DERSLER / Alfabetik Derlemeler ve Dersler

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

وَ بِهِ نَسْتَعِينُ

اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ وَ الصَّلاَةُ وَ السَّلاَمُ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَ عَلَى آلِهِ وَ صَحْبِهِ اَجْمَعِينَ

ZİKİR-ZİKR

Anmak, hatırlamak. Anılmak. *Allah’ı (C.C.) çok çok anıp azametini düşünmek ve esma-i hüsnasını okuyup tefekkür etmek. *Kur’an-ı Kerim’in bir ismi.

Risale-i Nur’da zikir hakkında bahisler vardır. Bunlardan bazıları şöyledir.

“Zikreden adamın, feyz-i İlahîyi celbeden muhtelif latifeleri vardır. Bir kısım kalb ve aklın şuuruna bağlıdır.1 Bir kısmı da şuursuz, yani şuurlara tabi değildir. مِنْ حَيْثُ لاَ يَشْعُرُ husule gelir. Binaenaleyh gaflet ile yapılan zikirler dahi feyizden halî değildir.” Ms:87

Yani kalb ve akıl anlamasa da, lâtifelerin manevî feyzî olabilir.

Kur’anda çok âyetlerde tavsiye edilen zikr-i İlahî ile insanın kalb ve ruhu inkişaf eder ve iç âlemi nurlanır. Enaniyet ve nefsanî hislerin hâkimiyeti önlenir. Evet nasılki;

“Tohum olacak bir habbenin kalbi, yani içi delindiği zaman, elbette sünbüllenip neşv ü nema bulamaz; ölür gider. Kezalik ene  ile tabir edilen enaniyetin kalbi, Allah Allah zikrinin şua ve hararetiyle yanıp delinirse, büyüyüp gafletle fir’avunlaşamaz ve Hâlik-ı Semavat ve Arz’a isyan edemez. O zikr-i İlahî sayesinde ene mahvolur.

İşte Nakşibendîler, zikir hususunda ittihaz ettikleri zikr-i hafî sayesinde kalbin fethiyle, ene ve enaniyet mikrobunu öldürmeye ve  şeytanın emirberi olan nefs-i emmaresinin başını kırmağa muvaffak olmuşlardır. Kezalik Kadirîler de, zikr-i cehrî sayesinde tabiat tağutlarını tar u mar etmişlerdir.” Ms:103

Zikr-i cehrî, alem-i kebir-i kâinatın tefekkürü iledir. Zikr-i hafî ise, alem-i asgar olan insanın batınî hissiyatına bakar.

Ve keza “Musibetler, dergah-ı İlahîye sevk etmek için birer kader kamçısıdır. Her okuduğum bir kelime ve dua da ve münacat da şuurlu ve şiddetli oluyor. Resmî ve ruhsuz olmuyor. Sahabelerdeki ibadetlerinin sırr-ı tefevvuku bu noktadandır. Tesbih ve zikri bütün manasıyla şuurlu bir surette söyledikleridir.” B:284

Yani gafletli ve rahat hayat, Allah’a iltica etmenin ihtiyacını duyurmadığından zikirler ciddiyetini kazanamaz diye hatırlatıyor. Bu asırda musibetler gerek.

Zikir hayatında manevi zevk arayıp bulamıyan ve bunun sebebini soran bir talebesine Bediüzzaman’ın verdiği cevab:

“Bir zat çok defa dehşetli şekva ediyor ki: “Ben adam olamıyorum, gittikçe fenalaşıyorum, manevi hizmetlerimin neticelerini göremiyorum.” diye meded istiyor. Ona yazıyoruz ki: “Bu dünya dar-ül hizmettir, ücret almak yeri değildir. A’mal-i salihanın ücretleri, meyveleri, nurları berzahta, âhirettedir. O baki meyveleri bu dünyaya çekmek ve bu dünyada onları istemek, âhireti dünyaya tabi etmek demektir. O amel-i salihin ihlası kırılır, nuru gider. Evet o meyveler istenilmez, niyet edilmez. Verilse teşvik için verildiğini düşünüp şükreder.”

Evet bu asırda, bir-iki mektubda beyan edildiği gibi, o derece hayat-ı dünyeviye damarına dokunmuş ve yaralanmış ve heyecana getirmiş ki; mübarek ve ihtiyar ve hoca ve ehl-i salahat olan bir zat dahi, dünyada bir nevi hayat-ı uhreviye ezvakını istiyor; birinci derecede dünyada zevk-i hayat onda hükmediyor.” K:134

Aynı mevzuda başka bir misal: “Bizimle alâkadar bir zat, pek çokların şekva ettikleri gibi; eskiden şiddetli bir tarikatta okuduğu evradındaki zevk ve şevkini kaybettiğini ve sıkıntı ve uyku galebe ettiğini müteessifane şekva etti. Ona dedik: Maddi hava bozulduğu vakit nasılki sıkıntı veriyor,  asabi sinelerde inkıbaz hali başlıyor; öyle de, bazen manevi hava bozuluyor. Hususan maneviyattan yabanileşmiş bu asırda  ve bilhassa hevesat ve müştehiyat-ı nefsaniyeyi taammüm etmiş memletlerde ve hususan şuhur-u muharreme ve şuhur-u mübarekede manevi havayı tasfiye eden âlem-i İslâmın intibah ve teveccüh-ü umumisi, o mübarek şuhurun gitmesiyle tevakkuf etmesinden fırsat bulup havayı bozan dalaletlerin te’sirleri zamanında ve bilhassa kış tazyikatı altında, bir derece hayat-ı dünyeviye ve hevesat-ı nefsaniyenin tasallutlarının noksaniyetinden, ehl-i İslâm ve ehl-i imanda, hayat-ı uhreviyeye çalışmak iştiyakı, baharın gelmesiyle hayat-ı dünyeviyenin ve hevesat-ı nefsaniyenin inkişafıyla o iştiyak-ı uhreviyeyi gizlemesi anında elbette böyle kudsi evradlarda zevk, şevk yerinde, esnemek ve fütur gelir.” K:134

Bu asırda müfsid cemiyetin ifsadı, çok şiddetlendiğinden bu hal bu asırda küllidir:

“Bu günlerde herkes sıkıntıdan şekva ediyor. Âdeta manevi havanın bozukluğundan, maddî ve umumî bir sıkıntı hastalığını vermiş. Hattâ bana da bir gün sirayet etti. Bizim her derdimize ilâç olan Risale-i Nur ile meşgul olanlarda, o sıkıntı hastalığı ya yok veya pek azdır.” K:249

Zikir hayatında hayalin geniş nazarıyla daire-i zikrin vüs’ati tahayyül edilebilir:

Evet لاَ اِلهَ اِلاَّ اللّٰهُ olan kelime-i zikriyeyi bir insan vird-i zeban ettiği zaman, zamanı bir halka-i zikir tahayyül etmekle o halkanın sağ tarafı olan mazi cihetinde enbiyanın, sol tarafı olan kendisi de o cemaat-i uzma içinde bulunarak şu kubbe-i minayı dolduran yüksek İlahî ve tatlı sadalarına iştirak ettiğin tahayyül etsin. Kuvve-i hayaliyesi daha keskin olanlar da kâinat mescidinde bütün masnuatın teşkil ettikleri halka-i zikirlerine girsin, şu fezayı velvelendiren o sadaları dinlesin.” Ms:73

Vird ve zikirlerde gaye, rıza-yı İlahî olmalı:

Evet “Ubudiyet, emr-i İlahîye ve rıza-i İlahîye bakar. Ubudiyetin dâîsi, emr-i İlahî; ve neticesi, rıza-yı Hak’tır. Semeratı ve fevaidi, uhreviyedir. Fakat ille-i gaiye olmamak, hem kasden istenilmemek şartıyla, dünyaya ait faideler ve kendi kendine terettüb eden ve istenilmiyerek verilen semereler, ubudiyete münafi olmaz. Belki zaifler için müşevvik ve müreccih hükmüne geçerler. Eğer o dünyaya ait faideler ve menfaatlar; o ubudiyete ve o virde veya o zikre illet veya illetin bir cüz’ü olsa; o ubudiyeti kısmen ibtal eder. Belki o hasiyetli virdi akîm bırakır, netice vermez. İşte bu sırrı anlamıyanlar, meselâ yüz hasiyeti ve faidesi bulunan Evrad-ı Kudsiye-i Şah-ı Nakşibendîyi veya bin hasiyeti bulunan Cevşen-ül Kebir’i, o faidelerin bazılarını maksud-u bizzat niyet ederek okuyorlar. O faideleri göremiyorlar ve göremiyecekler ve görmeye de hakları yoktur. Çünki o faideler, o  evradların illeti olamaz ve ondan, onlar kasden ve bizzat istenilmiyecek. Çünkü onlar fazlî bir surette, o halis virde talebsiz terettüb eder. Onları niyet etse, ihlası bir derece bozulur. Belki ubudiyetten çıkar ve kıymetten düşer. Yalnız bu kadar var ki; böyle hasiyetli evradı okumak için, zaif insanlar bir müşevvik ve müreccihe muhtaçtırlar. O faideleri düşünüp, şevke gelip; evradı sırf rıza-yı İlahî için, âhiret için okusa zarar vermez. Hem de makbuldür. Bu hikmet anlaşılmadığından; çoklar, Aktabdan ve Selef-i Salihînden mervi olan faideleri görmediklerinden şüpheye düşer, hatta inkâr da eder.” L:131

Tarîkat ve hakikat, vesilelikten çıkmamak gerektir. Eğer maksud-u bizzât hükmüne geçseler; o vakit şeriatın muhkematı ve ameliyatı ve Sünnet-i Seniyeye ittiba’, resmî hükmünde kalır; kalb öteki tarafa müteveccih olur. Yani: Namazdan ziyade halka-i zikri düşünür; feraizden ziyade, evradına müncezib olur; kebairden kaçmaktan ziyade, âdâb-ı tarîkatın muhalefetinden kaçar. Halbuki muhkemat-ı şeriat olan farzların bir tanesine, evrad-ı tarîkat mukabil gelemez; yerini dolduramaz. Âdâb-ı tarîkat ve evrad-ı tasavvuf, o feraizin içindeki hakikî zevke medar-ı teselli olmalı, menşe olmamalı. Yani: Tekyesi, câmideki namazın zevkine ve ta’dil-i erkânına vesile olmalı; yoksa câmideki namazı çabuk resmî kılıp, hakikî zevkini ve kemalini tekyede bulmayı düşünen, hakikattan uzaklaşıyor.M:452

İ’lem Eyyühel-Aziz! Kelime-i Tevhid’in tekrar ile zikrine devam etmek, kalbi pek çok şeylerle bağlayan bağları, ipleri kırmak içindir. Ve nefsin tapacak derecede sanem ittihaz ettiği mahbublardan yüzünü çevirtmektir. Maahaza, zâkir olan zâtta bulunan hasse ve latifelerin ayrı ayrı tevhidleri olduğuna işaret olduğu gibi; onların da onlara münasib şerikleriyle olan alâkalarını kesmek içindir. Ms:88

Sual: Tarîkatlardaki muhtelif zikir ayinlerine ne dersin?

Cevap: Ef’al ve harekete ibâdet nazarıyla bakılmamak.. hem vakâr-ı zikirde münâfi olmamak.. hem şer’an menhî hareket bulunmamak şartıyla zararsızdır. Hareket kasd-i ihtiyarîden ziyade; incizabı, ızdırarı olmalı. Zira asl-ı ibadet, nefs-i zikirdir. Hareketin tayini “ayet” ihtiyara bırakmıştır. Şer’an tayin edilen ef’ale benzemez. Şer’i olan; ceviz-i hindiye  benzer, kışrı da (lübb) tür. Tasavvufî olan; cevizimize benzer, kışrı yenilmez.” AB:646 haşiye

Bu asırda duhan sebebiyle zikrin asliyetini kaybetmesini anlatan Hz. Üstad şu izahatı veriyor:

BİRİNCİ NÜKTE: Hazret-i Eyyüb Aleyhisselâm’ın zahirî yara hastalıklarının mukabili bizim bâtınî ve ruhî ve kalbî hastalıklarımız vardır. İç dışa, dış içe bir çevrilsek, Hazret-i Eyyüb’den daha ziyade yaralı ve hastalıklı görüneceğiz. Çünki işlediğimiz herbir günah, kafamıza giren herbir şübhe, kalb ve ruhumuza yaralar açar. Hazret-i Eyyüb Aleyhisselâm’ın yaraları, kısacık hayat-ı dünyeviyesini tehdid ediyordu. Bizim manevî yaralarımız, pek uzun olan hayat-ı ebediyemizi tehdid ediyor. O münacat-ı Eyyübiyeye, o Hazretten bin defa daha ziyade muhtacız. Bahusus nasılki o Hazretin yaralarından neş’et eden kurtlar, kalb ve lisanına ilişmişler; öyle de; bizleri, günahlardan gelen yaralar ve yaralardan hasıl olan vesveseler, şübheler (neûzü billah) mahall-i iman olan bâtın-ı kalbe ilişip imanı zedeler ve imanın tercümanı olan lisanın zevk-i ruhanîsine ilişip zikirden nefretkârane uzaklaştırarak susturuyorlar. Evet günah kalbe işleyip, siyahlandıra siyahlandıra tâ nur-u imanı çıkarıncaya kadar katılaştırıyor. Herbir günah içinde küfre gidecek bir yol var. O günah istiğfar ile çabuk imha edilmezse, kurt değil, belki küçük bir manevî yılan olarak kalbi ısırıyor. Meselâ: Utandıracak bir günahı gizli işleyen bir adam, başkasının ıttılaından çok hicab ettiği zaman, melaike ve ruhaniyatın vücudu ona çok ağır geliyor. Küçük bir emare ile onları inkâr etmek arzu ediyor. Hem meselâ: Cehennem azabını intaç eden büyük bir günahı işleyen bir adam, Cehennem’in tehdidatını işittikçe istiğfar ile ona karşı siper almazsa, bütün ruhuyla Cehennem’in ademini arzu ettiğinden, küçük bir emare ve bir şübhe, Cehennem’in inkârına cesaret veriyor. Hem meselâ: Farz namazını kılmayan ve vazife-i ubudiyeti yerine getirmeyen bir adamın küçük bir âmirinden küçük bir vazifesizlik yüzünden aldığı tekdirden müteessir olan o adam, Sultan-ı Ezel ve Ebed’in mükerrer emirlerine karşı farzında yaptığı bir tenbellik, büyük bir sıkıntı veriyor ve o sıkıntıdan arzu ediyor ve manen diyor ki: “Keşki o vazife-i ubudiyeti bulunmasa idi.” Ve bu arzudan bir manevî adavet-i İlahiyeyi işmam eden bir inkâr arzusu uyanır. Bir şübhe, vücud-u İlahiyeye dair kalbe gelse, kat’î bir delil gibi ona yapışmaya meyleder. Büyük bir helâket kapısı ona açılır. O bedbaht bilmiyor ki: İnkâr vasıtasıyla, gayet cüz’î bir sıkıntı vazife-i ubudiyetten gelmeye mukabil, inkârda milyonlar ile o sıkıntıdan daha müdhiş manevî sıkıntılara kendini hedef eder. Sineğin ısırmasından kaçıp, yılanın ısırmasını kabul eder. Ve hâkeza.. bu üç misale kıyas edilsin ki بَلْ رَانَ عَلَى قُلُوبِهِمْ  sırrı anlaşılsın.” L:8

1 Taht-eş şuur çok hisler de var. Bk. M:33 p.İşte- Ms:254 p.2.si- H:143 p.son

Bu dersi indirmek için tıklayınız.

Yukarı Çık