DERSLER / Alfabetik Derlemeler ve Dersler

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

وَ بِهِ نَسْتَعِينُ

اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ وَ الصَّلاَةُ وَ السَّلاَمُ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَ عَلَى آلِهِ وَ صَحْبِهِ اَجْمَعِينَ

VAHİY

Kur’an (4:163) âyetinin tefsirinde vahiy hakkında verilen izahatta deniliyor ki:

Îha, vahiy göndermektir. İbn-i Kesir’in Nihaye’de ve Süyutî’nin Dürr-i Nesir’de zikrettikleri vechile vahiy lügatta risalet, kitabet, işaret, ilham, kelâm-ı hafî manalarına gelir. Ve asl-ı madde, sür’at manasındadır. Ragıb’ın Müfredat’da, Firuz Abadînin Besair’de tavzihlerine göre vahiy asl-ı lügatta, işaret-i serîa demektir.

Suret-i umumiyede vahiy, biri vahy-i hak, biri vahy-i batıl olmak üzere iki nevidir. Ve bunun ikisine de şamil olan en umumi manasıyla vahiy, “seri bir ima ile söz” demektir. Vahy-i hakiki vahy-i hak ve cebr-i İlahî olmakla beraber, seri bir ima ve işaretle suret-i hafiyede verilen telkinat-ı batılaya dahi mecazen vahiy ıtlak edilir.

Şeytanetkâr olanlar da vahiy veya ilhamı hep bu mecazi manada kullanarak falan ve falandan icra-yı şeytanet ederler: İlham almış derler...” (E.T. 2032)

Buraya kadar kesbî ilimden kısmi bir bilgi verildi. Şimdi vehbî ilimden yani Risale-i Nur’dan vahyin hakikatını anlatan bazı parçalar okunacak.

Risale-i Nur’da, vahiy ve ilhamın farkları şöyle izah ediliyor:

“Birincisi: İlhamdan çok yüksek olan vahyin ekseri melaike vasıtasıyla ve ilhamın ekseri vasıtasız olmasıdır. Meselâ: Nasılki bir padişahın iki suretle konuşması ve emirleri var.

Birisi: Haşmet-i saltanat ve hâkimiyet-i umumiye haysiyetiyle bir yaverini bir valiye gönderir. O hâkimiyetin ihtişamını ve emrin ehemmiyetini göstermek için bazan vasıta ile beraber bir içtima yapar. Sonra ferman tebliğ edilir.

İkincisi: Sultanlık ünvanı ile ve padişah-ı umumî ismiyle değil, belki kendi şahsı ile hususî bir münasebeti ve cüz’î bir muamelesi bulunan has bir hizmetçisi ile veya bir âmi raiyetiyle ve hususî telefonu ile hususî konuşmasıdır. Öyle de Padişah-ı Ezelî’nin umum âlemlerin Rabbi ismiyle ve kâinat hâlıkı ünvanı ile vahiy ile ve vahyin hizmetini gören şümullü ilhamlarıyla mükâlemesi olduğu gibi, her bir ferdin ve her bir zîhayatın Rabbi ve Hâlıkı olmak haysiyetiyle hususî bir surette fakat perdeler arkasında onların kabiliyetine göre bir tarz-ı mükâlemesi var.

İkinci fark: Vahiy gölgesizdir, safidir, havassa hastır. İlham ise gölgelidir, renkler karışır, umumîdir. Melaike ilhamları ve insan ilhamları ve hayvanat ilhamları gibi çeşit çeşit hem pekçok enva’larıyla denizlerin katreleri kadar kelimat-ı Rabbaniyenin teksirine medar bir zemin teşkil ediyor.” Ş:214

Vahiy iki kısımdır:

Biri:Vahy-i sarihî”dir ki, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm onda sırf bir tercümandır, mübelliğdir, müdahalesi yoktur. Kur’an ve bazı ehadîs-i kudsiye gibi...

İkinci Kısım:Vahy-i zımnî”dir. Şu kısmın mücmel ve hülâsası, vahye ve ilhama istinad eder; fakat tafsilâtı ve tasviratı, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’a aittir. O vahiyden gelen mücmel hâdiseyi tafsil ve tasvirde, Zât-ı Ahmediye Aleyhissalâtü Vesselâm bazan yine ilhama, ya vahye istinad edip beyan eder veyahut kendi ferasetiyle beyan eder. Ve kendi içtihadıyla yaptığı tafsilât ve tasviratı, ya vazife-i risalet noktasında ulvî kuvve-i kudsiye ile beyan eder veyahut örf ve âdet ve efkâr-ı âmme seviyesine göre, beşeriyeti noktasında beyan eder.

İşte her hadiste bütün tafsilâtına, vahy-i mahz noktasıyla bakılmaz. Beşeriyetin muktezası olan efkâr ve muamelâtında, risaletin ulvî âsârı aranılmaz. Madem bazı hâdiseler mücmel olarak mutlak bir surette ona vahyen gelir, o da kendi ferasetiyle ve tearüf-ü umumî cihetiyle tasvir eder. Şu tasvirdeki müteşabihata ve müşkilâta bazan tefsir lâzım geliyor, hattâ tabir lâzım geliyor. Çünki bazı hakikatlar var ki, temsil ile fehme takrib edilir. Nasılki bir vakit huzur-u Nebevîde derince bir gürültü işitildi. Ferman etti ki: “Şu gürültü, yetmiş senedir yuvarlanıp, şimdi Cehennem’in dibine düşmüş bir taşın gürültüsüdür.” Bir saat sonra cevab geldi ki: “Yetmiş yaşına giren meşhur bir münafık ölüp, Cehennem’e gitti.” Zât-ı Ahmediye Aleyhissalâtü Vesselâm’ın belig bir temsil ile beyan ettiği hâdisenin tevilini gösterdi.” M:93

İhtiyarın karışmadığı vahyin eserinin mükemmeliyetini anlatan Hz. Üstad diyor ki:

“Eğer icaddaki vasıta hakikî olsaydı ve hakikî tesir verilseydi; hem bir şuur-u küllî verilmek lâzım idi, hem de bizzarure eserde ittikan-ı kemal-i san’at muhtelif olacaktı. Halbuki en âdiden en âlîye, en küçükten en büyüğe ittikan; derece-i kemalde, mahiyetin kameti nisbetindedir. Demek Müessir-i Hakikî’den bazı karîb, bazı baîd, kısmen vasıtasız, kısmen vasıta ile, kısmen vesait ile değildir. İnsanın ihtiyarî eserindeki adem-i kemal; cebri nefy, ihtiyarı isbat eder.

Cây-ı dikkattir ki: Cüz’î bir ihtiyarın tavassutu ile eser-i akıl bir insan şehri, intizamca semere-i vahy bir arı kovanındaki cemaate yetişmez. Ve arıların meşher-i san’atı bir petek hüceyrat şehri; bir nar ve (cilnar) gülnardan intizamca geridir. Demek kâinattaki cazibe-i umumiye hangi kalemden akmışsa, cüz’-i lâ-yetecezzadaki küçücük cazibeler o kalemin noktalarıdır.” H:136

Yani vahyin eseri sonsuz kâmil-i mutlaktan gelir.

Bidayet-i vahiy hadisesi şöyle ifade ediliyor:

“Varaka İbn-i Nevfel (Hatice-i Kübra’nın ammizadelerinden) bidayet-i vahiyde Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm telaş etmiş. Hatice-i Kübra o hâdiseyi, meşhur Varaka İbn-i Nevfel’e hikâye etmiş. Varaka demiş: “Onu bana gönder.” Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm Varaka’nın yanına gitmiş, mebde’-i vahiydeki vaziyeti hikâye etmiş. Varaka demiş: بَشِّرْ يَا مُحَمَّدُ اِنِّى اَشْهَدُ اَنَّكَ اَنْتَ النَّبِىُّ الْمُنْتَظَرُ وَبَشَّرَ بِكَ عِيسَى Yani: “Telaş etme, o halet vahiydir. Sana müjde! İntizar edilen Nebi sensin! İsa, seninle müjde vermiş.” M:173

Hadis mevzuuna girebilmek için gereken bilgiler şöyle beyan ediliyor:

“Sebeb-i münakaşa, eğer hadîs ise; hadîsin meratibini ve vahy-i zımnînin derecatını ve tekellümat-ı Nebeviyenin aksamını bilmek lâzım.” M:351

Bazı mütesavvifenin vahiy hakkındaki hatalı anlayışları hakkında şu ikaz var:

“…vahiy ve kelâmullahın ism-i hassı ve onun en bahir misal-i müşahhası olan Kur’anın necimlerine ism-i has olan “âyet” namı öyle ilhamata verilmesi, hata-yı mahzdır.”M:448

“…vahiy ne kadar ilhamdan yüksek ise; semere-i vahiy olan âdâb-ı şer’iye, o derece semere-i ilham olan âdâb-ı tarîkattan yüksek ve ehemmiyetlidir. Onun için, tarîkatın en mühim esası, Sünnet-i Seniyeye ittiba’ etmektir.” M:352

“Müfrit bir kısım ehl-i tasavvuf; ilhamı, vahiy gibi zanneder ve ilhamı, vahiy nev’inden telakki eder, vartaya düşer. Vahyin derecesi ne kadar yüksek ve küllî ve kudsî olduğu ve ilhamat ona nisbeten ne derece cüz’î ve sönük olduğu, Onikinci Söz’de ve i’caz-ı Kur’ana dair Yirmibeşinci Söz’de ve sair risalelerde gayet kat’î isbat edilmiştir.” M:454

“Hem madem o mecazî mana ve işarî mefhumlar haktır, doğrudur ve vakıa mutabıktır ve bu iltifata lâyıktır ve karineleri kuvvetlidir; elbette Hazret-i İmam-ı Ali Radıyallahü Anh’ın, böyle bütün işarî manaları irade edecek küllî bir teveccühü faraza bulunmazsa; Celcelutiye vahiy olmak cihetiyle hakikî sahibi, Hazret-i İmam-ı Ali Radıyallahü Anh’ın üstadı olan Peygamber-i Zîşan Aleyhissalâtü Vesselâm’ın küllî teveccühü ve üstadının Üstad-ı Zülcelalinin ihatalı ilmi onlara bakar, irade dairesine alır.” M:467

Vahyin zaman ve mekan bakımından şümuliyeti hakkında deniliyor ki:

“Gayet kuvvetli bir tezahüratla vahiylerin hakikatı, âlem-i gaybın her tarafında her zamanda hükmediyor. Kâinatın ve mahlukatın şehadetlerinden çok kuvvetli bir şehadet-i vücud ve tevhid, Allâm-ül Guyub’dan vahiy ve ilham hakikatlarıyla geliyor. Kendini ve vücud ve vahdetini, yalnız masnu’larının şehadetlerine bırakmıyor. Kendisi, kendine lâyık bir kelâm-ı ezelî ile konuşuyor. Her yerde ilim ve kudretiyle hazır ve nâzırın kelâmı dahi hadsizdir 1 ve kelâmının manası onu bildirdiği gibi, tekellümü dahi, onu sıfâtıyla bildiriyor.

Evet, yüzbin Peygamberlerin (Aleyhimüsselâm) tevatürleriyle ve ihbaratlarının vahy-i İlahîye mazhariyet noktasında ittifaklarıyla ve nev’-i beşerden ekseriyet-i mutlakanın tasdikgerdesi ve rehberi ve muktedası ve vahyin semereleri ve vahy-i meşhud olan kütüb-ü mukaddese ve suhuf-u semaviyenin delail ve mu’cizatlarıyla, hakikat-ı vahyin tahakkuku ve sübutu bedahet derecesine geldiğini bildi ve vahyin hakikatı beş hakikat-ı kudsiyeyi ifade ve ifaza ediyor diye anladı:

Birincisi: اَلتَّنَزُّلاَتُ اْلاِلهِيَّةُ اِلَى عُقُولِ الْبَشَرِ denilen, beşerin akıllarına ve fehimlerine göre konuşmak bir tenezzül-ü İlahîdir. Evet, bütün zîruh mahlukatını konuşturan ve konuşmalarını bilen, elbette kendisi dahi o konuşmalara konuşmasıyla müdahale etmesi, rububiyetin muktezasıdır.

İkincisi: Kendini tanıttırmak için kâinatı, bu kadar hadsiz masraflarla, baştan başa hârikalar içinde yaratan ve binler dillerle kemalâtını söylettiren, elbette kendi sözleriyle dahi kendini tanıttıracak.

Üçüncüsü: Mevcudatın en müntehabı ve en muhtacı ve en nazenini ve en müştakı olan hakikî insanların münacatlarına ve şükürlerine fiilen mukabele ettiği gibi, kelâmıyla da mukabele etmek, hâlıkıyetin şe’nidir.

Dördüncüsü: İlim ile hayatın zarurî bir lâzımı ve ışıklı bir tezahürü olan mükâleme sıfatı, elbette ihatalı bir ilmi ve sermedî bir hayatı taşıyan zâtta, ihatalı ve sermedî bir surette bulunur.

Beşincisi: En sevimli ve muhabbetli ve endişeli ve nokta-i istinada en muhtaç ve sahibini ve mâlikini bulmağa en müştak; hem fakir ve âciz bulunan mahlukatlarına acz ve iştiyakı, fakr ve ihtiyacı ve endişe-i istikbali ve muhabbeti ve perestişi veren bir zât, elbette kendi vücudunu onlara tekellümüyle iş’ar etmek, uluhiyetin muktezasıdır. İşte, tenezzül-ü İlahî ve taarrüf-ü Rabbanî ve mukabele-i Rahmanî ve mükâleme-i Sübhanî ve iş’ar-ı Samedanî hakikatlarını tazammun eden, umumî semavî vahiylerin icma’ ile Vâcib-ül Vücud’un vücuduna ve vahdetine delaletleri öyle bir hüccettir ki; gündüzdeki güneşin şuaatının güneşe şehadetinden daha kuvvetlidir diye anladı.” Ş:123

“Sıfat-ı kelâmdan gelen tekellüm-ü İlahîdir. لَوْ كَانَ الْبَحْرُ مِدَادًا لِكَلِمَاتِ رَبِّى  âyetinin sırrıyla: Kelâm-ı İlahî, nihayetsizdir. Bir zâtın vücudunu bildiren en zahir alâmet, konuşmasıdır. Demek bu hakikat, nihayetsiz bir surette Mütekellim-i Ezelî’nin mevcudiyetine ve vahdetine şehadet eder. Bu hakikatın iki kuvvetli şehadeti, bu risalenin ondördüncü ve onbeşinci mertebelerinde beyan edilen vahiyler ve ilhamlar cihetiyle ve geniş bir şehadeti dahi, onuncu mertebesinde işaret edilen kütüb-ü mukaddese-i semaviye cihetiyle ve çok parlak ve câmi’ bir diğer şehadeti dahi, onyedinci mertebesinde Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan cihetiyle geldiğinden, bu hakikatın beyan ve şehadetini o mertebelere havale edip o hakikatı mu’cizane ilân eden ve şehadetini sair hakikatların şehadetleriyle beraber ifade eden شَهِدَ اللّٰهُ اَنَّهُ لاَ اِلهَ اِلاَّ هُوَ وَالْمَلٰئِكَةُ وَ اُولُوا الْعِلْمِ قَائِمًا بِالْقِسْطِ لاَ اِلهَ اِلاَّ هُوَ الْعَزِيزُ الْحَكِيمُ  âyet-i muazzamanın envârı ve esrarı, bizim bu yolcuya kâfi ve vâfi gelmiş ki, daha ileri gidememiş.”Ş:147

Vahyin hakikatına yapılan garazî bir itiraza cevab:

İlim adamı edasiyle televizyonlarda gayr-i ilmî konuşan ve Kur’an hakkında şübheler vermeye çalıştırılan bazı kişiler, zelzele bahsi münasebetiyle Üstad Bediüzzamana itirazda bulunmuş. Halbuki o bahiste Zilzal Sûresi, münhasıran zelzeleye bakan bir suredir denmemiş, ancak âyette geçen (vahiy) tabirine atfen şöyle deniliyor:

“Şu sure kat’iyyen ifade ediyor ki: Küre-i Arz, hareket ve zelzelesinde vahy ve ilhama mazhar olarak emir tahtında depreniyor. Bazan da titriyor.” S:171

Yani küre-i arz, evamir-i tekviniye ile hareket eder manası ihsas ediliyor. İşte mezkûr ayete bakan zelzele hakkındaki net ifade bu kadardır.

Yazının devamında, zelzelelerle alâkalı suallere cevablar veriliyor ve dinî nokta-i nazardan halkı ikaz eden izahlar ve irşadlar yapılıyor. Mezkûr sûrenin alışılagelen tefsir tarzına geçilmemiştir ki, itiraza yer bulunsun! Esasen ayetlerin sarih manasından başka pek çok işarî manaları da vardır.

Evet bazı müfessirlerimiz, mezkûr sûrenin birinci ayetine mana verirken: “Küre-i arz, kendine has sarsıntıyla sarsıldığı” ifadesini kullanırlar. Yani hariçten gelen darbe ile değil, kendi dahilî bünyesinde sarsıldığı manasına bir masadak ve mahmil kapısını açarlar ki, bu zelzeleye bakan bir mahmil ve îmadır. Nitekim kıyamet alâmetlerini haber veren hadîslerde, sefih azgınlara ve azgınlıklara karşı “zelzele, hasf: yere batırılma, kazf: taş yağması” gibi musibetlerin geleceği haber verilir ki, mezkûr hakikatı te’yid eder.

Mezkûr ayette geçen “vahiy” irade ve kudret-i İlâhiyeyi tazammun eden evamir-i tekviniyenin tecellisine bakar ve baktırır. Nitekim yedi kat göklerin vahyen tavzif edildiğine dikkat çeken 41. Sûrenin 12. âyeti, gayet manidardır. Evet, vahyin bir nev’i, mahiyetçe evamir-i tekviniyeye bakar. Bütün varlık dünyasında her türlü harekât ve sekenatın yani kıyamet ve zelzelenin haşmetli harekâtından, atom yapısındaki ihtizazata, tâ güneş sistemlerinden samanyolu ve emsallerinin devr u deveranlarına kadar her şey, irade ve kudret-i İlâhiyeyi tazammun eden evamir-i tekviniyeyi-i İlâhiyenin kayyumiyet tecellisinin kesiksiz tasarrufu altındadır. Bu hakikatı beyan eden Hz.Bediüzzaman diyor ki:

“Evet Hâlık-ı Rahîm, bir kuşun tüylü libasını hangi kanunla değiştiriyor, tazelendiriyor; o Sâni’-i Hakîm aynı kanunla, her sene Küre-i Arz’ın libasını tecdid eder. Hem o aynı kanunla, her asırda dünyanın şeklini tebdil eder. Hem aynı kanunla, kıyamet vaktinde kâinatın suretini tağyir edip değiştirir.

Hem hangi kanunla zerreyi, mevlevî gibi tahrik ederse; aynı kanunla Küre-i Arz’ı meczub ve semaa kalkan mevlevî gibi döndürüyor ve o kanun ile âlemleri böyle çeviriyor ve manzume-i şemsiyeyi gezdiriyor.

Hem hangi kanunla senin bedenindeki hüceyratın zerrelerini tazelendiriyor, tamir ve tahlil ediyorsa, aynı kanunla senin bağını her sene tecdid eder ve her mevsimde çok defa tazelendirir. Aynı kanunla, zemin yüzünü her bahar mevsiminde tecdid eder, taze bir peçe üstüne çeker.

Hem o Sâni’-i Kadîr, hangi kanun-u hikmetle bir sineği ihya eder; aynı kanunla şu önümüzdeki çınar ağacını her baharda ihya eder ve o kanunla Küre-i Arz’ı yine o baharda ihya eder ve aynı kanunla haşirde mahlukatı da ihya eder. Şu sırra işaretenمَا خَلْقُكُمْ وَلاَ بَعْثُكُمْ اِلاَّ كَنَفْسٍ وَاحِدَةٍ Kur’an ferman eder. Ve hâkeza kıyas et.

Bunlar gibi çok kavanin-i rububiyet vardır ki, zerreden tâ mecmu’-u âleme kadar cereyan ediyor. İşte faaliyet-i rububiyetin içindeki şu kanunların azametine bak ve genişliğine dikkat et ve içindeki sırr-ı vahdeti gör; herbir kanun bir bürhan-ı vahdet olduğunu bil.2 M:290

Keza mahiyetce vahyin hakikatını da taşıyan evamir-i tekviniyenin mukannen ve müstevli hâkimiyet ve tasarrufunu izah eden bir bahsin bir kısmında aynen şöyle deniliyor:

“Evet Fâtır-ı Hakîm, Kitab-ı Mübin’in düsturlarını gayet güzel bir surette ve muhtasar bir tarzda ve has bir lezzette ve mahsus bir ihtiyaçta icmal edip derceder. Herşey öyle has bir lezzet ve mahsus bir ihtiyaç ile amel etse, o Kitab-ı Mübin’in düsturlarını bilmeyerek imtisal eder. Meselâ: Hortumlu sivrisinek dünyaya geldiği dakikada hanesinden çıkar; durmayarak insanın yüzüne hücum eder, uzun asâsıyla vurur, âb-ı hayat fışkırtır, içer. Hücumdan kaçmakta, erkân-ı harb gibi meharet gösterir. Acaba bu küçük, tecrübesiz, yeni dünyaya gelen mahluka bu san’atı ve bu fenn-i harbi ve su çıkarmak san’atını kim öğretmiş ve nerede öğrenmiş? Ben, yani bu bîçare Said itiraf ediyorum ki: Eğer ben o hortumlu sineğin yerinde olsaydım; bu san’atı, bu kerr u ferr harbini ve su çıkarmak hizmetini çok uzun dersler ve çok müteaddid tecrübelerle ancak öğrenebilirdim.

İşte ilhama mazhar olan arı, örümcek ve yuvasını çorap gibi yapan bülbül gibi hayvanatı bu sineğe kıyas et. Hattâ nebatatı da aynen hayvanata kıyas edebilirsin. Evet Cevvad-ı Mutlak (Celle Celaluhu), her ferd-i zîhayatın eline lezzet midadıyla ve ihtiyaç mürekkebiyle yazılmış bir tezkereyi vermiş. Onunla evamir-i tekviniyenin proğramını ve hizmetlerinin fihristesini tevdi’ etmiştir. Bak o Hakîm-i Zülcelal’e; nasıl Kitab-ı Mübin’in düsturlarından arı vazifesine ait mikdarını bir tezkerede yazmış, arının başındaki sandukçaya koymuştur. O sandukçanın anahtarı da, vazifeperver arıya has bir lezzettir. Onunla sandukçayı açar, proğramını okur, emri anlar, hareket eder. وَ اَوْحَى رَبُّكَ اِلَى النَّحْلِ  âyetinin sırrını izhar eder. İşte eğer bu Sekizinci Nota’yı tamam işittin ve tam anladınsa, bir hads-i imanî ileوَسِعَتْ رَحْمَتُهُ كُلَّ شَيْءٍ nin bir sırrınıوَ اِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ nin bir hakikatını اِنَّمَا اَمْرُهُ اِذَا اَرَادَ شَيْئًا اَنْ يَقُولَ لَهُ كُنْ فَيَكُونُ nun bir düsturunu,  فَسُبْحَانَ الَّذِى بِيَدِهِ مَلَكُوتُ كُلِّ شَيْءٍ وَاِلَيْهِ تُرْجَعُونَ nun bir nüktesini anlarsın.” L:126

İşte bu bahiste, tekvinî âleme bakan vahiy nevinin mahiyeti nazara verildi.

Gayet icmalen bahsolunan mezkûr izahat müvacehesinde görülüyor ki, ortaya atılan malum itiraz gibi Risale-i Nur’a muhalefetler, ya cehaletten, ya sathiyetten veya garazdandır.(Bakınız: Vahyin Hakikati (Bir İtiraza Cevab) derlemesi)

1 Evet, nasıl ki güneşten fezada yayılan sürekli ve kesiksiz ışık enerjisi bütün şeffafatta tezahür etmesi gibi ilham ve vahiy de öyle müstevli olup mazharlarda tezahür eder demektir.

2 Kanun için Bk. Ms:59 p2

Bu dersi indirmek için tıklayınız.

Yukarı Çık