DERSLER / Alfabetik Derlemeler ve Dersler

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

وَ بِهِ نَسْتَعِينُ

اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ وَ الصَّلاَةُ وَ السَّلاَمُ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَ عَلَى آلِهِ وَ صَحْبِهِ اَجْمَعِينَ

BU DERS KASTAMONU LAHİKASI 184. SAHİFEDE GEÇEN  “FITRATEN RİYAKAR OLA” İFADESİNİN İZAHIDIR

Evet her insanda çeşitli hisler ve istidatlar verişmiştir bu hislerin asıl gayelerine göre çalıştırılması insanın tercihine bırakılmıştır. Mesela;

يَنْقُضُونَ : Örülmüş kalın bir şeridi açıp dağıtmak manasını ifade eden "nakz" tabiri, yüksek bir üslûba işarettir. Sanki Cenab-ı Hakk'ın ahdi; meşiet, hikmet, inayetin ipleriyle örülmüş nuranî bir şerittir ki, ezelden ebede kadar uzanmıştır. Bu nuranî şerit, kâinatta nizam-ı umumî şeklinde tecelli ederek silsilelerini kâinatın enva'ına dağıtır iken, en acib silsilesini nev'-i beşere uzatmıştır ve ruh-u beşerde pek çok istidad ve kabiliyetlerin tohumlarını ekmiştir. Fakat o istidadların terbiyesini ve neticesini cüz'-i ihtiyarînin eline vermiştir. O cüz'-i ihtiyarînin yuları da şeriatın ve delail-i nakliyenin eline verilmiştir. Binaenaleyh Cenab-ı Hakk'ın ahdini bozmamak ve îfa etmek, ancak o istidadları lâyık ve münasib yerlerine sarfetmekle olur. Ahdin nakzı ise, bozmak ve parçalamaktan ibarettir. Meselâ: Bazı enbiyaya iman ve tasdik, bazılarını inkâr ve tekzib; bazı hükümleri kabul, bazılarını red; bazı âyetleri tahsin, bazılarını kabih ve çirkin görmek gibi. Zira böylece yapılan nakz-ı ahd; nazmı, nizamı, intizamı ihlâl eder, bozar.”  (İşarat-ül İ'caz: 173)

وَمَا يُضِلُّ بِهِ اِلاَّ الْفَاسِقِينَ : Bu cümlenin mâkabliyle münasebeti: Evet Kur'an-ı Kerim يُضِلُّ بِهِ كَثِيرًا cümlesinde dalalete atılanlar kimler olduğunu beyan etmeyip mübhem bıraktığından, sâmi' korktu. "Acaba o dalalete atılanlar kimlerdir? Sebeb nedir? Kur'anın nurundan zulmet nasıl geliyor?" diye sorduğu bu üç sual, şu cümle ile cevablandırılmıştır ki: "Onlar, fâsıklardır. Dalalete atılmaları, fısklarının cezasıdır. Fısk sebebiyle, fâsıklar hakkında nur nâra, ziya zulmete inkılab eder." Evet şemsin ziyasıyla, pis maddeler taaffün eder, kokar, berbad olur.” (İşarat-ül İ'caz: 165)

يُضِلُّ بِهِ كَثِيرًا وَ يَهْدِى بِهِ كَثِيرًا : Bu cümle, onların temsilâtının sebebini, ille-i gaiyesini anlamak üzere مَاذَا ile yaptıkları istifhama cevabdır. Fakat Kur'an-ı Kerim usûl ittihaz ettiği îcaz ve ihtisara binaen, temsilâtın akibetini yani temsilâta terettüb eden dalalet ve hidayeti, ille-i gaiye menzilesinde göstermiştir. Evet dalalet ve hidayet, temsilâta illet olamaz. Eğer illet olsa, cebr olur. Ancak temsilâtın sebeb ve ille-i gaiyesi, cumhur-u avamı ikaz ve irşaddır. Sanki onlar "Ne için böyle oldu? Ne için i'caz bedihî olmadı? Ne için Allah'ın kelâmı olduğu zarurî olmadı? Ne için bu temsilât yüzünden vehimlere meydan verildi?" diye bir çok sualleri ortaya çıkardılar. Kur'an-ı Kerim يُضِلُّ بِهِ كَثِيرًا وَ يَهْدِى بِهِ كَثِيرًا cümlesiyle, o sual kümesini dağıttı.” (İşarat-ül İ'caz: 163)

“İkincisi: Allah hakîmdir, öyle ise sevab ve ikab abes değildir; ancak istihkaka göredir. Öyle ise, ızdırar ve cebir yoktur.” (İşarat-ül İ'caz: 72)

“Cenab-ı Hak kemal-i kudretiyle nasıl bir tek şeyden çok şeyleri yapıyor, çok vazifeleri gördürüyor, bir sahifede bin kitabı yazıyor. Öyle de insanı, pek çok enva' yerinde bir nev'-i câmi' halketmiş. Yani, bütün enva'-ı hayvanatın muhtelif derecatı kadar, birtek nev' olan insan ile, o vezaifi gördürmek irade etmiş ki; insanların kuvalarına ve hissiyatlarına fıtraten bir had bırakmamış; fıtrî bir kayıd koymamış, serbest bırakmış. Sair hayvanatın kuvaları ve hissiyatları mahduddur, fıtrî bir kayıd altındadır. Halbuki insanın her kuvası, hadsiz bir mesafede cevelan eder gibi, gayr-ı mütenahî canibine gider. Çünki insan, Hâlık-ı Kâinat'ın esmasının nihayetsiz tecellilerine bir âyine olduğu için, kuvalarına nihayetsiz bir istidad verilmiş. Meselâ insan hırs ile, bütün dünya ona verilse هَلْ مِنْ مَزِيدٍ diyecek. Hem hodgâmlığıyla, kendi menfaatine binler adamın zararını kabul eder. Ve hâkeza... Ahlâk-ı seyyiede hadsiz derecede inkişafları olduğu ve Nemrudlar ve Firavunlar derecesine kadar gittikleri ve sîga-i mübalağa ile zalûm olduğu gibi, ahlâk-ı hasenede dahi hadsiz bir terakkiyata mazhar olur, enbiya ve sıddıkîn derecesine terakki eder. (Mektubat :331 - 332)

“Eğer o istidad çekirdeğini İslâmiyet suyu ile, imanın ziyasıyla, ubudiyet toprağı altında terbiye ederek, evamir-i Kur'aniyeyi imtisal edip cihazat-ı maneviyesini hakikî gayelerine tevcih etse; elbette âlem-i misal ve berzahta dal ve budak verecek ve âlem-i âhiret ve Cennet'te hadsiz kemalât ve nimetlere medar olacak bir şecere-i bâkiyenin ve bir hakikat-ı daimenin cihazatına câmi' kıymettar bir çekirdek ve revnakdar bir makine ve bu şecere-i kâinatın mübarek ve münevver bir meyvesi olacaktır.” (Sözler: 322)

“İşte insanda binlerle hissiyat var. Herbirisinin aşk gibi iki mertebesi var. Biri mecazî, biri hakikî. Meselâ: Endişe-i istikbal hissi herkeste var; şiddetli bir surette endişe ettiği vakit bakar ki, o endişe ettiği istikbale yetişmek için elinde sened yok. Hem rızık cihetinde bir taahhüd altında ve kısa olan bir istikbal, o şiddetli endişeye değmiyor. Ondan yüzünü çevirip, kabirden sonra hakikî ve uzun ve gafiller hakkında taahhüd altına alınmamış bir istikbale teveccüh eder. Hem mala ve câha karşı şiddetli bir hırs gösterir.. bakar ki: Muvakkaten onun nezaretine verilmiş o fâni mal ve âfetli şöhret ve tehlikeli ve riyaya medar olan câh, o şiddetli hırsa değmiyor. Ondan, hakikî câh olan meratib-i maneviyeye ve derecat-ı kurbiyeye ve zâd-ı âhirete ve hakikî mal olan a'mal-i sâlihaya teveccüh eder. Fena haslet olan hırs-ı mecazî ise, âlî bir haslet olan hırs-ı hakikîye inkılab eder.” (Mektubat :33)

Bu izahlardan Kastamonu Lahikasında geçen “fıtraten riyâkar olmak” ifadesinin kişinin su-i ihtiyarıyla riyakarlığa alışıp, bunun onda seciye haline gelmesi demek olduğu anlaşıldı. O kişinin bu yola yani riyâkarlığa gireceğini bilen Allah, kişi kendi isteğiyle riyakarlığa sebebiyet verdiği için, o kişinin istediğini halk eder. Yoksa insan layık olmadığı halde kişiyi riyakarlığa düşürmez. Yani insanlarda riyakârlık gibi hisler bilkuvve bulunur. Riyakârlık yolunda yürüyen insanda bu his giderek melekeleşir ve adeta fıtrî hale gelir diye anlamak gerek. Keza “fıtraten riyakârlık” tabiri kaderin, liyakata bakan hükmüdür. Çünkü, kaderin hükmü ezelîdir. Dünyaya gelen kişinin liyakatını bilir ve ona göre muamele eder. Doğuştan olan noksanlıklar da aynı hükme göredir. Esasen Allah’ın kulları hakkında hiçbir kötülüğü istemediği dinde kesin bir hükümdür.

“Evet, مَنْ طَلَبَ وَ جَدَّ وَجَدَ bir düstur-u hakikattır. Külliyeti geniş ve genişliği mesleğimize de şamil olabilir.”  (Lem'alar: 150 )

 

 

Bu dersi indirmek için tıklayınız.

Yukarı Çık