2534- MUGAYYEBAT-I HAMSE   مغيباتِ خمسه   : Beş bilinmeyen. Bizce gaib olan ve 31. surenin 34. âyetinde bildirilen beş şey:

1-Kıyamet vakti,

2-Yağmurun ne zaman yağacağı,

3-Ana rahmindeki çocuğun mahiyeti ve ceninin isti’dadı ve manevi simasının ne olduğu,

4-Yarın insan hayır ve şer olarak ne kazanacağı,

5-İnsanın nerede öleceğini, Allah bildirmedikçe kimse bilemez. Bunlara mefatih-ül gayb da denir.

2535- Aynı mevzuda Bediüzzaman Hazretlerine sorulan bir sual ve cevabı: “Mugayyebat-ı Hamse’ye dair Sure-i Lokman’ın âhirindeki âyetin hakkında mühim sualinize gayet mühim bir cevap isterken, maatteessüf şimdiki halet-i ruhiyem ve ahval-i maddiyem o cevaba müsaid değildir. Yalnız sualinizin temas ettiği bir iki noktaya gayet müçmel işaret edeceğiz. Şu sualinizin meali gösteriyor ki, ehl-i ilhad tarafından tenkid suretinde mugayyebat-ı hamseden yağmurun gelmek vaktine ve rahm-i maderdeki ceninin keyfiyetine itiraz edilmiş. Demişler ki: “Rasadhanelerde bir âletle yağmurun vakt-i nüzulü keşfediliyor. Onu da, Allah’tan başkası da biliyor. Hem röntgen şuaiyle rahm-i maderdeki ceninin müzekker, müennes olduğu anlaşılıyor. Demek mugayyebat-ı hamseye ıttıla’ kabildir?”

Elcevab: Yağmurun vakt-i nüzulü bir kaideye merbut olmadığı için, doğrudan doğruya meşiet-i  hassa-i İlahiye ile bağlı ve hazine-i rahmetten hususi iradeye tabi olduğunun bir sırr-ı hikmeti şudur ki: Kâinatta en mühim hakikat ve en kıymetdar mahiyet; nur, vücud ve hayat ve rahmettir ki bu dört şey perdesiz vasıtasız, doğrudan doğruya kudret-i İlahiye ve meşiet-i hassa-i İlahiyeye bakar.

Sair masnuatta zahirî esbab, kudretin tasarrufuna perde oluyorlar. Ve muttarid kanunlar ve kaideler, bir derece irade ve meşiete hicab oluyor. Fakat vücud, hayat ve nur ve rahmette o perdeler konulmamış. Çünki perdelerin sırr-ı hikmeti o işde cereyan etmiyor: Madem vücudda en mühim hakikat rahmet ve hayattır; yağmur, hayata menşe ve medar-ı rahmet, belki ayn-ı rahmettir. Elbette vesait perde olmıyacak. Kaide ve yeknesaklık dahi, meşiet-i hassa-i İlahiyeyi setretmiyecek; ta ki her vakit, herkes herşeyde şükür ve ubudiyete ve sual ve duaya mecbur olsun. Eğer bir kaide dahilinde olsaydı, o kaideye güvenip şükür ve rica kapısı kapanırdı. Güneşin tuluunda ne kadar menfaatler olduğu malumdur. Halbuki muttarid bir kaideye tabi olduğundan, Güneşin çıkması için dua edilmiyor ve çıkmasına dair şükür yapılmıyor. Ve ilm-i beşerî, o kaidenin yoluyla yarın Güneşin çıkacağını bildiği için, gaibden sayılmıyor. Fakat yağmurun cüz’iyatı bir kaideye tabi olmadığı için, her vakit insanlar rica  ve dua ile dergah-ı İlahiyeye ilticaya mecbur oluyorlar. Ve ilm-i beşerî, vakt-i nüzulünü tayin edemediği için, sırf hazine-i rahmetten bir nimet-i hassa telakki edip hakiki şükrediyorlar.

2536- İşte bu âyet, bu nokta-i nazardan yağmurun vakt-i nüzulünü, Mugayyebat-ı Hamse’ye idhal ediyor. Rasadhanelerdeki âletle, bir yağmurun mukaddematını hissedip vaktini tayin etmek, gaibi bilmek değil, belki gaibden çıkıp âlem-i şehadete takarrubu vaktinde bazı mukaddematına ıttıla’ suretinde bilmektir. Nasıl en hafi umur-u gaybiye vukua geldikte veyahut vukua yakın olduktan sonra hiss-i kabl-el vukuun bir nev’iyle bilinir. O, gaybı bilmek değil; belki o, mevcudu veya mukarreb-ül vücudu bilmektir. Hatta ben kendi asabımda bir hassasiyet cihetiyle yirmi dört saat evvel, gelecek yağmuru bazan hissediyorum. Demek yağmurun mukaddematı, mebadileri var. O mebadiler, rutubet nev’inden kendini gösteriyor, arkasından yağmurun geldiğini bildiriyor. Bu hal, aynen kaide gibi, ilm-i beşerin gaibden çıkıp daha şehadete girmiyen umura vüsule bir vesile olur. Fakat daha âlem-i şehadete ayak basmayan ve meşiet-i hassa ile rahmet-i hassadan çıkmıyan yağmurun vakt-i nüzulünü bilmek, ilm-i Allâm-ül Guyub’a mahsustur.

2537- Kaldı ikinci mes’ele: Röntgen şuaiyle rahm-ı maderdeki çocuğun erkek ve dişisini bilmek ile (31:34) وَ يَعْلَمُ مَا فِى اْلاَرْحَامِ âyetinin meal-i gaybîsine münafi olamaz. Çünki âyet yalnız zükûret ve ünûset keyfiyetine değil, belki o çocuğun acib istidad-ı hususisi ve istikbalde kesbedeceği vaziyetine medar olan mukadderat-ı hayatiyesinin mebadileri, hatta simasındaki gayet acib olan sikke-i Samediyet muraddır ki, çocuğun o tarzda bilinmesi, ilm-i Allâm-ül Guyûb’a mahsustur.

Yüzbin röntgen-misal fikr-i beşerî birleşse, yine o çocuğun umum efrad-ı beşeriyeye karşı birer alâmet-i farikası bulunan yalnız hakiki sima-yı vechiyesini keşfedemez. Nerede kaldı ki sima-yı vechîsinden yüz defa daha hârika olan istidadındaki sima-yı manevîyi keşfedebilsin. Başta dedik ki: Vücud ve hayat ve rahmet, bu kâinatta en mühim hakikatlardır ve en mühim makam onlarındır. İşte onun için o cami hakikat-ı hayatiye, bütün incelikleriyle ve dekaikiyle irade-i hassaya ve rahmet-i hassaya ve meşiet-i hassaya bakmalarının bir sırrı şudur ki: Hayat, bütün cihazatıyla ve cihatıyla şükür ve ubudiyet ve tesbihin menşe’ ve medarı olduğundandır ki, irade-i hassaya hicab olan yeknesaklık ve kaidelik ve rahmet-i hassaya perde olan vesait-i zahiriye konulmamıştır. Cenab-ı Hak’ın rahm-i maderdeki çocukların sima-yı maddi ve manevilerindeki iki cilvesi var:

Birisi: Vahdetini ve ehadiyetini ve samediyetini gösterir ki; o çocuk aza-yı esasîde ve cihazat-ı insaniyenin envaında sair insanlarla muvafık ve mutabık olduğu cihetle, Hâlık ve Saniinin vahdetine şehadet ediyor. O cenin bu lisan ile bağırıyor ki: “Bana bu sima ve azayı veren kim ise, bütün esasat-ı azada bana benziyen bütün insanların sanii dahi odur. Ve hem bütün zihayatın sanii odur.”

İşte rahm-i maderdeki ceninin bu lisanı, gaybî değil, kaideye ve ıttırada ve nev’ine tabi olduğu için malumdur, bilinebilir. Âlem-i şehadetten âlem-i gayba girmiş bir daldır ve bir dildir.

İkinci Cihet: Sima-yı istidadiye-i hususiyesi ve sima-yı vechiye-i şahsiyesi lisanıyla Saniinin ihtiyarını, iradesini ve meşietini ve rahmet-i hassasını ve hiçbir kayd altında olmadığını, bağırıp gösteriyor. Fakat bu lisan, gayb-ül gaybdan geliyor. İlm-i Ezelîden başkası, kabl-el vücud bunu göremiyor ve ihata edemiyor. Rahm-i maderde iken bu simanın binde bir cihazatı görünmekle, bilinmiyor!

Elhasıl: Ceninin sima-yı istidadîsinde ve sima-yı vechiyesinde hem delil-i vahdaniyet var, hem ihtiyar ve irade-i ilahiyenin hücceti vardır.” (L.110-112)

Atıf notları:

-Yağmurun evkat-ı nüzulünün gayr-ı muayyen olmasının bir hikmeti, bak: 842.p.

-Birkısım mugayyebatın hikmeti, bak: 2032.p.

2537/1- Mugayyebat-ı hamseden olan kıyametin vakti ve Nurcular taifesinin ne zamana kadar devam edeceği mevzuunda Bediüzzaman Hazretlerinin yazdığı bir mektub:

“Ahir zamandan haber veren mühim bir hadis:

لاَ تَزَالُ طَائِفَةٌ مِنْ اُمَّتِى ظَاهِرِينَ عَلَى الْحَقِّ حَتَّى يَاْتِىَ اللّٰهُ بِاَمْرِهِ

Ramazan-ı şerifte onuncu günün ikinci saatinde birden bu hadis-i şerif hatırıma geldi. Belki Risale-i Nur şakirdlerinin taifesi ne kadar devam edeceğini düşündüğüme binaen ihtar edildi.لاَ تَزَالُ طَائِفَةٌ مِنْ اُمَّتِى (şedde sayılır, tenvin sayılmaz) fıkrasının makam-ı cifrîsi bin beşyüz kırk iki (1542) ederek nihayet-i devamına îma eder. لاَ يَعْلَمُ الْغَيْبَ اِلاَّ اللّٰهُ

ظَاهِرِينَ عَلَى الْحَقِّ (şedde sayılır) fıkrası dahi; makam-ı cifrîsi bin beşyüz altı (1506) edip, bu tarihe kadar zahir ve aşikârane, belki galibane; sonra tâ kırk ikiye kadar, gizli ve mağlubiyet içinde vazife-i tenviriyesine devam edeceğine remze yakın îma eder. وَ الْعِلْمُ عِنْدَ اللّٰهِ لاَ يَعْلَمُ الْغَيْبَ اِلاَّ اللّٰهُ

 

حَتَّى يَاْتِىَ اللّٰهُ بِاَمْرِهِ (şedde sayılır) fıkrası dahi; makam-ı cifrîsi bin beşyüz kırk beş (1545) olup, kâfirin başında kıyamet kopmasına îma eder. لاَ يَعْلَمُ الْغَيْبَ اِلاَّ اللّٰهُ

Cay-ı dikkat ve hayrettir ki, üç fıkra bil’ittiifak bin beşyüz tarihini göstermeleriyle beraber, tam tamına manidar, makul ve hikmetli bir surette bin beşyüz altıdan ta kırk ikiye, ta kırk beşe kadar üç inkılab-ı azîmin ayrı ayrı zamanlarına tetabuk ve tevafuklarıdır. Bu imalar gerçi yalnız birer tevafuk olduğundan delil olmaz ve kuvvetli değil, fakat birden ihtar edilmesi bana kanaat verdi.

Hem kıyametin vaktini kat’i tarzda kimse bilmez; fakat böyle imalar ile bir nevi kanaat, bir galib ihtimal gelebilir.

Fatiha'da "sırat-ı müstakim" ashabının taife-i kübrasını tarif eden اَلَّذِينَ اَنْعَمْتَ عَلَيْهِمْ fıkrası, şeddesiz bin beşyüz altı veya yedi (1506-1507) ederek tam tamına ظَاهِرِينَ عَلَى الْحَقِّ fıkrasının makamına tevafuku ve manasına tetabuku ve şedde sayılsa لاَ تَزَالُ طَائِفَةٌ مِنْ اُمَّتِى fıkrasına üç manidar farkla tam muvafakatı ve manen mutabakatı bu hadîsin îmasını teyid edip remz derecesine çıkarıyor. Ve müteaddid âyât-ı Kur'aniyede "sırat-ı müstakim" kelimesi, bir mana-yı remzîyle Risalet-in Nur’a manaca ve cifirce ima etmesi remze yakın bir ima ile, Risalet-in Nur şakirdlerinin taifesi, âhirzamanda o taife-i kübra-i azamın âhirlerinde bir hizb-i makbul olacağını işaret eder diye def’aten birden ihtar edildi.اَلْعِلْمُ عِنْدَ اللّٰهِ لاَ يَعْلَمُ الْغَيْبَ اِلاَّ اللّٰهُ (K.L.27)

2537/2- Hakikatları i’lam-ı İlahîye istinad eden ilham ve manevi mükâşefelerle veya Kur’an ve ehadisten cifrî istihrac ve işarî manaların keşfiyle mugayyebattan bazılarına cüz’iyet cihetiyle hem kat’i ve sarih olmayarak muttali olunabileceği hükmünü, ülema-i İslâm reddetmemiştir. Ezcümle Elmalı’lı Hamdi Efendi, mugayyebat-ı hamse hakkındaki âyeti tefsir ederken şunları kaydeder:

“Camius’sagîr’de خَمْسٌ لَايَعْلَمْهُنَّ اِلَّا اللَّهُ 1diye varid olan Büreyde hadisinde Menavi Kebir şerhinde der ki: Ya’ni bu beş şeyi Allah’dan başkası hem küllî hem cüz’î olarak ihata ve şümul vechi üzere bilmez.

Şu halde Allah Teala’nın bazı havassını (İslâm büyüklerini) hatta bu beşten bazı mugayyebata muttali’ kılmasına münafi olmaz. Çünkü o mahdud cüz’iyattır. Mu’tezile’nin bunu inkâr etmesi de mükâberedir.

Bir de Buhari’de Enes İbn-i Malik (radıyallahü anh)ten rivayet olunduğu üzere Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi vesselem) buyurmuştur ki: “Allah Teala rahime bir melek müvekkel kılmıştır. Ya Rab nutfe, ya Rab aleka, ya Rab mudga der, Allah Teala da hakkını kaza etmek irade buyurduğu vakit erkek mi dişi mi ? şaki mi Said mi? Rızkı ne, eceli ne? Söyler, anası karnında bunlar yazılır. O vakit onu o melek ve Allah Teala’nın mahlukatından dilediği kimseler de bilir. Demek ki bazılarının bu suretle bilebilmesi zikrolunan ihtisasa (yalnız Allah’ın bilmesine) münafi değildir. Çünkü Allah’a mahsus olan ilim, gaybde iken her birinin ahvaline alet tafsil ilmi tam ve kâmildir. Melekin ve ba’zı havassın muttali’ olabileceği ilim ise, az çok delili tahakkuk etmiş bir vechile nâkıs bir ilimdir... Zannî istidlaller de buna münafi değildir. Çünkü zann, ilim değildir. İlim şübhesiz olandır.” (E.T. 3853)

2537/3- Gayb hakkında Kur’andan birkaç not:

-Resulullah’ın (A.S.M.) gaybı bilmediğini bildirmesi: (6:50) (7:188) (11:31)

-Gaybı Allah bilir: (6:59)

-Allah gayb ve şehadet âlemlerini bilir: (6:73) (13:9)

-Vahiyle gelen, gayb haberleridir. (11:49) (12:102)

-Göklerin ve yerin gaybı Allah’a aittir: (11:123) (16:77) (18:26) (23:92) (27:65) (35:38)

-Süleyman’ın (A.S.) vefatını bilemiyen cinlerin, gaybî haberi bilemiyecekleri: (34:14)

-Allah bütün gaybı bilir, başkaları bilmez, ancak bildirmeyi dilediği peygamber müstesna: (72:26,27)

-Ashab-ı Kehf’in gaybî olan sayıları hakkındaki isabetsiz ve zannî olan iki bilgi şekli: (18:22)

1Buhari, Kitab-ül İman 37. bab; Msülim, Kitab-ül iman 5,7 hadisler. İbn-i Mace, Mukaddeme 9 ve Kitab-ül Fiten 25. bablar. İbn-i Hanbel, 2/52, 426

Yukarı Çık