1214- HAŞR حشر : (Haşir) Toplanmak, bir yere birikmek. Toplama, cem’etmek. Kıyametten sonra Cenab-ı Hakk’ın bütün insanları diriltip haşir meydanında toplaması. Kıyamet. (Bak: Âhiret, Cennet, Defter-i A’mal, Hafıziyet, Sırat Köprüsü, Sur, Yevm-id Din, Yevm-i Fasl)

Haşir meselesinin hakikatını tefhim için Kur’an muhtelif cihetlerde deliller zikreder. Evet “Kur’an kâh oluyor ki, Cenab-ı Hakk’ın âhirette hârika ef’allerini kalbe kabul ettirmek için ihzariye hükmünde ve zihni tasdike müheyya etmek için bir i’dadiye suretinde dünyadaki acaib ef’alini zikreder. Veyahut istikbalî ve uhrevî olan ef’al-i acibe-i İlahiyeyi öyle bir surette zikreder ki, meşhudumuz olan çok nazireleriyle onlara kanaatımız gelir. Meselâ: (36:77) اَوَ لَمْ يَرَ اْلاِنْسَانُ اَنَّا خَلَقْنَاهُ مِنْ نُطْفَةٍ فَاِذَا هُوَ خَصِيمٌ مُبِينٌ ta surenin âhirine kadar. İşte şu bahisde Haşir meselesinde Kur’an-ı Hakim, Haşri isbat için yedi-sekiz surette muhtelif bir tarzda isbat ediyor. Evvela neş’e-i ûlâyı nazara verir, der ki: “Nutfeden alakaya alakadan mudgaya, mudgadan ta hilkat-ı insaniyeye kadar olan neş’etinizi görüyorsunuz. Nasıl oluyor ki, neş’e-i uhrayı inkâr ediyorsunuz. O, onun misli belki daha ehvenidir.” Hem Cenab-ı Hak insana karşı ettiği ihsanat-ı Azimeyi اَلَّذِى جَعَلَ لَكُمْ مِنَ الشَّجَرِ اْلاَخْضَرِ نَارًا  ( 36:80 ) kelimesiyle işaret edip der: “Size böyle nimet eden zat, sizi başı boş bırakmaz ki, kabre girip kalkmamak üzere yatasınız.” Hem remzen der: “Ölmüş ağaçların dirilip yeşillenmesini görüyorsunuz. Odun gibi kemiklerin hayat bulmasını kıyas edemeyip istib’ad ediyorsunuz.” (S.424) (En şaşılacak şey, halk-ı cedidi istib’aden inkârdır, bak: 1157.p.)

1215- Keza maziyi halkedenin müstakbeli de halketmeye kadir olacağı yakiniyat-ı akliyedendir. Evet “ilim ve yakîn şümulüne dâhil olan ahval-i maziye ile şek perdesi altında kalan ahval-i istikbaliye arasında şöyle bir mukayese yap:

Silsile-i nesebin ortasında, bir dedenin yerinde kendini farzet, otur. Sonra mevcudat-ı maziye kafilesine dâhil olan ecdadınla henüz istikbal rahminde kalıp peyderpey vücuda çıkan evlad ve ahfadın arasında bir tefavüt var mıdır? İyice bak! Evvelki kısım ilim ve ittikan ile Sani’in masnuu olduğu gibi, ikinci kısım da aynen o Sani’in masnuu olacaktır. Her iki kısım da, Sani’in ilmi ve müşahedesi altındadır. Bu itibarla, ecdadın iadeten ihyası, evladının icadından daha garib değildir. Belki daha ehvendir. İşte bu mukayeseden anlaşıldı ki: Vukuat-ı maziye, Sani’in bütün imkânat-ı istikbaliyeye kadir olduğuna şehadet eden bir takım mucizelerdir.” (M.N.240)

1215/1- “Evet zaman-ı hazırdan tâ ibtida-i hilkat-ı âleme kadar olan zaman-ı mazi umumen vukuattır. Vücuda gelmiş herbir günü, herbir senesi, herbir asrı; birer satırdır; birer sahifedir, birer kitabdır ki; Kalem-i Kader ile tersim edilmiştir. Dest-i Kudret, mu’cizat-ı âyâtını onlarda kemal-ihikmet ve intizam ile yazmıştır.

Şu zamandan tâ Kıyamet’e, tâ Cennet’e, tâ ebede kadar olan zaman-ı istikbal; umumen imkânattır. Yani mazi vukuattır. İstikbal imkânattır. İşte o iki zamanın iki silsilesi birbirine karşı mukabele edilse; nasıl ki dünkü günü halkeden ve o güne mahsus mevcudatı icad eden Zat, yarınki günü mevcu-datıyla halketmeye muktedir olduğu hiçbir vecihle şüphe getirmez. Öyle de, şüphe yoktur ki şu meydan-ı garaib olan zaman-ı mazinin mevcudatı ve hârikaları; bir Kadir-i Zülcelal’in mu’cizatıdır. Kat’i şehadet ederler ki; o Kadir, bütün istikbalin, bütün mümkinatın icadına, bütün acaibinin izharına muktedirdir.

Evet nasılki bir elmayı halkedecek; elbette dünyada bütün elmaları halketmeye ve koca baharı icad etmeye muktedir olmak gerektir. Baharı icad etmeyen, bir elmayı icad edemez. Zira o elma, o tezgahta dokunuyor. Bir elmayı icad eden, bir baharı icad edebilir. Bir elma; bir ağacın, belki bir bah-çenin, belki bir kâinatın misal-i musaggarıdır. Hem san’at itibariyle koca ağacın bütün tarih-i hayatını taşıyan elmanın çekirdeği itibariyle öyle bir hârika-i san’attır ki onu öylece icad eden, hiçbir şeyden âciz kalmaz. Öyle de, bugünü halkeden Kıyamet gününü halkedebilir ve baharı icad edecek, Haşrin icadına muktedir bir Zat olabilir. Zaman-ı mazinin bütün âlemlerini zamanın şeridine kemal-i hikmet ve intizam ile takıp gösteren; elbette istikbal şeridine dahi başka kâinatı takıp gösterebilir ve gösterecektir.” (S.78)

1216- “Haşrin meratibi var. Bir kısmına iman farzdır, marifeti lâzımdır. Diğer kısmı, terakkiyat-ı ruhiye ve fikriyenin derecatına göre görünür. Ve ilim ve marifeti lâzım olur. Kur’an-ı Hakim, en basit ve kolay olan mertebeyi kat’i ve kuvvetli isbat için, en geniş ve en büyük bir daire-i haşri açacak bir kudreti gösteriyor. İşte umuma iman lâzım olan haşrin mertebesi şudur ki: “İnsanlar öldükten sonra, ruhları başka makamlara gider. Cesedleri çürüyor. Fakat insanın cesedinden bir çekirdek, bir tohum hükmünde olacak “acb-üz zeneb” tabir edilen küçük bir cüz’ü baki kalıp, Cenab-ı Hak onun üstünde cesed-i insanîyi haşirde halkeder, onun ruhunu ona gönderir.” (S. 614) (Bak: Acb-üz Zeneb)

1217- Bediüzzaman, Onuncu Söz olan Haşir Risalesi’nin ehemmiyetini anlatırken diyor ki:

“İbn-i Sina gibi bir dâhî-yi hikmet اَلْحَشْرُ لَيْسَ عَلَى مَقَايِيسَ عَقْلِيَّةٍ demiş. “İman deriz, fakat akıl bu yolda gidemez diye hükmetmiştir. Hem bütün ülema-i İslâm: “Haşir, bir mesele-i nakliyedir. Delili nakildir. Akıl ile ona gidilmez” diye müttefikan hükmettikleri halde, elbette o kadar derin ve manen pek yüksek bir yol; birdenbire bir cadde-i umumiye-i akliye hükmüne geçemez. Kur’an-ı Hakim’in feyziyle ve Hâlik-ı Rahim’in rahmetiyle, şu taklidi kırılmş ve teslimi bozulmuş asırda, o derin ve yüksek yolu şu derece ihsan ettiğinden bin şükretmeliyiz. Çünki imanımızın kurtulmasına kâfi gelir. Fehmettiğimiz miktarına memnun olup tekrar mütalâa ile izdiyadına çalışmalıyız.

Haşre akıl ile gidilmemesinin bir sırrı şudur ki: Haşr-i A’zam, İsm-i A’zamın tecellisiyle olduğundan, Cenab-ı Hakk’ın İsm-i A’zamının ve her isminin a’zamî mertebesindeki tecellisiyle zâhir olan ef’al-i azîmeyi görmek ve göstermekle Haşr-i A’zam bahar gibi kolay isbat ve kat’i iz’an ve tahkikî iman edilir. Şu Onuncu Söz’de feyz-i Kur’an ile öyle görülüyor ve gösteriliyor. Yoksa akıl, dar ve küçük düsturlarıyla kendi başına kalsa âciz kalır, tak-lide mecbur olur.” (S.93)

1218- “İşte nasıl bir gece adamı ki, hiç Güneş’i görmemiş. Yalnız Kamer ayinesinde bir gölgesini görüyor. Güneş’e mahsus haşmetli ziyayı, dehşetli cazibeyi aklına sığıştıramıyor. Belki görenlere teslim olup taklid ediyor. Öyle de: Veraset-i Ahmediye (A.S.M.) ile Kadir ve Muhyi gibi isimlerin mertebe-i uzmasına yetişmiyen, Haşr-i A’zamı ve Kıyamet-i Kübrayı taklidî olarak kabul eder, aklî bir mesele değildir der. Çünki hakikat-ı Haşir ve Kıyamet, İsm-i A’zamın ve bazı esmanın derece-i a’zamının mazharıdır. Kimin nazarı oraya çıkmazsa taklide mecburdır. Kimin fikri oraya girse Haşir ve Kıyameti, gece gündüz, kış ve bahar derecesinde kolay görür, itminan-ı kalb ile kabul eder.

İşte şu sırdandır ki: Haşir ve Kıyameti, en a’zam mertebede, en ekmel tafsilatla Kur’an zikrediyor. Ve İsm-i A’zamın mazharı olan Peygamberimiz Aleyhissalatü Vesselâm ders veriyor. Ve eski peygamberler ise, hikmet-i irşadın iktizasıyla bir derece basit ve ibtidaî bir halde olan ümmetlerine, Haşri en a’zam bir derecede en geniş bir tafsilatla ders vermemişler.” (S.340)

1218/1- Malumdur ki, failin fiili ve müessirin eseri olur. Bu eserlerden istidlal ile müessiri bilinir. Allah, kâinatın hâliki olduğundan iman-ı billahı isbat etmek kolaydır. Fakat haşrin isbatı bu kadar zâhir değildir. Bu hususu beyan ederken Beziüzzaman Hazretleri şöyle diyor:

“Risale-i Nur’da, iman-ı billah ve iman-ı bilyevm-il âhir olan iki kutb-u imanî, tam birbirine müsavi gelecek bir derecede isbat edilmiş. Yalnız bu kadar var ki, haşri cismanî kısmen sarihan ve kısmen zımnî ve tebeî isbat edilmiş. Çünki bu âlem-i şehadet, Saniini gayet sarih ve zâhir gösteriyor; ve haşrı, zımnî ve perdeli haber verir.” (K.L. 211)

Haşri isbat eden Onuncu Söz’de “herbir hakikat” üç şeyi birden isbat ediyor; hem Vacib-ül Vücud’un vücudunu, hem esma ve sıfatını, sonra haşri onlara bina edip isbat ediyor. En muannid münkirden ta en hâlis bir mü’mine kadar herkes her “hakikat”tan hissesini alabilir. Çünki “Hakikat”larda mevcudata, âsâra nazarı çeviriyor. Der ki: Bunlarda muntazam ef’al var, muntazam fiil ise failsiz olmaz. Öyle ise bir faili var. İntizam ve mizan ile o fail iş gördüğü için, hakîm ve âdil olmak lâzımgelir. Madem hakîmdir, abes işleri yapmaz. Madem adaletli iş görüyor, hukukları zayi etmez. Öyle ise bir mecma-i ekber, bir mahkeme-i kübra olacak. İşte “Hakikat”lar bu tarzda işe girişmişler. Mücmel olduğu için üç davayı birden isbat ediyorlar. Sathî nazar farkedemiyor. Zaten o mücmel “Hakikat”ların herbirisi başka Risaleler ve Sözler’de kemal-i izah ile tafsil edilmiş. (B.L.320)

1218/2- Haşri, yani âhirette bütün insanların tekrar dirileceklerini isbat eden Risale-i Nur’dan Onuncu Söz Risalesinin 9,10,11 ve 12. Hakikat başlıklı kısmı bir nümune olarak aynen alındı. Tamamını okumak isteyen, mezkûr risaleye bakmalıdır.

“Dokuzuncu Hakikat: Bab-ı ihya ve imate’dir. ism-i Hayy-ı Kayyum’un Muhyi ve Mümit’in cilvesidir.

Hiç mümkün müdür ki: Ölmüş, kurumuş koca Arzı ihya eden ve o ihya içinde herbiri, beşer haşri gibi acib üçyüz binden ziyade enva-ı mahlukatı haşr ve neşredip kudretini gösteren ve o haşr ve neşr içinde nihayet derecede karışık ve ihtilat içinde, nihayet derecede imtiyaz ve tefrik ile ihata-i ilmiyesini gösteren ve bütün semavi fermanlarıyla beşerin haşrini vadetmekle bütün ibadının enzarını saadet-i ebediyeye çeviren ve bütün mevcudatı başbaşa, omuz omuza, elele verdirip emir ve iradesi dairesinde döndürüp birbirine yardımcı ve müsahhar kılmakla azamet-i rububiyetini gösteren ve beşeri, şecere-i kâinatın en cami’ ve en nazik ve en nazenin, en nazdar, en niyazdar bir meyvesi yaratıp, kendine muhatab ettihaz ederek herşeyi ona müsahhar kılmakla, insana bu kadar ehemmiyet verdiğini gösteren bir Kadir-i Rahim, bir Alîm-i Hakîm kıyameti getirmesin! Haşri yapmasın ve yapamasın! Beşeri ihya etmesin veya edemesin! Mahkeme-i kübrayı açmasın! Cennet ve Cehennemi yaratamasın? Haşa ve kella!

Evet şu âlemin Mutasarrıf-ı Zişan’ı her asırda, her senede, her günde bu dar, muvakkat ruy-i zeminde haşr-i ekberin ve meydan-ı kıyametin pek çok emsalini ve nümunelerini ve işaratını icad ediyor. Ezcümle:

Haşr-i baharîde görüyoruz ki: Beş-altı gün zarfında küçük ve büyük hay-vanat ve nebatattan üçyüz binden ziyade envaı haşredip neşrediyor. Bütün ağaçların, otların köklerini ve bir kısım hayvanları aynen ihya edip iade edi-yor. Başkalarını ayniyet derecesinde bir misliyet suretinde icad ediyor. Halbuki, maddeten farkları pek az olan tohumcuklar o kadar karışmışken kemal-i imtiyaz ve teşhis ile o kadar sür’at ve vüs’at ve sühulet içinde kemal-i intizam ve mizan ile altı gün veya altı hafta zarfında ihya ediliyor. Hiç kabil midir ki: Bu işleri yapan Zata bir şey ağır gelebilsin, semavat ve arzı altı günde halkedemesin, insanı bir sayha ile haşredemesin... Haşa!

Acaba mu’ciznüma bir kâtip bulunsa; hurufları ya bozulmuş veya mahvolmuş üçyüz bin kitabı tek bir sahifede karıştırmaksızın, galatsız sehivsiz, noksansız, hepsini beraber, gayet güzel bir surette bir saatte yazarsa; birisi sana dese: “Şu kâtip kendi telif ettiği senin suya düşmüş olan kitabını, yeniden bir dakika zarfından hafızasından yazacak. “Sen diyebilir misin ki, “yapamaz ve inanmam”. Veyahut bir Sultan-ı Mu’cizekâr, kendi iktidarını göstermek için veya ibret ve tenezzüh için bir işaretle dağları kaldırır, memleketleri tebdil eder, denizi karaya çevirdiğini gördüğün halde; sonra görsen ki, büyük bir taş dereye yuvarlanmış. O zatın kendi ziyafetine davet ettiği misafirlerin yolunu kesmiş, geçemiyorlar. Biri sana dese: “O Zat, bir işaretle o taşı, ne kadar büyük olursa olsun kaldıracak veya dağıtacak. Misafirlerini yolda bırakmıyacak.” Sen desen ki: “Kaldırmaz veya kaldıramaz.” Veyahut bir zat bir günde yeniden büyük bir orduyu teşkil ettiği halde biri dese: O Zat bir boru sesiyle, efradı istirahat için dağılmış olan taburları toplar. Taburlar, nizamı altına girerler. Sen desen ki: “İnanmam!” Ne kadar divanece hareket ettiğini anlarsın.

İşte şu üç temsili fehmettin ise, bak: Nakkaş-ı Ezelî, gözümüzün önünde kışın beyaz sahifesini çevirip, bahar ve yaz yeşil yaprağını açıp ruy-i arzın sahifesinde üçyüz binden ziyade envaı, kudret ve kader kalemiyle ahsen-i suret üzere yazar. Birbiri içinde birbirine karışmaz. beraber yazar; birbirine mani olmaz. Teşkilce, suretçe birbirinden ayrı hiç şaşırtmaz, yanlış yazmaz. Evet en büyük bir ağacın ruh programını bir nokta gibi en küçük bir çekirdekte dercedip, muhafaza eden Zat-ı Hakim-i Hafîz; vefat edenlerin ruhlarını nasıl muhafaza eder denilir mi! Ve Küre-i Arzı bir sapan taşı gibi çeviren Zat-ı Kadir; âhirete giden misafirlerinin yolunda nasıl bu Arzı kaldıracak veya dağıtacak, denilir mi? Hem hiçten, yeniden bütün zihayatın ordularını bütün cesedlerinin taburlarınde kemal-i intizamla zerratı كُنْ فَيَكُونُ ile kaydedip yerleştiren, ordular icad eden Zat-ı Zülcelal; tabur-misal cesedin nizamı altına girmekle, birbiriyle tanışan zerrat-ı esasiye ve ecza-yı asliyesini bir sayha ile nasıl toplayabilir denilir mi?

Hem bu bahar haşriye benziyen, dünyanın her devrinde, her asrında, hatta gece gündüzün tebdilinde hatta cevv-i havada bulutların icad ve ifna-sında haşre nümune ve misal ve emare olacak ne kadar nakışlar yaptığını gözünle görüyorsun. Hatta eğer hayalen bin sene evvel kendini farzetsen, sonra zamanın iki cenahı olan mazi ile müstakbeli birbirine karşılaştırsan; asırlar, günler adedince misal-i haşir ve kıyametin nümunelerini göreceksin. Sonra bu kadar nümune ve misalleri müşahede ettiğin halde, haşr-i cismanîyi akıldan uzak görüp istib’ad etmekle inkâr etsen; ne kadar divanelik olduğunu sen de anlarsın. Bak Ferman-ı A’zam, bahsettiğimiz hakikata dair ne diyor:(30:50)

فَانْظُرْ اِلَى آثَارِ رَحْمَتِ اللّٰهِ كَيْفَ يُحْيِى اْلاَرْضَ بَعْدَ مَوْتِهَا اِنَّ ذلِكَ لَمُحْيِى الْمَوْتَى وَهُوَ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ

Elhasıl; Haşre mani hiçbir şey yoktur. Muktazi ise her şeydir.

Evet mahşer-i acaib olan şu koca Arzı, adi bir hayvan gibi imate ve ihya eden ve beşer ve hayvana hoş bir beşik, güzel bir gemi yapan ve Güneş’i onlara şu misafirhanede ışık verici ve ısındırıcı bir lamba eden, seyyaratı meleklerine tayyare yapan bir Zatın, bu derece muhteşem ve sermedî rububiyeti ve bu derece muazzam ve muhit hâkimiyeti; elbette yalnız böyle geçici, devamsız, bîkarar, ehemmiyetsiz, mütegayyir, bekasız, nâkıs, tekemmülsüz umur-u dünya üzerinde kurulmaz ve durmaz. Demek ona şayeste, daimî berkarar, zevalsiz, muhteşem bir diyar-ı âher var. Başka baki bir memleketi vardır. Bizi onun için çalıştırır. Oraya davet eder ve oraya nakledeceğine; zahirden hakikate geçen ve kurb-u huzuruna müşerref olan bütün envah-ı neyyire ashabı bütün kulubu münevvere aktabı, bütün ukul-ü nuraniye erbabı şehadet ediyorlar ve bir mükâfat ve mücazat ihzar ettiğini müttefikan haber veriyorlar ve mükerreren pek kuvvetli va’d ve pek şiddetli tehdid eder, naklederler.

Hulfü’l-va’d ise hem zillet, hem tezellüldür. Hiç bir cihetle celal-i kudsiyetine yanaşamaz. Hulfü’l-vaîd ise ya afvdan, ya aczden gelir. Halbuki küfür; cinayet-i mutlakadır, afva kabil değil.1 Kadir-i Mutlak ise, acizden münezzeh ve mukaddestir. Şahidler, muhbirler ise; mesleklerinde, meşreblerinde, mezheblerinde muhtelif oldukları halde kamel-i ittifak ile şu mes’elenin esasında müttehiddirler. Kesretçe tevatür derecesindedirler, keyfiyetçe icma kuvvetindedirler. Mevkice herbiri nev’-i beşerin bir yıldızı, bir taifenin gözü, bir milletin azizidirler. Ehemmiyetçe şu mes’elede hem ehl-i ihtisas, hem ehl-i isbattırlar. Halbuki bir fende veya bir san’atta iki ehl-i ihtisas, binler başkalardan müreccahtırlar ve ihbarda iki müsbit, binler nâfilere tercih edilir. Meselâ Ramazan hilalinin sübutunu ihbar eden iki adem, binler münkirlerin inkârlarını hiçe atarlar.

Elhasıl, dünyada bundan daha doğru bir haber, daha sağlam bir dava, daha zâhir bir hakikat olamaz. Demek, şüphesiz dünya bir mezraadır. Mahşer ise bir beyderdir, harmandır. Cennet, Cehennem ise birer mahzendir.

1218/3- Onuncu Hakikat: Bab-ı hikmet, inayet rahmet, adalettir. İsm-i Hakîm, Kerim, Âdil, Rahim’in cilvesidir.

Hiç mümkün müdür ki; Şu bekasız misafirhane-i dünyada ve şu devamsız meydan-ı imtihanda ve şu sebatsız teşhirgah-ı arzda bu derece bâhir bir hikmet, bu derece zâhir bir inayet ve bu derece kahir bir adalet ve bu derece vâsi bir merhametin âsârını gösteren Mâlikü’l- Mülk-i Zülcelal’in daire-i memleketinde ve âlem-i mülk ve melekûtunda daimî meskenler, ebedî sâkinler, bâki makamlar, mukim mahluklar bulunmayıp şu görünen hikmet, inayet, adalet, merhametin hakikatları hiçe insin?

Hem hiç kabil midir ki o Zat-ı Hakîm, şu insanı bütün mahlukat içinde kendine küllî muhatab ve cami bir ayine yapıp bütün hazain-i rahmetinin müştemilatını ona tattırsın, hem tarttırsın, hem tanıttırsın, kendini bütün esmasıyla ona bildirsin, onu sevsin ve sevdirsin... sonra o biçare insanı o ebedî memleketine göndermesin? O daimî saadetgâha davet edip mes’ud etmesin?

Hem hiç makul mudur ki, hatta çekirdek kadar herbir mevcuda bir ağaç kadar vazife yükü yüklesin, çiçekleri kadar hikmetleri bindirsin, semereleri kadar maslahatları taksın da bütün o vazifeye, o hikmetlere, o maslahatlara dünyaya müteveccih yalnız bir çekirdek kadar gaye versin! Bir hardal kadar ehemmiyeti olmayan dünyevi bekasını gaye yapsın! Ve bunları, âlem-i manaya çekirdekler ve âlem-i âhirete bir mezraa yapmasın! Ta hakiki ve lâyık gayelerini versinler. Ve bu kadar mühim ihtifalât-ı mühimmeyi gayesiz, boş, abes bıraksın. Onların yüzünü âlem-i manaya, âlem-i âhirete çevirmesin? Ta asıl gayeleri ve lâyık meyvelerini göstersin. Evet hiç mümkün müdür ki; Bu şeyleri böyle hilaf-ı hakikat yapmakla kendi evsaf-ı hakikiyesi olan Hakîm, Kerim, Âdil, Rahim’in zıtlarıyla -hâşa sümme hâşa- muttasıf gösterip hikmet ve keremine, adl ve rahmetine delalet eden bütün kâinatın hakaikını tekzib etsin, bütün mevcudatın şehadetlerini reddetsin, bütün masnuatın delaletlerini ibtal etsin!

Hem hiç akıl kabul eder mi ki, insanın başına ve içindeki havassına saçları adedince vazifeler yükletsin de, yalnız bir saç hükmünde ona bir ücret-i dünyeviye versin; adalet-i hakikiyesine zıd olarak ve hikmet-i hakikiyesine münafi, manasız iş yapsın!

Hem hiç mümkün müdür ki, bir ağaca taktığı neticeler, meyveler miktarınca herbir zihayata, belki lisan gibi herbir uzvuna, belki herbir masnua o derece hikmetleri, maslahatları takmakla kendisinin bir Hakîm-i Mutlak olduğunu isbat edip göstersin, sonra bütün hikmetlerin en büyüğü ve bütün maslahatların en mühimmi ve bütün neticelerin en elzemi ve hikmeti hikmet, nimeti, nimet, rahmeti rahmet eden ve bütün hikmetlerin, nimetlerin, rahmetlerin maslahatların menbaı ve gayesi olan beka ve likayı ve saadet-i ebediyeyi vermeyip terkederek, bütün işlerini abesiyet-i mutlaka derekesine düşürsün ve kendini o zata benzetsin ki; öyle bir saray yapar, herbir taşında binlerce nakışlar, herbir tarafında binler zinetler ve herbir menzilinde binler kıymetdar âlât ve levazımat-ı beytiye bulundursun dasonra ona dam yapmasın; her şey çürüsün, beyhude bozulsun. Hâşa ve kellâ!

Hayr-ı Mutlak’tan hayır gelir, Cemil-i Mutlak’tan güzellik gelir, Hakîm-i Mutlak’tan abes bir şey gelmez.

Evet her kim fikren tarihe binip mazi cihetine gitse, şu zaman-ı hazırda gördüğümüz menzil-i dünya, meydan-ı ibtila, meşher-i eşya gibi, seneler adedince vefat etmiş menziller, meydanlar, meşherler, âlemler görecek. Suretçe, keyfiyetçe birbirinden ayrı oldukları halde; intizamca, acaibce, Saniin kudret ve hikmetini göstermekçe birbirine benzer. Hem görecek ki; o sebatsız menzillerde, o devamsız meydanlarda, o bekasız meşherlerde o kadar bâhir bir hikmetin intizamatını, o derece zâhir bir inayetin işarâtını, o mertebe kahir bir adaletin emaratını, o derece vâsi bir merhametin semeratını görecek. Basiretsiz olmamak şartıyla yakînen bilecek ki:

O hikmetten daha ekmel bir hikmet olamaz ve o âsârı görünen inayetten daha ecmel bir inayet kabil değil ve o emaratı görünen adaletten daha ecell bir adelet yoktur ve o semeratı görünen merhametten daha eşmel bir merhamet tasavvur edilmez.

Eğer farz-ı muhal olarak şu işleri çeviren, şu misafirleri ve misafirhaneleri değiştiren Sultan-ı Sermedî’nin daire-i memleketinde daimî menziller, âlî mekânlar, sâbit makamlar, baki meskenler, mukim ahali, mes’ud ibadı bulunmazsa; ziya, hava, su, toprak gibi kuvvetli ve şümullü dört anasır-ı maneviye olan hikmet, adalet, inayet, merhametin hakikatlarını nefyetmek ve o anasır-ı zâhiriye gibi, görünen vücutlarını inkâr etmek lâzımgelir.

Çünki şu bekasız dünya ve mafiha, onların tam hakikatlarına mazhar olamadığı malumdur. Eğer başka yerde dahi onlara tam mazhar olacak mekân bulunmazsa, o vakit gündüzü dolduran ziyayı gördüğü halde, Güneşin vücudunu inkâr etmek derecesinde bir divanelikle, şu her şeyde bulunan gözümüz önündeki hikmeti inkâr etmek, şu nefsimizde ve ekser eşyada her vakit müşahede ettiğimiz inayeti inkâr etmek ve şu pek kuvvetli emaratı görünen adaleti inkâr etmek2 ve şu her yerde gördüğümüz merhameti inkâr etmek lâzımgeldiği gibi; şu kâinatta gördüğümüz icraat-ı hakîmane ve ef’al-i kerimane ve ihsanat-ı rahimanenin sahibini -haşa sümme haşa!- sefih bir oyuncu, gaddar bir zâlim olduğunu kabul etmek lâzımgelir ki nihayetsiz muhal bir inkılab-ı hakaiktir. Hatta herşeyin vücudunu ve kendi nefsinin vücudunu inkâr eden ahmak Sofestailer dahi bunun tasavvuruna kolay kolay yanaşamazlar.

Elhasıl: Şu görünen şuûnat, dünyadaki vüs’atli içtimaat-ı hayatiye ve sür’atli iftirakat-ı mevtiye ve haşmetli toplanmalar ve çabuk dağılmalar ve azametli ihtifalat ve büyük tecelliyat ile ve onların bu âleme ait bu dünya-yı fanide kısa bir zamanda malumumuz olan semerat-ı cüz’iyeleri, ehemmiyet-siz ve muvakkat gayeleri mabeyninde hiç münasebet olmadığından, adeta küçük bir taşa bir büyük dağ kadar hikmetler, gayeler takmak; bir büyük dağa, bir küçük taş gibi muvakkat bir gaye-i cüz’iye vermeye benzer ki; hiçbir akıl ve hikmete uygun gelemez. Demek şu mevcudat ve şuunat ile ve dünyaya ait gayeleri ortasında bu derece nisbetsizlik, kat’iyyen şehadet eder ki; bu mevcudatın yüzleri âlem-i manaya müteveccihtir, münasib meyveleri orada veriyor ve gözleri Esma-i Kudsiyeye dikkat ediyorlar, gayeleri o âleme bakıyor. Ve özleri dünya toprağı altında, sünbülleri âlem-i misalde inkişaf ediyor. İnsan, istidadı nisbetinde burada ekiyor ve ekiliyor. âhirette mahsul alıyor. Evet şu eşyanın esma-i İlahiyeye ve âlem-i âhirete müteveccih yüzlerine baksan göreceksin ki; mu’cize-i kudret olan herbir çekirdeğin bir ağaç kadar gayesi var Kelime-i hikmet olan herbir çiçeğin3, bir ağaç çiçekleri kadar manaları var ve o hârika-i san’at ve manzume-i Rahmet olan herbir meyvenin, bir ağacın meyveleri kadar hikmetleri var. Bizlere rızık olması ise; o binler hikmetlerinden birtek hikmettir ki, vazifesi biter, manasını ifade eder, vefat eder, midemizde defnedilir. Madem bu fani eşya, başka yerde baki meyveler verirler ve daimî suretler bırakır ve başka cihette ebedî manalar ifade eder, sermedî tesbihat yapar. Ve insan ise, onların şu cihetine bakan yüzlerine bakmakla insan olur, fanide bakiye yol bulur. Demek, bu hayat ve mevt içinde yuvarlanan, toplanıp dağılan mevcudat içinde başka maksad var. Temsilde kusur yoktur. Şu ahval, taklid ve temsil için teşkil ve tertib edilen ahvale benzer. Nasıl büyük masrafla kısa içtimalar, dağılmalar, yapılıyor. Tâ suretler alınsın, terkib edilsin, sinemada daim gösterilsin. Onun gibi, bu dünyada kısa bir müddet zarfında hayat-ı şahsiye ve hayat-ı içtimaiye geçirmenin bir gayesi şudur ki suretler alınıp terkib edilsin, netice-i amelleri alınıp hıfzedilsin. Tâ bir mecma-i ekberde muhasebesi görülsün ve bir meşher-i azamda gösterilsin ve bir saadet-i uzmaya istidadı gösterilsin. Demek hadis-i şerifte “Dünya âhiret mezraasıdır” diye bu hakikatı ifade ediyor.

Madem dünya var. Ve dünya içinde bu âsârıyla hikmet ve inayet ve rahmet ve adalet var. Elbette dünyanın vücudu gibi kat’i olarak âhiret de var. Madem dünyada herşey bir cihette o âleme bakıyor. Demek oraya gidiliyor. Âhireti inkâr etmek, dünya ve mâfihayı inkâr etmek demektir. Demek ecel ve kabir insanı beklediği gibi, Cennet ve Cehennem de insanı bekliyor ve gözlüyor.

1218/4- Onbirinci Hakikat: Bab-ı insaniyettir. İsm-i Hakk’ın cilvesidir.

Hiç mümkün müdür ki: Cenab-ı Hak ve Ma’bud-u Bilhak, insanı şu kâi-nat içinde rububiyet-i mutlakasına ve umum âlemlere rububiyet-i ammesine karşı en ehemmiyetli bir abd ve hitabat-ı sübhaniyesine en mütefekkir bir muhatab ve mazhariyet-i esmasına en cami’ bir ayine ve onu ism-i azamın tecellisine ve her isimde bulunan ism-i azamlık mertebesinin tecellisine mazhar bir ahsen-i takvimde en güzel bir mu’cize-i kudret ve hazain-i rahmetinin müştemilatını tartmak, tanımak için en ziyade mizan ve âletlere mâlik bir müdakkik ve nihayetsiz nimetlerine en ziyade muhtaç ve fenadan en ziyade müteellim ve bekaya en ziyade müştak ve hayvanat içinde en nazik ve en nazdar ve en fakir ve en muhtaç ve hayat-ı dünyeviyece en müteellim ve en bedbaht ve istidadça en ulvi ve en yüksek surette, mahiyette yaratsın da, onu müstaid olduğu ve müştak olduğu ve lâyık olduğu bir dar-i ebedîye göndermeyip, hakikat-ı insaniyeyi ibtal ederek kendi hakkaniyetine taban tabana zıd ve hakikat nazarında çirkin bir haksızlık etsin!

Hem hiç kabil midir ki: Hâkim-i Bilhak, Rahim-i Mutlak; insana öyle bir istidad verip, yer ile gökler ve dağlar tahammülünden, çekindiği emanet-i kübrayı tahammül edip, yani küçücük cüz’î ölçüleriyle sanatcıklarıyla Hâlikının muhit sıfatlarını, küllî şuunatını, nihayetsiz tecelliyatını ölçerek bilip; hem yerde en nazik, nazenin, nazdar, âciz, zaif yaratıp; halbuki bütün yerin nebatî ve hayvanî olan mahlukatına bir nevi tanzimat memuru yapıp, onların tarz-ı tesbihat ve ibadetlerine müdahale ettirip, kâinattaki icraat-ı İlahiyeye küçücük mikyasta bir temsil gösterip, rububiyet-i sübhaniyeyi fiilen ve kalen kâinatta ilan ettirmek, meleklerine tercih edip hilafet rütbesini verdiği halde; ona bütün bu vazifelerinin gayesi ve neticesi ve semeresi olan saadet-i ebediyeyi vermesin? Onu bütün mahlukatının en bedbaht, en biçare, en musibetzede, en dertmend, en zelil bir derekeye atıp; en mübarek, nurani ve âlet-i tes’id bir hediye-i hikmeti olan aklı o biçareye en meş’um ve zulmani bir âlet-i tazib yapıp, hikmet-i mutlakasına büsbütün zıd ve merhamet-i mutlakasına külliye münafi bir merhametsizlik etsin. Hâşa ve kellâ!

Elhasıl: Nasıl hikâye-i temsiliyede bir zabitin cüzdanına ve defterine bakıp görmüş idik ki; hem rütbesi, hem vazifesi, hem maaşı, hem düstur-u ha-reketi, hem cihazatı bize gösterdi ki; o zabit, o muvakkat meydan için değil, belki müstekar bir memlekete gidecek de ona göre çalışıyor. Aynen onun gibi, insanın kalb cüzdanındaki letaif ve akıl defterindeki havas ve istidadındaki cihazat, tamamen ve müttefikan saadet-i ebediyeye müteveccih ve ona göre verilmiş ve ona göre techiz edilmiş olduğuna ehl-i tahkik ve keşf müttefiktirler. Ezcümle: Meselâ aklın bir hizmetkârı ve tasvircisi olan kuvve-i hayaliyeye denilse ki: “Sana bir milyon sene ömür ile saltanat-ı dünya verilecek, fakat âhirde mutlaka hiç olacaksın.” Tevehhüm aldatmamak, nefis karışmamak şartıyla “oh” yerine “âh” diyecek ve teessüf edecek. Demek en büyük fani, en küçük bir âlet ve cihazat-ı insaniyeyi doyuramıyor. işte bu istidaddandır ki, insanın ebede uzanmış emelleri ve kâinatı ihata etmiş efkârları ve ebedî saadetlerinin envaına yayılmış arzuları gösterir ki; bu insan ebed için halkedilmiş ve ebede gidecektir. Bu dünya ona misafirhanedir ve âhiretine bir intizar salonudur.

1218/5- Onikinci Hakikat: Bab-ı Risaleti ve Tenzil’dir. “Bismillahirrahmanirrahim”in cilvesidir.

Hiç mümkün müdür ki: Bütün enbiya mu’cizelerine istinad ederek sözünü te’yid ettikleri ve bütün evliya keşf ve kerametlerine istinad edip davasını tasdik ettikleri ve bütün asfiya tahkikatına istinad ederek hakkaniyetine şehadet ettikleri Resul-i Ekrem Sallallahu Aleyhi ve Sellem’in tahakkuk etmiş bin mu’cizatının kuvvetine istinad edip bütün kuvvetiyle, hem kırk vecihle mu’cize olan Kur’an-ı Hakîm binler âyât-ı kat’iyesine istinad ederek, bütün kat’iyetle açtıkları âhiret yolunu ve küşad ettikleri Cennet kapısını, sinek kanadı kadar kuvveti bulunmayan vâhî vehimler, ne haddi varki kapatabilsin!

Geçen hakikatlardan anlaşıldı ki; haşir meselesi öyle rasih bir hakikattır ki, Küre-i Arzı yerinden kaldıracak, kırıp atacak bir kuvvet o hakikatı sarsamaz. Zira o hakikatı Cenab-ı Hak bütün esma ve sıfatının iktizası ile tesbit ediyor ve Resul-i Ekrem’in bütün mu’cizat ve berahiniyle tasdik ediyor ve Kur’an-ı Hakîm bütün hakaik ve ayatıyla onu isbat ediyor ve şu kâinat bütün ayat-ı tekviniye ve şuunat-ı hakîmanesi ile şehadet ediyor. Acaba hiç mümkün müdür ki; haşir meselesinde Vacib-ül Vücud ile bütün mevcudat kâfirler müstesna olarak ittifak etmiş olsun, kıl kadar kuvveti olmayan şüpheler, şeytanî vesveseler o dağ gibi hakikat-ı rasiha-i âliyeyi sarssın, yerinden kaldırsın? Hâşa ve kellâ!

Sakın zannetme, delail-i haşriye, bahsettiğimiz oniki hakikata münhasırdır. Hayır, belki yalnız Kur’an-ı Hakîm, geçen şu oniki hakikatları bize ders verdiği gibi, daha binler vücuha işaret edip, herbir vecih kavi bir emaredir ki: Hâlikımız bizi bu dar-ı faniden bir dar-ı bakiye nakledecektir.

Hem sakın zannetme ki: Haşri iktiza eden Esma-i İlahiye, bahsettiğimiz gibi yalnız Hakîm, Kerim, Rahim, Adil, Hafiz isimlerine münhasırdır. Hayır, belki kâinatın tedbirinde tecelli eden bütün esma-i İlahiye, âhireti iktiza eder, belki istilzam eder.

Hem zannetme ki, haşre delalet eden kâinatın âyât-ı tekviniyesi, şu geçen bahsettiğimize münhasırdır. Hayır, belki ekser mevcudatta sağa sola açılır perdeler gibi vecih ve keyfiyetleri vardır ki; bir vechi Sania şehadet ettiği gibi, diğer vechi de haşre işaret eder.

Meselâ: İnsanın ahsen-i takvimdeki hüsn-ü masnuiyeti, Sani’i gösterdiği gibi, o ahsen-i takvimdeki kabiliyet-i camiasıyla kısa bir zamanda zeval bulması, haşri gösterir. Bazı kere bir vecihle iki nazarla bakılsa; hem Sani’i, hem haşri gösterir. Meselâ ekser eşyada görünen hikmetin tanzimi, inayetin tezyini, adaletin tevzini ve rahmetin taltifi; nasıl ki mahiyetlerine bakılsa, bir Sani-i Hakîm, Kerim, Adil, Rahim’in dest-i kudretinden çıktığını gösterirler. Onun gibi, bunların kuvveti ve hadsizlikleriyle beraber, şunların mazharları olan şu fani mevcudatın ehemmiyetsiz ve az yaşamasına bakılsa âhiret görünür.

Demek ki, herşey lisan-ı hal ile “Âmentü billahi ve bil-yevm-il âhir” okuyor ve okutturuyor.” (S.80-89)

1219- Haşr-i cismanî hakkında ehemmiyetli bir “sual: Kusurlu, noksaniyetli, mütegayyir, kararsız elemli cismaniyetin ebediyetle ve Cennet’le ne alâkası var? Madem ruhun âlî lezaizi vardır, ona kâfidir. Lezaiz-i cismaniye için bir haşr-i cismanî neden icabediyor?

Elcevab: Çünki nasıl toprak; suya, havaya, ziyaya nisbeten kesafetli, karanlıklıdır fakat masnuat-ı İlahiyenin bütün envaına menşe’ ve medar olduğundan bütün anasır-ı sairenin manen fevkine çıktığı gibi...hem kesafetli olan nefs-i insaniye; sırr-ı camiiyet itibariyle, tezekki etmek şartıyla bütün letaif-i insaniyenin fevkine çıktığı gibi... öyle de cismaniyet; en cami, en muhit, en zengin bir ayine-i tecelliyat-ı Esma-i İlahiyedir. Bütün hazain-i rahmetin müddeharatını tartacak ve mizana çekecek âletler cismaniyettedir. Meselâ: Dildeki kuvve-i zaika, rızk zevkinde enva-i mat’umat adedince mizanlara menşe’ olmasaydı; herbirini ayrı ayrı hissedip tanımazdı, tadıp tartamazdı. Hem ekser Esma-i İlahiyenin tecelliyatını hissedip bilmek, zevkedip tanımak cihazatı, yine cismaniyettedir. Hem gayet mütenevvi ve nihayet derecede ayrı ayrı lezzetleri hissedecek istidadlar, yine cismaniyettedir. Madem şu kâinatın Sanii, şu kâinatla bütün hazain-i rahmetini tanıttırmak ve bütün tecelliyat-ı esmasını bildirmek ve bütün enva-i ihsanatını tattırmak istediğini; kâinatın gidişatından ve insanın camiiyetinden, Onbirinci Söz’de isbat edildiği gibi kat’i anlaşılıyor. Elbette şu seyl-i kâinatın bir havz-ı ekberi ve bu kâinat tezgahının işlediği mahsulatın bir meşher-i azamı ve şu mezraa-i dünyanın bir mahzen-i ebedîsi olan dar-ı saadet, şu kâinata bir derece benziyecektir. Hem cismanî, hem ruhanî bütün esasatını muhafaza edecektir. Ve o Sani-i Hakîm ve Adil-i Rahim; elbette cismani âletlerin vezaifine ücret olarak ve hidematına mükâfat olarak ve ibadat-ı mahsusalarına sevab olarak, onlara lâyık lezaizi verecektir. Yoksa hikmet ve adalet ve rahmetine zıt bir halet olur ki, hiç bir cihetle onun cemal-i rahmetine ve kemal-i adaletine uygun değildir, kabil-i tevfik olamaz.” (S.498)

1220- Evet “Dünya, âlem-i âhirete bir fihriste hükmündedir. Bu fihristede âlem-i âhiretin mühim mes’elelerine olan işaretlerden biri cismanî olan rızıklardaki lezzetlerdir. Bu fani, rezil, zelil dünyada bu kadar nimetleri ihsas ve ifaza etmek için insanın vücudunda yaratılan havass, hissiyat, cihazat, aza gibi âlât ve edevatından anlaşılır ki, âlem-i âhirette de تَجْرِى مِنْ تَحْتِهَا اْلاَنْهَارُ ( 2:25 ) kasırların altında, ebediyete lâyık cismanî ziyafetler olacaktır.” (M.N.214) (Bak: 540.p)

1221- Hem âhirette mükâfat ve cezanın bulunmasının gerekliliğine işşaret eden “(41:46) وَ مَا رَبُّكَ بِظَلاَّمٍ لِلْعَبِيدِ gibi âyetlerin işaret ettikleri kıyas-ı adlinin hülasası şudur ki: Âlemde çok görüyoruz ki: Zalim, facir, gaddar insanlar gayet refah ve rahatla ve mazlum ve mütedeyyin adamlar gayet zahmet ve zillet ile ömür geçiriyorlar. Sonra ölüm gelir, ikisini müsavi kılar. Eğer şu müsavat nihayetsiz ise, bir nihayeti yoksa, zulüm görünür.

Halbuki zulümden tenezzühü, kâinatın şehadetiyle sabit olan adalet ve hikmet-i İlahiye, bu zulmü hiç bir cihetle kabul etmediğinden; bilbedahe bir mecma’-i âheri iktiza ederler ki; birinci cezasını, ikinci mükâfatını görsün. Tâ şu intizamsız, perişan beşer, istidadına münasib tecziye ve mükâfat görüp adalet-i mahzaya medar ve hikmet-i Rabbaniyeye mazhar ve hikmetli mevcudat-ı âlemin bir büyük kardeşi olabilsin. Evet şu dar-ı dünya, beşerin ruhunda mündemiç olan hadsiz istidadların sünbüllenmesine müsait değildir. Demek başka âleme gönderilecektir. Evet insanın cevheri büyüktür. öyle ise, ebede namzettir. Mahiyeti âliyedir. Öyle ise, cinayeti dahi azîmdir. Sair mevcudata benzemez. İntizamı da mühimdir. İntizamsız olamaz, mühmel kalamaz, abes edilmez, fenayı mutlak ile mahkûm olamaz, adem-i sırfa kaçamaz. Ona, Cehennem ağzını açmış bekliyor. Cennet ise, ağuş-u nazdaranesini açmış gözlüyor.” (S.524)

1222- Haşirde ihyadan sonra Allah’a rücu’ hakikatını ifade eden âyetlerden birisi, (2:28) «ثُمَّ اِلَيْهِ تُرْجَعُونَ âyetidir. Bu âyette geçen ثُمَّ ise, ikinci ihya ile rücu’ arasında mevcud büyük bir perde ve hicabın bulunduğuna işarettir.

تُرْجَعُونَ Yani: Esbab perdesinin keşfiyle, vesaitin tardıyla Allah’a rücu edeceksiniz.

Sual: Allah’a rücu’ etmek, Allah’tan gelmeyi iktiza eder. Bunun için bir kısım insanlar, Allah ile insan arasında ittisali tevehhüm etmişlerdir ve bazı sofiler de şüpheye düşmüşlerdir?

Cevab: Dünyada insanın vücud ve bekası olduğu gibi, âhirette de vücud ve bekası vardır. dünyadaki vücud, vasıtasız dest-i kudretten çıkar. Dünyada terkib, tahlil, tasarruf, tahavvül ile karışık beka meselesi sabıkan zikredilen hikmet üzerine esbab, vesait, ilel, mes’eleye müdahele edip araya girerler. Âhirette ise vücud ve beka, her ikisi de levazımatıyla, terkibatıyla bizzat dest-i kudretten çıkarlar ve herkes hakiki Malikini bilir. İşte bunu anlayan, rücuun ne demek olduğunu anlar.” (İ.İ.184) (Bak. 846.p)

1223- Fatihada geçen مَالِكِ يَوْمِ الدِّينِ ifadesi hakkında bir “sual: Cenab-ı Hakk’ın her şeye malik olduğu bir hakikat iken, burada haşir ve ceza gününün tahsisi neye binaendir?

Cevab: Şu âlemin insanlarca hakir ve hasis sayılan bazı şeylerine kudret-i ezeliyenin bizzat mübaşereti azamet-i İlahiyeye münasib görülmediğinden, vaz’edilen esbab-ı zahiriyenin o gün ref’iyle, her şeyin şeffaf, parlak içyüzüyle tecelli edip Saniini, Hâlikını vasıtasız göreceğine işarettir.

يَوْم tabiri ise, haşrin vukuunu gösteren emarelerden birine işarettir. Şöyle ki: Saniye, dakika, saat ve günleri gösteren haftalık bir saatin millerinden birisi devrini tamam ettiği zaman, behemehal ötekiler de devirlerin ikmal edeceklerine kanaat hasıl olur. Kezalik yevm, sene, ömr-ü beşer ve ömr-ü dünya içinde tayin edilen manevi millerden birisi devrini tamam ettiğinde, ötekilerin de (velev uzun bir zamandan sonra olsun) devirlerini ikmal edeceklerine hükmedilir. Ve keza bir gün veya bir sene zarfında vukua gelen küçük küçük kıyametleri, haşirleri gören bir adam, saadet-i ebediyenin (haşrin tulu-u fecriyle, şahsı bir nev’ hükmünde olan) insanlara ihsan edileceğine şüphe edemez.

دِين   kelimesinden maksad; ya cezadır, çünkü o gün hayır ve şerlere ceza verilecek bir gündür... veya hakaik-i diniyedir. Çünki hakaik-i diniye o gün tam manasıyla meydana çıkar. Ve daire-i itikadın, daire-i esbaba galebe edeceği bir gündür. Evet Cenab-ı Hak müsebbebatı esbaba bağlamakla, intizamı temin eden bir nizamı kâinatta vaz’ etmiş. Ve her şeyi, o nizama müraat etmeğe ve o nizamla kalmaya tevcih etmiştir. Ve bilhassa insanı da, o daire-i esbaba müraat ve merbutiyet etmeğe mükellef kılmıştır. Her ne kadar dünyada daire-i esbab daire-i itikada galib ise de; âhirette hakaik-i itikadiye tamamen tecelli etmekle, daire-i esbaba galebe edecektir.” (İ.İ.19)

Kur’an (50:22) ve (81:11) âyetleri bu hakikatı te’yid eder. (86:9) âyeti de âhirette bütün sırların ortaya çıkacağını bildirir.

1224- “Haşir münasebetiyle bir sual: Kur’anda mükerreren (36:53) اِنْ كَانَتْ اِلاَّ صَيْحَةً وَاحِدَةً hem وَمَا اَمْرُ السَّاعَةِ اِلاَّ كَلَمْحِ الْبَصَرِ ( 16:77 ) fermanları gösteriyor ki: Haşr-i Azam bir anda zamansız vücuda geliyor. Dar akıl ise, bu hadsiz derece hârika ve emsalsiz olan mes’eleyi iz’an ile kabul etmesine medar olacak meşhud bir misal ister.

Elcevab: Haşirde, ruhların cesedlere gelmesi var. Hem cesedlerin ihyası var. Hem cesedlerin inşası var. “Üç Mes’ele”dir.

Birinci Mes’ele: Ruhların cesedlerine gelmesine misal ise; Gayet munta-zam bir ordunun efradı, istirahat için her tarafa dağılmış iken, yüksek sadalı bir boru sesiyle toplanmalarıdır. Evet İsrafil’in borusu olan Sur’u, ordunun borazanından geri olmadığı gibi, ebedler tarafında ve zerreler âleminde iken, ezel canibinden gelen (7:172) اَلَسْتُ بِرَبِّكُمْ hitabını işiten ve قَالُوا بَلَى ile cevab veren ervahlar, elbette ordunun neferatından binler derece daha müsahhar ve muntazam ve mutidirler. Hem değil yalnız ruhlar, belki bütün zerreler dahi, bir Ordu-yu Sübhanî ve emirber neferleri olduğunu kat’i bürhanlarla Otuzuncu Söz isbat etmiş.

1225- İkinci Mes’ele: Cesedlerin ihyasına misal ise: Çok büyük bir şehirde, şenlik bir gecede, birtek merkezden, yüzbin elektrik lambaları, adeta zamansız bir anda canlanmaları ve ışıklanmaları gibi; bütün Küre-i Arz yüzünde dahi, birtek merkezden yüz milyon lambalara nur vermek mümkündür.

Madem Cenab-ı Hakk’ın elektrik gibi bir mahluku ve bir misafirhanesinde bir hizmetkârı ve bir mumdarı, Hâlikından aldığı terbiye ve intizam dersiyle bu keyfiyete mazhar oluyor. Elbette elektrik gibi binler nurani hizmetkârlarının temsil ettikleri, hikmet-i İlahiyenin muntazam kanunları dairesinde Haşr-i Azam tarfet-ül ayn’da vücuda gelebilir.

1226- Üçüncü Mes’ele ki, ecsadın def’aten inşasının misali ise: Bahar mevsiminde birkaç gün zarfında nev-i beşerin umumundan bin derece ziyade olan umum ağaçların bütün yaprakları, evvelki baharın aynı gibi birden mükemmel bir surette inşaları ve yine umum ağaçların umum çiçekleri ve meyveleri ve yaprakları, geçmiş baharın mahsulatı gibi, berk gibi bir sür’atle icadları, hem o baharın mebde’leri olan hadsiz tohumcukların, çekirdeklerin, köklerin birden beraber intibahları ve inkişafları ve ihyaları; hem kemiklerden ibaret olarak ayakta duran emvat gibi bütün ağaçların cenazeleri bir emir ile def’aten “Ba’sü Ba’del Mevt”e mazhariyetleri ve neşirleri; hem, küçücük hayvan taifelerinin hadsiz efradlarının gayet derecede san’atlı bir surette ihyaları, hem bilhassa sinekler kabilelerinin haşirleri ve bilhassa daima yüzünü, gözünü, kanadını temizlemekle bize abdesti ve nezafeti ihtar eden ve yüzümüzü okşayan gözüm önündeki kabilenin bir senede neşolan efradı, beni-âdemin Âdem zamanından beri gelen umum efradından fazla olduğu halde, her baharda sair kabileler ile beraber birkaç gün zarfında inşaları ve ihyaları, haşirleri; elbette kıyamette ecsad-ı insaniyenin inşasına bir misal değil, belki binler misaldirler.

Evet dünya dar-ül hikmet ve âhiret dar-ül kudret olduğundan; dünyada Hakîm, Mürettib, Müdebbir, Mürebbi gibi çok isimlerin iktizasıyla, dünyada icad-ı eşya bir derece tedricî ve zaman ile olması, hikmet-i Rabbaniyenin muktezası olmuş. Âhirette ise, hikmetten ziyade kudret ve rahmetin tezahürleri için maddeye ve müddete ve zamana ve beklemeye ihtiyaç bırakmadan birden eşya inşa ediliyor. Burada bir günde ve bir senede yapılan işler, âhirette bir anda, bir lemhada inşasına işareten Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan وَمَا اَمْرُ السَّاعَةِ اِلاَّ كَلَمْحِ الْبَصَرِ اَوْ هُوَ اَقْرَبُ ( 16:77 ) ferman eder.” (S.112-113)

1227- “Sual: Meydan-ı Haşir nerededir?

Elcevab: وَالْعِلْمُ عِنْدَ اللّٰهِ Hâlik-ı Hakîm’in herşeyde gösterdiği hikmet-i âliye, hatta tek küçük bir şeye çok büyük hikmetleri takmasıyla tasrih derecesinde işaret ediyor ki: Küre-i Arz serseriyane, bad-i heva azîm bir daireyi çizmiyor... belki mühim bir şey etrafında dönüyor ve meydan-ı ekberin daire-i muhitasını çiziyor, gösteriyor. Ve bir meşher-i azîmin etrafında gezip, mahsulat-ı maneviyesini ona devrediyor ki, ileride o meşherde enzar-ı nas önünde gösterilecektir. Demek yirmibeş bin seneye karib bir daire-i muhitanın içinde, rivayete binaen Şam-ı Şerif kıt’ası bir çekirdek hükmünde olarak, o daireyi dolduracak bir meydan-ı haşir bastedilecektir. Küre-i Arzın bütün manevi mahsulatı, şimdilik perde-i gayb altında olan o meydanın defterlerine ve elvahlarına gönderiliyor ve ileride meydan açıldığı vakit, sekenesini de yine o meydana dökecek; o manevi mahsulatları da, gaibden şehadete geçecektir. Evet Küre-i Arz bir tarla, bir çeşme, bir ölçek hükmünde olarak o meydan-ı ekberi dolduracak kadar mahsulat vermiş ve onu istiab edecek mahlukat ondan akmış ve onu imla edecek masnuat ondan çıkmış. Demek Küre-i Arz bir çekirdek ve meydan-ı haşir içindekilerle beraber bir ağaçtır, bir sünbüldür ve bir mahzendir. Evet nasılki nurani bir nokta, sür’at-i hareketiyle nurani bir hat olur veya bir daire olur. Öyle de Küre-i Arz sür’atli, hikmetli hareketiyle bir daire-i vücudun temessülüne ve o daire-i vücud mahsulatıyla beraber, bir meydan-ı haşr-i ekberin teşekkülüne medardır.قُلْ اِنَّمَا الْعِلْمُ عِنْدَ اللّٰهِ (M.37)

1228- “Sual: İmam-ı Gazali’nin “Neş’e-i uhra neş’e-i ûlâya bütün bütün muhaliftir” demesinin sebebi?

Elcevab: Hüccet-ül İslâm İmam-ı Gazali’nin neş’e-i uhra neş’e-i ûlâya bütün bütün muhaliftir demesi, mahiyet ve cinsiyet itibariyle değildir. Çünki (30:27) هُوَ الَّذِى يَبْدَؤُ الْخَلْقَ ثُمَّ يُعِيدُهُ ve (30:19) يُحْيِى اْلاَرْضَ بَعْدَ مَوْتِهَا وَ كَذلِكَ تُخْرَجُونَ gibi çok âyetlerin sarahatına muhalif olur. O muhalefet, keyfiyet ve suret itibariyledir. Hem de umur-u uhreviyenin mertebece fevkalâde yüksek olmasına işarettir. Hemde Gazali’nin haşr-i cismanî ile beraber haşr-i ruhanînin dahi vuku’ bulmasına bazı ehl-i batına taklid ve mümaşat cihetiyle bir işaretidir.” (B.L. 257)

Atıf notu:

-Haşirde fıtrî libas, bak: 3774.p

-Haşir akidesinin cemiyet hayatında müsbet tesirleri, bak: 1651.p

1229- Haşirle alâkalı, Kur’andan birkaç not:

-Haşir meydanında tanışma: (10.45)

-Haşrin mahkeme-i kübrasında mütekebbir aldatıcılarla aldatılanların suçu birbirine atmaları: (Bak: 34:31,32,33)

1(Haşiye): Evet küfür, mevcudatın kıymetini iskat ve manasızlıkla ittiham ettiğinden, bütün kâinata karşı bir tahkir ve mevcudat âyinelerinde cilve-i esmayı inkâr olduğundan bütün esma-i İlahiyeye karşı bir tezyif ve mevcudatın vahdaniyete olan şehadetlerini reddettiğinden bütün mahlukata karşı bir tekzib olduğundan; istidad-ı insanîyi öyle ifsad eder ki, salah ve hayrı kabule liyakatı kalmaz. Hem bir zulm-ü azîmdir ki, umum mahlukatın ve bütün esma-i İlahiyenin hukukuna bir tecavüzdür. İşte şu hukukun muhafazası ve nefs-i kâfir hayra kabiliyetsizliği, küfrün adem-i afvını iktiza eder. اِنَّ الشِّرْكَ لَظُلْمٌ عَظِيمٌ şu manayı ifade eder.

2(Haşiye): Evet adalet iki şıktır. Biri müsbet, diğeri menfîdir. Müsbet ise, hak sahibine hakkını vermektir. Şu kısım adalet, bu dünyada bedahet derecesinde ihatası vardır. Çünki "Üçüncü Hakikat"ta isbat edildiği gibi; herşeyin istidad lisanıyla ve ihtiyac-ı fıtrî lisanıyla ve ızdırar lisanıyla Fâtır-ı Zülcelal'den istediği bütün matlubatını ve vücud ve hayatına lâzım olan bütün hukukunu mahsus mizanlarla, muayyen ölçülerle bilmüşahede veriyor. Demek adaletin şu kısmı, vücud ve hayat derecesinde kat'î vardır. İkinci kısım menfîdir ki, haksızları terbiye etmektir. Yani haksızların hakkını, tazib ve tecziye ile veriyor. Şu şık ise çendan tamamıyla şu dünyada tezahür etmiyor. Fakat o hakikatın vücudunu ihsas edecek bir surette hadsiz işarat ve emarat vardır. Ezcümle: Kavm-i Âd ve Semud'dan tut, tâ şu zamanın mütemerrid kavimlerine kadar gelen sille-i te'dib ve tâziyane-i tazib, gayet âlî bir adaletin hükümran olduğunu hads-i kat'î ile gösteriyor.

3(Haşiye): Sual: Eğer dense: Neden en çok misalleri çiçekten ve çekirdekten ve meyveden getiriyorsun? Elcevab: Çünki onlar hem mu'cizat-ı kudretin en antikaları, en hârikaları, en nazeninleridirler. Hem ehl-i tabiat ve ehl-i dalalet ve ehl-i felsefe, onlardaki kalem-i kader ve kudretin yazdığı ince hattı okuyamadıkları için onlarda boğulmuşlar, tabiat bataklığına düşmüşler.

Yukarı Çık