u Vâcib’e nisbeten o kadar zaîf ve gölge görür ki, vücud ismine lâyık olmadığını hükmedip, hayal perdesine sarıp, terk-i masiva makamında onları hiç saymak, hattâ madum tasavvur etmek, yalnız cilve-i esma-i İlahiyeye hayalî bir âyine vaziyeti vermek kadar ileri gider.

İşte bu meşrebin ehemmiyetli bir hakikatı var ki: Vâcib-ül Vücud’un vücudu, iman kuvvetiyle ve yüksek bir velayetin hakkalyakîn derecesinde inkişafıyla, vücud-u mümkinat o derece aşağıya düşer ki, hayal ve ademden başka onun nazarında makamları kalmaz; âdeta Vâcib-ül Vücud’un hesabına kâinatı inkâr eder.” M:448

“İ’lem Eyyühel-Aziz! Vücud nev’inde tezahüm yoktur. Yani, pek çok âlemler, haller, vücud sahnesinde içtima eder, birleşirler. Meselâ: Gece zamanı duvarları camdan olan ve elektrik yanan bir odaya girdiğin vakit, âlem-i misale bir pencere hükmünde olan camlarda pek çok menzilleri, odaları göreceksin.

Sâniyen: Odada otururken, kemal-i sühuletle o misalî odalarda her çeşit tebdil, tağyir, tasarruf edebilirsin.

Sâlisen: Odadaki elektrik, elektrik misallerinin en uzağına en yakındır. Çünki o misalî misallerin kayyumu odur.

Râbian: Bu maddî vücudun bir habbesi, bir parçası, o misalî vücudun bir âlemini içine alabilir. Bu dört hüküm, Vâcib ile âlem-i mümkinat arasında da câridir. Çünki mümkinatın vücudu, Vâcib’in nurundan bir gölge olduğu cihetle vehmî bir mertebededr. Vâcib’in emriyle vücud-u hariciyeye girer. Sabit ve müstekar kalır. Demek mümkinatın vücudu bizzât hakikî bir vücud-u haricî olmadığı gibi, vehmî veya zâil bir zıll de değildir. Ancak, Vâcib-ül Vücud’un icadıyla bir vücuddur.” Ms:137

“Arkadaş! San’atın, vücuh-u selâse-i mezkûre üzerine mümkine veya hakkın istilzam ettiğine nazaran Vâcib’e olan isnadı mes’elesi; semeredar bir ağaç mes’elesi gibidir. Şöyle ki: Ağacın o semereleri, ya vahdete isnad edilir. Yani neşv ü nema kanunuyla ağacın kökünden, kök de çekirdekten, çekirdek de evamir-i tekviniyeyi temessülden, evamir-i tekviniye de “Kün” emrinden, Kün” emri dahi Vâhid-i Vâcib’den sâdır olmuştur.

O vakit, o ağaç bütün eczasıyla, yapraklarıyla, dallarıyla, semereleriyle yaratılış kolaylığında bir semere-i vâhide hükmünde olur. Çünki vahdete nisbeten küçük bir semere ağacıyla pek büyük ve çok semereli bir ağaç arasında fark yoktur. Bu adem-i fark, vahdette sühuletle yüsr, kesrette suubetle usrün bulunduğundan neş’et etmiştir.

Eğer kesrete isnad edilirse, her bir semere, her bir çiçek, herbir yaprak, herbir dal; tam ağacının vücuda gelmesine lâzım olan bütün âlât, cihazat, esbab vesaireye ihtiyaç gösterecektir. Çünki küll cüz’de dâhildir. Ona ne lâzımsa buna da lâzımdır. Mes’ele bu iki şıktan hariç değildir. Biri vâcib, diğeri mümteni’dir.” Ms:145

 İllet-i tamme hakikatı:

“Bir şey, vücudu vâcib olmadıkça vücuda gelmez. Evet irade-i cüz’iyenin taallukuyla irade-i külliyenin taalluku bir şeyde içtima ettikleri zaman, o şeyin vücudu vâcib olur ve derhal vücuda gelir.” İ:73 

“Beşerin zihni ve fikri, Cenab-ı Hakk’ın azametine bir mikyas, kemalâtına bir mizan, evsafının muhakemesine bir vasıta bulmak vüs’atinde değildir; ancak cemi’ masnuatından ve mecmu-u âsârından ve bütün ef’alinden tahassül ve tecelli eden bir vecihle bakılabilir. Evet zerre mir’at olur, fakat mikyas olamaz. Bu mes’elelerden tebarüz ettiği vecihle, Cenab-ı Hakk’ın mümkinata kıyas edilmesi ve mümkinatın onun şuunatına mikyas yapılması, en büyük cehalet ve hamakattır. Çünki aralarındaki fark, yerden göğe kadardır. Evet vâcibi mümkine kıyas etmekten, pek garib ve gülünç şeyler çıkar. Meselâ: Ehl-i tabiat, o aldatıcı kıyas ile, tesir-i hakikîyi esbaba; Ehl-i İtizal, halk-ı ef’ali abde; Mecusiler, şerri ikinci bir hâlıka isnad etmeye mecbur olmuşlardır. Güya zu’mlarınca Cenab-ı Hak, azamet-i kibriya ve tenezzühü dolayısıyla, bu gibi hasis ve çirkin şeylere tenezzül etmez. Demek akılları vehimlerine esir olanlar, bu gibi gülünç şeyleri doğururlar.” İ:76

Sahabe ve asfiya-i müçtehidîn ve eimme-i Ehl-i Beyt,  حَقَائِقُ اْلاَشْيَاءِ ثَابِتَةٌderler ki, Cenab-ı Hakk’ın bütün esmasıyla hakikî bir surette tecelliyatı var. Bütün eşyanın, Onun icadıyla bir vücud-u ârızîsi vardır. Ve o vücud çendan Vâcib-ül Vücud’un vücuduna nisbeten gayet zaîf ve kararsız bir zıll, bir gölgedir; fakat hayal değil, vehim değildir. Cenab-ı Hak, Hallak ismiyle vücud veriyor ve o vücudu idame ediyor.” M:85

İşte وَلِلّٰهِ الْمَثَلُ اْلاَعْلَى  şu kâinatın Sani’-i Zülcelali, Vâcib-ül Vücud’dur. Yani: Onun vücudu zâtîdir, ezelîdir, ebedîdir, ademi mümteni’dir, zevali muhaldir ve tabakat-ı vücudun en rasihi, en esaslısı, en kuvvetlisi, en mükemmelidir. Sair tabakat-ı vücud, onun vücuduna nisbeten gayet zaîf bir gölge hükmündedir. Ve o derece vücud-u Vâcib rasih ve hakikatlı ve vücud-u mümkinat o derece hafif ve zaîftir ki; Muhyiddin-i Arabî gibi çok ehl-i tahkik, sair tabakat-ı vücudu, evham ve hayal derecesine indirmişler; لاَ مَوْجُودَ اِلاَّ هُوَdemişler. Yani: Vücud-u Vâcib’e nisbeten başka şeylere vücud denilmemeli; onlar, vücud ünvanına lâyık değillerdir diye hükmetmişler.

İşte Vâcib-ül Vücud’un hem vâcib, hem zâtî olan kudretine karşı; mevcudatın hem hâdis, hem ârızî vücudları ve mümkinatın hem kararsız, hem kuvvetsiz sübutları; elbette nihayet derecede kolay ve hafif gelir. Bütün ruhları haşr-i a’zamda ihya edip muhakeme etmek; bir baharda, belki bir bahçede, belki bir ağaçta haşr ü neşrettiği yaprak ve çiçek ve meyveler kadar kolaydır.” M:249

“Madem Cenab-ı Hak var, herşey var. Madem Cenab-ı Vâcib-ül Vücud’a intisab var, herşey için bütün eşya var. Çünki Vâcib-ül Vücud’a nisbetle herbir mevcud, bütün mevcudata, vahdet sırrıyla bir irtibat peyda eder. Demek Vâcib-ül Vücud’a intisabını bilen veya intisabı bilinen herbir mevcud, sırr-ı vahdetle, Vâcib-ül Vücud’a mensub bütün mevcudatla münasebetdar olur. Demek herbir şey, o intisab noktasında hadsiz envâr-ı vücuda mazhar olabilir. Firaklar, zevaller, o noktada yoktur. Bir ân-ı seyyale yaşamak, hadsiz envâr-ı vücuda medardır. Eğer o intisab olmazsa ve bilinmezse, hadsiz firaklara ve zevallere ve ademlere mazhar olur. Çünki o halde alâkadar olabileceği herbir mevcuda karşı bir firakı ve bir iftirakı ve bir zevali vardır. Demek kendi şahsî vücuduna, hadsiz ademler ve firaklar yüklenir. Bir milyon sene vücudda kalsa da (intisabsız); evvelki noktasındaki o intisabdaki bir an yaşamak kadar olamaz. Onun için ehl-i hakikat demişler ki: “Bir ân-ı seyyale vücud-u münevver, milyon sene bir vücud-u ebtere müreccahtır.” Yani: “Vücud-u Vâcib’e nisbet ile bir an vücud, nisbetsiz milyon sene bir vücuda müreccahtır.” Hem bu sır içindir ki, ehl-i tahkik demişler: “Envâr-ı vücud ise Vâcib-ül Vücud’u tanımakladır.” Yani: “O halde kâinat, envâr-ı vücud içinde olarak melaike ve ruhaniyat ve zîşuurlar ile dolu görünür. Eğer onsuz olsa adem zulümatları, firak ve zeval elemleri herbir mevcudu ihata eder. Dünya, o adamın nazarında boş ve hâlî bir vahşetgâh suretinde görünür.” Evet nasılki bir ağaç meyvelerinin herbirisi, ağacın başındaki bütün meyvelere karşı birer nisbeti var ve o nisbetle birer kardeşi, arkadaşı mevcud olduğundan, onların adedince ârızî vücudları vardır. Ne vakit o meyve ağacın başından kesilse, herbir meyveye karşı bir firak ve zeval hasıl olur. Herbir meyve onun için madum hükmündedir. Haricî bir zulmet-i adem ona hasıl oluyor. Öyle de: Kudret-i Ehad-i Samed’e intisab noktasında herşey için bütün eşya var. Eğer intisab olmazsa, her şey için eşya adedince haricî ademler var. İşte şu remizden, imanın azamet-i envârına bak ve dalaletin dehşetli zulümatını gör. Demek iman, şu remizde beyan edilen hakikat-ı âliye-i nefs-ül emriyenin ünvanıdır ve iman ile ondan istifade edebilir. Eğer iman olmazsa nasılki kör, sağır, dilsiz, akılsız adama herşey madumdur; öyle de imansıza herşey madumdur, zulümatlıdır.” M:289

 

1: Hazret-i Ibrahim Aleyhisselâm’ın Nemrud’a karşı imate ve ihyada Güneş’in tulû’ ve gurubuna intikali, cüz’î imate ve ihyadan küllî imate ve ihyaya intikaldir ve bir terakkidir. O delilin en parlak ve en geniş dairesini göstermektir. Yoksa bir kısım ehl-i tefsirin dedikleri gibi, hafî delili bırakıp, zahir delile çıkmak değildir. 

Bu dersi indirmek için tıklayınız.

Yukarı Çık