LESSONS / Compilations

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ وَ الصَّلاَةُ وَ السَّلاَمُ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَ عَلَى آلِهِ وَ صَحْبِهِ اَجْمَعِينَ

AYET - 2

 

Müteşabih ayetler

---“İrşadın tam ve nâfi' olmasının birinci şartı, cemaatın istidadına göre olması lâzımdır. Cemaat, avamdır. Avam ise hakaiki çıplak olarak göremez, ancak onlarca malûm ve me'luf üslûb ve elbise altında görebilirler. Bunun içindir ki Kur'an-ı Kerim yüksek hakaiki, müteşabihat denilen teşbihler, misaller, istiareler ile tasvir edip, cumhura yani avam-ı nâsın fehimlerine yakınlaştırmıştır. Ve keza tekemmül etmeyen avam-ı nâsın tehlikeli galatlara düşmemesi için, hiss-i zahirî ile gördükleri ve itikad ettikleri Güneş, Arz gibi mes'elelerde icmal ve ibham etmiş ise de, yine hakikatlara işareten bazı emareler, karineler vaz'etmiştir…

Diyorlar ki: Kur'anda "müteşabihat ve müşkilât" denilen, hakikî manaları anlaşılmayan bazı şeylerin bulunması, i'cazına münafîdir. Zira Kur'anın i'cazı, belâgat üzerine müessestir; belâgat da, ancak ifadenin zuhur ve vuzuhuna mebnidir.

Kur'an-ı Kerim'de müteşabihat vardır dedikleri birinci şübhelerine cevab: Evet Kur'an-ı Kerim, umumî bir muallim ve bir mürşiddir. Halka-i dersinde oturan, nev'-i beşerdir. Nev'-i beşerin ekserisi avamdır. Mürşidin nazarında ekall, eksere tâbidir. Yani umumî irşadını ekallin hatırı için tahsis edemez. Maahaza avama yapılan konuşmalardan havas hisselerini alırlar. Aksi halde avam, yüksek konuşmaları anlayamadığından mahrum kalır. Ve keza avam-ı nâs, ülfet ettikleri üslûblardanve ifadelerin çeşitlerinden ve daima hayallerinde bulunan elfaz, maânî ve ibarelerden fikirlerini ayıramadıklarından, çıplak hakikatları ve akliyatı fehmedemezler. Ancak o yüksek hakaikın, onların ülfet ettikleri ifadelerle anlatılması lâzımdır. Fakat Kur'anın böyle ifadelerinin hakikat olduğuna itikad etmemelidirler ki; cismiyet ve cihetiyet gibi muhal şeylere zâhib olmasınlar. Ancak o gibi ifadelere, hakaika geçmek için bir vesile nazarıyla bakılmalıdır. Meselâ Cenab-ı Hakk'ın kâinatta olan tasarrufunun keyfiyeti, ancak bir sultanın taht-ı saltanatında yaptığı tasarrufla tasvir edilebilir. Buna binaendir ki; اِنَّ اللّهَ عَلَى الْعَرْشِ اسْتَوَى da kinaye tarîkı ihtiyar edilmiştir.

  Hissiyatı bu merkezde olan avam-ı nâsa yapılan irşadlarda, belâgat ve irşadın iktizasınca, avamın fehimlerine müraat, hissiyatına ihtiram, fikirlerine ve akıllarına göre yürümek lâzımdır. Nasılki bir çocukla konuşan, kendisini çocuklaştırır ve çocuklar gibi çat-pat ederek konuşur ki, çocuk anlayabilsin. Avam-ı nâsın fehimlerine göre ifade edilen Kur'an-ı Kerim'in ince hakikatları, اَلتَّنَزُّلاَتُ اْلاِلهِيَّةُ اِلَى عُقُولِ الْبَشَرِ ile anılmaktadır. Yani insanların fehimlerine göre Cenab-ı Hakk'ın hitabatında yaptığı bu tenezzülat-ı İlahiye, insanların zihinlerini hakaikten tenfir edip kaçırtmamak için İlahî bir okşamadır. Bunun için, müteşabihat denilen Kur'an-ı Kerim'in üslûbları, hakikatlara geçmek için ve en derin incelikleri görmek için, avam-ı nâsın gözüne bir dûrbîn veya numaralı birer gözlüktür. Bu sırra binaendir ki; bülega, büyük bir ölçüde ince hakikatları tasavvur ve dağınık manaları tasvir ve ifade için istiare ve teşbihlere müracaat ediyorlar. Müteşabihat dahi ince ve müşkil istiarelerin bir kısmıdır. Zira müteşabihat, ince hakikatlara suretlerdir.” İşarat-ül İ'caz ( 112-116)

 

“S-Mebde' ve me'haz itibariyle rikkat-ül kalb manasını ifade eden bu iki sıfatın Cenab-ı Hak hakkında kullanılması caiz değildir. Eğer mana-yı hakikîlerinin lâzımı ve neticesi olan in'am ve ihsan kasdedilirse, mecazda ne hikmet vardır?

C- Bu iki sıfat, "yed" gibi mana-yı hakikîleriyle, Cenab-ı Hak hakkında kullanılması muhal olan müteşabihattandır. Müteşabihatta, mana-yı mecazînin mana-yı hakikînin lafzıyla, üslûbuyla gösterilmesindeki hikmet, insanların me'luf ve malûmları olmayan manaları ve hakikatları zihinlerine yakınlaştırıp kabul ettirmekten ibarettir. Meselâ "yed"in mana-yı mecazîsi insanlara me'nus olmadığından, mana-yı hakikînin şekliyle, lafzıyla gösterilmesi zarureti vardır.” İşarat-ül İ'caz ( 16 )

 

Kur'ân-ı Hakîmin hakikî tercümesi kàbil değildir

---“lisan-ı nahvî olan lisan-ı Arabînin câmiiyeti ve elfâz-ı Kur'âniyenin i'câzı öyle bir tarzdadır ki, kabil-i tercüme değildir, belki "muhaldir" diyebilirim. Kimin şüphesi varsa, i'câza dair Yirmi Beşinci Söze müracaat etsin. Tercüme dedikleri şeyler ise, gayet muhtasar ve nâkıs bir mealdir. Böyle meal nerede; hayattar, çok cihetlerle teşa'ub etmiş âyâtın hakikî mânâları nerede?” MEKTUBAT-342

                                                          

---“Kur'ân-ı Hakîmin hakikî tercümesi kàbil olmadığını Yirmi Beşinci Söz ispat etmiştir. Hem mânevî i'câzındaki ulviyet-i üslûp ise tercümeye gelmez. Mânevî i'câzında olan ulviyet-i üslûp cihetinden gelen zevk ve hakikati beyan ve ifham etmek pek müşkül. Fakat yolu göstermek için bir iki cihete işaret edeceğiz. Şöyle ki: Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyan,

وَمِنْ اٰيَاتِهِ خَلْقُ السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضِ وَاخْتِلاَفُ اَلْسِنَتِكُمْ وَاَلْوَانِكُمْ وَالسَّمٰوَاتُ مَطْوِيَّاتٌ بِيَمِينِهِ

يَخْلُقُكُمْ فِى بُطُونِ اُمَّهَاتِكُمْ خَلْقًا مِنْ بَعْدِ خَلْقٍ فِى ظُلُمَاتٍ ثَلاَثٍ خَلَقَ السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضَ فِى سِتَّةِ اَيَّامٍ

يَحُولُ بَيْنَ الْمَرْءِ وَقَلْبِهِ لاَ يَعْزُبُ عَنْهُ مِثْقَالُ ذَرَّةٍ

يُولِجُ الَّيْلَ فِى النَّهَارِ وَيُولِجُ النَّهَارَ فِى الَّيْلِ وَهُوَ عَلِيمٌ بِذَاتِ الصُّدُورِ

gibi âyetlerle, o derece harika bir ulviyet-i üslûp ve i'câzkârâne bir cemiyet içinde hallâkıyetin hakikatini hayale tasvir ediyor, gösteriyor ki: "Sâni-i Âlem olan şu kâinatın ustası, iş başında olarak şems ve kameri hangi çekiçle yerlerine çakıyorsa, aynı çekiçle, aynı anda zerreleri yerlerine, meselâ zîhayatların gözbebeklerinde yerleştiriyor. Semâvâtı hangi ölçüyle, hangi mânevî âletle tertip edip açıyorsa, aynı anda, aynı tertiple gözün perdelerini açar, yapar, tanzim eder, yerleştirir. Hem Sâni-i Zülcelâl, mânevî kudretin hangi mânevî çekiciyle yıldızları göklere çakıyorsa, aynı o mânevî çekiçle, beşerin simasındaki hadsiz alâmet-i farika noktalarını ve zâhirî ve bâtınî duygularını yerlerine nakşediyor" diye ifade eder.

  Demek, o Sâni-i Zülcelâl, iş başında işlerini hem göze, hem kulağa göstermek için, âyât-ı Kur'âniye ile, bir çekici zerreye vuruyor; aynı âyetin diğer kelimesiyle, o çekici şemse vuruyor, merkezine çakar gibi ulvî üslûpla vahdâniyeti ayn-ı ehadiyet içinde ve nihayet celâli nihayet cemâl içinde ve nihayet azameti nihayet hafâ içinde ve nihayet vüs'ati nihayet dikkat içinde ve nihayet haşmeti nihayet rahmet içinde ve nihayet bu'diyeti nihayet kurbiyet içinde gösterir. Muhal telâkki edilen cem-i ezdâdın en uzak mertebesini, vâcip derecesindeki bir suretini ifade eder, ispat edip gösterir. İşte bu tarz ifadesi ve üslûbudur ki, en harika edipleri, belâğatine secde ettiriyor.

  Hem meselâ, وَمِنْ اٰيَاتِهِ اَنْ تَقُومَ السَّمَۤاءُ وَاْلاَرْضُ بِاَمْرِهِ ثُمَّ اِذَا دَعَاكُمْ دَعْوَةً مِنَ اْلاَرْضِ اِذَۤا اَنْتُمْتَخْرُجُونَ

 âyetiyle, şöyle bir üslûb-u âli ile saltanat-ı rububiyetindeki haşmeti gösterir. Şöyle ki: "Gökler ve zemin, iki mutî kışla hükmünde ve iki muntazam ordu merkezi suretinde, tek bir emirle veya boru gibi bir işaretle, o iki kışlada fenâ ve adem perdesinde yatan mevcudat, o emre kemâl-i sür'atle ve itaatle 'Lebbeyk' deyip meydan-ı haşir ve imtihana çıkarlar."

  İşte, haşir ve kıyameti ne kadar mu'cizâne bir üslûb-u âli ile ifade edip ve o dâvânın içinde bir delil-i iknâiye işaret ediyor ki: Bilmüşahede, nasıl ki zeminin cevfinde saklanmış ve ölmüş hükmündeki tohumlar ve cevv-i semâda, ademde ve küre-i havaiyede dağılmış, saklanmış katreler, nasıl kemâl-i intizam ve sür'atle haşrolup her baharda meydan-ı tecrübe ve imtihana çıkıyorlar; zeminde hububat, semâda katarat her vakit bir mahşer-nümun suretini alırlar. Öyle de, haşr-i ekber dahi öyle kolay zuhur eder. Madem bunu görüyorsunuz; onu dahi inkâr edemezsiniz. Ve hâkezâ... Şu âyetlere, sair âyattaki derece-i belâğati kıyas edebilirsiniz. Acaba, şu tarzdaki âyâtın hakikî tercümesi mümkün müdür? Elbette değildir. Olsa olsa, ya kısa bir meâl-i icmâlî veya âyetin her cümlesi için beş altı satır tefsir yazmak lâzım gelir.1

BEŞİNCİ NÜKTE

Meselâ, اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ   bir cümle-i Kur'âniyedir. Bunun en kısa mânâsı, ilm-i nahiv ve beyan kaidelerinin iktiza ettiği şudur:

كُلُّ فَرْدٍ مِنْ اَفْرَادِ الْحَمْدِ مِنْ اَىِّ حَامِدٍ صَدَرَ وَعَلٰى اَىِّ مَحْمُودٍ وَقَعَ مِنَ اْلاَزَلِ اِلَى اْلاَبدِ خَاصٌّ وَمُسْتَحِقٌّ لِلذَّاتِ الْوَاجِبِ الْوُجُودِ الْمُسَمّٰى بِاللهِ

Yani, "Ne kadar hamd ve medih varsa, kimden gelse, kime karşı da olsa, ezelden ebede kadar hastır ve lâyıktır o Zât-ı Vâcibü'l-Vücuda ki, Allah denilir."  İşte, "Ne kadar hamd varsa" el-i istiğraktan çıkıyor. "Her kimden gelse" kaydı ise, hamd masdar olup fâili terk edildiğinden, böyle makamda umumiyeti ifade eder. Hem mef'ûlün terkinde, yine makam-ı hitâbîde külliyet ve umumiyeti ifade ettiği için, "her kime karşı olsa" kaydını ifade ediyor."Ezelden ebede kadar" kaydı ise, fiilî cümlesinden ismî cümlesine intikal kaidesi sebat ve devama delâlet ettiği için, o mânâyı ifade ediyor. "Has ve müstehak" mânâsını, lillâh'taki lâm-ı cer ifade ediyor. Çünkü o lâm ihtisas ve istihkak içindir.

  "Zât-ı Vâcibü'l-Vücud" kaydı ise, vücub-u vücud, ulûhiyetin lâzım-ı zarurîsi ve Zât-ı Zülcelâle karşı bir ünvan-ı mülâhaza olduğundan, lâfzullah sair esmâ ve sıfâta câmiiyeti ve İsm-i Âzam olduğu itibarıyla, delâlet-i iltizamiye ile delâlet ettiği gibi, "Vâcibü'l-Vücud" ünvanına dahi o delâlet-i iltizamiye ile delâlet ediyor.  İşte ,اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ  cümlesinin en kısa ve ulema-yı Arabiyece müttefekun aleyh bir mânâ-yı zâhirîsi şöyle olursa, başka bir lisana o i'câz ve kuvvetle nasıl tercüme edilebilir? Hem elsine-i âlem içinde lisan-ı nahvî, Arabîden başka birtek lisan var; o da hiçbir vakit Arap lisanının câmiiyetine yetişemez. Acaba o câmi ve i'câzdârâne olan lisan-ı nahvî ile mucizekârâne bir surette ve her ciheti birden bilir, irade eder bir ilm-i muhit içinde zuhur eden kelimât-ı Kur'âniye, sair elsine-i terkibiye ve tasrifiye vasıtasıyla, zihni cüz'î, şuuru kısa, fikri müşevveş, kalbi karanlıklı bazı insanların kelimât-ı tercümiyesi nasıl o mukaddes kelimat yerini tutabilir? Hattâ diyebilirim ve belki ispat edebilirim ki, herbir harf-i Kur'ân, bir hakaik hazinesi hükmüne geçer; bazan birtek harf, bir sahife kadar hakikatleri ders verir.

ALTINCI NÜKTE

Bu mânâyı tenvir için, kendi başımdan geçmiş nurlu bir hali ve hakikatli bir hayali söylüyorum. Şöyle ki: Bir vakit اِيَّاكَ نَعْبُدُ وَاِيَّاكَ نَسْتَعِينُ deki nun-u mütekellim-i maalgayri düşündüm ve mütekellim-i vahde sıygasından نَعْبُدُ sıygasına intikalin sebebini kalbim aradı. Birden, namazdaki cemaatin fazileti ve sırrı, o nun'dan inkişaf etti. Gördüm ki, namaz kıldığım o Bayezid Camiindeki cemaatle iştirakimi ve herbiri benim bir nevi şefaatçim hükmüne ve kıraatimde izhar ettiğim hükümlere ve dâvâlara birer şahit ve birer müeyyid gördüm. Nâkıs ubûdiyetimi, o cemaatin büyük ve kesretli ibâdâtı içinde dergâh-ı İlâhiyeye takdime cesaret geldi.

  Birden, bir perde daha inkişaf etti. Yani, İstanbul'un bütün mescidleri ittisal peydâ etti. O şehir, o Bayezid Camii hükmüne geçti. Birden, onların dualarına ve tasdiklerine mânen bir nevi mazhariyet hissettim. Onda dahi, rû-yi zemin mescidinde, Kâbe-i Mükerreme etrafında dairevî saflar içinde kendimi gördüm اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ dedim, benim bu kadar şefaatçilerim var, benim namazda söylediğim herbir sözü aynen söylüyorlar, tasdik ediyorlar.

Madem hayalen bu perde açıldı, Kâbe-i Mükerreme mihrap hükmüne geçti. Ben bu fırsattan istifade ederek, o safları işhad edip, tahiyyatta getirdiğimاَشْهَدُ اَنْ لا لٰهَ اِلاَّ اللهُ وَاَشْهَدُ اَنَّ مُحَمَّدًا رَسُولُ اللهِ َ   olan imanın tercümanını mübarek Hacerü'l-Esvede tevdi edip emanet bırakıyorum derken, birden bir vaziyet daha açıldı. Gördüm ki, dahil olduğum cemaat üç daireye ayrıldı.

  Birinci daire: Rû-yi zeminde mü'minler ve muvahhidîndeki cemaat-i uzmâ. İkinci daire: Baktım, umum mevcudat, bir salât-ı kübrâda, bir tesbihât-ı uzmâda, her taife kendine mahsus salâvat ve tesbihatla meşgul bir cemaat içindeyim. "Vezâif-i eşya" tabir edilen hidemât-ı meşhude, onların ubûdiyetlerinin ünvanlarıdır. O halde Allahu ekber deyip hayretten başımı eğdim, nefsime baktım: Üçüncü bir daire içinde, hayret-engiz, zâhiren ve keyfiyeten küçük, hakikaten ve vazifeten ve kemiyeten büyük, bir küçük âlemi gördüm ki, zerrât-ı vücudiyemden tâ havâss-ı zâhiriyeme kadar, taife taife vazife-i ubûdiyetle ve şükrâniye ile meşgul bir cemaat gördüm. Bu dairede, kalbimdeki lâtife-i Rabbâniyem,نَسْتَعِينُ   اِيَّاكَ نَعْبُدُ وَاِيَّاكَ  o cemaat namına diyor. Nasıl, evvelki iki cemaatte de lisanım o iki cemaat-i uzmâyı niyet ederek demişti.

  Elhasıl,  َعْبُدُnun'u şu üç cemaate işaret ediyor. İşte bu halette iken, birden Kur'ân-ı Hakîmin tercümanı ve mübelliği olan Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın, Medine-i Münevvere denilen mânevî minberinde, şahsiyet-i mâneviyesi haşmetiyle temessül ederek, يَاۤ اَيُّهَا النَّاس اعْبُدُوا رَبَّكُمْ hitabını, mânen herkes gibi ben de işitip, o üç cemaatte herkes benim gibi اِيَّاكَ نَعْبُدُ   ile mukabele ediyor tahayyül ettim.  اِذَا ثَبَتَ الشَّىْءُ ثَبَتَ بِلَوَازِمِهِ   -Birşey sabit olduğunda, bütün levazımatıyla birlikte sabit olur.-kaidesince, şöyle bir hakikat fikre göründü ki: Madem bütün âlemlerin Rabbi, insanları muhatap ittihaz edip umum mevcudatla konuşur; ve şu Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm, o hitab-ı izzeti, nev-i beşere, belki umum zîruha ve zîşuura tebliğ ediyor. İşte, bütün mazi ve müstakbel, zaman-ı hazır hükmüne geçti; bütün nev-i beşer bir mecliste, safları muhtelif bir cemaat şeklinde olarak, o hitap, o suretle onlara ediliyor.

  O vakit, herbir âyât-ı Kur'âniye, gayet haşmetli ve vüs'atli bir makamdan, gayet kesretli ve muhtelif ve ehemmiyetli muhatabından, nihayetsiz azamet ve celâl sahibi Mütekellim-i Ezelîden ve makam-ı mahbubiyet-i uzmâ sahibi tercüman-ı âlişanından aldığı bir kuvvet-i ulviyet, cezâlet ve belâğat içinde, parlak, hem pek parlak bir nur-u i'câzı içinde gördüm. O vakit, değil umum Kur'ân, ya bir sûre, yahut bir âyet, belki herbir kelimesi birer mucize hükmüne geçti.” MEKTUBAT-391

 

Dinle de yıldızları, şu hutbe-i şirinine,

Nâme-i nurîyn-i hikmet bak ne takrir eylemiş.

 

Hep beraber nutka gelmiş, hak lisanıyla derler:

Bir Kadîr-i Zülcelâlin haşmet-i sultanına,

 

Birer burhan-ı nurefşânız biz, vücud-u Sânia,

Hem vahdete, hem kudrete şahitleriz biz.

 

Bu zeminin yüzünü yaldızlayan

Nazenin mu'cizâtı çün melek seyranına,

 

Şu semânın arza bakan, Cennete dikkat eden

Binler müdakkik gözleriz biz. 2

 

Tûbâ-yı hilkatten semâvât şıkkına

Hep kehkeşan ağsânına,

 

Bir Cemîl-i Zülcelâlin dest-i hikmetle takılmış

Pek güzel meyveleriz biz.

 

Şu semâvât ehline birer mescid-i seyyar

Birer hane-i devvar, birer ulvî âşiyâne,

 

Birer misbah-ı nevvar, birer gemi-i cebbar

Birer tayyareleriz biz.

 

Bir Kadîr-i Zülkemâlin, bir Hakîm-i Zülcelâlin

Birer mu'cize-i kudret, birer harika-i san'at-ı Hâlıkane,

 

Birer nadire-i hikmet, birer dâhiye-i hilkat

Birer nur âlemiyiz biz.

 

Böyle yüz bin dil ile yüz bin burhan gösteririz

İşittiririz insan olan insana.

 

Kör olası dinsiz gözü, görmez oldu yüzümüzü,

Hem işitmez sözümüzü. Hak söyleyen âyetleriz biz.

 

Sikkemiz bir, turramız bir, Rabbimize musahharız, müsebbihiz, âbidâne zikrederiz

Kehkeşanın halka-i kübrâsına mensup birer meczuplarız biz.

 

 

SÖZLER-229

 

سُبْحَانَكَ لاَ عِلْمَ لَنَا اِلاَّ مَا عَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ

 

اَلْبَاقِى هُوَ الْبَاقِى

 

 

 

1 قُلْ اِنْ كُنْتُمْ تُحِبُّونَ اللّهَ فَاتَّبِعُونِى يُحْبِبْكُمُ اللّٰهُ âyetinde i'cazlı bir îcaz vardır. Çünki çok cümleler, bu üç cümlenin içinde dercedilmiştir. Şöyle ki: Şu âyet diyor ki: Allah'a (celle celalühü) imanınız varsa, elbette Allah'ı seveceksiniz. Madem Allah'ı seversiniz, Allah'ın sevdiği tarzı yapacaksınız. Ve o sevdiği tarz ise, Allah'ın sevdiği zâta benzemelisiniz. Ona benzemek ise, ona ittiba etmektir. Ne vakit ona ittiba etseniz, Allah da sizi sevecek. Zâten siz Allah'ı seversiniz, tâ ki Allah da sizi sevsin."

  İşte bütün bu cümleler, şu âyetin yalnız mücmel ve kısa bir mealidir.” Lem'alar ( 57 )

2 Yani, Cennet çiçeklerinin fidanlık ve mezraacığı olan zeminin yüzünde hadsiz mu'cizât-ı kudret teşhir edildiğinden, semâvât âlemindeki melâikeler, o mu'cizâtı, o harikaları temâşâ ettikleri gibi, ecrâm-ı semâviyenin gözleri hükmünde olan yıldızlar dahi, güya melâikeler gibi, zemin yüzündeki nazenin masnuatı gördükçe, Cennet âlemine bakıyorlar ve o muvakkat harikaları bâki bir surette Cennette dahi temâşâ ediyorlar gibi, bir zemine, bir Cennete bakıyorlar; yani o iki âleme nezaretleri var demektir.”

Yukarı Çık