DERSLER / Alfabetik Derlemeler ve Dersler

BEDİÜZZAMAN HAZRETLERİNİN MAZHAR OLDUĞU HİZMET METODU

Bediüzzaman Hazretleri daima Peygamberimiz’in (A.S.M.) tavsiyeleri dairesinde tercihler yaptığı ve âhirzamana ait müteşabih rivayetleri en ince mânâsıyla ve tam isabetli anladığı, hâdiselerle de müeyyeddir. Cumhuriyetin kuruluş senelerinde Ankara’ya davet edilip giden Bediüzzaman Hazretleri, orada gördüğü acib bir durumu şöyle anlatır:

«1338’de Ankara’ya gittim. İslâm ordusunun Yunan’a galebesinden neş’e alan ehl-i imanın kuvvetli efkârı içinde, gayet müdhiş bir zendeka fikri, içine girmek ve bozmak ve zehirlendirmek için dessasane çalıştığını gördüm.» (Lem’alar sh: 177)

Bediüzzaman’ın Ankara’ya gidiş gayesi ve karşılaştığı maniler ve nihayet yaptığı tercihi, Tarihçe-i Hayatında şöyle kaydedilmiştir:

«Bediüzzaman; İlâhî kudretin tecellisiyle ve ihsanıyla, böyle en elzem bir vakitte, dine revaç verebilecek bir teşekkülün zuhuru dolayısıyla ve kendisi de beraber çalışmak ümidiyle Ankara’ya gelmişti. Avn-i İlâhî ve mucize-i Peygamberî ile düşman taarruzlarını def’eden ve milletin idaresinin başına geçen yeni Hükûmet-i Cumhuriyede, doğrudan doğruya Kur’an’a istinad eden ve Âlem-i İslâm’ın vahdetini nokta-i istinad yapacak ve İslâmiyet’in hakikatında mevcud kuvve-i ulviye ile maddi ve manevi medeniyeti meydana getirecek bir niyet ve gayeyi bulundurmak ve aşılamak üzere mecliste çalışıyordu. Fakat pek kuvvetli mâniler karşısına çıktı. Âlem-i İslâm’ı alâkadar eden ve bin üçyüz yıllık ümmetin, dehşetli tehlikesinden istiaze ettiği (Allah’a sığındığı) bir zamanı ve fitneyi ateşlendireceklerin kimler olduğunu anlamış bulunuyordu. Bir gün riyaset odasında, M. Kemal Paşa ile iki saat kadar konuştular. İslâm ve Türk düşmanlarının arasında nam kazanmak emeliyle, Şeair-i İslâmiyeyi tahrib etmenin, bu millet ve vatan ve Âlem-i İslâm hakkında büyük zarar tevlid edeceğini; eğer bir inkılâb yapmak icab ediyorsa, doğrudan doğruya İslâmiyet’e müteveccihen Kur’an’ın kudsi kanun-u esasîsi noktasından yapmak lâzım geldiği mealinde ihtarlarda bulunur.» (Tarihçe-i Hayat sh: 145)

«M. Kemal Paşa itiraz ile, içindeki niyet ve hâlet-i ruhiyesini ifade ile, Bediüzzaman’ı kendine çekmek ve nüfuzundan istifade etmek ister. Ve Bediüzzaman’a meb’usluk, hem Dar-ül Hikmet’teki eski vazifesini, hem Şark’ta Şeyh Sünusî’nin yerine vaiz-i umumî, hem bir köşk tahsisi gibi teklifler yapar.

Bediüzzaman, rivayetlerde gelen eşhas-ı âhirzamana ait haberlerin mühim bir kısmını ve hürriyetten evvel İstanbul’da te’vilini söylediği Hadîslerin ihbar ettiği âhirzamanın dehşetli şahıslarının Âlem-i İslâm ve insaniyette zuhur ettiğini görür.

Ve yine gelen rivayetlerden, onlara karşı çıkacak ve mukabele edecek olan Hizb-ül Kur’an hakkında, “O zamana yetiştiğiniz zaman, siyaset cânibiyle onlara galebe edilmez; ancak manevî kılınç hükmünde i’caz-ı Kur’an’ın nurlarıyla mukabele edilebilir.” tavsiyesine müraatla, Ankara’da teşrik-i mesai edemiyeceği için, kendisine tevdi edilmek istenen meb’usluk, Dar-ül Hikmet-il İslâmiye gibi Diyanet’teki azalığı, hem Vilayat-ı Şarkiye vaiz-i umumiliği tekliflerini kabul etmez.

Kendisini fikrinden vazgeçirmek için çalışan ve Ankara’dan ayrılmamasını rica için istasyona kadar gelen bir kısım mebusların da arzularına uyamıyacağını bildirerek Ankara’dan ayrılır, Van’a gider. Ve orada hayat-ı içtimaiyeden uzaklaşarak Erek Dağı eteğinde, Zernebad Suyu başında bir mağaracıkta idame-i hayat etmeye başlar.» (Tarihçe-i Hayat sh: 147)

Mevzumuzla alâkadarlıkta gayet manidar ve  نَّ السَّعِيدَ لَمَنْ جُنِّبَ الْفِتَنَ   cümlesinin üç defa tekrarlanması ile mühim bir noktaya dikkati çeken bir hadîs de mealen şöyledir:

«Said, fitnelerden uzakta kalandır. Said, fitnelerden uzakta kalandır. Said, fitnelerden uzakta kalan ve fitneye maruz kalıp da sabreden kişidir. Fitneye başlayan ve çalışanın vay haline!»1

Bu hadîsin verdiği ders ile alâkalı olarak; Bediüzzaman Hazretleri kendine yapılan ve daima sabırla karşıladığı pek çok su-i kasdlardan birini şöyle anlatır:

«Gizli düşmanlarımız hükûmetin ehemmiyetli ve birkaç vazifedarlarını elde edip beni tazyikatla, Menemen ve Şeyh Said hâdisesi gibi bir hâdise çıkarmak için bütün kuvvetiyle en hassas damarlarıma dokunduracak tarzda her desiseyi istimal ettiler. Gördüler ki Eski Said yok, yenisi ise her şeye tahammül ediyor; o planı sair su-i kasdlere ezcümle zehir vermeye tebdil ettiler. Hıfz-ı İlahî onu da akîm bıraktı. Şimdi o münafıklar resmen hükûmetin nüfuzunu, benden halkları ürkütmek ve vaz geçirmek için burada dehşetli bir propaganda ile istimal ediyorlar. Fakat siz hiç telaş etmeyiniz. İnayet-i Rabbaniye devam eder. Gittikçe fütuhat-ı nuriye tevessü’ ediyor.» (Emirdağ Lâhikası-I sh:147)

..diyerek sabırlılık ve müsbet hareket etmek dersini fiilen gösteriyor.

MÜSLÜMANLARA AŞILANAN HAYAT TARZI

Cemiyet hayatını çeşitli cihetlerle tesiri altına alacak sefih ve gafletli bir hayatı aşılamakla, müslüman kitleyi gaflete ve fitneye düşürmeyi plânlayan gizli cereyana karşı Bediüzzaman Hazretleri şu ikazları yapar:

«Bu fırtınalı zamanın hissi ibtal eden ve beşerin nazarını âfâka dağıtan ve boğan cereyanlar, ibtal-i his nev’inden bir sersemlik vermiş ki; ehl-i dalâlet manevî azabını muvakkaten tam hissedemiyor. Ehl-i hidayete dahi gaflet basıyor, hakiki lezzetini tam takdir edemiyor.» (Şualar sh: 678)

«Gaflet, hissi ibtal ediyor. Ve bu zamanda öyle bir derecede ibtal-i his etmiş ki, bu elîm elemin acısını ehl-i medeniyet hissetmiyorlar. Fakat hassasiyet-i ilmiyenin tezayüdüyle ve her günde otuzbin cenazeyi gösteren mevtin ikazatıyla o gaflet perdesi parçalanıyor. Ecnebilerin tagutlarıyla ve fünun-u tabiiyeleriyle dalâlete gidenlere ve onları körükörüne taklid edip ittiba edenlere binler nefrin ve teessüfler!» (Lem’alar sh: 120)

«Şu medeniyet-i sefihe, küre-i arzı bir tek şehir hükmüne getirip ahalisi birbiriyle tanışmakta, her sabah ve akşam gazetelerle günahları ve malayaniyatı birbirine nakledip öğretmektedirler. İşte bu sefih medeniyet sebebiyle, gaflet perdesi o kadar kalınlaşmış ve onun süs ve fantaziyeleriyle hicab o kadar kesafet peyda etmiştir ki; âdeta yırtılmaz bir hale gelmiş. Çok büyük bir himmetin sarfı lâzımdır, tâ yırtılsın.

Hem dahi o medeniyet-i habise, beşerin ruhuna dünyaya bakan hadsiz menfez ve ihtiyacat deliklerini açmıştır. Cenab-ı Hakk’ın hususî lütfuna mazhar olmuş olanlardan başka, bu delikleri kapamak, gayet çetin ve müşkil olmuştur.» (Mesnevi/Tercüme: A.Badıllı sh: 246)

Kur’an (14:3) âyetinin bir kısmı olan

«يَسْتَحِبُّونَ الْحَيٰوةَ الدُّنْيَا bahsinde denilmiş ki: Bu asrın bir hassası şudur ki; hayat-ı dünyeviyeyi, hayat-ı bakiyeye bilerek tercih ettiriyor. Yani kırılacak bir cam parçasını, baki elmaslara bildiği halde tercih etmek bir düstur hükmüne geçmiş. Ben bundan çok hayret ediyordum. Bu günlerde ihtar edildi ki: Nasıl bir uzv-u insanî hasta-lansa, yaralansa sair âza vazifelerini kısmen bırakıp onun imdadına koşar; öyle de, hırs-ı hayat ve hıfzı, zevk-i hayat ve aşkı taşıyan ve fıtrat-ı insaniyede dercedilen bir cihaz-ı insaniye, çok esbab ile yaralanmış, sair letaifi kendiyle meşgul edip sukut ettirmeye başlamış; vazife-i hakikiyelerini onlara unutturmağa çalışıyor.

Hem nasılki bir cazibedar, sefihane ve sarhoşane şa’şaalı bir eğlence bulunsa, çocuklar ve serseriler gibi büyük makamlarda bulunan insanlar ve mesture hanımlar dahi o cazibeye kapılıp hakiki vazifelerini tatil ederek iştirak ediyorlar; öyle de, bu asırda hayat-ı insaniye, hususan hayat-ı içtimaiyesi öyle dehşetli fakat cazibeli ve elîm fakat meraklı bir vaziyet almış ki; insanın ulvi latifelerini ve kalb ve aklını, nefs-i emmaresinin arkasına düşürüp pervane gibi o fitne ateşlerine düşürttürüyor.

Evet hayat-ı dünyeviyenin muhafazası için zaruret derecesinde olmak şartıyla bazı umûr-u uhreviyeye muvakkaten tercih edilmesine ruhsat-ı şer’iye var. Fakat yalnız bir ihtiyaca binaen, helâkete sebebiyet vermiyen bir zarara göre tercih edilmez, ruhsat yoktur. Halbuki bu asır, o damar-ı insanîyi o derece şırınga etmiş ki; küçük bir ihtiyaç ve adi bir zarar-ı dünyevî yüzünden elmas gibi umûr-u diniyeyi terkeder. Evet insaniyetin yaşamak damarı ve hıfz-ı hayat cihazı, bu asırda israfat ile ve iktisadsızlık ve kanaatsızlık ve hırs yüzünden bereketin kalkmasıyla ve fakr u zaruret, maişet ziyadeleşmesiyle o derece o damar yaralanmış ve şerait-i hayatın ağırlaşmasıyla o derece zedelenmiş ve mütemadiyen ehl-i dalalet nazar-ı dikkati şu hayata celb ede ede o derece nazar-ı dikkati kendine celbetmiş ki; edna bir hacat-ı hayatiyeyi, büyük bir mes’ele-i diniyeye tercih ettiriyor.» (Kastamonu Lâhikası sh: 104)

«Bu acib asrın hayat-ı dünyeviyeyi ağırlaştırması ve yaşamak şeraitini ağırlatması ve çok etmesi ve hacat-ı gayr-ı zaruriyeyi, görenekle tiryaki ve mübtela etmekle hacat-ı zaruriye derecesine getirmesiyle, hayatı ve yaşamayı, herkesin her vakitte en büyük maksad ve gayesi yapmıştır. Onunla hayat-ı diniye ve ebediye ve uhreviyeye karşı ya sed çeker veya ikinci, üçüncü dere-cede bırakır. Bu hatanın cezası olarak öyle dehşetli bir tokat yedi ki, dünyayı başına Cehennem eyledi. İşte bu dehşetli musibette, ehl-i diyanet dahi büyük bir vartaya düşüyorlar ve kısmen anlamıyorlar.

Ezcümle, ben gördüm ki; ehl-i diyanet belki de ehl-i takva bir kısım zatlar, bizimle gayet ciddi alâkadarlık peyda ettiler. O bir-iki zatta gördüm ki; diyaneti ister ve yapmasını sever, ta ki hayat-ı dünyeviyesinde muvaffak olabilsin, işi rastgelsin. Hattâ tarikatı keşf ve keramet için ister. Demek âhiret arzusunu ve dini vezaifin uhrevî meyvelerini, dünya hayatına bir dirsek, bir basamak gibi yapıyor. Bilmiyor ki, saadet-i uhreviye gibi saadet-i dünyeviyeye dahi medar olan hakaik-ı diniyenin fevaid-i dünyeviyesi, yalnız müreccih (tercih edici) ve teşvik edici derecesinde olabilir. Eğer illet derecesine çıksa ve o amel-i hayrın yapmasına sebeb o faide olsa, o ameli ibtal eder; lâakal ihlası kırılır, sevabı kaçar.» (Kastamonu Lâhikası sh: 109)

«İhtar: İbadetin ruhu, ihlastır. İhlas ise, yapılan ibadetin yalnız emredildiği için yapılmasıdır. Eğer başka bir hikmet ve bir faide ibadete illet gösterilse, o ibadet bâtıldır. Faideler, hikmetler yalnız müreccih olabilirler; illet olamazlar.» (İşarat-ül İ’caz sh: 85)

GÜNAHLARA SEBEB OLACAK YAŞAYIŞTAN UZAK DURMANIN GEREĞİ

Âhirzaman fitnesinin dehşetli bir hususiyeti de, nefsanî hevesatı (sefaheti) esas almasıdır. Bu da ahlâkı tahrip ettiği için Bediüzzaman Hazretleri buna karşı çare olarak takvayı esas alır ve der ki:

«Bugünlerde Kur’an-ı Hakîm’in nazarında imandan sonra en ziyade esas tutulan takva ve amel-i salih esaslarını düşündüm. Takva, menhiyattan ve günahlardan içtinab etmek; ve amel-i salih, emir dairesinde hareket ve hayrat kazanmaktır. Her zaman def’-i şer, celb-i nef’a racih olmakla beraber; bu tahribat ve sefahet ve cazibedar hevesat zamanında bu takva olan def’-i mefasid ve terk-i kebair üss-ül esas olup, büyük bir rüçhaniyet kesbetmiş.

Bu zamanda tahribat ve menfî cereyan dehşetlendiği için, takva bu tahribata karşı en büyük esastır. Farzlarını yapan, kebireleri işlemeyen, kurtulur. Böyle kebair-i azîme içinde amel-i salihin ihlasla muvaffakiyeti pek azdır. Hem az bir amel-i salih, bu ağır şerait içinde çok hükmündedir.

Hem takva içinde bir nevi amel-i salih var. Çünki bir haramın terki vâcibdir. Bir vâcibi işlemek, çok sünnetlere mukabil sevabı var. Takva, böyle zamanlarda, binler günahın tehacümünde bir tek içtinab, az bir amelle, yüzer günah terkinde, yüzer vâcib işlenmiş oluyor. Bu ehemmiyetli nokta niyetiyle, takva nâmıyla ve günahtan kaçınmak kasdıyla, menfî ibadetten gelen ehemmiyetli a’mal-i sâlihadır.» (Kastamonu Lâhikası sh: 148)

İSLÂM TARİHİNDE OLAN HÂDİSELERE NASIL BAKILMALI

Âhirzaman fitnesinde, gizli münafık cereyan geçmiş zamanda müslümanlar arasında vuku bulmuş ihtilafları hatırlatmakla yeniden canlandırmak ister. Buna karşı Bediüzzaman Hazretleri, geçmişteki fitneleri medar-ı münakaşa etmekten kaçmayı düstur edinip şöyle der:

«Madem bu zamanda zendeka ve ehl-i dalâlet ihtilaftan istifade edip, ehl-i imanı şaşırtıp ve şeairi bozarak, Kur’an ve iman aleyhinde kuvvetli cereyanları var; elbette bu müdhiş düşmana karşı cüz’î teferruata dair medar-ı ihtilaf münakaşaların kapısını açmamak gerektir.

Hem ölmüş insanları zemmetmek, hiç lüzumu yok. Onlar dâr-ı âhirete, mahall-i cezaya gitmişler. Lüzumsuz, zararlı, onların kusurlarını beyan etmek, emrolunan muhabbet-i âl-i beytin muktezası değildir ve lâzım da değildir, diye Ehl-i Sünnet Velcemaat, sahabeler zamanındaki fitnelerden bahis açmayı men’etmişler. Çünki Vakıa-i Cemel’de Aşere-i Mübeşşere’den Zübeyr ve Talha ve Aişe-i Sıddıka (R.A.) bulunmasıyla Ehl-i Sünnet Velcemaat o harbi içtihad neticesi deyip; Hazret-i Ali (R.A.) haklı, öteki taraf haksız fakat içtihad neticesi olduğu cihetle affedilir. Hem Vehhabîlik damarı, hem müfrit Râfizîlerin mezhebleri İslâmiyet’e zarar vermesin diye Sıffîn Harbi’ndeki bâgîlerden de bahis açmayı zararlı görüyorlar.» (Emirdağ Lâhikası-I sh: 204)

«Sahabelerin bir kısmı, o harblerde adalet-i izafiye ve nisbiye ve ruhsat-ı şer’iyeyi düşünüp tabi olarak, Hazret-i Ali’nin (R.A.) takib ettiği adalet-i hakikiye ve azimet-i şer’iye ile beraber zâhidane, müstağniyane, muktesidane mesleğini terkedip muhalif tarafa bu içti-had neticesinde girdiklerini, hattâ İmam-ı Ali’nin (R.A.) kardeşi Ukayl ve “Habr-ül Ümme” ünvanını alan Abdullah İbn-i Abbas dahi bir vakit muhalif tarafında bulunduklarından, hakiki Ehl-i Sünnet Velcemaat, مِنْ مَحَاسِنِ الشَّرِيعَةِ سَدُّ اَبْوَابِ الْفِتَنِ bir düstur-u esasiye-i şer’iyeye binaen  طَهَّرَ اللّٰهُ اَيْدِيَنَا فَنُطَهِّرُ اَلْسِنَتَنَا diyerek  o fitnelerin kapısını açmak, bahsetmek caiz görmüyorlar. Çünki itiraza müstehak birkaç tane varsa, tarafgirlik damarıyla büyük sahabelere, hattâ muhalif tarafında bulunan Âl-i Beytin bir kısmına ve Talha ve Zübeyr (R.A.) gibi Aşere-i Mübeşşere’den büyük zatlara itiraza başlar, zemm ve adavet meyli uyanır diye, Ehl-i Sünnet o kapıyı kapamak tarafdarıdır. Hattâ Ehl-i Sünnet’in ve İlm-i Kelâm’ın azîm imamlarından meşhur Sa’deddin-i Taftazanî, Yezid ve Velid hakkında tel’in ve tadlile cevaz vermesine mukabil, Seyyid Şerif-i Cürcanî gibi Ehl-i Sünnet Velcemaat’in allâmeleri demişler:

“Gerçi Yezid ve Velid, zalim ve gaddar ve fâcirdirler; fakat sekeratta imansız gittikleri gaybîdir. Ve kat’î bir derecede bilinmediği için, o şahısların nass-ı kat’î ve delil-i kat’î bulunmadığı vakit, imanla gitmesi ihtimali ve tevbe etmek ihtimali olduğundan, öyle hususî şahsa lânet edilmez.

Belki لَعْنَةُ اللّٰهِ عَلَى الظَّالِمِينَ وَ الْمُنَافِقِينَ gibi umumî bir ünvan ile lânet caiz olabilir. Yoksa zararlı, lüzumsuzdur” diye Sadeddin-i Taftazanî’ye mukabele etmişler.» (Emirdağ Lâhikası-I sh: 206)

«Şimdi dehşetli ejderhalar hakaik-i imaniye cephesinde ehl-i imana gözümüz önünde saldırmalarından ve çokları ısırmalarından, ehl-i imanı kurtarmak mecburiyeti Kur’ân’ın emriyle varken, bu zamanı bırakıp, eski zamana gidip, Ehl-i Beyte gelen dehşetli zulümleri temâşâ etmek, daha ziyade ruhumu ezer ve kuvve-i mâneviyeyi kırıp ruhuma azap azap üstüne gelmektir.

Zâlim siyasetin gaddarâne bir düsturu olan “Cemaat için fert fedâ edilir” diye çok zâlimâne pek çok vukuatı, ehvenü’ş-şer diye bir nevi adalet i izafiye namında hâkimiyetine bir maslahat göstermişler. Hattâ bu asırda, o gaddar düsturun hükmüyle, bir adamın hatâsıyla bir köyü mahveder. Beş on adamın, onların siyasetine zarar vermek tevehhümüyle, binler adamı perişan eder.

İşte, eski zamanda bir derece, siyasetin bu gaddar düsturu İslâmlar içine girdiğinden, siyasette, bu müthiş düsturlar karşısında, mecburiyetle Selef-i Salihîn sükûtla ve Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaatin imamları o kapıları kapamak,طَهَّرَ اللّٰهُ اَيْدِيَنَا فَنُطَهِّرُ اَلْسِنَتَنَا2 deyip o kapıları açmıyorlar.

Madem Ehl-i Beyte zulmedenler şimdi âhirette cezasını öyle bir tarzda görüyorlar ki, bizim onlara hücumla yardımımıza bir ihtiyaç kalmıyor. Ve mazlum Ehl-i Beyt, muvakkat bir azap ve zahmet mukabilinde o derece yüksek bir mükâfat görmüşler ki, aklımız ihata etmiyor. Değil şimdi onlara acımak, belki onları o hadsiz rahmete mazhariyetleri noktasında binler tebrik etmek gerektir ki, birkaç sene zahmetle, milyonlar mertebeler ve bâki saadetler âhirette kazandıkları gibi, dünyada da kaldıkları zamanda, ehemmiyetsiz, dünyanın fâni saltanatı ve muvakkat hâkimiyeti ve karışık siyasetine bedel mânevî birer sultan ve hakikat âleminde birer şâh, birer mânevî padişah makamını kazandılar. Valiler yerine, evliyalar, aktablara kumandan oldular. Kazançları bire bin değil, milyonlardır.

İşte bu sır içindir ki, Yeni Said’in hususî üstadı olan İmam-ı Rabbânî, Gavs-ı Âzam ve İmam-ı Gazâlî, Zeynelâbidin (r.a.) hususan Cevşenü’l-Kebîr münâcâtını bu iki imamdan ders almışım. Ve Hazret-i Hüseyin ve İmam-ı Ali Kerremallahü Veche’den aldığım ders, otuz seneden beri, hususan Cevşenü’l-Kebîr’le daima onlara mânevî irtibatımda, geçmiş hakikati ve şimdiki Risale-i Nur’dan bize gelen meşrebi almışım. Zâlimlerin gaddarlıklarını değil deşmek, bakmak, belki düşünmek de meşrebimize gelmiyor. Çünkü onlar mücazatını ve mazlumlar mükâfatını, aklımızın fevkinde görmüşler. O meselelerle meşgul olmak, şimdiki bu hazır musibet-i diniyeye karşı mükellef olduğumuz vazife-i Kur’âniyeye zarar verir.

Ulema-i ilm-i kelâmın ve usûlü’d-din allâmelerinin ve Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaatin dâhi muhakkiklerinin İslâmî akidelere dair çok tetkik ve muhakematla ve âyât ve hadisleri müvazene ile kabul ettikleri usûlü’d-din düsturları, şimdiki Risale i Nur’un meşrebini muhafazaya emrediyor, kuvvet veriyor. Hattâ, hiçbir yerde, hattâ ehl-i bid’a kısmı da bu meşrebimize ilişemiyorlar. Hakikat-i ihlâs tam muhafaza edildiği için, her nevi ehl-i İslâm içine giriyor. Şîalıkta mutaassıp ve Vehhâbîlikte de müfrit, filozofların en maddîsi ve mütefennini ve mutaassıp hocaların en enaniyetlisi, beraber Nur dairesine girmeye başlamışlar ve kısmen şimdi de kardeşçe bulunuyorlar. Hattâ bazı misyonerler de, din-i İsâ’nın (a.s.) hakikî ruhânîsi de o daireye gireceklerine emâreler var. Birbirine hücum değil, belki bir tesanüt, bir musalâha lüzumunu hissedip medar-ı münakaşa meseleleri ortaya atmıyorlar. Demek İmam-ı Ali’nin (r.a.) otuz kırk işaretiyle sarahat derecesinde haber verdiği Risale-i Nur, bu zamanın müthiş yaralarına tam bir ilâçtır. Onun için, o daire bize kâfi gelmiş, harice çıkmıyoruz.» (Emirdağ Lâhikası-I sh: 209-211)

«Eğer denilse: Mübarek İslâmiyet ve nurani Asr-ı Saadet’in başına gelen o dehşetli kanlı fitnenin hikmeti ve vech-i rahmeti nedir? Çünki onlar, kahra lâyık değil idiler?

Elcevab: Nasılki baharda dehşetli yağmurlu bir fırtına, her taife-i nebatatın, tohumların, ağaçların istidadlarını tahrik eder, inkişaf ettirir; herbiri kendine mahsus çiçek açar; fıtrî birer vazife başına geçer. Öyle de: Sahabe ve Tâbiînin başına gelen fitne dahi, çekirdekler hükmündeki muhtelif ayrı ayrı istidadları tahrik edip kamçıladı; “İslâmiyet tehlikededir, yangın var!” diye her taifeyi korkuttu, İslâmiyetin hıfzına koşturdu. Herbiri, kendi istidadına göre camia-i İslâmiyetin kesretli ve muhtelif vazifelerinden bir vazifeyi omuzuna aldı, kemal-i ciddiyetle çalıştı. Bir kısmı hadîslerin muhafazasına, bir kısmı şeriatın muhafazasına, bir kısmı hakaik-ı imaniyenin muhafazasına, bir kısmı Kur’anın muhafazasına çalıştı ve hakeza.. Herbir taife bir hizmete girdi. Vezaif-i İslâmiyette hummalı bir surette sa’yettiler. Muhtelif renklerde çok çiçekler açıldı. Pek geniş olan âlem-i İslâmiyetin aktarına, o fırtına ile tohumlar atıldı; yarı yeri gülistana çevirdi. Fakat maatteessüf o güller ve gülistan içinde ehl-i bid’a fırkalarının dikenleri dahi çıktı.

Güya dest-i kudret, celal ile o asrı çalkaladı, şiddetle tahrik edip çevirdi, ehl-i himmeti gayrete getirip elektriklendirdi. O hareketten gelen bir kuvve-i anil-merkeziye ile pek çok münevver müçtehidleri ve nuranî muhaddisleri, kudsî hâfızları, asfiyaları, aktabları âlem-i İslâmın aktarına uçurdu, hicret ettirdi. Şarktan garba kadar ehl-i İslâmı heyecana getirip, Kur’anın ha-zinelerinden istifade için gözlerini açtırdı» (Mektubat sh: 100)

FİTNE ZAMANINDAKİ CİHAD ŞEKLİ

İslâm cemiyetleri içinde meydana gelen fitnelere karşı yapılacak cihad, maddi değil, manevidir. Manevi cihad, her zaman makbul ve sevablı olup, can itlafı olmaz ve musibetlere sebeb olan dâhildeki maddi cihad gibi mes’uliyeti de yoktur.

Bütün ümmete şâmil ittihad-ı İslâm içinde teşekkülü gereken icma-ı ümmet mânasında bir şûra-yı ümmet merciine dayanmadan, resmî bir makam ve salahiyete sahib olmadan, din ve ümmet-i İslâm namına maddi mücadelelere girilmemelidir. Çünki böyle bir mücadeleye salahiyettar olan ferd ve zümreler, yahud fırkalar değil, ancak bütün ümmet-i İslâmı temsil eden merci’dir, şûra-yı ümmettir.

O halde hayat-ı içtimaiye ve siyasiye ile alâkadar olanların o mercii teşkil edecek olan ittihad-ı İslâm’ın tahakkukuna hizmet etmeleri evleviyet kazanıyor. (Bak: İttihad-ı İslâm, İttihad Yayıncılık 1993 İst.)

Evet, harice karşı yapılan cihadda kuvvet kullanılır. Fakat zaruret-i kat’iye olmadıkça dahilde kuvvet kullanılmamalıdır. Çünki hastalar, ihtiyarlar, çocuklar gibi şefkata muhtaç olanlar, cemiyette iç içe karışık olduğundan, böyle menfi hâdiselerde onlar daha çok perişan olurlar ve zulme uğrarlar.

İşte bunun gibi daha pek çok hikmetler için Kütüb-ü Hadîsiyenin Kitab-ül Fiten kısmındaki bazı bablarında, dahilî fitnelere karşı silahlı mücadeleler men edilmiştir. Ancak idareciler müsbet şahıslar ise, fitne ehlini tenkil ve tecziye edebilirler ve etmelidirler.

Dinde bir kısım fer’î hükümler var ki, zamanın ve mekânın değişen şartları ile alâkalıdır. O şartlara göre hükümleri şer’î kaynaklarda görmek ve tatbikatlarını göstermek, dinde büyük şahsiyetlere has olup onların icmaiyle teşri’ olunur.

Ahkâmda rey sahibi olmayan müslümanlar, âyet ve hadîslerden ahkâm istinbat edemez. Ancak müteşabih ve müşkil olmayan âyet ve hadîslerden seviyeye göre ibret, teşvik ve ikaz dersleri alabilirler.

Binaenaleyh gerek aşağıda dercedilen hadîsler ve gerek bu kitabın diğer kısımlarında bulunan âyet ve hadîsler, ahkâm-ı Şer’î istinbat etmek için konulmamıştır.

Menfi hareketlerden kaçınmayı tavsiye eden birkaç hadîs ve mealleri:

سَتَكُونُ فِتَنٌ الْقَائِدُ فِيهَا خَيْرٌ مِنَ الْقَائِمِ وَالْقَائِمُ فِيهَا

خَيْرٌ مِنَ الْمَاشِى وَالْمَاشِى فِيهَا خَيْرٌ مِنَ السَّاعِى مَنْ

تَشَرَّفَ لَهَا تَسْتَشْرِ فُهُ فَمَنْ وَجَدَ فِيهَا مَلْجَاً اَوْمَعَاذًا فَالْيَعِذْ بِهِ

«Ebu Hüreyre (R.A.)den: Peygamber (A.S.M.) buyurdu: Öyle fitneler olacak ki; oturan ayakta durandan, ayakta duran yürüyenden, yürüyen (o fitneye) koşandan daha hayırlıdır. Kim o fitneye karışırsa, fitne onu kendi içinde yere çarpar. Kim ondan korunacak bir yer bulursa oraya sığınsın!

يَا رَسُولَ اللهُ اُرَاَيْتَ اَنْ دَخَلَ عَلَى بَيْتِى

وَبَسَطَ يَدَهُ لَيَقْتُلَنِى قَالَ كُنْ كَاِبْنِى آدَمَ الْقَائِلِ

لَئِنۢ بَسَطتَ إِلَىَّ يَدَكَ لِتَقْتُلَنِى مَآ أَنَا۠ بِبَاسِطٍ يَدِىَ إِلَيْكَ لِأَقْتُلَكَ

Sa’d b. Ebi Vakkas (R.A.): Ey Allah’ın Resulü, biri evime girip, beni öldürmek için elini uzatırsa, ne buyurursun?

Peygamber (A.S.M.): “Beni öldürmek için sen bana elini uzatırsan, ben seni öldürmek için elimi sana uzatmam” (5:28) diyen Hz. Âdem’in oğlu gibi ol! buyurdu.

اِنَّهُ قَالَ فِى الْفِتْنَةِ : كَسِّرُوا فِيهَا قَسِّيَكُمْ وَ قَطِّعُوا فِيهَا اَوْ

تَارَكُمْ وَاَلْزَمُوا فِيهَا اَجْوَافَ بُيُوتِكُمْ وَ كُونُوا كَاِبْنِ آدَمَ

Ebu Musa (R.A.)dan: Peygamber (A.S.M.) fitne hakkında şöyle buyurdu: Oklarınızı kırın, kirişlerinizi koparın; fitne halinde evlerinizin içinden ayrılmayın ve Âdem (A.S.)ın oğlu gibi olun!

لَا يَنْبَغِى لِلْمُؤْمِنِ اَنْ يَذُلَّ نَفْسَهُ، قَالُوا وَكَيْفَ يَذَلُّ

نَفْسَهُ؟ قَالَ يَتَعَرَّضُ مِنَ الْبَلَاءِ لِمَا لَا يَطِيقُ

Resulullah (A.S.M.): Mü’minin kendisini zelil yapması lâyık değildir, buyurdu. Mü’min kendisini nasıl zelil yapar, diye sordular. “Gücü yetmeyen işlere girişir” diye cevab verdi.»3

Bu hadîste, dâhilde menfi mücadelelere girip mütecaviz münafıkların hücumuna sebebiyet verilmemesine de bir işaret vardır. İbn-i Mace 36. Kitab-ül Fiten 13. babı, fitne zamanında uzlet ve inziva hakkındadır.

İkinci Dünya Harbinden sonraki zamanlarda Deccal istibdadından haber veren hadisin mealini Üstad Bediüzzaman Hazretleri şöyle açıklar:  

« لَنْ يَجْمَعَ اللّهُ عَلَى هذِهِ اْلاُمّةِ (*) سَيْفَ الدّجّالِ وَ سَيْفَ الْمَلْحَمَة Meali: Cenab-ı Allah şu ümmetin (ümmet-i Muhammed A.S.M.) üstünde hem Deccal’ın kılıncını hem de büyük harb kılıncını beraber cem’ etmeyecektir. 4

SÜFYAN

(İSLÂM DECCALI)

Kamus-u Okyanus, bu kelime için “esami-i ricalden bir isimdir” der, yani mânâ aranmayacağına işaret eder. Âhirzamanda geleceği ve ümmetin karanlık günler yaşamasına sebeb olacağı sahih hadîslerle bildirilen ve şeair-i İslâmiyeyi tahribe çalışan dehşetli ve münafık bir şahıs. “Süfyanîler” ise Süfyan cereyanıdır. İbn-i Cerir-i Taberî Süfyanîlerle alâkalı rivayetleri Cami-ül Beyan’da (34:51) âyeti altında cem’etmiştir.

Bir hadîste bildirilen Ahlas, Serra, Duhayma fitneleri için bak: Tac Tercemesi 5.cilt 927.hadîs (Uzun süren ve insanların müsbet ve menfî iki gruba ayrıldığı mezkûr üçüncü fitne, Süfyanî fitneye işaret olsa gerektir.)

«Rivayetler, Deccal’ın dehşetli fitnesi İslâmlarda olacağını gösterir ki, bütün ümmet istiaze etmiş.لاَ يَعْلَمُ الْغَيْبَ اِلاَّ اللّٰهُ5 Bunun bir tevili şudur ki: İslâmların Deccalı ayrıdır.6 Hattâ bir kısım ehl-i tahkik, İmam-ı Ali’nin (r.a.) dediği gibi demişler ki: Onların Deccalı Süfyandır, İslâmlar içinde çıkacak, aldatmakla iş görecek. Kâfirlerin Büyük Deccalı ayrıdır. Yoksa Büyük Deccalın cebir ve ceberut-u mutlakına karşı itaat etmeyen şehid olur ve istemeyerek itaat eden kâfir olmaz, belki günahkâr da olmaz.» (Şualar sh: 585)

«1350 sene evvel Hazret-i Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm’ın bir şakirdi ve esrar-ı Kur’aniyenin dersini bizzat Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm’dan alan Hazret-i Ali (R.A.) meşhur ve matbu’ kasidesinde demiş ki:

( نسخه : بت )

أَحْرُفُ عُجْمٍ سُطّْرَتْ تَسْطِيرًا  *  بِتَّ بِهَا الْاَمِيرُ وَالْفَقِيرَا , 7

وَقُلْ بِأَنَّ الْوَقْتَ بَانَ وَاقْتَرَبْ  *  فَانْتَظِرُوا الدَّجَّالَ أَغْوَى مَنْ كَذِبَ

ثُمَّ اعْلَمُوا مَعَاشِرَ الإخْوَانِ  *  أَنَّ غُوَاةَ آخِرِ الزَّمَانِ

هُمْ عُلَمَاءُ زُوَّقُّوا أفْوَاهَهُمْ  *  ثُمَّ انْثَنَوْا وَاتَّبَعُوا أهْوَائَهُمْ

İşte bu kasidede Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm’dan aldığı derse binaen diyor ki:

“Huruf-u Arabiye acemî yani frengî hurufuna tebdil edildiği zaman, Deccal’ı intizar ediniz.”» (Rumuzat-ı Semaniye- Bir Sırr-ı İnna A’tayna Risalesi 4.Remiz) (Hz.Ali Efendimizin kasidesi matbu’ Mecmuat-ül Ahzab 1.cilt sh: 595)

Diğer bir hadîs-i şerifte de şöyle buyuruluyor:

«Sizleri benden sonra vuku bulacak yedi fitneden sakınmaya davet ederim: Medine’den çıkacak bir fitne, Mekke’den çıkacak bir fitne, Yemen’den çıkacak bir fitne, Şam’dan çıkacak bir fitne, şarktan çıkacak bir fitne, garbdan çıkacak bir fitne. Bir fitne de Şam’ın merkezinden zuhur eder ki, işte bu Süfyanî’nin fitnesidir.»8

Evet «Rivayetlerde, vukuat-ı Süfyaniye ve hâdisat-ı istikbaliye Şam’ın etrafında ve Arabistan’da tasvir edilmiş.9 Allahu a’lem, bunun bir te’vili şudur ki: Merkez-i hilafet eski zamanda Irak’ta ve Şam’da ve Medine’de bulunduğundan, raviler kendi içtihadlarıyla daimi öyle kalacak gibi, mânâ verip “merkez-i hükûmet-i İslâmiye” yakınlarında tasvir etmişler, Haleb ve Şam demişler. Hadîsin mücmel haberlerini, kendi içtihadlarıyla tafsil etmişler.» (Şualar sh: 585)

Kitab-ül Feteva-yı Hadîsiyye, Ahmed Şehabeddin bin Hacer-il Heytemî adlı eserin 30. sahifesinde ve Kenz-ül Ummal, 14. cild 272. sahifede ve 39639, 39677. hadîslerinde ve diğer bazı hadîs kitablarında “Süfyan”dan bahsedilir.

Diğer «Bir rivayette, “İslâm Deccalı Horasan taraflarından zuhur edecek” denilmiş.10

لاَ يَعْلَمُ الْغَيْبَ اِلاَّ اللّٰهُ Bunun bir te’vili şudur ki: Şarkın en cesur ve kuvvetli ve kesretli kavmi ve İslâmiyetin en kahraman ordusu olan Türk milleti, o rivayet zamanında Horasan taraflarında bulunup daha Anadolu’yu vatan yapmadığından, o zamandaki meskenini zikretmekle Süfyanî Deccal onların içinde zuhur edeceğine işaret eder.

Garibdir hem çok garibdir. Yediyüz sene müddetinde İslâmiyetin ve Kur’an’ın elinde şeref-şiar, barika-asa bir elmas kılınç olan Türk milletini ve Türkçülüğü, muvakkaten İslâmiyetin bir kısım şeairine karşı istimal etmeğe çalışır. Fakat muvaffak olmaz, geri çekilir. “Kahraman ordu, dizginini onun elinden kurtarıyor” diye rivayetlerden anlaşılıyor.» (Şualar sh: 596)

Bediüzzaman Hazretleri, 1948 senesinde Afyon Mahkemesinde “İnkılaplar aleyhindedir” tarzında ithamlarla mahkûm edilmek istenilmiş, fakat karar Temyiz’ce bozulmuştu. Mahkûmiyet kararı yolunda ısrar eden iddia makamına verilen cevapta aynen şöyle deniliyor:

«Acibdir ki; savcı müddeî iftiralı ittihamnamesinde en ziyade iliştiği ve Said’in ittihamına medar yaptığı, Siracünnur’un âhirindeki Beşinci Şua’ın mes’elelerinde Said demiş ki:

“Başa şapka koymağa cebreden Süfyan öyle dehşetli istibdadla hareket eder ki, bir cani yüzünden yüz köyü harab eder.. bir asi yüzünden binler masumu mahveder.” dediği fıkra için Said’in mahkûmiyetine pek musırrane çalışıp demiş ki: “Atatürk’ü tahkir edip, inkılâblar aleyhindedir.”

Cevab: Yine o cevab veren Nur şakirdlerinden Abdürrezzak namında birisi diyor ki:

İşte o davanın doğruluğuna delâlet eden yüzer emareden tek bir emaresi: 1938’deki Dersim faciasında binler masumları, ihtiyar kadınları hem öldürtüp hem ateşlere atmak ve bir isyan tevehhümü ve ihtimali yüzünden yaktırması; bu Beşinci Şua’ın o hükmünü kat’î hakikat olarak gözlerine sokuyor.

Acaba bin seneden beri bir milyar şühedayı hakikat-ı Kur’an ve iman yolunda feda edip şehid veren ve bütün mefahiri İslâmiyetle tahakkuk eden ve âlem-i İslâmın en büyük ordusu ve kahraman milleti olan Türk’e bütün bütün mahiyetlerine zıd ve bütün ecdadlarını darıltan, inciten, manen ihanet eden ve neslen hiç Türklükle münasebeti olmayan bir adama, Türklerin ceddi ve büyük babası namını vermek; ne derece Türklüğe bir adavet ve ihanet olduğu anlaşılmıyor mu?

Abdürrezzak ve saire»

(Rumuzat-ı Semaniye- Bir Sırr-ı İnna A’tayna Risalesi)

 

3. Sayfa için tıklayın

 

1 Tac Tercemesi cilt:5 hadîs:913; Ebu Davud fiten/2; Ramuz-ul Ehadîs 100

2 Cenab-ı Hak ellerimizi o kanlı hadiselere bulaştırmadı; o halde biz de o hadiselerden bahsedip dilimizi bulaştırmayalım.” Ömer bin Abdülaziz’e ait bir söz. Şa’ranî, El-Yevâkit ve’l-Cevahir, 2:69; Bâcurî, Şerhü Cevheretü’t-Tevhid, 334.

3 Tac Tercemesi cilt: 5, sh: 534-540; İbn-i Mace 4016. hadîs; Tirmizi fiten/67; İbn-i Hanbel 5/405

4 Melhame-i kübra olan İkinci Harb-i Umumî hırpalamadığı işaretiyle, İslâmlar içinde bir Deccal, âlem-i İslâm’ı başka bir tarzda hırpalayacak.)»(Tefekkürname sh: 287) (Ramuz-ül Ehadîs 354’de de geçer.

5 Kenz-ül Ummal cilt:11 sh:125 ve Ruh-ul Beyan cilt:8 sh:197

6 Süyûtî, el-Orfu'l-Verdî fî Ahbari'l-Mehdî (el-Hâvî li'l-Fetâva): 2:234; Ahmed Zeynî Dahlan, el-Fütûhâtü'l-İslâmiye: 294; el-Berzenci, el-İşâa' fî Eşrâti's-Sâa': 95-99; İbn-i Haceri'l-Heytemî, el-Fetâva'l-Hadîsiyye: 36; Muhtasar u Tezkireti'l-Kurtubî: 133-134.

7 (Haşiye) Cây-ı dikkattir ki, Firengî hurufâtını öğretmek için Ramazan gecelerinde çoluk ve çocuğa, zengin ve fukarâya dersin şenâatine işâreten, kasîdede bir nüshada بِتَّ ، بِتَّ ، بِهَا الْاَمِيرُ وَالْفَقِيرَا yâni gece işlemek ta’biriyle işâret ediyor.

8 Ramuz-ul Ehadîs sh:18

9 Sahih-i Müslim cilt:8 hadîs:2937

10 Mişkât-ül Mesabih cilt: 3 sh: 38 ve Kenz-ül Ummal cilt: 14 sh: 559 hadîs: 9685

Bu dersi indirmek için tıklayınız.

Yukarı Çık