1041- GAYRETULLAH غيرة الله : Allah’ın gayreti.

Gayret kelimesini ıstılahî manada ele alırsak, en büyük bir gaye ve davayı gayet ciddiyetle takib edip yürütmek ve o davayı her türlü tehlikelerden koruma cehdini, göstermek manasında olduğundan, gayretulahın gayesi, İslâmiyet olur. Yani Allah’ın gayreti, İslâmiyet ve ona samimi ve ciddi hizmet eden hizbullah üzerinde olur. (Bak: Hamiyet, Hizbullah)

Kur’an (3:19) âyeti de bu manayı te’yid ediyor. O halde hak dine ve hâdimlerine dokunan Firavun ve Nemrud gibi her asrın din düşmanları, dine ve hizbullaha dokunmakla gayretullaha dokunduklarından, onlara Allah belâ ve musibet verdiğini ve hizbullahı da inayetlerle himaye ettiğini Kur’an çok âyetlerde bildirdiği gibi, tarihî hakikatler olarak da tesbit edilmiştir. (Bak: Âd)

İki atıf notu:

-Gayretullaha dokunmanın cezası, bak: 4073 p.

-Geçmiş asırlarda asi kavimlerin helâk edildiğini bildiren âyetler vardır, bak: 3373p.

1042- Buhari’nin 67. Kitabü’n-nikah 107. babından alınan bir hadis-i şerifte şöyle buyurulur:

­اِنَّ اللهَ تَبَارَكُ تَعَالَى يَغَارُ وَغَيْرَةُ اللهِ اَنْ يَأْتِىَ الْمُؤْمِنُ مَاحَرَّمَ اللهُ

“Allah Tebareke ve Teala, mü’minler hakkında gayret ve hamiyet gösterir (hayır ve saadet diler). Ve Allah Teala’nın gayreti, Allah’ın haram kıldığı fena şeyleri (günahları) mü’minin işlememesi içindir.” (Bak: 1522 p.da bir âyet notu)

Buhari, bu hadisi “gayret” başlığıyla açtığı bir babında rivayet etmiştir. Bu kelimenin Allah Teala’ya ve insanlara nisbetle manası başka başkadır. Cenab-ı Hak asabî teheyyüçten, ruhî infial ve teessürden münezzeh olduğu için Allah Teala’ya nisbet olunan gayretle, insanlardaki teessür ve infialin lâzımı olan Allah’ın kullarına merhameti ve hayır saadet dilemesi manası kasdolunur. Görülen herhangi bir fenalığa, bir zulme karşı dilimizdeki “Gayret-i İlahiye” sözünün manası budur, gayretin lâzımıdır.” (S.B.M.ci: l,1823.hadis)

1042/1- İbn-i Mace, 9. Kitabü’n-nikah, 56. babda 1996. hadis mü’minde sevilip sevilmeyen gayret ve hamiyeti bildirir.

Gayret sahibi bir mü’min, dine aykırı ve zararlı durumlar, hâdiseler ve tecavüzler karşısında lâkayd ve duygusuz kalamaz, müteessir olur, hamiyet-i diniyesi galeyana gelir ve dinin emrettiği müsbet şekilde dine hizmet cehdi artar. Nitekim Kur’an (48:29) âyetinde sahabelerin yüksek meziyetlerini beyan ederken, “küffar üzerinde çetin ve metin” olduklarını kaydeder. Mevzuumuzu teyid eden bir örnek:

1043- 1952 senesinde cereyan eden İstanbul mahkemesi münasebetiyle İstanbul’a gelen Beziüzzaman’ın sahib olduğu gayret-i diniyesinin coşkun ifade ve beyanlarını Eşref Edib Fergan şöyle naklediyor:

“İstanbul seyahatinden muzdarib olup olmadığın sordum.

-Bana ızdırab veren, dedi, yalnız İslâm’ın maruz kaldığı tehlikelerdir. Eskiden tehlikeler hariçten gelirdi, onun için mukavemet kolaydı. Şimdi tehlike içeriden geliyor. Kurt, gövdenin içine girdi. Şimdi mukavemet güçleşti. Korkarım ki cemiyetin bünyesi buna dayanamaz, çünki düşmanı sezmez. Can damarını koparan, kanını içen en büyük hasmını dost zanneder. Cemiyetin basiret gözü böyle körleşirse, iman kalesi tehlikededir. işte benim ızdırabım, yegane ızdırabım budur.

Yoksa şahsımın maruz kaldığı zahmet ve meşakkatleri düşünmeğe bile vaktim yoktur. Keşke bunun bin misli meşakkate maruz kalsam da, iman kalesinin istikbali selâmette olsa!

Bana “Sen şuna buna niçin sataştın”. diyorlar, Farkında değilim. Karşımda müdhiş bir yangın var. Alevleri göklere yükseliyor. İçinde evladım yanıyor, imanım tutuşmuş yanıyor. O yangını söndürmeğe, imanımı kurtarmağa koşuyorum. Yolda biri beni kösteklemek istemiş de, ayağım ona çarpmış. Ne ehemmiyeti var? O müdhiş yangın karşısında bu küçük hâdise bir kıymet ifade eder mi? Dar düşünceler! Dar görüşler!

Beni, nefsini kurtarmayı düşünen hodgâm bir adam mı zannediyorlar? Ben, cemiyetin imanını kurtarmak yolunda dünyamı da feda ettim, âhiretimi de. Seksen küsur senelik bütün hayatımda dünya zevki namına bir şey bilmiyorum. Bütün ömrüm harb meydanlarında, esaret zindanlarında, yahut memleket hapishanelerinde, memleket mahkemelerinde geçti. Çekmediğim cefa, görmediğim eza kalmadı.

Benim fıtratım, zillet ve hakarete tahammül etmez. İzzet ve şehamet-i İslâmiye beni bu halde bulunmaktan şiddetle men eder. Böyle bir vaziyete düşünce, karşım-dakim olursa olsun, isterse en zalim bir cebbar, en hunhar bir düşman kumandanı olsa tezellül etmem. Zulmünü, hunharlığını onun suratına çarparım. Benizindana atar, yahut idam sehpasına götürür, hiç ehemmiyeti yoktur. -Nitekim öyle oldu.- Bunların hepsini gördüm, Birkaç dakika daha o hünhar kumandanın kalbi, vicdanı zulümkârlığa dayanabilseydi, Said bugün asılmış ve masumlar zümresine iltihak etmiş olacaktı.” (T.H. 628) (Rusya’da esirler kampında iken Beziüzzaman hakkında verilen idam kararı, bak: 363.p.)

Yukarı Çık