1915/1- KAF DAĞI قاف طاغى : Kur’an (50:1) âyetinin başında geçen (Kaf) harfinin tefsirinde bahsedilen bu dağ hakkında çeşitli izahlar verilir. Müfessir Hamdi Efendi çeşitli kavilleri naklederek geniş bilgi verirken şöyle der:
“ق Bu sure ile ص suresinin başlayışında ziyade bir benzeyiş vardır. Evvela, ikisi de birer harf ve Kur’ana kasem ve بَلْ ile başlıyor, kâfirlerin taaccübüne tearüz ediyor. Onun evelinde وَالْقُرْاٰنِ ذِى الذِّكْرِۜ ( 38:1 ) âhirinde (38:87) اِنْ هُوَ اِلاَّ ذِكْرٌ لِلْعَالَم۪ينَ bunun evvelinde وَالْقُرْاٰنِ الْمَج۪يدِۚ ( 50:1 ) , âhirinde فَذَكِّرْ بِالْقُرْاٰنِ مَنْ يَخَافُ وَع۪يدِ ( 50:45 ) buyuruluyor. Onda imanın şartlarından ilk esas olan tevhide, bunda ba’s-ü haşre inayet buyuruluyor.
ق yazılışta harf, okunuşta kaf isim tarzındadır. Zahir olan harfin ismi, bundan da bu surenin ismidir. Bu münasebetle Kaf Dağı’ndan da bahsedilmiş. Remzen veya sarahaten emr-i hazır olması ihtimali de söylenmiştir. Doğrusu diğerleri gibi bu da müteşabihattandır.” (E.T. 449)
Bediüzzaman Hazretlerinin, bu tarz müteşabih ifadelere ışık tutan izahatı ise şöyledir:
“Malumdur, bir şeyin mahiyetinin keyfiyetini bilmek başkadır. O şeyin vücudunu tasdik etmek yine başkadır. Bu iki noktayı temyiz etmek lâzımdır. Zira çok şeylerin asıl vücudu yakîn iken, vehim onda tasarruf ederek te imkândan imtina derecesine çıkarıyor.
“Kaf’a işaret eden kat’iyy-ül metinlerden yalnız (50:1) قٓ۠ وَالْقُرْاٰنِ الْمَج۪يدِۚ dir. Halbuki caizdir; “Kaf”, “Sad” gibi olsun. Dünyanın şarkında değil, belki Arzın garbındadır. Şu ihtimal ile delil yakîniyetten düşer. Hem de katiyy-üd delalet bundan başka olmadığının bir delili; Şer’in müctehidlerinden olan Karafi’nin لاَ اَصْلَ لَهُ demesidir. Lakin ibn-i Abbas’a isnad olunan keyfiyet-i meşhuresi, Dördüncü Mukaddeme’ye (Mu. 20. sahifeye) bak. Vech-i nisbeti sana temessül edecektir. Halbuki İbn-i Abbas’ın her söylediği sözü, hadis olması lâzım gelmediği gibi, her naklettiği şeyi de onun makbulü olmak lâzım gelmez. Zira İbn-i Abbas gençliğinde İsrailiyata, bazı hakakikın tezahürü için hikâyet tarikıyle bir derece atf-ı nazar eylemiştir.
Eğer dersen: “Muhakkıkîn-i Sofiyye, “Kaf”a dair pek çok tasviratta bulunmuşlardır?” Buna cevaben derim: “Meşhur olan âlem-i misal, onların cevelangâhıdır. Biz elbisemizi çıkardığımız gibi onlar da cesetlerini çıkarıp seyr-i ruhanî ile o ma’razgâh-ı acaibe temaşa ediyorlar. “Kaf” ise; o âlemde onların tarif ettikleri gibi mütemessildir. Bir parça ayinede, semavat ve nücum temessül ettikleri gibi, bu âlem-i şehadette velev küçük şeyler de olsa -çekirdek gibi- âlem-i misalde tecessüm-ü maanînin tesiriyle bir büyük ağaç oluyor. Bu iki âlemin ahkâmları birbirine karıştırılmaz. Muhyiddin-i Arabî’nin mağz-ı kelâmına muttali olan bunu tasdik eder. Amma avamın yahut avam gibi adamların mabeynlerinde müştehir olan keyfiyeti ki: “Kaf” yere muhittir ve müteaddiddir. her ikisinin ortasında beş yüz senedir... ve zirvesi semanın ketfine mümasdır... ilâ âhiri hayalâtihim... Bunu, ne kıymette olduğunu bilmek istersen, git Üçüncü Mukaddeme’den (Mu. 16. sahifede) fenerini yak; sonra gel, bu zulümata gir. Belki ab-ı hayat olan belagatını göreceksin.
Eğer bizim bu mes’elede olan itikadımızı anlamak istersen; bil ki ben “Kaf”ın vücuduna cezmederim; fakat keyfiyeti ise, havale ederim. Eğer bir hadis-i sahih ve mütevatir, keyfiyetin beyanında sabit olursa iman ederim ki; murad-ı Nebi sâdık ve doğru ve haktır. Fakat murad-ı Nebevî üzerine... Yoksa nâsın mütehayyelleri üzerine değildir. Zira bazan fehmolunan şey, muradın gayrısıdır. Bu mes’elede malumumuz budur: kaf Dağı, ekser şarkı ihata eden ve eski zamanda bedevi ve medenilerin aralarında fâsıl olan ve a’zam-ı cibal-i dünya olan Çamular’ının annesi olan Himalaya silsilesidir. Bu silsilenin ırkından cibal-i dünyanın ekserisi teşa’ub eyledikleri denilir. Bu hal öyle gösteriyor ki: “Kaf”ın dünyaya meşhur olan ihatanın fikir ve hayali bu asl-ı teşa’ubdan neş’et etmiş olmak gerektir. Ve saniyen: Âlem-i şehadete suretiyle ve âlem-i gayba manasıyla müşabih ve ikisinin mabeyninde bir berzah olan âlem-i misal o muammayı halleder. Kim isterse keşf-i sadık penceresiyle veya rü’ya-yı sadık menfeziyle veya şeffaf şeyler dürbünüyle ve hiç olmazsa hayalin vera’-i perdesiyle o âleme bir derece seyirci olabilir. Bu âlem-i misalin vücuduna ve onda maanînin tecessüm etmelerine pek çok delail vardır. Binaenaleyh bu kürede olan “Kaf”, o âlemde zi’l-acaib olan “Kaf” ın çekirdeği olabilir.
Hem de Sani’in mülkü geniştir. Bu sefil küreye münhasır değildir. Feza ise gayet vâsi’, Allah’ın dünyası gayet azîm olduğundan zü’l-acaib olan “Kaf”ı istiab edebilir. Fakat eyyam-ı İlahiye ile beşyüz sene bizim küreden uzak olmakla beraber mevc-i mekfuf olan semaya temas etmek, imkân-ı aklîden hariç değildir. Zira “Kaf” sema gibi şeffaf ve gayr-ı mer’î olmak caizdir. Ve rabian: Neden caiz olmasın ki “Kaf”, daire-i ufuktan tecelli eden silsile-i a’zamdan ibaret ola.. Nasıl ufkun ismi de “Kaf”a me’haz olabilir. Zira devair-i mütedahile gibi nereye bakılırsa, silsilelerden bir daire görülür. Gide gide nazar kalır, hayale teslim eder. En nihayet hayal ise selasil-i cibalden bir daire-i muhiti tahayyül eder ki, semanın etrafına temas ediyor. Küreviyet sırrıyla, beş yüz sene de uzak olursa yine muttasıl görünür.” (Mu.55) (Bir kısım ehl-i keşfin “Kaf Dağı” hakkındaki ihbarları, bak: 209.p.)