İKTİSADÎ MES’ELELER
Medeniyet namı altında millete aşılanan fantaziye ve modadan doğan aşırı israf, içtimaî ahlâkın, emniyet ve huzurun bozulmasına kapı açtığını beyan eden Bediüzzaman Hazretleri, sorulan bir suale verdiği cevapta iktisad ve israf hakkında izahatta bulunur. Sual aynen şöyledir:
«Sen eskiden şarktaki bedevî aşâirde seyahat ettiğin vakit, onları medeniyet ve terakkiyata çok teşvik ediyordun. Neden kırk seneye yakındır medeniyet-i hâzıradan “mim’siz” diyerek hayat-ı içtimaiyeden çekildin, inzivaya sokuldun?
Elcevap: Medeniyet-i hâzıra-i garbiye, semavî kanun-u esasîlere muhalif olarak hareket ettiği için seyyiatı hasenatına, hatâları, zararları, faydalarına râcih geldi. Medeniyetteki maksud-u hakikî olan istirahat-i umumiye ve saadet-i hayat-ı dünyeviye bozuldu. İktisat, kanaat yerine israf ve sefahet; ve sa’y ve hizmet yerine tembellik ve istirahat meyli galebe çaldığından, biçare beşeri hem gayet fakir, hem gayet tembel eyledi. Semavî Kur’ân’ın kanun-u esasîsi, لَيْسَ لْلاِنْسَانِ اِلاَّ مَا سَعَى ٭ كُلُوا وَ اشْرَبُوا وَ لاَ تُسْرِفُوا(1) 2 ferman-ı esasîsiyle, “beşerin saadet-i hayatiyesi, iktisat ve sa’ye gayrette olduğunu ve onunla beşerin havas, avâm tabakası birbiriyle barışabilir” diye Risale-i Nur bu esası izaha binaen, kısa bir iki nükte söyleyeceğim:
Birincisi: Bedevîlikte beşer üç dört şeye muhtaç oluyordu. O üç dört hâcâtını tedarik etmeyen, on adette ancak ikisiydi. Şimdiki garp medeniyet-i zâlime-i hâzırası, su-i istimâlât ve israfat ve hevesatı tehyiç ve havâic-i gayr-ı zaruriyeyi, zarurî hâcatlar hükmüne getirip görenek ve tiryakilik cihetiyle, şimdiki o medenî insanın tam muhtaç olduğu dört hâcâtı yerine, yirmi şeye bu zamanda muhtaç oluyor. O yirmi hâcâtı tam helâl bir tarzda tedarik edecek, yirmiden ancak ikisi olabilir; on sekizi muhtaç hükmünde kalır. Demek, bu medeniyet-i hâzıra insanı çok fakir ediyor. O ihtiyaç cihetinde beşeri zulme, başka haram kazanmaya sevk etmiş. Biçare avâm ve havas tabakasını daima mübarezeye teşvik etmiş. Kur’ân’ın kanun-u esasîsi olan “vücub-u zekât, hurmet-i riba” vasıtasıyla avâmın havassa karşı itaatini ve havassın avâma karşı şefkatini temin eden o kudsî kanunu bırakıp burjuvaları zulme, fukaraları isyana sevk etmeye mecbur etmiş. İstirahat-i beşeriyeyi zîr ü zeber etti.
İkinci nükte: Bu medeniyet-i hâzıranın harikaları, beşere birer nimet-i Rabbaniye olmasından, hakikî bir şükür ve menfaat-i beşerde istimali iktiza ettiği halde, şimdi görüyoruz ki, ehemmiyetli bir kısım insanı tembelliğe ve sefahete ve sa’yi ve çalışmayı bırakıp istirahat içinde hevesatı dinlemek meylini verdiği için, sa’yin şevkini kırıyor. Ve kanaatsizlik ve iktisatsızlık yoluyla sefahete, israfa, zulme, harama sevk ediyor.
Meselâ, Risale-i Nur’daki Nur Anahtarının dediği gibi, radyo büyük bir nimet iken, maslahat-ı beşeriyeye sarf edilmekle bir mânevî şükür iktiza ettiği halde, beşte dördü hevesata, lüzumsuz, mâlâyâni şeylere sarf edildiğinden, tembelliğe, radyo dinlemekle heveslenmeye sevk edip sa’yin şevkini kırıyor. Vazife-i hakikiyesini bırakıyor.
Hattâ çok menfaatli olan bir kısım harika vesait, sa’y ve amel ve hakikî maslahat-ı ihtiyac-ı beşeriyeye istimali lâzım gelirken, ben kendim gördüm, ondan bir ikisi zarurî ihtiyâcâta sarf edilmeye mukabil, ondan sekizi keyif, hevesat, tenezzüh, tembelliğe mecbur ediyor. Bu iki cüz’î misale binler misaller var.
Elhasıl: Medeniyet-i garbiye-i hâzıra, semavî dinleri tam dinlemediği için, beşeri hem fakir edip ihtiyacatı ziyadeleştirmiş. İktisat ve kanaat esasını bozup israf ve hırs ve tamahı ziyadeleştirmeye, zulüm ve harama yol açmış.
Hem beşeri vesait-i sefahete teşvik etmekle, o biçare muhtaç beşeri tam tembelliğe atmış, sa’y ve amelin şevkini kırıyor. Hevesata, sefahete sevk edip ömrünü faydasız zayi ediyor.
Hem o muhtaç ve tembelleşmiş beşeri, hasta etmiş. Su-i istimal ve israfatla yüz nevi hastalığın sirayetine, intişarına vesile olmuş.
Hem üç şiddetli ihtiyaç ve meyl-i sefahet ve ölümü her vakit hatıra getiren kesretli hastalıklar ve dinsizlik cereyanlarının o medeniyetin içlerine yayılmasıyla intibaha gelip uyanmış beşerin gözü önünde ölümü idam-ı ebedî suretinde gösterip her vakit beşeri tehdit ediyor, bir nevi cehennem azâbı veriyor.
İşte bu dehşetli musibet-i beşeriyeye karşı Kur’ân-ı Hakîmin dört yüz milyon talebesinin intibahıyla ve içinde semavî, kudsî kanun-u esasîleriyle bin üç yüz sene evvel gösterdiği gibi, yine bu dört yüz milyonun kendi kudsî esasî kanunlarıyla beşerin bu üç dehşetli yarasını tedavi etmesini; ve eğer yakında kıyamet kopmazsa, beşerin hem saadet-i hayat-ı dünyeviyesini, hem saadet-i hayat-ı uhreviyesini kazandıracağını; ve ölümü, idam-ı ebedîden çıkarıp âlem-i nura bir terhis tezkeresi göstermesini; ve ondan çıkan medeniyetin mehasini, seyyiatına tam galebe edeceğini; ve şimdiye kadar olduğu gibi dinin bir kısmını, medeniyetin bir kısmını kazanmak için rüşvet vermek değil, belki medeniyeti ona, o semavî kanunlara bir hizmetkâr, bir yardımcı edeceğini, Kur’ân-ı Mu’cizi’l-Beyânın işârât ve rumuzundan anlaşıldığı gibi, rahmet-i İlâhiyeden şimdiki uyanmış beşer bekliyor, yalvarıyor, arıyor!» (Em:99)
ANARŞİ VE BÖLÜCÜLÜGE KARŞI ÇARELER, YARDIMLAŞMA İHTİYACI
«Heyet-i içtimaiyenin hayatını koruyan intizamın en büyük şartı, insanların tabakaları arasında boşluk kalmamasıdır. Havas kısmı avamdan, zengin kısmı fukaradan hatt-ı muvasalayı kesecek derecede uzaklaşmamaları lâzımdır. Bu tabakalar arasında muvasalayı te’min eden, zekât ve muavenettir. Halbuki vücub-u zekât ile hurmet-i ribaya müraat etmediklerinden, tabakalar arası gittikçe gerginleşir, hatt-ı muvasala kesilir, sıla-i rahim kalmaz. Bu yüzdendir ki, aşağı tabakadan yukarı tabakaya ihtiram, itaat, muhabbet yerine ihtilâl sadaları, hased bağırtıları, kin ve nefret vaveylâları yükselir. Kezalik yüksek tabakadan aşağı tabakaya merhamet, ihsan, taltif yerine zulüm ateşleri, tahakkümler, şimşek gibi tahkirler yağıyor.» (İşarat-ül İ’caz sh: 44)
«Bütün muavenet ve yardım nevilerini hâvi olan zekât hakkında, sahih olarak Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmdan اَلزَّكَوةُ قَنْطَرَةُ اْلاِسْلاَمِ 3 hadis-i şerifi mervidir. Yani, Müslümanların birbirine yardımları, ancak zekât köprüsü üzerinden geçmekle yapılır. Zira yardım vasıtası zekâttır. İnsanların heyet-i içtimaiyesinde intizam ve asayişi temin eden köprü, zekâttır. Âlem-i beşerde hayat-ı içtimaiyenin hayatı, muavenetten doğar. İnsanların terakkiyatına engel olan isyanlardan, ihtilâllerden, ihtilâflardan meydana gelen felâketlerin tiryakı, ilâcı, muavenettir.
Evet, zekâtın vücubu ile ribanın hurmetinde büyük bir hikmet, yüksek bir maslahat, geniş bir rahmet vardır.
Evet, eğer tarihî bir nazarla sahife-i âleme bakacak olursan ve o sayfayı lekelendiren beşerin mesâvisine, hatâlarına dikkat edersen, heyet-i içtimaiyede görünen ihtilâller, fesatlar ve bütün ahlâk-ı rezilenin iki kelimeden doğduğunu görürsün.
Birisi: “Ben tok olayım da, başkası açlığından ölürse ölsün, bana ne!”
İkincisi: “Sen zahmetler içinde boğul ki, ben nimetler ve lezzetler içinde rahat edeyim.”
Âlem-i insaniyeti zelzelelere maruz bırakmakla yıkılmaya yaklaştıran birinci kelimeyi sildiren ancak zekâttır.
Nev-i beşeri umumî felâketlere sürükleyen ve bolşevikliğe sevk edip terakkiyatı, asayişi mahveden ikinci kelimeyi kökünden kesip atan, hurmet-i ribadır.» (İ:44)
«Su-i istimalat o dereceye vardı ki: Bir sermayedar kendi yerinde oturup, bankalar vasıtasıyla bir günde bir milyon kazandığı halde, bir biçare amele sabahtan akşama kadar taht-el arz madenlerde çalışıp kût-u lâyemût derecesinde on kuruşluk bir ücret kazanıyor. Şu hal, müdhiş bir kin, bir iğbirar verdi ki, avam tabakası havassa ilân-ı isyan etti. Şu asrın tabiriyle sosyalistlik, bolşeviklik suretinde evvel Rusya’yı zîr ü zeber edip geçen harb-i umumîden istifade ederek her yerde kök saldılar.» (Osm.Mektubat sh: 582)
«Eskiden ekser İslâm aç değildi, tereffühe ihtiyar vardı. Şimdi açtır, telezzüze ihtiyar yoktur.» (M:476)
«Acaba hakikat-ı İslâmiyenin binler mesailinden yalnız zekât mes’elesi, düstur-u medeniyet ve muavenet olursa, bu belâya ve yılanın yuvası olan maişetteki müdhiş müsavatsızlığa deva-i şâfi olmayacak mıdır? Evet en mükemmel ve bozulmaz bir deva olacaktır.» (Muh:43)
KOMÜNİZMİN KARŞISINDA RİSALE-İ NUR
Komünizmin en dehşetli iki hususiyeti vardır:
Biri: Allah’ı, maneviyatı, manevî değerleri ve ahlakî esasları inkâr eden ateistliği ve materyalistliğidir.
İkincisi: Ferd mülkiyetini ve hiçbir hürriyet hakkını tanımayan ve idareciler zümresi diktatörlüğü olan aşırı devletçiliğidir.
Komünizmin merkezi sayılan Rusya, aşırı devletçiliğini mecburiyetle zayıflatmış, fakat dinsizliğini terketmiş olduğu hakkında henüz haberler işitilmemiştir. Belki açık dinsizliğini, daha dehşetli olan nifak şekline çevirmiş olabilir.
Nitekim Emirdağ Lâhikası’nın 58. sahifesinde 1946’lerde yazılan mektubda, yani 1946’ten sonra, hem aynı eserin 21. sahifesine göre elli sene sonra yani 1996’larda, medeniyet dünyasında deccalane bir vahşet doğacağını, aynı eserin 249. sahifesinde de gelecek müdhiş belâlar ve anarşiliğe karşı Risale-i Nur’un çare olarak resmen neşredilmesi gerektiğini ve Mektubat eserinin 56. sahifesinde ikinci cereyan, yani geniş dairedeki dinsizlik cereyanı intişar ederek pek kuvvetli görüneceği zaman İslâm ve İsevî ittifakının kuvvetiyle mukabele edileceğini bildiren beyanlar gibi, Risale-i Nur’un ikaz ve ihbarları gösteriyor ki; iman ve küfür mücadelesi ciddiyetini korumaktadır ki, müteyakkız bulunmayı gerektirir.
Hem bu sebepledir ki, Risale-i Nur’da Komünizm ve ifsad cereyanlarına karşı ikaz eden ve Risale-i Nur’un maksad ve vazifesini bildiren beyanlar vardır. Bu beyan ve ikazlardan birkaçı şöyledir:
«Kur’an-ı Hakîm’in sırr-ı hakikatıyla ve i’cazının tılsımıyla, benim ve Risale-i Nur’un proğramımız ve mesleğimiz ve bilfiil semeresini gördüğümüz ve çalıştığımız ve gaye-i hareketimiz ve hedefimiz, ölümün idam-ı ebedîsinden iman-ı tahkikî ile bîçareleri kurtarmak ve bu mübarek milleti de her nevi anarşilikten muhafaza etmektir.» (E:28)
«Biz, bütün kuvvetimizle anarşiliğe bir sedd-i Zülkarneyn gibi, bir sedd-i Kur’anî te’sisine çalışıyoruz. Bize ilişenler, anarşilik ve belki komünistliğe zemin ihzar ediyorlar.» (E:31)
Bu feci durum karşısında resmî makamlar hal çaresini aramak için kendisiyle istişare etmeleri gerekirken, aksine mahkemelere vermekle ortaya konan çok garip muameleyi Bediüzzaman şöyle ifade eder:
«Hem beklerdim ki; “vatanımızda anarşiliğe inkılâb eden komünist tehlikesine karşı Nurların hizmeti ne derecededir ve bu mübarek vatan bu dehşetli seyelandan nasıl muhafaza edilecek?” gibi dağ misillü mes’elelerin sorulmasının lüzumu varken, sinek kanadı kadar ehemmiyeti olmayan ve hiç bir medar-ı mes’uliyet olmayan cüz’î ve şahsî ve garazkârların iftiralarıyla habbe, kubbeler yapılmış mes’eleler için bu ağır şerait altında hiç ömrümde çekmediğim bir perişaniyetime sebebiyet verildi. Bize üç mahkemenin sorduğu ve beraet verdiği aynı mes’elelerden ve âdi ve şahsî bir-iki mes’ele için manasız sualler edildi.» (Ş:377)
«Halbuki din terbiyesi olmasa, Müslümanlarda istibdad-ı mutlak ve rüşvet-i mutlakadan başka çare olamaz. Çünki nasıl bir Müslüman, şimdiye kadar hakiki Yahudi ve Nasrani olmaz belki dinsiz olur, bütün bütün bozulur. Öyle de bir Müslüman, bolşevik olamaz. Belki anarşist olur, daha istibdad-ı mutlaktan başka idare edilmez.» (Ş:516)
“Ne Komünistlik, ne de İslâmiyet; biz orta bir yoldan gideriz, medeni bir hayat yaşarız” gibi bir iddianın asılsızlığını Bediüzzaman Hazretleri şöyle beyan eder:
«Küfür ile iman ortası yoktur. Bu memlekette İslâmiyet’e karşı komünist mücadelesi ortası olamaz. Sağ ve sol, ortası üç meslek icab ettirir. Eğer İngiliz, Fransız deseler hakları var. Sağ İslâmiyet, sol komünistlik, ortası da Nasraniyet diyebilirler. Fakat bu vatanda küfr-ü mutlaka karşı iman ve İslâmiyet’ten başka bir din, bir mezheb olamaz. Olsa, dini bırakıp komünistliğe girmektir. Çünki hakiki bir müslüman hiçbir zaman Yahudi ve Nasrani olamıyor. Olsa olsa dinsiz olup tam anarşist olur.» (Em:59)
«Şimdi fen ve felsefenin dalâlet kısmı; yani Kur’anla barışmayan, yoldan çıkmış, Kur’ana muhalefet eden kısmı, küfr-ü mutlakı komünistler tarzında neşre başladılar. Komünistlik perdesinde anarşistliği netice verecek bir surette münafıklar, zındıklar vasıtasıyla ve bazı müfrit dinsiz siyasetçiler vasıtasıyla neşir ile aşılanmaya başlandığı için; şimdiki hayat, dinsiz olarak kabil değildir, yaşamaz. “Dinsiz bir millet yaşamaz” hükmü bu noktaya işarettir. Küfr-ü mutlak olduğu zaman, hakikat-ı halde yaşanmaz. Onun için Kur’an-ı Hakîm, bu asırda bir mu’cize-i maneviyesi olarak Risale-i Nur şakirdlerine bu dersi vermiş ki; küfr-ü mutlaka, anarşistliğe karşı sed çeksin. Hem çekmiş. Evet Çin’i, hem yarı Avrupa’yı ve Balkan’ları istilâ eden bu cereyana karşı bizi muhafaza eden Kur’an-ı Hakîm’in bu dersidir ki; o hücuma karşı sed çekmiş, bu suretle o tehlikeye karşı çare bulmuştur.
İSLÂMİYETTEN ÇIKAN BİR MÜSLÜMAN ANARŞİST OLUR
“Demek bir müslüman mümkün değil, başka bir dine girip, ya Hristiyan ve Yahudi, hususan bolşevik gibi olmak… Çünki bir İsevî müslüman olsa, İsa Aleyhisselâm’ı daha ziyade sever. Bir Musevî müslüman olsa, Musa Aleyhisselâm’ı daha ziyade sever. Fakat bir müslüman, Muhammed Aleyhissalatü Vesselâm’ın zincirinden çıksa, dinini bıraksa, daha hiçbir dine girmez, anarşist olur; ruhunda kemalâta medar hiçbir halet kalmaz. Vicdanı tefessüh eder, hayat-ı içtimaiyeye bir zehir olur.
Onun için Cenab-ı Hakk’a şükür Kur’an-ı Hakîm’in işarat-ı gaybiyesi ile kahraman Türk ve Arab milletleri içinde lisan-ı Türkî ve Arabî ile bu asrı kurtaracak bir mu’cize-i Kur’aniyenin Risale-i Nur namıyla bir dersi intişara başlamış. Ve onaltı sene evvel altıyüzbin adamın imanını kurtardığı gibi, şimdi milyonlardan geçtiği sabit olmuş. Demek Risale-i Nur; beşeri anarşilikten kurtarmaya bir derece vesile olduğu gibi, İslâm’ın iki kahraman kardeşi olan Türk ve Arab’ı birleştirmeye, bu Kur’anın kanun-u esasîlerini neşretmeye vesile olduğunu düşmanlar da tasdik ediyorlar.» (Em:243)
«Şimdi bu zamanda en büyük tehlike olan zendeka ve dinsizlik ve anarşilik ve maddiyunluğa karşı yalnız ve yalnız tek bir çare var: O da Kur’anın hakikatlarına sarılmaktır. Yoksa koca Çin’i, az bir zamanda komünistliğe çeviren musibet-i beşeriye; siyasî, maddî kuvvetler ile susmaz. Yalnız onu susturan hakikat-ı Kur’aniyedir.» (Em:54)
«…Hem İslâmiyet, sair dinlere kıyas edilmez. Bir müslüman İslâmiyetten çıksa ve dinini terketse, daha hiçbir peygamberi kabul edemez; belki Cenab-ı Hakk’ı dahi ikrar edemez ve belki hiçbir mukaddes şey’i tanımaz; belki kendinde kemalâta medar olacak bir vicdan bulunmaz, tefessüh eder.» (M:438)
CHP’YE MEKTUB
Yine Bediüzzaman Hazretleri takriben 1946 senelerinde Halk Partisi genel sekreterine hitaben yazdığı, fakat mes’uliyet makamında bulunan devlet adamları için her zaman tazeliğini koruyan ikaznamesinde, memleketimize sokulan Avrupa’nın sefih medeniyetine bedel, cemiyetimizde İslâmî hayat tervic edilmezse, Türk milletinin parça parça olmasına sebebiyet verileceğini şöyle beyan eder:
«Bin seneden beri âlem-i İslâmiyeti kahramanlığı ile memnun eden ve vahdet-i İslâmiyeyi muhafaza eden ve âlem-i beşeriyeti, küfr-ü mutlaktan ve dalâletten şanlı bir surette kurtulmasına büyük bir vesile olan Türk Milleti ve Türkleşmiş olanların din kardeşleri; eğer şimdi, eski zaman gibi kahramancasına Kur’ana ve hakaik-ı imana sahib çıkmazsanız ve sizler gibi ehl-i hamiyet, eskide yanlış bir surette ve din zararına medeniyetin propagandası yerinde doğrudan doğruya hakaik-ı Kur’aniyeyi ve imaniyeyi tervice çalışmazsanız, size kat’iyen haber veriyorum ve kat’î hüccetlerle isbat ederim ki; âlem-i İslâmın muhabbet ve uhuvveti yerine, dehşetli bir nefret ve kahraman kardeşi ve kumandanı olan Türk milletine bir adavet ve şimdi âlem-i İslâmı mahva çalışan küfr-ü mutlak altındaki anarşiliğe mağlub olup, âlem-i İslâmın kal’ası ve şanlı ordusu olan bu Türk Milletinin parça parça olmasına ve şark-ı şimalîden çıkan dehşetli ejderhanın istila etmesine sebebiyet verecek.
Evet hariçte iki dehşetli cereyana karşı bu kahraman millet, Kur’an kuvvetiyle dayanabilir. Yoksa küfr-ü mutlakı, istibdad-ı mutlakı, sefahet-i mutlakı ve ehl-i namusun servetini serserilere ibahe etmesini âlet ederek dehşetli bir kuvvetle gelen bir cereyanı durduracak; ancak İslâmiyet hakikatıyla mezcolmuş, ittihad etmiş ve bütün mazideki şerefini İslâmiyette bulmuş bu millet dayanabilir. Bu milletin hamiyetperverleri ve milliyetperverleri, herşeyden evvel bu mümtezic, müttehid milliyetin can damarı hükmünde olan hakaik-ı Kur’aniyeyi terbiye-i medeniye yerine esas tutmak ve düstur-u hareket yapmakla o cereyanı durdurur inşâallah.» (Em:218)
Demek millî müşterekiyetin esası olan imanî şuur ve İslâmî hayat za’fa uğratılsa, millet grup grup olup parçalanır.
«Hem bir müslüman, başka milletler gibi değil. Eğer dinini bıraksa anarşist olur, hiçbir kayıd altında kalamaz; istibdad-ı mutlaktan, rüşvet-i mutlaktan başka hiçbir terbiye ve tedbirle idare edilmez. Bu hakikatın çok hüccetleri, çok misalleri var. Kısa kesip sizin zekâvetinize havale ediyorum.» (Emirdağ Lâhikası-I sh: 219)
«Sizler ey ehl-i siyaset ve hükûmet! Evham edip bizlerle uğraşmayınız. Bil’akis teshilât göstermeniz lâzım. Çünki hizmetimiz, emniyet ve hürmet ve merhameti te’sis ile hem âsâyişi, hem inzibatı, hem hayat-ı içtimaiyeyi anarşilikten kurtarmağa çalışıp, sizin hakikî vazifenizin temel taşlarını tesbit ediyor, takviye ve te’yid ediyor.» (K:137)
ANARŞİ VE DİNSİZLİĞE KARŞI KOYACAK, ANCAK İTTİHAD-I İSLÂM KUVVETİDİR
Komünist ve Masonluk gibi cereyanlar anarşizmi netice verdiğini ve buna karşı çare olarak şeair-i İslâmiyeyi ihya ve ittihad-ı İslâma istinad etmek gerektiğini Demokrat Parti Hükûmetine ihtar ederken, bütün vatansever vazifedarlara da hitab eden Bediüzzaman Hazretleri diyor ki:
«Şimdi milletin arzusuyla şeair-i İslâmiyenin serbestiyetine vesile olan Demokratlar, hem mevkilerini muhafaza, hem vatan ve milletini memnun etmek çare-i yegânesi; ittihad-ı İslâm cereyanını kendine nokta-i istinad yapmaktır. Eski zamanda İngiliz, Fransız, Amerika siyasetleri ve menfaatleri buna muarız olmakla mani olurdular. Şimdi menfaatleri ve siyasetleri buna muarız değil; belki muhtaçtırlar. Çünki komünistlik, masonluk, zındıklık, dinsizlik; doğrudan doğruya anarşistliği intac ediyor. Ve bu dehşetli tahrib edicilere karşı, ancak ve ancak hakikat-ı Kur’aniye etrafında ittihad-ı İslâm dayanabilir. Ve beşeri bu tehlikeden kurtarmağa vesile olduğu gibi, bu vatanı istila-yı ecanibden ve bu milleti anarşilikten kurtaracak yalnız odur. Ve bu hakikata binaen Demokratlar bütün kuvvetleriyle bu hakikata istinad edip komünist ve masonluk cereyanına karşı vaziyet almaları zaruridir.» (Em:24)
Bu gizli muarızlar, çeşitli bahaneler uydurarak bir kısım makam sahiplerini aldatıp Risale-i Nur aleyhine çevirmek isterler. Evet:
«Risale-i Nur’a perde altında hücum eden, ecnebi parmağıyla bu vatandaki milletin en büyük kuvveti olan Âlem-i İslâm’ın teveccühünü ve muhabbetini ve uhuvvetini kırmak ve nefret verdirmek için siyaseti dinsizliğe âlet ederek perde altında küfr-ü mutlakı yerleştirenlerdir ki, hükûmeti iğfal ve adliyeyi iki def’adır şaşırtıp, der: “Risale-i Nur ve Şakirdleri, dini siyasete âlet eder, emniyete zarar ihtimali var.”
Hey bedbahtlar! Risale-i Nur’un, gerçi siyasetle alâkası yoktur; fakat küfr-ü mutlakı kırdığı için, küfr-ü mutlakın altı olan anarşiliği ve üstü olan istibdad-ı mutlakı esasıyla bozar, reddeder.
Emniyeti, asayişi, hürriyeti, adâleti te’min ettiğine yüzer hüccetlerden biri, bu müdafaanamesi hükmündeki Meyve Risalesi’dir. Bunu âlî bir heyet-i ilmiye ve içtimaiye tedkik etsinler; eğer beni tasdik etmezlerse, ben her cezaya ve işkenceli idama razıyım!» (Ş:281)
RİSALE-İ NUR’UN İKİ MÜHİM VAZİFESİ
«Biz, Risale-i Nur’la, bu memleketin ve istikbalinin en büyük iki tehlikesini def’ etmeye çalışıyoruz ve bilfiil çok emarelerle, hattâ mahkemede de kısmen isbat etmişiz.
Birinci tehlike: Bu memlekette, hariçten kuvvetli bir surette girmeğe çalışan anarşiliğe karşı sed çekmek.
İkincisi: Üçyüz elli milyon müslümanların nefretlerini kardeşliğe çevirmekle, bu memleketin en büyük nokta-i istinadını temin etmektir.» (E:128)
RİSALE-İ NUR MESLEĞİNDE ŞEFKAT VE ASAYİŞİ MUHAFAZA
«Risale-i Nur mesleğinin esası ve otuz seneden beri bir düstur-u hayatım olan şefkat itibariyle bir masuma zarar gelmemek için, bana zulmeden canilere, değil ilişmek; hattâ beddua edemiyorum. Hattâ en şiddetli garazla bana zulmeden fâsık belki dinsiz zâlimlere hiddet ettiğim halde değil maddî, belki beddua ile de mukabeleden beni o şefkat men’ediyor. Çünki o zâlim gaddarın, ya peder ve validesi gibi ihtiyar biçarelere veya evlâdı gibi masumlara maddî ve manevî darbe gelmemek için, o dört masumların hatırına binaen o zâlim gaddara ilişmiyorum. Bazan helâl ediyorum.
İşte bu sırr-ı şefkat içindir ki; idare ve asayişe kat’iyen ilişmediğimiz gibi, bütün arkadaşlarımıza da o derece tavsiye etmişim ki, üç vilayetin insaflı zabıtalarının bir kısmı itiraf etmişler ki: “Bu Nur şakirdleri manevî bir zabıtadır; idare ve asayişi muhafaza ediyorlar.” dedikleri ve bu hakikata binler şâhid ve yirmi sene hayatıyla tasdik ve binler şakirdlerin de zabıtaca hiçbir vukuat kaydetmemesi ile tasdik ve te’yid ettikleri halde, o biçare adamın ihtilâlci ve insafsız bir komiteci gibi menzilini basmak ve insafsız adamlar ona ihanet etmek ve menzilinde bir şey bulamamakla beraber, yüz cinayeti bulunan bir adam gibi hattâ Kur’anı ve başındaki levhalarını evrak-ı muzırra gibi toplamak, acaba dünyada hangi kanun buna müsaade eder?» (E:279)
«…Komünist perdesi altında anarşistliğin, emniyet-i umumiyeyi bozmağa dehşetli çalışmasına karşı; Risale-i Nur ve şakirdleri, iman-ı tahkikî kuvvetiyle bu vatanın her tarafında o müdhiş ifsadı durduruyor ve kırıyor. Emniyeti ve asayişi temine çalışıyor ki, pek çok bir kesrette ve memleketin her tarafında bulunan Nur talebelerinden, bu yirmi senede alâkadar üç-dört mahkeme ve on vilâyetin zabıtaları, emniyeti ihlâle dair bir vukuatlarını bulmamış ve kaydetmemiş. Ve üç vilâyetin insaflı bir kısım zabıtaları demişler: “Nur talebeleri manevî bir zabıtadır. Asayişi muhafazada bize yardım ediyorlar. İman-ı tahkikî ile, Nur’u okuyan her adamın kafasında bir yasakçıyı bırakıyorlar. Emniyeti temine çalışıyorlar.”
Bunun bir nümunesi Denizli Hapishanesidir. Oraya Nurlar ve o mahpuslar için yazılan Meyve Risalesi girmesiyle, üç-dört ay zarfında ikiyüzden ziyade o mahpuslar öyle fevkalâde itaatli, dindarane bir salâh-ı hal aldılar ki, üç-dört adamı öldüren bir adam, tahta bitlerini öldürmekten çekiniyordu. Tam merhametli, zararsız, vatana nâfi’ bir uzuv olmaya başladı. Hattâ resmî memurlar, bu hale hayretle ve takdirle bakıyordular.» (L:261)
İSTİKBALDE ÂLEM-İ İSLÂM
Bediüzzaman Hazretleri 1910 senelerinde verdiği müjdeli bir ihbarında âlem-i İslâm’da “üç nur”, âlem-i küfürde “üç zulmet” geleceğini bildirir. Şöyle ki: Bediüzzaman Hazretleri o senelerde:
«Van’a gitmek üzere İstanbul’dan ayrılır, Batum yoluyla Van’a giderken Tiflis’e uğrar. Tiflis’te, Şeyh San’an Tepesi’ne çıkar. Dikkatle etrafı temaşa ederken yanına bir Rus polisi gelir ve sorar: “Niye böyle dikkat ediyorsun?”
Bediüzzaman der: “Medresemin plânını yapıyorum.”
O der: “Nerelisin?”
Bediüzzaman: “Bitlisliyim.”
Rus polisi: “Bu Tiflis’tir!”
Bediüzzaman: “Bitlis, Tiflis birbirinin kardeşidir.”
Rus polisi: “Ne demek?”
Bediüzzaman: “Asya’da âlem-i İslâm’da üç nur birbiri arkasında inkişafa başlıyor. Sizde birbiri üstünde üç zulmet inkişafa başlayacaktır. Şu perde-i müstebidane yırtılacak, takallüs edecek, ben de gelip burada medresemi yapacağım.”
Rus polisi: “Heyhat!.. Şaşarım senin ümidine?”
Bediüzzaman: “Ben de şaşarım senin aklına! Bu kışın devamına ihtimal verebilir misin? Her kışın bir baharı, her gecenin bir neharı vardır.”
Rus polisi: “İslâm parça parça olmuş?”
Bediüzzaman: “Tahsile gitmişler.
İşte Hindistan, İslâmın müstaid bir veledidir; İngiliz mekteb-i idadîsinde çalışıyor.
Mısır, İslâmın zeki bir mahdumudur; İngiliz mekteb-i mülkiyesinden ders alıyor.
Kafkas ve Türkistan, İslâmın iki bahadır oğullarıdır; Rus mekteb-i harbiyesinde talim ediyorlar. İlâ âhir…
Yahu, şu asilzade evlâd, şehadetnamelerini aldıktan sonra, herbiri bir kıt’a başına geçecek, muhteşem âdil pederleri olan İslâmiyet’in bayrağını âfâk-ı kemalâtta temevvüç ettirmekle, kader-i ezelînin nazarında feleğin inadına, nev-i beşerdeki hikmet-i ezeliyenin sırrını ilân edecektir.”»(T:78)
Yukarıda zikredilen “üç nur”, “üç zulmet” ten maksadın ne olduğuna “İhbarat-ı istikbaliyeyi zaman tefsir eder” kaidesiyle bakılmalıdır. Ancak bu arada Risale-i Nur’da izah edilen ve iman, hayat ve şeriatı ifade eden üç mes’ele ve üç devre; hem Nur’un iman hizmeti ve ittihad-ı İslâm ve İslâm-İsevî ittifakı olarak üç ehemmiyetli inkişafatın tebşir-i istikbaliyesi düşünülebilir.
“Üç zulmet” ise, Risale-i Nur’dan “Şualar” adlı eserinde Beşinci Şua’ın 12. Mes’elesinin ikinci te’vilinde beyan olunan, her iki Deccal’ın üç devre-i istibdadlarına ve o istibdadlara karşı çıkan feveranlarla çökmelerine işaret olabilir. Meselâ, az yukarıda kaydedildiği gibi, Hindistan’ın İngilizlerin tahakkümü ile intibaha gelmesi; Mısır’ın, o istibdada karşı, mülkiyede (siyasî ve idarî sahada) hâkimiyet ve istiklâliyetine kavuşacağı; Kafkas ve Türkistan, Rus istibdadına karşı askerî ve maddî cihad sahasında feveranla hürriyetine sahib olacağı müjdelerinin tezahürleri görüldü ve daha da görülecek .. İnşaallah.
Bu dersi indirmek için tıklayınız.