LESSONS / Compilations

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ وَ الصَّلاَةُ وَ السَّلاَمُ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَ عَلَى آلِهِ وَ صَحْبِهِ اَجْمَعِينَ

BESMELE - 2

---“Bütün Esma-i Hüsna’nın ifade ettiği mânâlar ile bütün sıfat-ı kemâliyeye Lafza-i Celal olan “Allah”, bil’iltizam delâlet eder. Sair ism-i haslar yalnız müsemmalarına delâlet eder. Sıfatlara delâletleri yoktur. Çünki sıfatlar, müsemmalarına cüz olmadığı gibi aralarında lüzum-u beyyin de yoktur. Bu itibarla ne tazammunen ve ne iltizamen sıfatlara delâletleri yoktur. Amma Lafza-i Celal bil-mutabakat Zat-ı Akdes’e delâlet eder. Zat-ı Akdes ile sıfat-ı kemâliye arasında lüzum-u beyyin olduğundan sıfatlara da bil-iltizam delâlet eder. Ve keza Uluhiyet ünvanı sıfat-ı kemâliyeyi istilzam etmesi, ism-i has olan “Allah”ın da o sıfatı istilzam ettiğini istilzam ediyor. Ve keza “Allah” kelimesi de nefiyden sonra sıfatlar ile beraber düşünülür. Binaenaleyh, “La ilahe illallah” kelâmı, Esma-i Hüsna’nın adedince kelâmları tazammun ediyor. Bu itibarla, şu kelime-i tevhid kelâmı, delâlet ettiği sıfatlar itibariyle bir kelâm iken bin kelâm oluyor. “La Hâlika illallah”, “La Fâtıra, La Râzıka, La Kayyume illallah” gibi... Binaenaleyh terakki etmiş olan zâkir bir zat, bu kelâmı söylerken içindeki binlerce kelâmları söylemiş oluyor.” (MESNEVİ-236)

 

---“Lâfza-i Celâl, Zât-ı Akdese delâlet eder; Zât-ı Akdes de, bütün sıfât-ı kemaliyeyi istilzam eder. Öyleyse, o lâfza-i mukaddese, delâlet-i iltizamiye ile, bütün sıfât-ı kemâliyeye delâlet eder.

İhtar: Başka ism-i haslarda bu delâlet yoktur. Çünkü, başka zatlarda sıfât-ı kemâliyeyi istilzam etmek yoktur.” İŞARATUL İCAZ-15

 

---“Cenâb-ı Hakkın zâtî isimleri olduğu gibi, fiilî isimleri de vardır. Bu fiilî isimlerin, Gaffar ve Rezzak, Muhyî ve Mümît gibi pek çok nevileri vardır.

S-Bu fiilî isimlerinin kesretle tenevvüü neden meydana geliyor?

C-Kudret-i ezeliyenin, kâinattaki mevcudatın nevilerine, fertlerine olan nispet ve taallûkundan husule gelir. Bu itibarla, بِسْمِ اللهِ   kudret-i Ezeliyenin taallûk ve tesirini celb eder. Ve o taallûk, abdin kesbine ve işine yardım edici bir ruh gibi olur.1 Öyleyse, hiç kimse, hiçbir işini besmelesiz bırakmasın!” İŞARATUL İCAZ-15

 

---“Bütün mevcudat lisan-ı hâl ile "Bismillâh" der. Öyle mi?

Evet. Nasıl ki, görsen, bir tek adam geldi, bütün şehir ahalisini cebren bir yere sevk etti ve cebren işlerde çalıştırdı. Yakînen bilirsin, o adam kendi namıyla, kendi kuvvetiyle hareket etmiyor. Belki o bir askerdir, devlet namına hareket eder, bir padişah kuvvetine istinad eder.

Öyle de, herşey Cenâb-ı Hakkın namına hareket eder ki, zerrecikler gibi tohumlar, çekirdekler, başlarında koca ağaçları taşıyor, dağ gibi yükleri kaldırıyorlar. Demek herbir ağaç "Bismillâh" der; hazine-i rahmet meyvelerinden ellerini dolduruyor, bizlere tablacılık ediyor.

Herbir bostan "Bismillâh" der, matbaha-i kudretten bir kazan olur ki, çeşit çeşit pek çok muhtelif leziz taamlar, içinde beraber pişiriliyor.

Herbir inek, deve, koyun, keçi gibi mübarek hayvanlar "Bismillâh" der, rahmet feyzinden birer süt çeşmesi olur. Bizlere Rezzak namına en latîf, en nazif, âb-ı hayat gibi bir gıdayı takdim ediyorlar.

Herbir nebat ve ağaç ve otların ipek gibi yumuşak kök ve damarları "Bismillâh" der, sert taş ve toprağı deler, geçer. "Allah namına, Rahmân namına" der; herşey ona musahhar olur.” 1. SÖZ

 

---“Ey Benî-İsrail ve ey Benî-Âdem! Sizlere ne olmuş ki: Kalbleriniz taştan daha camid ve daha ziyade katılaşmıştır. Zira görmüyor musunuz ki, o pek sert ve pek camid ve toprak altında bir tabaka-i azîme teşkil eden o koca taşlar, o kadar evamir-i İlahiyeye karşı muti' ve müsahhar ve icraat-ı Rabbaniye altında o kadar yumuşak ve emirberdir ki, havada ağaçların teşkilinde tasarrufat-ı İlahiye ne derece sühuletle cereyan ediyor. Öyle de; taht-ez zemin ve o sert, sağır taşlarda o derece sühulet ve intizam ile, hattâ damarlara karşı kanın cevelanı gibi muntazam su cedvelleri  ve su damarları, kemal-i hikmetle o taşlarda mukavemet görmeyerek cereyan ediyor. Hem havada nebatat ve ağaçların dallarının sühuletle suret-i intişarı gibi; o derece sühuletle köklerin nazik damarları, yer altındaki taşlarda mümanaat görmeyerek evamir-i İlahî ile muntazaman intişar ettiğini Kur'an işaret ediyor ve geniş bir hakikatı, şu âyetle ders veriyor ve o ders ile, o kasavetli kalblere bu manayı veriyor ve remzen diyor:

Ey Benî-İsrail ve ey Benî-Âdem! Za'f u acziniz içinde nasıl bir kalb taşıyorsunuz ki, öyle bir zâtın evamirine karşı o kalb kasavetle mukavemet ediyor. Halbuki o koca sert taşların tabaka-i muazzaması, o zâtın evamiri önünde kemal-i inkıyadla karanlıkta nazik vazifelerini mükemmel îfa ediyorlar. İtaatsizlik göstermiyorlar. Belki o taşlar, toprak üstünde bulunan bütün zevilhayata, âb-ı hayatla beraber sair medar-ı hayatlarına öyle bir hazinedarlık ediyor ve öyle bir adaletle taksimata vesiledir ve öyle bir hikmetle tevziata vasıta oluyor ki, Hakîm-i Zülcelal'in dest-i kudretinde, balmumu gibi ve belki hava gibi yumuşaktır, mukavemetsizdir ve azamet-i kudretine karşı secdededir. Zira toprak üstünde müşahede ettiğimiz şu masnuat-ı muntazama ve şu hikmetli ve inayetli tasarrufat-ı İlahiye misillü, zemin altında aynen cereyan ediyor. Belki hikmeten daha acib ve intizamca daha garib bir surette hikmet ve inayet-i İlahiye tecelli ediyor. Bakınız! En sert ve hissiz o koca taşlar, nasıl balmumu gibi evamir-i tekviniyeye karşı yumuşaklık gösteriyorlar ve memur-u İlahî olan o latif sulara, o nazik köklere, o ipek gibi damarlara o derece mukavemetsiz ve kasavetsizdir. Güya bir âşık gibi, o latif ve güzellerin temasıyla kalbini parçalıyor, yollarında toprak oluyor.” Sözler ( 248 )

 

---“bütün mevcudat gibi, zerreler ve herbir zerre, mebde-i hareketinde "Bismillâh" der. Çünkü, nihayetsiz, kuvvetinden fazla yükleri kaldırır ve buğday tanesi kadar bir çekirdeğin koca bir çam ağacı gibi bir yükü omuzuna alması gibi... Hem vazifesinin hitâmında "Elhamdü lillâh" der. Çünkü, bütün ukulü hayrette bırakan hikmetli bir cemâl-i san'at, faideli bir hüsn-ü nakış göstererek, Sâni-i Zülcelâlin medâyihine bir kaside-i medhiye gibi bir eser gösterir. Meselâ, nar ve mısıra dikkat et.” SÖZLER-547

 

---“Birinci Sözde denildiği ve ispat edildiği gibi, herşey Bismillâh der. İşte, bütün mevcudat gibi, herbir zerre ve zerrâtın herbir taifesi ve mahsus herbir cemaati, lisan-ı hâl ile Bismillâh der, hareket eder.

Evet, geçmiş Üç Nokta sırrıyla, herbir zerre, mebde-i hareketinde, lisan-ı hâl ile "Bismillâhirrahmânirrahîm" der. Yani, "Ben Allah'ın namıyla, hesabıyla, ismiyle, izniyle, kuvvetiyle hareket ediyorum."

Sonra, netice-i hareketinde, herbir masnu gibi, herbir zerre, herbir taifesi, lisan-ı hâl ileاَلْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَم۪ـين der ki, bir kaside-i medhiye hükmünde olan san'atlı bir mahlûkun nakşında, kudretin küçük bir kalem ucu hükmünde kendini gösterir. Belki herbiri, mânevî, Rabbânî, muazzam, hadsiz başlı bir fonoğrafın birer plâğı hükmünde olan masnuların üstünde dönen ve tahmidât-ı Rabbâniye kasideleriyle o masnuatı konuşturan ve tesbihat-ı İlâhiye neşidelerini okutturan birer iğne başı suretinde kendini gösteriyorlar.” SÖZLER-558

 

---“güneş ve Arş gibi büyük cirmler haşmet lisanıyla "Yâ Celîl, yâ Kebîr, yâ Azîm" dedikleri vakit, sinek ve semek gibi o küçücük zîhayatlar dahi rahmet lisanıyla "Yâ Cemîl, yâ Rahîm, yâ Kerîm" diyerek, o musika-i kübrâya lâtif nağamatlarını katıyorlar, tatlılaştırıyorlar.” MEKTUBAT-234

                                                                                             

---“Güya kâinat azîm bir musika-i zikriyedir. En küçük nağme, en gür nağamâta karışmakla, haşmetli bir letâfet veriyor. Ve hâkezâ, kıyas et.” SÖZLER-334

 

---“Hattâ kulaktaki zar, nur-u iman ile ışıklandığı zaman, kâinattan gelen mânevî nidaları işitir. Lisan-ı hal ile yapılan zikirleri, tesbihatları fehmeder. Hattâ o nur-u iman sayesinde rüzgârların terennümatını, bulutların nâralarını, denizlerin dalgalarının nağamatını ve hâkezâ yağmur, kuş ve saire gibi her neviden Rabbânî kelâmları ve ulvî tesbihatı işitir. Sanki kâinat, İlâhî bir musikî dairesidir. Türlü türlü avazlarla, çeşit çeşit terennümatla kalblere hüzünleri ve Rabbânî aşkları intiba ettirmekle kalbleri, ruhları, nuranî âlemlere götürür, pek garip misalî levhaları göstermekle o ruhları ve kalbleri lezzetlere, zevklere garkeder.

Fakat o kulak, küfürle tıkandığı zaman, o leziz, mânevî, yüksek savtlardan mahrum kalır. Ve o lezzetleri îras eden avazlar, mâtem seslerine inkılâp eder. Kalbde, o ulvî hüzünler yerine, ahbabın fıkdanıyla ebedî yetimlikler, mâlikin ademiyle nihayetsiz vahşetler ve sonsuz gurbetler hasıl olur.” İŞARATUL İCAZ-70

 

 

اَلَمْ تَرَ اَنَّ اللهَ يَسْجُدُ لَهُ مَنْ فِى السَّمٰوَاتِ وَمَنْ فِى اْلاَرْضِ وَالشَّمْسُ وَالْقَمَرُ وَالنُّجُومُ وَالْجِبَالُ وَالشَّجَرُ وَالدَّوَۤابُّ وَكَثِيرٌ مِنَ النَّاسِ وَكَثِيرٌ حَقَّ عَلَيْهِ الْعَذَابُ وَمَنْ يُهِناللهُ فَمَا لَهُ مِنْ مُكْرِمٍ اِنَّ اللهَ يَفْعَلُ مَايَشَۤاءُ

Şu büyük ve geniş âyetin hazinesinden yalnız birtek cevherini göstereceğiz. Şöyle ki: Kur'ân-ı Hakîm tasrih ediyor ki, Arştan ferşe, yıldızlardan sineklere, meleklerden semeklere, seyyârâttan zerrelere kadar herşey Cenâb-ı Hakka secde ve ibadet ve hamd ve tesbih eder. Fakat ibadetleri, mazhar oldukları esmâlara ve kabiliyetlerine göre ayrı ayrıdır, çeşit çeşittir.” SÖZLER-351

 

---“herbir şey, bir Kadîr-i Ezelînin vücub-u vücuduna iki cihetle şehadet eder:

Biri: Tâkatinin binler derece fevkinde vazifeleri görmekteki acz-i mutlak lisanıyla o Kadîrin vücuduna şehadet eder.

İkincisi: Herbir şey, nizam-ı âlemi teşkil eden düsturlara ve muvazene-i mevcudatı idame eden kanunlara tatbik-i hareket etmekle o Alîm-i Kadîre şehadet eder. Çünkü zerre gibi bir câmid, arı gibi küçük bir hayvan, Kitab-ı Mübînin mühim ve ince meseleleri olan nizam ve mizanı bilmez. Câmid bir zerre, arı gibi küçük bir hayvan nerede? Semâvat tabakalarını bir defter sayfası gibi açıp, kapayıp toplayan Zât-ı Zülcelâlin elindeki Kitab-ı Mübînin mühim, ince meselelerini okumak nerede? Eğer sen divanelik edip zerrede o kitabın ince hurufâtını okuyacak kadar bir göz bulunduğunu tevehhüm etsen, o vakit o zerrenin şehadetini redde çalışabilirsin!

Evet, Fâtır-ı Hakîm, Kitab-ı Mübînin düsturlarını gayet güzel bir surette ve muhtasar bir tarzda ve has bir lezzette ve mahsus bir ihtiyaçla icmâl edip derc eder. Herşey öyle has bir lezzet ve mahsus bir ihtiyaçla amel etse, o Kitab-ı Mübînin düsturlarını bilmeyerek imtisal eder.2   Meselâ, hortumlu sivrisinek dünyaya geldiği dakikada hanesinden çıkar, durmayarak insanın yüzüne hücum eder, uzun asâsıyla vurur, âb-ı hayat fışkırtır, içer. Hücumdan kaçmakta, erkân-ı harp gibi maharet gösterir. Acaba bu küçük, tecrübesiz, yeni dünyaya gelen mahlûka bu san'atı ve bu fenn-i harbi ve su çıkarmak san'atını kim öğretmiş? Ve nerede öğrenmiş? Ben, yani bu biçare Said, itiraf ediyorum ki, eğer ben o hortumlu sineğin yerinde olsaydım, bu san'atı, bu kerrüfer harbini ve su çıkarmak hizmetini, çok uzun dersler ve çok müteaddit tecrübelerle ancak öğrenebilirdim.

İşte, ilhâma mazhar olan arı, örümcek ve yuvasını çorap gibi yapan bülbül gibi hayvânâtı bu sineğe kıyas et. Hattâ nebâtâtı da aynen hayvânâta kıyas edebilirsin. Evet, Cevâd-ı Mutlak (celle celâluhu), her ferd-i zîhayatın eline lezzet midâdıyla ve ihtiyaç mürekkebiyle yazılmış bir tezkereyi vermiş, onunla evâmir-i tekviniyenin programını ve hizmetlerinin fihristesini tevdi etmiştir. Bak o Hakîm-i Zülcelâle, nasıl Kitab-ı Mübînin düsturlarından, arı vazifesine ait miktarını bir tezkerede yazmış, arının başındaki sandukçaya koymuştur. O sandukçanın anahtarı da, vazifeperver arıya has bir lezzettir. Onunla sandukçayı açar, programını okur, emri anlar, hareket eder,  وَاَوْحٰى رَبُّكَ اِلَى النَّحْلِ   âyetinin sırrını izhar eder.

İşte, eğer bu Sekizinci Notayı tamam işittin ve tam anladınsa, bir hads-i imanî ileوَسِعَتْ رَحْمَتُهُ كُلَّ شَىْءٍ   'in bir sırrını,  مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ  اِنْ و nin bir hakikatini,اِنَّمَۤا اَمْرُهُ اِذَۤا اَرَادَ شَيْئًا اَنْ  يَقُولَ لَهُ كُنْ فَيَكُونُ 'nun bir düsturunu  فَسُبْحَانَ الَّذِى بِيَدِهِ مَلَكُوتُ كُلِّ شَىْءٍ وَاِلَيْهِ تُرْجَعُونَ un bir nüktesini anlarsın.” LEMALAR-125

 

“Gayet kuvvetli bir tezahüratla vahiylerin hakikatı, âlem-i gaybın her tarafında her zamanda hükmediyor. Kâinatın ve mahlukatın şehadetlerinden çok kuvvetli bir şehadet-i vücud ve tevhid, Allâm-ül Guyub'dan vahiy ve ilham hakikatlarıyla geliyor. Kendini ve vücud ve vahdetini, yalnız masnu'larının şehadetlerine bırakmıyor. Kendisi, kendine lâyık bir kelâm-ı ezelî ile konuşuyor. Her yerde ilim ve kudretiyle hazır ve nâzırın kelâmı dahi hadsizdir ve kelâmının manası onu bildirdiği gibi, tekellümü dahi, onu sıfâtıyla bildiriyor.” Şualar ( 123 )

 

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ

اِنَّمَآ اَمْرُهُٓ اِذَآ اَرَادَ شَيْئًا اَنْ يَقُولَ لَهُ كُنْ فَيَكُونُ

Bu âyet-i kerîmenin işaretiyle ve emriyle, îcâd oluyor. Ve kudret hazineleri “kâf-nûn” dadır. Bu sırr-ı dakîkin vücûh-u kesîresinden birkaç vechi Risâle-i Nûr’da zikredilmiştir. Burada, hurûf-u Kur’âniyenin, hususan sûre başlarındaki mukattaât-ı hurûfun hâsiyetlerine ve fezâillerine ve te’sîrât-ı maddiyelerine dâir vürûd eden hadîsleri, şu asrın nazar-ı maddîsine takrîb etmek için maddî bir misâl üzerinde o sırrın tefhîmine çalışacağız. Şöyle ki; Zât-ı Zülcelâl olan sâhib-i arş-ı a‘zamın, ma‘nevî bir merkez-i âlem ve kalb ve kıble-i kâinât hükmünde olan küre-i arzdaki mahlûkâtın tedbîrine medâr dört arş-ı İlâhîsi var:

Birisi: Hıfz ve hayat arşıdır ki; topraktır. İsm-i Hafîz ve Muhyî’nin mazharıdır.

İkincisi: Fazl ve rahmet arşıdır ki; su unsurudur.

Üçüncüsü: İlim ve hikmet arşıdır ki; unsur-u nûrdur.

Dördüncüsü: Emir ve irâdenin arşıdır ki; unsur-u havadır. Basit topraktan, hadsiz hâcât-ı hayvâniyeye ve insaniyeye medâr olan maâdin ve hadsiz muhtelif nebâtâtın, basit bir unsurdan kemâl-i intizâmla, vahdetten hadsiz kesret, basitten nihâyetsiz muhtelif envâ‘, sâde bir sahîfede hadsiz muntazam nukûş, gözümüzle gördüğümüz gibi; suyun, hususan hayvanâtın nutfeleri su gibi basit bir madde iken, hadsiz mu‘cizât-ı san‘atının muhtelif zîhayatlarda o su ile tezâhürü gösteriyor ki; bu iki arş misillû, nûr ve hava dahi, besâtatlarıyla beraber, Nakkâş-ı Ezelî’nin ve Alîm-i Zülcelâl’in kalem-i ilim ve emir ve irâdesinin, acâib-i mu‘cizâtının evvelki iki arş gibi mazharlarıdırlar. Nûr unsurunu şimdilik bırakıp, mes’elemiz münâsebetiyle, küre-i arza göre emir ve irâde arşı olan unsur-u hava içinde emir ve irâdenin acâibini ve garâibini örten perdenin bir derece keşfine çalışacağız. Şöyle ki:

Biz nasıl ki ağzımızdaki hava ile hurûfât ve kelimâtı ekiyoruz. Birden sünbülleniyorlar. Yani havada, âdetâ zamansız bir anda, bir kelime bir habbe olup hâric-i havada sünbüllenir. Küçük büyük hadsiz aynı kelimeyi câmi‘ bir havayı sünbül veriyor. Unsur-u havaiyeye bakıyoruz ki, o derece emr-i künfeyekûne mutî‘ ve musahhar ve emirberdir ki; güya herbir zerresi, bir nefer gibi, muntazam bir ordunun her dakika emrini bekler. Zamansız en uzak zerreden, emr-i künden cilveger olan bir irâdenin imtisâlini ve itâatini gösterir. Meselâ, âhize ve nâkile radyo makineleri vâsıtasıyla, havanın hangi yerinde olursa olsun, bir nutk-u beşerî bütün küre-i arzın her tarafında radyo âhizeleri bulunmak şartıyla, aynı nutuk zamansız, aynı anda, her yerde işittirilmesi, emr-i künfeyekûnün cilvesine herbir zerre-i havaiye ne derece kemâl-i imtisâl ile itâat ettiğini gösterdiği gibi; havada sebatsız vücûdları bulunan hurûfât, kudsiyet keyfiyetiyle, bu sırr-ı imtisâle göre çok te’sîrât-ı hâriciyeye ve hâsiyât-ı maddiyeye mazhar olabilir. Âdetâ, ma‘neviyâtı maddiyâta inkılâb ve gaybîyi şehâdete tahvîl ettirir bir hâsiyet onlarda görünüyor. İşte bunun gibi, hadsiz emâreler gösteriyor ki; mevcûdât-ı havaiye olan hurûfâtın, hususan hurûfât-ı kudsiyenin ve Kur’âniyenin, hususan evâil-i sûrelerde şifre-i İlâhînin hurûfâtı, muntazam ve nihâyetsiz hassâs ve zamansız emirleri dinler ve yapar gibi göründüğünden, elbette zerrât-ı havaiyede kudsiyet noktasında emr-i künfeyekûnün cilvesine ve irâde-i ezeliyenin tecellîsine mazhar hurûfâtın maddî hâssalarını ve hârika ve mervî fazîletlerini teslîm ettirir. İşte bu sırra binâendir ki; Kur’ân-ı Mu‘cizü’l-Beyân’da bazen kudret eserini, sıfat-ı irâde ve sıfat-ı kelâmdan gelir gibi ta‘bîrât, gâyet derecede sür‘at-i îcâddan ve gâyet derecede inkıyâd-ı eşyâdan ve musahhariyet-i mevcûdâttan başka, ayn-ı emir, kudret gibi hükmediyor, demektir. Yani, emr-i tekvînîden gelen hurûfât, maddî kuvvet hükmünde vücûd-u eşyâda hükmeder. Ve emr-i tekvînî âdetâ ayn-ı kudret ve ayn-ı irâde olarak tezâhür eder. Evet, emir ve irâdenin bu gâyet hafî ve vücûd-u maddîleri gâyet gizli ve havaî, âdetâ nîm-ma‘nevî, nîm-maddî nev‘indeki mevcûdâtta, emr-i tekvînînin ayn-ı kudret gibi âsârı görünüyor. Belki ayn-ı kudret olur. Âdetâ, ma‘neviyât ile maddiyâtın mâbeyninde berzahî olan mevcûdâta nazar-ı dikkati celbetmek için, Kur’ân-ı Mu‘cizü’l-Beyânاِنَّمَآ اَمْرُهُٓ اِذَآ اَرَادَ شَيْئًااَنْ يَقُولَ لَهُ كُنْ فَيَكُونُ ferman ediyor. İşte, evâil-i sûrelerdeki الٓمٓ، طٰسٓ، حٰمٓ gibi hurûf-u kudsiye-i şifre-i İlâhiye, hava zerrâtı içinde, zamansız münâsebât-ı dakîkiye-i hafiye tellerini ihtizâza getirecek birer düğüm ve birer düğme harfi olduklarını; ve ferşten arşa ma‘nevî telsiz telefon olarak muhâberât-ı kudsiyeyi îfâ etmeleri, o şifre-i kudsî-i İlâhînin şe’nindendir ve vazîfesidir ve gâyet ma‘kūldür.

Evet, havanın herbir zerresi ve bütün zerrâtı, telsiz telefonlar ve telgraflar gibi aktâr-ı âlemde münteşir o zerreler, emirleri imtisâl ettiklerini; ve elektrik ve seyyâlât-ı latîfeye âhize ve nâkilelik vazîfesi gibi sâir vezâif-i havaiyeden başka bir vazîfeleri de bir hads-i kat‘î ile, belki müşâhede ile, ben kendim badem çiçeklerinde gördüm. Rû-yu zemînde muntazam bir ordu hükmünde olan ağaçların hevâ-yı nesîmînin dokunmasıyla, bir anda aynı emri o âhizeler hükmündeki zerrelerden aldığı vaz‘iyet-i meşhûdesi, bana iki kerre iki dört eder derecesinde kanâat vermiştir. Demek havanın, rû-yu zemînde çevik çalak bir hizmetkâr olması ve rû-yu zemîndeki Rahmân-ı Rahîm’in misafirlerine hizmet ettiği gibi, o Rahmân’ın emirlerini teblîğ etmek için bütün zerrâtı telsiz telefonun âhizeleri gibi emirber nefer hükmünde olarak evâmir-i kudsiyeyi nebâtâta ve hayvanâta teblîğ eder. Nefeslere yelpâze, nüfûsa nefes, yani vücûdun âb-ı hayatı olan kanı tasfiye ve nâr-ı hayatı olan harâret-i garîziyeyi iş‘âl vazîfesini yaptıktan sonra çıkıp, ağızda hurûfâtın teşekkülüne medâr olduğu gibi, pek çok muntazam vazîfeleri, emr-i künfeyekûn ile icrâ eder. İşte, havanın bu hâsiyetine binâendir ki: Mevcûdât-ı havaiye olan hurûfât, kudsiyet kesb ettikçe, yani âhizelik vaz‘iyetini aldıkça, yani Kur’ân hurûfâtı olmakla âhizelik vaz‘iyetini aldığından ve düğmeler hükmüne geçtiğinden ve sûrelerin başlarındaki hurûfât, daha ziyâde o münâsebât-ı hafiyenin uçlarının merkezi, ukdeleri ve düğümleri ve hassâs düğmeleri olduğundan, vücûd-u havaîleri bu hâsiyete mâlik olduğu gibi, vücûd-u zihnîlerinin dahi, hatta vücûd-u nakşîlerinin dahi bu hâsiyetten hâssaları vardır. Demek o hurûfların okunmasıyla ve yazılmasıyla, maddî ilaç gibi şifâ ve başka maksadlar hâsıl olabilir.” Latif Nükteler-44

 

---“ بِسْمِ اللهِ  taki câr ve mecrûra müteallik olarak mezkûr olan fiiller, besmeleden sonra takdir edilir ki, hasrı ifade etmekle ihlâs ve tevhidi tazammun etsin.” İŞARATUL İCAZ-14

 

---“Birinci Sır: "Bismillahirrahmanirrahîm"in bir cilvesini şöyle gördüm ki: Kâinat sîmasında, arz sîmasında ve insan sîmasında birbiri içinde birbirinin nümunesini gösteren üç sikke-i rububiyet var.

Biri: Kâinatın heyet-i mecmuasındaki teavün, tesanüd, teanuk, tecavübden tezahür eden sikke-i kübra-i uluhiyettir ki, "Bismillah" ona bakıyor.

İkincisi: Küre-i Arz sîmasında nebatat ve hayvanatın tedbir ve terbiye ve idaresindeki teşabüh, tenasüb, intizam, insicam, lütuf ve merhametten tezahür eden sikke-i kübra-i Rahmaniyettir ki, "Bismillahirrahman" ona bakıyor.

Sonra insanın mahiyet-i câmiasının sîmasındaki letaif-i re'fet ve dekaik-ı şefkat ve şuaat-ı merhamet-i İlahiyeden tezahür eden sikke-i ulya-i Rahîmiyettir ki, "Bismillahirrahmanirrahîm" deki "Errahîm"ona bakıyor.

Demek "Bismillahirrahmanirrahîm" sahife-i âlemde bir satır-ı nuranî teşkil eden üç sikke-i ehadiyetin kudsî ünvanıdır ve kuvvetli bir haytıdır ve parlak bir hattıdır. Yani "Bismillahirrahmanirrahîm" yukarıdan nüzul ile semere-i kâinat ve âlemin nüsha-i musaggarası olan insana ucu dayanıyor. Ferşi Arş'a bağlar. İnsanî arşa çıkmağa bir yol olur….

…Şu hadsiz kâinatı şenlendiren, bilmüşahede rahmettir. Ve bu karanlıklı mevcudatı ışıklandıran, bilbedahe yine rahmettir. Ve bu hadsiz ihtiyacat içinde yuvarlanan mahlukatı terbiye eden, bilbedahe yine rahmettir. Ve bir ağacın bütün heyetiyle meyvesine müteveccih olduğu gibi, bütün kâinatı insana müteveccih eden ve her tarafta ona baktıran ve muavenetine koşturan bilbedahe rahmettir. Ve bu hadsiz fezayı ve boş ve hâlî âlemi dolduran, nurlandıran ve şenlendiren, bilmüşahede rahmettir. Ve bu fâni insanı ebede namzed eden ve ezelî ve ebedî bir zâta muhatab ve dost yapan, bilbedahe rahmettir.

Ey insan, madem rahmet böyle kuvvetli ve cazibedar ve sevimli ve mededkâr bir hakikat-ı mahbubedir. "Bismillahirrahmanirrahîm" de. O hakikata yapış ve vahşet-i mutlakadan ve hadsiz ihtiyacatın elemlerinden kurtul ve o Sultan-ı Ezel ve Ebed'in tahtına yanaş ve o rahmetin şefkatiyle ve şefaatıyla ve şuaatıyla o Sultan'a muhatab ve halil ve dost ol!

Evet kâinatın enva'ını hikmet dairesinde insanın etrafında toplayıp bütün hacatına kemal-i intizam ve inayet ile koşturmak, bilbedahe iki haletten birisidir: Ya kâinatın herbir nev'i kendi kendine insanı tanıyor, ona itaat ediyor, muavenetine koşuyor. Bu ise yüz derece akıldan uzak olduğu gibi, çok muhalâtı intac ediyor. İnsan gibi bir âciz-i mutlakta, en kuvvetli bir Sultan-ı Mutlak'ın kudreti bulunmak lâzım geliyor. Veyahut bu kâinatın perdesi arkasında bir Kadîr-i Mutlak'ın ilmi ile bu muavenet oluyor. Demek kâinatın enva'ı, insanı tanıyor değil, belki insanı bilen ve tanıyan, merhamet eden bir zâtın tanımasının ve bilmesinin delilleridir.

Ey insan! Aklını başına al. Hiç mümkün müdür ki: Bütün enva'-ı mahlukatı sana müteveccihen muavenet ellerini uzattıran ve senin hacetlerine "Lebbeyk! dedirten Zât-ı Zülcelal seni bilmesin, tanımasın, görmesin? Madem seni biliyor, rahmetiyle bildiğini bildiriyor. Sen de onu bil, hürmetle bildiğini bildir. Ve kat'iyyen anla ki: Senin gibi zaîf-i mutlak, âciz-i mutlak, fakir-i mutlak, fâni, küçük bir mahluka bu koca kâinatı müsahhar etmek ve onun imdadına göndermek; elbette hikmet ve inayet ve ilim ve kudreti tazammun eden hakikat-ı rahmettir. Elbette böyle bir rahmet, senden küllî ve hâlis bir şükür ve ciddî ve safî bir hürmet ister. İşte o hâlis şükrün ve o safi hürmetin tercümanı ve ünvanı olan "Bismillahirrahmanirrahîm"i de. O rahmetin vusulüne vesile ve o Rahman'ın dergâhında şefaatçı yap.

Evet rahmetin vücudu ve tahakkuku, Güneş kadar zahirdir. Çünki nasıl merkezî bir nakış, her taraftan gelen atkı ve iplerin intizamından ve vaziyetlerinden hasıl oluyor. Öyle de: Bu kâinatın daire-i kübrasında binbir ism-i İlahînin cilvesinden uzanan nuranî atkılar, kâinat sîmasında öyle bir sikke-i rahmet içinde bir hâtem-i rahîmiyeti ve bir nakş-ı şefkati dokuyor ve öyle bir hâtem-i inayeti nescediyor ki, Güneş'ten daha parlak kendini akıllara gösteriyor.

Evet Şems ve Kamer'i, anasır ve maadini, nebatat ve hayvanatı bir nakş-ı a'zamın atkı ipleri gibi o binbir isimlerin şualarıyla tanzim eden ve hayata hâdim eden ve nebatî ve hayvanî olan umum vâlidelerin gayet şirin ve fedakârane şefkatleriyle şefkatini gösteren ve zevilhayatı hayat-ı insaniyeye müsahhar eden ve ondan rububiyet-i İlahiyenin gayet güzel ve şirin bir nakş-ı a'zamını ve insanın ehemmiyetini gösteren ve en parlak rahmetini izhar eden o Rahman-ı Zülcemal, elbette kendi istiğna-i mutlakına karşı, rahmetini ihtiyac-ı mutlak içindeki zîhayata ve insana makbul bir şefaatçı yapmış.

Ey insan, eğer insan isen "Bismillahirrahmanirrahîm" de. O şefaatçıyı bul!

Evet rûy-i zeminde dörtyüz bin muhtelif ayrı ayrı nebatatın ve hayvanatın taifelerini, hiçbirini unutmayarak, şaşırmayarak, vaktivaktine kemal-i intizam ile hikmet ve inayet ile terbiye ve idare eden ve küre-i arzın sîmasında hâtem-i ehadiyeti vaz'eden; bilbedahe belki bilmüşahede, rahmettir ve o rahmetin vücudu, bu küre-i arzın sîmasındaki mevcudatın vücudları kadar kat'î olduğu gibi, o mevcudat adedince tahakkukunun delilleri var. Evet zeminin yüzünde öyle bir hâtem-i rahmet ve sikke-i ehadiyet bulunduğu gibi, insanın mahiyet-i maneviyesinin sîmasında dahi öyle bir sikke-i rahmet vardır ki, küre-i arz sîmasındaki sikke-i merhamet ve kâinat sîmasındaki sikke-i uzma-yı rahmetten daha aşağı değil. Âdeta binbir ismin cilvesinin bir nokta-i mihrakıyesi hükmünde bir câmiiyeti var.

Ey insan, hiç mümkün müdür ki: Sana bu sîmayı veren ve o sîmada böyle bir sikke-i rahmeti ve bir hâtem-i ehadiyeti vaz'eden zât seni başıboş bıraksın, sana ehemmiyet vermesin, senin harekâtına dikkat etmesin, sana müteveccih olan bütün kâinatı abes yapsın, hilkat şeceresini meyvesi çürük, bozuk, ehemmiyetsiz bir ağaç yapsın? Hem hiç bir cihetle şübhe kabul etmeyen ve hiç bir vechile noksaniyeti olmayan, güneş gibi zahir olan rahmetini ve ziya gibi görünen hikmetini inkâr ettirsin? Hâşâ!..

Ey insan! Bil ki: O rahmetin arşına yetişmek için bir mi'rac var. O mi'rac ise "Bismillahirrahmanirrahîm"dir. Ve bu mi'rac ne kadar ehemmiyetli olduğunu anlamak istersen, Kur'an-ı Mu'ciz-ül Beyan'ın yüzondört surelerinin başlarına ve hem bütün mübarek kitabların ibtidalarına ve umum mübarek işlerin mebde'lerine bak. Ve Besmelenin azamet-i kadrine en kat'î bir hüccet şudur ki: İmam-ı Şafiî (R.A.) gibi çok büyük müçtehidler demişler: "Besmele tek bir âyet olduğu halde Kur'anda yüzondört defa nâzil olmuştur." Lem'alar (96-99 )

 

---“BİRİNCİ TEMSİL: Meselâ şeffaf, parlak bir zerrecik, bizzat kendi başıyla bir kibrit başı kadar bir nur içinde yerleşmez ve ona masdar olamaz. Kendi cirmi kadar ve mahiyeti miktarınca, bil'asâle, cüz'î, zerre gibi bir nuru olabilir. Fakat o zerrecik, güneşe intisap edip, ona karşı gözünü açıp baksa, o vakit o koca güneşi ziyasıyla, elvân-ı seb'asıyla, hararetiyle, hattâ mesafesiyle içine alabilir ve bir nevi tecellî-i âzamına mazhar olur. Demek, o zerre kendi kendine kalsa, bir zerre kadar ancak iş görebilir. Eğer güneşe memur ve mensup ve mir'at sayılsa, güneş gibi, güneşin icraatındaki bir kısım cüz'î nümunelerini gösterebilir.

İşte, وَ لِلّٰهِ الْمَثَلُ اْلاَعْلٰى  herbir mevcut, hattâ herbir zerre, eğer kesrete ve şirke ve esbaba ve tabiata ve kendi kendine isnad edilse, o vakit herbir zerre, herbir mevcut, ya bir ilm-i muhît ve kudret-i mutlaka sahibi olmalı; veyahut hadsiz mânevî makine ve matbaalar içinde teşekkül etmeli tâ ona tevdi edilen acip vazifeleri yapabilsin. Eğer o zerreler Vâhid-i Ehade isnad edilse, o vakit herbir masnu, herbir zerre Ona mensup olur, Onun memuru hükmüne geçer. Şu intisabı, onu tecellîye mazhar eder. Bu mazhariyet ve intisapla, nihayetsiz bir ilim ve kudrete istinad eder. Hâlıkının kuvvetiyle, milyonlar defa kuvvet-i zâtîsinden fazla işleri, vazifeleri, o intisap ve istinad sırrıyla yapar.

İKİNCİ TEMSİL: Meselâ iki kardeş var. Birisi cesur, kendine güvenir; diğeri hamiyetli, milliyetperverdir.Bir muharebe zamanında, kendine güvenen adam devlete intisap etmez, kendi başıyla iş görmek ister. Kendi kuvvetinin menbalarını belinde taşımaya mecbur olur. Teçhizatını, cephanelerini kendi kuvvetine göre çekmeye muztardır. O şahsî ve küçük kuvvet miktarınca, düşman ordusunun bir onbaşısıyla ancak mücadele eder; fazla birşey elinden gelmez.

Öteki kardeş kendine güvenmiyor ve kendisini âciz, kuvvetsiz biliyor; padişaha intisap etti, askere kaydedildi. O intisapla, koca bir ordu, ona nokta-i istinad oldu. Ve o istinadla, arkasında, padişahın himmetiyle bir ordunun mânevî kuvveti tahşid edilebilir bir kuvve-i mâneviye ile harbe atıldı. Tâ düşmanın mağlûp ordusu içindeki şahın büyük bir müşirine rast geldi. Kendi padişahı namına, "Seni esir ediyorum, gel" der, esir eder, getirir.

Şu halin sırrı ve hikmeti şudur ki: Evvelki başıbozuk, kendi menba-ı kuvvetini ve teçhizatını kendisi taşımaya mecbur olduğu için, gayet cüz'î iş görebilirdi. Şu memur ise, kendi kuvvetinin menbaını taşımaya mecbur değil; belki onu ordu ve padişah taşıyor. Mevcut telgraf ve telefon teline makinesini küçük bir telle raptetmek gibi, şu adam bu intisapla kendini o hadsiz kuvvete rapteder.

İşte,وَ لِلّٰهِ الْمَثَلُ اْلاَعْلٰى  eğer her mahlûk, her zerre doğrudan doğruya Vâhid-i Ehade isnad edilse ve onlar ona intisap etseler, o vakit o intisap kuvvetiyle ve Seyyidinin havliyle, emriyle, karınca Firavun'un sarayını başına yıkar, başaşağı atar; sinek Nemrut'u gebertip Cehenneme atar; bir mikrop, en cebbar bir zalimi kabre sokar; buğday tanesi kadar çam çekirdeği, bir dağ gibi bir çam ağacının destgâhı ve makinesi hükmüne geçer; havanın zerresi, bütün çiçeklerin, meyvelerin ayrı ayrı işlerinde, teşekkülâtlarında muntazaman, güzelce çalışabilir. Bütün bu kolaylık, bilbedâhe, memuriyet ve intisaptan ileri geliyor. Eğer iş başıbozukluğa dönse, esbaba ve kesrete ve kendi kendilerine bırakılıp şirk yolunda gidilse, o vakit herşey cirmi kadar ve şuuru miktarınca iş görebilir.

ÜÇÜNCÜ TEMSİL: Meselâ iki arkadaş var; hiç görmedikleri bir memleketin ahvâline dair istatistikli bir nevi coğrafya yazmak istiyorlar. Birisi, o memleketin padişahına intisap edip, telgraf ve telefon dairesine girer. On paralık bir telle kendi telefon makinesini devletin teline rapteder. Her yerle görüşür, muhabere eder, malûmat alır. Gayet muntazam ve mükemmel coğrafya istatistiğine ait san'atkârâne bir eser yapar.

Öteki arkadaş ise, ya elli sene mütemadiyen gezecek ve müşkülâtla her yeri görüp her hâdiseyi işitecek; veyahut milyonlarla lirayı sarf edip, devletin tel ve telefon temdidatı kadar ve padişah gibi telgraf sahibi olacak. Tâ, evvelki arkadaşı gibi o mükemmel eseri yapsın.  Öyle de,وَ لِلّٰهِ الْمَثَلُ اْلاَعْلٰى  eğer hadsiz eşya ve mahlûkat Vâhid-i Ehade verilse, o vakit o irtibatla herşey birer mazhar olur. O Şems-i Ezelînin tecellîsine mazhariyetle, kavânin-i hikmetine ve desâtir-i ilmiyesine ve nevâmis-i kudretine irtibat peydâ eder. O vakit, havl ve kuvvet-i İlâhiye ile herşeyi görür bir gözü ve her yere bakar bir yüzü ve her işe geçer bir sözü hükmünde bir cilve-i Rabbâniyeye mazhar olur. Eğer o intisap kesilse, o şey, bütün eşyadan dahi inkıta' eder, cirmi kadar bir küçüklüğe sığışır. O halde bir ulûhiyet-i mutlaka sahibi olmalı ki, evvelki vaziyette gördüğü işleri görebilsin.” MEKTUBAT-255

 

---“İnsan, nur-u iman ile a'lâ-yı illiyyîne çıkar; Cennet'e lâyık bir kıymet alır. Ve zulmet-i küfür ile, esfel-i safilîne düşer; Cehennem'e ehil (olacak) bir vaziyete girer. Çünki iman, insanı Sâni'-i Zülcelal'ine nisbet ediyor; iman, bir intisabdır. Öyle ise insan, iman ile insanda tezahür eden san'at-ı İlahiye ve nukuş-u esma-i Rabbaniye itibariyle bir kıymet alır. Küfür, o nisbeti kat'eder. O kat'dan san'at-ı Rabbaniye gizlenir. Kıymeti dahi yalnız madde itibariyle olur. Madde ise, hem fâniye, hem zâile, hem muvakkat bir hayat-ı hayvanî olduğundan, kıymeti hiç hükmündedir.

Bu sırrı bir temsil ile beyan edeceğiz. Meselâ: İnsanların san'atları içinde nasılki maddenin kıymeti ile san'atın kıymeti ayrı ayrıdır. Bazan müsavi, bazan madde daha kıymettar, bazan oluyor ki; beş kuruşluk demir gibi bir maddede beş liralık bir san'at bulunuyor. Belki bazan, antika olan bir san'at, bir milyon kıymeti aldığı halde, maddesi beş kuruşa da değmiyor. İşte öyle antika bir san'at, antikacıların çarşısına gidilse, hârika-pişe ve pek eski hünerver san'atkârına nisbet ederek o san'atkârı yâd etmekle ve o san'atla teşhir edilse, bir milyon fiatla satılır. Eğer kaba demirciler çarşısına gidilse, beş kuruşluk bir demir bahasına alınabilir.

İşte insan, Cenab-ı Hakk'ın böyle antika bir san'atıdır ve en nazik ve nazenin bir mu'cize-i kudretidir ki; insanı, bütün esmasının cilvesine mazhar ve nakışlarına medar ve kâinata bir misal-i musaggar suretinde yaratmıştır.

Eğer nur-u iman, içine girse, üstündeki bütün manidar nakışlar, o ışıkla okunur. O mü'min, şuur ile okur ve o intisabla okutur. Yani: "Sâni'-i Zülcelal'in masnuuyum, mahlukuyum, rahmet ve keremine mazharım" gibi manalarla insandaki san'at-ı Rabbaniye tezahür eder.3 Demek Sâni'ine intisabdan ibaret olan iman; insandaki bütün âsâr-ı san'atı izhar eder. İnsanın kıymeti, o san'at-ı Rabbaniyeye göre olur ve âyine-i Samedaniye itibariyledir. O halde şu ehemmiyetsiz olan insan, şu itibarla bütün mahlukat üstünde bir muhatab-ı İlahî ve Cennet'e lâyık bir misafir-i Rabbanî olur.

Eğer kat'-ı intisabdan ibaret olan küfür, insanın içine girse; o vakit bütün o manidar nukuş-u esma-i İlahiye karanlığa düşer, okunmaz. Zira Sâni' unutulsa, Sâni'a müteveccih manevî cihetler de anlaşılmaz. Âdeta baş aşağı düşer. O manidar âlî san'atların ve manevî âlî nakışların çoğu gizlenir. Bâki kalan ve göz ile görülen bir kısmı ise; süflî esbaba ve tabiata ve tesadüfe verilip, nihayet sukut eder. Herbiri birer parlak elmas iken, birer sönük şişe olurlar. Ehemmiyeti yalnız madde-i hayvaniyeye bakar. Maddenin gayesi ve meyvesi ise; -dediğimiz gibi- kısacık bir ömürde hayvanatın en âcizi ve en muhtacı ve en kederlisi olduğu bir halde yalnız cüz'î bir hayat geçirmektir. Sonra tefessüh eder gider. İşte küfür, böyle mahiyet-i insaniyeyi yıkar, elmastan kömüre kalbeder.” Sözler ( 311 )

 

---“eğer intisap olsa, o çekirdek, kader-i İlâhîden bir emir alır, o harika işlere mazhar olur. Eğer o intisap kesilse, o çekirdeğin hilkati, koca çam ağacının hilkatinden daha ziyade cihazat ve iktidar ve san'atı iktiza eder. Çünkü, dağdaki, kudret eseri olan mücessem çam ağacının, bütün âzâları ve cihazatıyla, o çekirdekteki kader eseri olan mânevî ağaçta mevcut bulunması lâzım gelir. Çünkü o koca ağacın fabrikası o çekirdektir. İçindeki kaderî ağaç, kudretle hariçte tezahür eder, cismanî çam ağacı olur.” LEMALAR-184

 

---“Esbab-ı zâhiriye eliyle gelen nimetleri o esbab hesabına almamak gerektir. Eğer o sebep ihtiyar sahibi değilse (meselâ hayvan ve ağaç gibi), doğrudan doğruya o nimeti Cenâb-ı Hak hesabına verir. Madem o lisan-ı hal ile Bismillâh der, sana verir. Sen de Allah hesabına olarak Bismillâh de, al.

Eğer o sebep ihtiyar sahibi ise, o Bismillâh demeli, sonra ondan al. Yoksa alma. Çünkü وَلاَ تَاْكُلُوا مِمَّا لَمْ يُذْكَرِ اسْمُ اللهِ عَلَيْهِ   âyetinin mânâ-yı sarihinden başka bir mânâ-yı işarîsi şudur ki: "Mün'im-i Hakikîyi hatıra getirmeyen ve Onun namıyla verilmeyen nimeti yemeyiniz" demektir.

O halde, hem veren Bismillâh demeli, hem alan Bismillâh demeli. Eğer o Bismillâh demiyor, fakat sen de almaya muhtaçsan, sen Bismillâh de, onun başı üstünde rahmet-i İlâhiyenin elini gör, şükürle öp, ondan al. Yani, nimetten in'âma bak, in'amdan Mün'im-i Hakikîyi düşün. Bu düşünmek bir şükürdür. Sonra o zâhirî vasıtaya istersen dua et; çünkü o nimet onun eliyle size gönderildi.

Esbab-ı zâhiriyeyi perestiş edenleri aldatan, iki şeyin beraber gelmesi veya bulunmasıdır ki, iktiran tabir edilir, birbirine illet zannetmeleridir. Hem birşeyin ademi, bir nimetin mâdum olmasına illet olduğundan, tevehhüm eder ki, o şeyin vücudu dahi o nimetin vücuduna illettir. Şükrünü, minnettarlığını o şeye verir, hataya düşer. Çünkü bir nimetin vücudu, o nimetin umum mukaddemâtına ve şerâitine terettüp eder. Halbuki o nimetin ademi, birtek şartın ademiyle oluyor.

Meselâ, bir bahçeyi sulayan cetvelin deliğini açmayan adam, o bahçenin kurumasına ve o nimetlerin ademine sebep ve illet oluyor. Fakat o bahçenin nimetlerinin vücudu, o adamın hizmetinden başka, yüzer şerâitin vücuduna tevakkufla beraber, illet-i hakikî olan kudret ve irade-i Rabbâniye ile vücuda gelir. İşte bu mağlâtanın ne kadar hatası zâhir olduğunu anla ve esbabperestlerin de ne kadar hata ettiklerini bil.

Evet, iktiran ayrıdır, illet ayrıdır. Bir nimet sana geliyor. Fakat bir insanın sana karşı ihsan niyeti o nimete mukarin olmuş. Fakat illet olmamış. İllet rahmet-i İlâhiyedir. Evet, o adam ihsan etmeyi niyet etmeseydi o nimet sana gelmezdi, nimetin ademine illet olurdu. Fakat, mezkûr kaideye binaen, o meyl-i ihsan, o nimete illet olamaz. Ancak yüzer şerâitin bir şartı olabilir.” LEMALAR-134

 

---“İ'lem Eyyühel-Aziz! Kur'an-ı Kerim nimetleri, âyetleri, delilleri ta'dad ederken فَبِاَىِّ آلاَءِرَبِّكُمَا تُكَذِّبَانِ âyet-i celilesi tekrar ile zikredilmekte olduğundan şöyle bir delalet vardır ki: Cin ve insin en çok isyanlarını, en şedid tuğyanlarını, en azîm küfranlarını tevlid eden şöyle bir vaziyetleridir ki; nimet içinde in'amı görmüyorlar. İn'amı görmediklerinden Mün'im-i Hakikî'den gaflet ederler. Mün'imden gafletleri saikasıyla o nimetleri esbaba veya tesadüfe isnad ederek, Allah'tan o nimetlerin geldiğini tekzib ediyorlar. Binaenaleyh herbir nimetin bidayetinde, mü'min olan kimse Besmeleyi okusun. Ve o nimetin Allah'tan olduğunu kasdetmekle, kendisi ancak Allah'ın ismiyle, Allah'ın hesabına aldığını bilerek, Allah'a minnet ve şükranla mukabelede bulunsun.” Mesnevi-i Nuriye (95-96 )

 

---“Hamdin en meşhur mânâsı, sıfât-ı kemâliyeyi izhar etmektir. Şöyle ki:

Cenâb-ı Hak, insanı, kâinata câmi bir nüsha ve on sekiz bin âlemi hâvi şu büyük âlemin kitabına bir fihrist olarak yaratmıştır. Ve Esmâ-i Hüsnâdan herbirisinin tecellîgâhı olan herbir âlemden bir örnek, bir nümune, insanın cevherinde vedîa bırakmıştır.

Eğer insan, maddî ve mânevî herbir uzvunu Allah'ın emrettiği yere sarf etmekle hamdin şubelerinden olan şükr-ü örfîyi îfa ve şeriate imtisal ederse, insanın cevherinde vedîa bırakılan o örneklerin herbirisi, kendi âlemine bir pencere olur. İnsan, o pencereden, o âleme bakar ve o âleme tecellî eden sıfatla o âlemden tezahür eden isme bir mir'at ve bir âyine olur. O vakit insan, ruhuyla, cismiyle âlem-i şehadet ve âlem-i gayba bir hülâsa olur ve her iki âleme tecellî eden, insana da tecellî eder. İşte bu cihetle, insan, sıfât-ı kemâliye-i İlâhiyeye hem mazhar olur, hem muzhir olur. Nitekim Muhyiddin-i Arabî,  كُنْتُ كَنْزًا مَخْفِيًّا فَخَلَقْتُ الْخَلْقَ لِيَعْرِفُونِى     hadîs-i şerifinin beyanında, "Mahlûkatı yarattım ki, Bana bir âyine olsun ve o âyinede cemâlimi göreyim" demiştir.” İŞARATUL İCAZ-17

 

---“Bismillah güneş gibidir. Başkalarını tenvir ettiği gibi, kendini de gösteriyor. Her nefes ve her dakika ruhlar ona hava ve su gibi muhtaç olduğundan onun hakikatini herkesin ruhu hisseder. Kalb ve hayal bilmese de ehemmiyeti yok. Onun için beyan ve tariften müstağnidir.  Harfler ve cüzlerinden evvela ب nin fenn-i sarfça bir mânâsı istiânedir. Bir mânâ-yı örfîsi teberrük mânâsı olmasından bu ب nin merci-i müteallikı kendi mânâsından çıkan اَسْتَعِينُ ve اَتَيَمَّنُ fiillerine bağlanıyor. Veyahut Bismillah'taki perdesinde قُلْ (söyle)'den çıkan اِقْرَاْ (oku) fiiline bakar. Yani: "Ya Rabbi, ben senin isminin yardımıyla ve onun bereketiyle okuyacağım. Her şey senin kudretinle ve icadınla ve tevfîkinle olduğu gibi, yalnız ve yalnız senin isminle başlıyorum. Demek Bismillah'tan sonra اِقْرَاْ okumak lâfzı, âhirinde mukadder olmasından hem ihlâs, hem tevhidi ifade eder.

Ama اِسْمِ kelimesi ise: Biliniz ki, Zât-ı Vâcibü'l-Vücudun bin bir esmasından bir kısmına "Esmâ-i Zâtiye" denilir ki, her cihette, Zât-ı Akdes'i gösterir. Onun adı ve onun ünvanıdır. "Allah, Ehad, Samed, Vâcibü'l-Vücud" gibi çok esmâ var. Bir kısmına da "Esmâ-i Fiiliye" tabir edilir ki, çok nevileri var. Mesela, "Gaffar, Rezzak, Muhyî, Mümît, Mün'im, Muhsin." EMİRDAĞ 2-96

 

سُبْحَانَكَ لَاعِلْمَ لَنَۤا اِلاَّ مَا عَلَّمْتَنَۤا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ

 

 

1 “Gazve-i Hayber'de bir Yahudi kadını, bir keçiyi biryan yapıp pişirmiş, gayet müessir bir zehirle zehirlemiş, Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâma göndermiş. Sahabeler yemeye başladılar. Birden ferman etti: اِرْفَعُۤوا اَيْدِيَكُمْ اِنَّهَۤا اَخْبَرَتْنِى اَنَّهَا مَسْمُومَةٌ    Yani, "Pişirilen keçi bana der ki, 'Ben zehirliyim" diye haber veriyor…Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm, haber verdikten sonra dedi: بِسْمِ اللهِ   deyiniz, ondan sonra yiyiniz. Zehir daha tesir etmeyecektir." MEKTUBAT-136 (Bütün enbiya mucizeleri ve evliya kerametleri bu sırdandır)

 

2 “Birinci Kelime: Kelâm-ı Ezelî ilim, kudret gibi bir sıfat-ı İlahîye olduğu cihetle, gayr-ı mütenahidir. Nihayetsiz olan bir şeye, denizler mürekkep olsa elbette bitiremezler…

            ….İkinci Harf: Bütün melaikelere ve insanlara, hattâ hayvanlara gelen umum ilhamlar, bir nev' kelâm-ı İlahîdir. Bu kelâmın kelimatı elbette gayr-ı mütenahidir. Saltanat-ı mutlakanın nihayetsiz cünudunun mütemadiyen aldıkları ilham, evamir-i İlahiyenin kelimatı ne derece çok ve nihayetsiz olduğunu âyet bize haber veriyor demektir.” Latif Nükteler-25

 

            “Gayet kuvvetli bir tezahüratla vahiylerin hakikatı, âlem-i gaybın her tarafında her zamanda hükmediyor. Kâinatın ve mahlukatın şehadetlerinden çok kuvvetli bir şehadet-i vücud ve tevhid, Allâm-ül Guyub'dan vahiy ve ilham hakikatlarıyla geliyor. Kendini ve vücud ve vahdetini, yalnız masnu'larının şehadetlerine bırakmıyor. Kendisi, kendine lâyık bir kelâm-ı ezelî ile konuşuyor. Her yerde ilim ve kudretiyle hazır ve nâzırın kelâmı dahi hadsizdir ve kelâmının manası onu bildirdiği gibi, tekellümü dahi, onu sıfâtıyla bildiriyor.” Şualar ( 123 )

3 اِلهِى اَنْتَ رَبِّى وَ اَنَا الْعَبْدُ ٭ وَ اَنْتَ الْخَالِقُ وَ اَنَا الْمَخْلُوقُ

            وَ اَنْتَ الرَّزَّاقُ وَ اَنَا الْمَرْزُوقُ ٭ وَ اَنْتَ الْمَالِكُ وَ اَنَا الْمَمْلُوكُ

            وَ اَنْتَ الْعَزِيزُ وَ اَنَا الذَّلِيلُ ٭ وَ اَنْتَ الْغَنِىُّ وَ اَنَا الْفَقِيرُ

            وَ اَنْتَ الْكَرِيمُ وَ اَنَا اللَّئِيمُ ٭ وَ اَنْتَ الْمُحْسِنُ وَ اَنَا الْمُسِىءُ

            وَ اَنْتَ الْغَفُورُ وَ اَنَا الْمُذْنِبُ ٭ وَ اَنْتَ الْعَظِيمُ وَ اَنَا الْحَقِيرُ

            وَ اَنْتَ الْحَىُّ وَ اَنَا الْمَيِّتُ ٭ وَ اَنْتَ الْبَاقِى وَ اَنَا الْفَانِى

            “Evet, bütün mevcudat, güya lisan-ı hal ile, Veysel Karânî gibi şöyle münâcât ederler, derler ki:

            · "Yâ İlâhenâ! Rabbimiz Sensin. Çünkü biz abdiz. Nefsimizin terbiyesinden âciziz. Demek bizi terbiye eden Sensin.

            · "Hem Sensin Hâlık. Çünkü biz mahlûkuz, yapılıyoruz.

            · "Hem Rezzâk Sensin. Çünkü biz rızka muhtacız; elimiz yetişmiyor. Demek bizi yapan ve rızkımızı veren Sensin.

            · "Hem Sensin Malik. Çünkü biz memlûküz. Bizden başkası bizde tasarruf ediyor. Demek Malikimiz Sensin.

            · "Hem Sen Azizsin, izzet ve azamet sahibisin. Biz zilletimize bakıyoruz; üstümüzde bir izzet cilveleri var. Demek Senin izzetinin âyinesiyiz.

            · "Hem Sensin Ganiyy-i Mutlak. Çünkü biz fakiriz; fakrımızın eline yetişmediği bir gınâ veriliyor. Demek Ganî Sensin, veren Sensin.

            · "Hem Sen Hayy-ı Bâkîsin. Çünkü biz ölüyoruz; ölmemizde ve dirilmemizde bir daimî hayat verici cilvesini görüyoruz.

            · "Hem Sen Bâkîsin. Çünkü biz, fenâ ve zevâlimizde, Senin devam ve bekànı görüyoruz.

            · "Hem cevap veren, atiyye veren Sensin. Çünkü biz, umum mevcudat, kalî ve hâlî dillerimizle daimî bağırıp istiyoruz, niyaz edip yalvarıyoruz. Arzularımız yerlerine geliyor, maksudlarımız veriliyor. Demek bize cevap veren Sensin."

            Ve hâkezâ, bütün mevcudatın, küllî ve cüz'î herbirisi birer Veysel Karânî gibi, bir münâcât-ı mâneviye suretinde bir âyinedarlıkları var. Acz ve fakr ve kusurlarıyla kudret ve kemâl-i İlâhîyi ilân ediyorlar.”MEKTUBAT-241

 

 

download
Yukarı Çık