312- AŞK-I MECAZÎ عشقِ مجازى : Fâni şeylere olan aşk. Nefis ve şehvet arzusuna dayanan aşk.
«Sual: Mahbublara olan aşk-ı mecazî aşk-ı hakikîye inkılab ettiği gibi, acaba ekser nâsda bulunan dünyaya karşı olan aşk-ı mecazî dahi, bir aşk-ı hakikîye inkılab edebilir mi?
Elcevab: Evet dünyanın fâni yüzüne karşı olan aşk-ı mecazî, eğer o âşık, o yüzün üstündeki zeval ve fena çirkinliğini görüp ondan yüzünü çevirse, baki bir mahbub arasa, dünyanın pek güzel ve ayine-i esma-i İlahiye ve mezraa-i âhiret olan iki diğer yüzüne bakmağa muvaffak olursa, o gayr-ı meşru mecazî aşk, o vakit aşk-ı hakikîye inkılaba yüz tutar. Fakat bir şart ile ki, kendinin zâil ve hayatıyla bağlı kararsız dünyasını, haricî dünyaya iltibas etmemekdir. Eğer ehl-i dalâlet ve gaflet gibi kendini unutup, âfâka dalıp, umumi dünyayı hususi dünyası zannedip ona âşık olsa tabiat bataklığına düşer, boğulur. Meğer ki hârika olarak bir dest-i inayet onu kurtarsın. Şu hakikatı tenvir için şu temsile bak. Meselâ:
Şu güzel zinetli odanın dört duvarında, dördümüze ait dört endam ayinesi bulunsa, o vakit beş oda olur. Biri hakikî ve umumî, dördü misalî ve hususî.. Herbirimiz kendi ayinemiz vasıtasıyla hususî odamızın şeklini, hey’etini, rengini değiştirebiliriz. Kırmızı boya vursak, kırmızı; yeşil boyasak, yeşil gösterir. Ve hâkeza .. ayinede tasarrufla çok vaziyetler verebiliriz; çirkinleştirir, güzelleştirir, çok şekillere koyabiliriz. Fakat harici ve umûmi odayı ise kolaylıkla tasarruf ve tağyir edemeyiz. Hususî oda ile umumî oda hakikatta birbirinin aynı iken, ahkâmda ayrıdırlar. Sen bir parmak ile odanı harab edebilirsin, ötekinin bir taşını bile kımıldatamazsın.
313- İşte dünya süslü bir menzildir. Herbirimizin hayatı, bir endam ayinesidir. Şu dünyadan herbirimize birer dünya var, birer âlemimiz var. Fakat direği, merkezi, kapısı hayatımızdır. Belki o hususî dünyamız ve âlemimiz, bir sahifedir. Hayatımız bir kalem.. onunla sahife-i a’malimize geçecek çok şeyler yazılıyor.
Eğer dünyamızı sevdikse, sonra gördük ki: Dünyamız, hayatımız üstünde bina edildiği için, hayatımız gibi zâil, fâni, kararsızdır, hissedip bildik. Ona ait muhabbetimiz, o hususî dünyamız ayine olduğu ve temsil ettiği güzel nukuş-u esma-i İlahiyeye döner; ondan, cilve-i esmaya intikal eder. Hem o hususî dünyamız, âhiret ve Cennet’in muvakkat bir fidanlığı olduğunu derkedip, ona karşı şedid hırs ve taleb ve muhabbet gibi hissiyatımızı onun neticesi ve semeresi ve sünbülü olan uhrevî fevaidine çevirsek, o vakit o mecazî aşk, hakikî aşka inkılab eder.
Yoksa (59:19) نَسُوا اللّهَ فَاَنْسَيهُمْ اَنْفُسَهُمْ اُولئِكَ هُمُ الْفَاسِقُونَ sırrına mazhar olup, nefsini unutup, hayatın zevalini düşünmeyerek, hususi, kararsız dünyasını, aynı umumi dünya gibi sabit bilip kendini lâyemut farzederek dünyaya saplansa, şedid hissiyat ile ona sarılsa, onda boğulur gider. O muhabbet onun için hadsiz bela ve azabdır. Çünki o muhabbetten yetimane bir şefkat, meyusane bir rikkat tevellüd eder. Bütün zihayatlara acır; hatta güzel ve zevale maruz bütün mahlûkata bir rikkat ve bir firkat hisseder. Elinden bir şey gelmez, ye’s-i mutlak içinde elem çeker. Fakat gafletten kurtulan evvelki adam, o şedid şefkatin elemine karşı ulvi bir tiryak bulur ki: Acıdığı bütün zihayatların mevt ve zevalinde bir Zat-ı Baki’nin baki esmasının daimî cilvelerini temsil eden ayine-i ervahları baki görür; şefkatı, bir sürura inkılab eder. Hem zeval ve fenaya maruz bütün güzel mahlûkatın arkasında bir cemâl-i münezzeh ve hüsn-ü mukaddes ihsas eden bir nakş ve tahsin ve san’at ve tezyin ve ihsan ve tenvir-i daimîyi görür. O zeval ve fenayı, tezyid-i hüsn ve tecdid-i lezzet ve teşhir-i sanat için bir tazelendirmek şeklinde görüp, lezzetini ve şevkini ve hayretini ziyadeleştirir.» (M.10-12)