DERSLER / Alfabetik Derlemeler ve Dersler

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

وَ بِهِ نَسْتَعِينُ

اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ وَ الصَّلاَةُ وَ السَّلاَمُ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَ عَلَى آلِهِ وَ صَحْبِهِ اَجْمَعِين

NAKLÎ VE AKLÎ DELİLLER

Ahkam-ı Şer’iyede nakli delil esastır. Akıl ve ilmin vazife ve ehemmiyetleri ise, nakli delil ile gelen hükümlerin hikmetlerini anlamak ve hakkaniyetlerini isbat etmek gibi hususlardadır. Bunun içindir ki, kitaplarda akla havale edilen hususlar; tefekkür ibret ve nazariyat gibi meselelerde olmuştur. İstinbat-ı ahkâmda mücerred ve müstakil akla havale olmamıştır. Dini hükümler ve düsturlar, akli muhakemelere ve maslahatlara bina edilmezler.

Müslümanın, yani ümmetin ahkâm-ı şer’iyeye uymaya bedel, kendi meyil ve anlayışına uyacağı haberi, yani rivayetleri, zamanımızın dindar kesimin ekserisi bu habere masadak görülmesi sebebiyle bu ikaz derlemesinde nazara verildi. Rivayetler şöyledir:

“Ebu Sa’lebe el-Huşenî diyor: Ben (5:105) âyetini Hz. Peygamber (A.S.M.) sordum. Cevaben dedi ki: “Ne zaman mucibince amel edilen bir cimrilik (şahsî menfaatçilik), peşinde gidilen hevesat (aşırı sefahat) görür ve insanların Dünya hayatını âhirete tercih ettiğine ve insanların (şer’î delilleri ve ahkâmı nazara almayıp) kendi rey ve düşüncelerini beğen­diklerine şahid olursan, o zaman kendi başının çaresine bak. Başkalarıyla uğraşma.”

(Ebu Davud, Melahim 17, 4341. hadisten bir kısmı olup, İbn-i Mace, Kitab-ül Fiten, 21. bab’ı da aynı mevzuya dairdir.)

Ne zaman uyulan bir cimrilik, takip edilen bir hevâ, (dine, ahirete) tercih edilen dünyalık görür, rey sahiplerinin (selefi dinlemeden) kendi reylerini beğendiklerini müşahade edersen, o zaman kendine bak. İnsanlarla uğraşmayı bırak. Zira (bu safhaya gelince) arkanızda sabır günleri var demektir.1 O günler avuçta ateş tutmak gibi (sıkıntılıdır). O günlerde, sizin kadar amel yapabilen bir kimseye elli kişinin ecri verilecektir."

(Ebu Davud, Melahim 17, (4341); Tirmizi, Tefsir, Maide, (3060); İbnu Mace, Fiten 21, (4014).)

"Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Allah ilmi (verdikten sonra), insanların (kalbinden) zorla söküp almaz. Fakat ilmi, ülemayı kabzetmek suretiyle alır. Ülema kabzedilir, öyle ki, tek bir alim kalmaz. Halk da cahilleri kendine reis yapar. Bunlara meseleler sorulur, onlar da ilme dayanmadan (kendi reyleriyle) fetva verirler, böylece hem kendilerini hem de başkalarını dalâlete atarlar."

(Buhari, İlim 34, İ'tisam 7; Müslim, ilm 13, (2573); Tirmizi, ilm 5, (2654).)

"Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:  "Kim Kitabullah hakkında şahsî re'yi ile söz ederse, isâbet bile etse hatâdadır.

"Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Kim Kur'ân hakkında ilme dayanmadan söz ederse ateşteki yerini hazırlasın."

(Tirmizî, Tefsir 1, (2951).Ebu Dâvud, İlm, 5 (3652);Tirmizî, Tefsir 1, (2953).)

Âhirzaman fitnesine karşı ümmeti ikaz etmek için gelen bu ve benzeri rivayetlerden, ibret dersleri alınmalıdır. Yalnız malumat kazanmak niyetiyle bakmamalıdır.

Şimdi bu çok ehemmiyetli mesele, Külliyat-ı Nurdan tahkik edilecek. Şöyle ki:

Zamanımızın üç ictimaî hastalığı, yani cemiyete tesir eden yanlış anlayışı hakında şu ikazlar var:

“Şu zamanda siyaset metaı ve hayat-ı dünyeviyenin temini ve felsefenin revaçları gibi... Ve selef-i sâlihîn asrında ve o zaman çarşısında en mergub meta, Hâlık-ı Semavat ve Arz'ın marziyatlarını ve bizden arzularını, kelâmından istinbat etmek ve nur-u nübüvvet ve Kur'an ile, kapatılmayacak derecede açılan âhiret âlemindeki saadet-i ebediyeyi kazandırmak vesailini elde etmek idi.

Amma şu zamanda, medeniyet-i Avrupa'nın tahakkümüyle, felsefe-i tabiiyenin tasallutuyla, şerait-i hayat-ı dünyeviyenin ağırlaşmasıyla, efkâr ve kulûb dağılmış, himmet ve inayet inkısam etmiştir. Zihinler maneviyata karşı yabanileşmiştir…….” (S:481)

“Üç nokta-i nazar, şu zamanın içtihadatını arziye yapar, semavîlikten çıkarıyor. Halbuki Şeriat semaviyedir ve içtihadat-ı Şer'iye dahi, onun ahkâm-ı mestûresini izhar ettiğinden semaviyedirler.

Birincisi: Bir hükmün hikmeti ayrıdır, illeti ayrıdır. Hikmet ve maslahat ise; tercihe sebebdir, îcaba icada medar değildir. İllet ise, vücuduna medardır. …… İşte şu hakikatın aksine olarak, şu zamanın nazarı ise, maslahat ve hikmeti illet yerine ikame edip ona göre hükmediyor. Elbette böyle ictihadat arziyedir, semavî değildir. (S:482)

Yani din ile alakası olmayan beşerî ve şahsî meyil ve alışkanlıklardan geliyor.

Evet, ahkâm-ı şer’iye, sonsuz ilm-i İlahiden geldiğinden, kıl kadar küçük akl-ı beşerî ile müdahale edilemiyeceği de şöyle ifade ediliyor:

“Kıl kadar bir şuur ile, büyük taşları kaldırmak teşebbüsünde bulunma. Mâlikinin izni olmaksızın Onun mülküne el uzatma. Binaenaleyh gafletle, kendi hesabına bir iş yaptığın zaman, haddini tecavüz etme. Eğer Mâlikin hesabına olursa istediğin şeyi al ve yap. Fakat izin ve meşiet ve emri dairesinde olmak şartıyla. İzin ve meşietini de şeriatından öğrenirsin.”

Evet, Zaruriyat-ı Diniye” denilen ve kabil-i tevil olmayan ve “Muhkemat” denilen düsturları ise, hiç bir cihette kabil-i tebdil değildir ve medar-ı ictihad olamaz. Onları tebdil eden, başını dinden çıkarıyor; يَمْرُقُونَ مِنَ الدِّينِ كَمَا يَمْرُقُ السَّهْمُ مِنَ الْقَوْسِ  kaidesine dâhil oluyor.” (M:436)

“Arkadaş! Vesvese ve evham zulmetleri içinde yürürken, Resul-i Ekrem'in (A.S.M.) sünnetleri birer yıldız, birer lâmba vazifesini gördüklerini gördüm. Herbir sünnet veya bir hadd-i şer'î, zulmetli dalalet yollarında güneş gibi parlıyor. O yollarda insan, zerre-miskal o sünnetlerden inhiraf ve udûl ederse; şeytanlara mel'ab, evhama merkeb, ehval ve korkulara ma'rez ve dağlar kadar ağır yüklere matiyye olacaktır.

Ve keza o sünnetleri, sanki semadan tedelli ve tenezzül eden ipler gibi gördüm ki, onlara temessük eden yükselir, saadetlere nâil olur. Muhalefet edip de akla dayananlar ise, uzun bir minare ile semaya çıkmak hamakatında bulunan Firavun gibi bir firavun olur...” (Ms:77)

“Binaenaleyh pek cüz'î olan ilim ve şuurunla, Şems-i Ezelî'nin ilim ve nazarına mukabele etmekle gündüz ortasında güneşin altında, güneşin ziyasıyla mübarezeye çıkan ateş böceği gibi olma!” (Ms:140)

“Arkadaş! Kalb ile ruhun hastalığı nisbetinde felsefe ilimlerine meyil ve muhabbet ziyade olur. O hastalık marazı da, ulûm-u akliyeye tevaggul etmek nisbetindedir. Demek manevî olan hastalıklar, insanları aklî ilimlere teşvik ve sevk eder. Ve akliyat ile iştigal eden, emraz-ı kalbiyeye mübtela olur.” (Ms:69)

Bütün bu ve benzeri beyanlar müvacehesinde, Hz. Üstadın Kastamonu Lahikası, 252 de ifade ettiği şu beyanı:

“Ve bilhassa terbiye-i İslâmiye haricinde, müslüman namı altında olanlar, imandan gelen hürmet ve merhamet-i mütekabileyi bulamadıklarından bütün bütün saadet-i hayatiyeyi mahvediyor, Cehennem azabı çektiriyor.”

Ve mezkûr beyanın mehazı olan şu mealdeki rivayet:

İnsanlar üzerine bir zaman gelecek. Kaygıları kursakları, şerefleri malları, kıbleleri kadınları olacak. Dinleri de altın ve gümüşleri olacak­tır. Bunlar halkın şerlileridir ve Allah yanında onların nasibi yoktur.”

(Ramuzul ehadis. Sh. 504/7. Hz. İmam-ı Ali. Radıyallahu anhü rivayet ediyor.)

İşte böyle şiddetli ikazlara rağmen mü’min fiilen bid’alara düşse, fakat, bu ikazlara niyeten ve fikren tarafdarlığı varsa necatına vesile olabileceği ümid edilir.

Evet, Hz. Üstad diyor ki: “Bid’a ile amel eden, kalben tarafdar olmamak şartıyla dost olabilir.” (K:248)

Keza “Dostun hassası ve şartı budur ki: Kat’iyyen, Sözler’e ve envâr-ı Kur’aniyeye dair olan hizmetimize ciddî tarafdar olsun; ve haksızlığa ve bid’alara ve dalalete kalben tarafdar olmasın, kendine de istifadeye çalışsın.” (M:344)

Yani bu dehşetli ahirzaman fitnesine sebeb olan ve süfyaniyet denilen nifak cereyanına karşı olup İslam tarafdarı olmak, asgarî bir şarttır ve bu şart, his, düşünce ve niyet ile olduğundan çok kolaydır.

Hz. Üstad diyor ki: “Sünnet-i Seniyenin herbir nev’ine tamamen bilfiil ittiba etmek, ehass-ı havassa dahi ancak müyesser olur. Ona bilfiil olmasa da, binniyet, bilkasd tarafdarane ve iltizamkârane talib olmak, herkesin elinden gelir.” (L:56)

Bu dehşetli ve emsalsiz fitne asrında, mehdi-i a’zamın kat’î beyaniyle gelen bu müjde, kâinatlara değer. Bu sebeb-i necatı kaçırmamak için, samimi ve ciddi İslam tarafdarlığında lakayd kalınmamalıdır.

Sinsi cereyan, imanı yok eden tavırlar ve icraatlar gösteriyor ki, bir müslüman kalbin nefret etmeyip lakayd kalması düşünülemez.

Kur’an (49:7) âyetinde, iman nuru ve şuuru ile münev­ver ve kâmil kalblerin küfür, füsûk ve isyanı çirkin ve kerih gördüğü beyan edilir.

Ahsen-i takvim tabiriyle Kur’anda bildirilen fıtrat-ı asliye, fıtrat-ı selime, fitne cemiyetindeki çirkin sefahetlerden nefret etmezse, o insanın Allah’a karşı mânevî mes’uliyet duy­gusu ve haya gibi dinî hayatın temeli olan hisleri gelişmez; gelişmiş olanı da bozulur; cemiyette umu­mileşen apaçık günahları kerih göremez. 

İşte âhirzaman fitnesinde olacağı ehadisle ihbar edilen duhan, as­rımızda dehşetiyle zuhur ettiyse de, umumî ve kalın gaflet sebebiyle ekser in­sanlarca fark edilmemektedir. İctimaiyatın tesirini düşünen bir müslüman gaflete düşmemek için mezkûr ikazlar müvacehesinde hassas davranmalıdır.

 

1 “Hattâ dördüncü âyette Risale-i Nur'un Türkçe olmasını tahsin eder ve beşincide Arabî ve Türkçeyi tam bilmeyen ve mürşidleri ve âlimleri perişan olan vilayat-ı şarkıyede Risale-i Nur imdadlarına ve her taifeden ziyade başlarına gelen hâdiseler ve âyette بِاَيَّامِ اللّٰهِ tabir edilen elîm vakıaları hatırlarına getirmekle ikaz ve irşad etmelerine bir mana-yı işarî ve remzî ile emrediyor.” Ş: 725

Bu dersi indirmek için tıklayınız.

Yukarı Çık