DERSLER / Alfabetik Derlemeler ve Dersler

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

وَ بِهِ نَسْتَعِينُ

اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ وَ الصَّلاَةُ وَ السَّلاَمُ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَ عَلَى آلِهِ وَ صَحْبِهِ اَجْمَعِينَ

Ehemmiyetli bir kaide-i Kur’aniye

“Bazan Kur’an, Cenab-ı Hakk’ın fiillerini tafsil ediyor. Sonra bir fezleke ile icmal eder. Tafsiliyle kanaat verir, icmal ile hıfzettirir, bağlar.” S:418

AŞK

Aşkın bir tarifi

Muzaaf ihtiyaç, iştiyaktır. Muzaaf iştiyak, muhabbettir. Muzaaf muhabbet dahi aşktır..” S:642

Evet, marifetullah hakkında şu ifade var: Hads ki, şimşek gibi sür'at-i intikaldir, daima onu tahrik eder. Hadsin muzaafı olan ilham, onu daima tenvir eder. Meyelanın muzaafı olan arzu ve onun muzaafı olan iştiyak ve onun muzaafı olan aşk-ı İlahî, onu daima marifet-i Zülcelal'e sevkeder. Şu fıtrattaki incizab ve cezbe, bir hakikat-ı cazibedarın cezbiyledir.” Ms:255

1- Aşk hissinin bazı hususiyetleri:

Kur’anı dinleyen insana, Kur’andaki ilm-i hakikatı ve nur-u hakikatle dünyanın mahiyetini bildirmekliği ile dünyaya aşk ve alâka pek manasız olduğunu anlatmaktır. Yani, insana der ve isbat eder ki: “Dünya, bir kitab-ı Samedanîdir. Huruf ve kelimatı nefislerine değil, belki başkasının zât ve sıfât ve esmasına delalet ediyorlar. Öyle ise manasını bil al, nukuşunu bırak git.1 S:204

Evet,“Fıtratı aşkla yoğrulmuş gibi sermest-i câm-ı aşk olan Mevlâna Câmî, kesretten vahdete yüzleri çevirmek için, bak ne güzel söylemiş:  يَكِى خَواهْ يَكِى خَوانْ يَكِى جُوىْ يَكِى بِينْ يَكِى دَانْ يَكِى گُوىْ demiştir. 2

1 - Yani: Yalnız biri iste, başkaları istenmeye değmiyor.

2 - Biri çağır, başkaları imdada gelmiyor.

3 - Biri taleb et, başkalar lâyık değiller.

4 - Biri gör, başkalar her vakit görünmüyorlar, zeval perdesinde saklanıyorlar.

5 - Biri bil, marifetine yardım etmeyen başka bilmekler faidesizdir.

6 - Biri söyle, ona aid olmayan sözler malayani sayılabilir.

نَعَمْ صَدَقْتَ اَىْ جَامِى ٭ هُوَ الْمَطْلُوبُ ٭ هُوَ الْمَحْبُوبُ ٭ هُوَ الْمَقْصُودُ ٭ هُوَ الْمَعْبُودُ

Evet Câmî pek doğru söyledin. Hakikî mahbub, hakikî matlub, hakikî maksud, hakikî mabud; yalnız odur.3 S:217

“Muhabbet, şu kâinatın bir sebeb-i vücududur. Hem şu kâinatın rabıtasıdır. Hem şu kâinatın nurudur, hem hayatıdır. İnsan, kâinatın en câmi’ bir meyvesi olduğu için, kâinatı istila edecek bir muhabbet o meyvenin çekirdeği olan kalbine dercedilmiştir. İşte şöyle nihayetsiz bir muhabbete lâyık olacak, nihayetsiz bir kemal sahibi olabilir.” S:358

Evet,“"Bütün kâinatın mayesi, muhabbettir. Bütün mevcudatın harekâtı, muhabbetledir. Bütün mevcudattaki incizab ve cezbe ve cazibe kanunları, muhabbettendir." demişler. Onlardan birisi demiş:

فَلَكْ مَسْتْ مَلَكْ مَسْتْ نُجُومْ مَسْتْ سَمٰوَاتْ مَسْتْ شَمْسْ مَسْتْ قَمَرْ مَسْتْ زَمِينْ مَسْتْ عَنَاصِرْ مَسْتْ

نَبَاتْ مَسْتْ شَجَرْ مَسْتْ بَشَرْ مَسْتْ سَرَاسَرْ ذِى حَيَاتْ مَسْتْ هَمَه ذَرَّاتِ مَوْجُودَاتْ بَرَابَرْ مَسْتْ دَرْمَسْتَسْتْ

Yani: Muhabbet-i İlahiyenin tecellisinde ve o şarab-ı muhabbetten herkes istidadına göre mesttir. Malûmdur ki: Her kalb, kendine ihsan edeni sever ve hakikî kemale muhabbet eder ve ulvî cemale meftun olur. Kendiyle beraber sevdiği ve şefkat ettiği zâtlara dahi ihsan edeni daha pek çok sever. Acaba, -sâbıkan beyan ettiğimiz gibi- herbir isminde binler ihsan defineleri bulunan ve bütün sevdiklerimizi ihsanatıyla mes'ud eden ve binler kemalâtın menbaı olan ve binler tabakat-ı cemalin medarı olan binbir esmasının müsemması olan Cemil-i Zülcelal, Mahbub-u Zülkemal, ne derece aşk ve muhabbete lâyık olduğu ve bütün kâinat, onun muhabbetiyle mest ve sergerdan olmasının şayeste bulunduğu anlaşılmaz mı?4 S:625

2- Yukarıda zikredildiği üzere kâinatın müşterek olduğu aşk-ı kimyevî sırrı:

“Nefes, bir nevi âlem-i gayb olan dâhile girmesiyle; yıkılmış ve inhilale uğramış hüceyrelerin enkazıyla bulaşan kanı tasfiye eder.

Aralarındaki aşk-ı kimyevî sebebiyle; havadaki müvellid-ül humuza ile karbon unsurunun imtizacî ve izdivacî bir şekilde birleşmeleri hasıl olur.

Bu iki unsur birbirini sımsıkı kucakladıkça, cüz’leri ikişer ikişer ittihad etmeye başlarlar.

Cüz’ler ittihad ettikleri zaman, evvelce her cüz’ünün müstakil bir hareketi olduğu halde, çift çift olarak harekete başladıkları zaman, her iki cüz tek bir hareket ile harekete geçerler. Öteki cüz’ün evvelki ayrı hareketi muallakta, boşta kalır. “Hareketten hararet, hararetten de hareket doğar” olan kaidenin sırrıyla şu muallakta kalmış olan cüz’ün hareketi, hararet-i gariziyeye inkılab eder. Böylece hararet-i gariziye dedikleri bedendeki nar-ı hayat, husule gelmiş olur.” BMs:702

Evet, “Sâni'-i Hakîm, fenn-i Kimya'da aşk-ı kimyevî tabir edilen bir münasebet-i şedideyi müvellid-ül humuza ile karbona vermiş ki; o iki unsur birbirine yakın olduğu vakit, o kanun-u İlahî ile o iki unsur imtizac ederler..5 S: 593

3- Kâinattaki muhtelif câzibelerin menşei olan aşk-ı mukaddes hakikatı:

Elbette Hayy-ı Kayyum ve Hannan-ı Mennan ve Rahîm ve Rahman olan Zât-ı Zülcemal ve-l Kemal'in rahmetindeki cemal ise, merhumlara bakar. Merhametine mazhar olanların, hususan cennet-i bâkiyede nihayetsiz enva'-ı rahmet ve şefkatine mazhar olanların derece-i saadetlerine ve tena'umlarına ve ferahlarına göre o Zât-ı Rahmanurrahîm, ona lâyık bir tarzda bir muhabbet, bir sevmek gibi (ona lâyık şuunatla tabir edilen) ulvî, kudsî, güzel, münezzeh manaları vardır. "Lezzet-i kudsiye, aşk-ı mukaddes, ferah-ı münezzeh, mesruriyet-i kudsiye" tabir edilen, izn-i şer'î olmadığından yâd edemediğimiz gayet münezzeh, mukaddes şuunatı vardır ki; herbiri kâinatta gördüğümüz ve mevcudat mabeyninde hissettiğimiz aşk ve ferah ve mesruriyetten nihayetsiz derecelerde daha yüksek, daha ulvî, daha mukaddes, daha münezzeh olduğunu çok yerlerde isbat etmişiz.” S:622

4- Muzaaf muhabbet dahi aşktır:

İşte insanın mahiyeti ulviye, fıtratı câmia olduğundan; binler enva'-ı hacat ile binbir esma-i İlahiyeye, herbir ismin çok mertebelerine fıtraten muhtaçtır. Muzaaf ihtiyaç, iştiyaktır. Muzaaf iştiyak, muhabbettir. Muzaaf muhabbet dahi aşktır. Ruhun tekemmülatına göre meratib-i muhabbet, meratib-i esmaya göre inkişaf eder. Bütün esmaya muhabbet dahi -çünki o esma Zât-ı Zülcelal'in ünvanları ve cilveleri olduğundan- muhabbet-i zâtiyeye döner.6 S:642

5- Aşk-ı lahutî tabiri:

“Hem kâinat kalbindeki ciddî aşk, bir Maşuk-u Lâyezalî'yi gösterir. Evet, ağacın mahiyetinde olmayan bir şey, esaslı bir surette meyvesinde bulunmadığı delaletiyle; şecere-i kâinatın hassas meyvesi olan nev'-i insandaki ciddî aşk-ı lahutî gösterir ki; bütün kâinatta -fakat başka şekillerde- hakikî aşk ve muhabbet bulunuyor. Öyle ise kalb-i kâinattaki şu hakikî muhabbet ve aşk, bir Mahbub-u Ezelî'yi gösterir. Hem kâinatın sinesinde çok suretlerde tezahür eden incizablar, cezbeler, cazibeler; ezelî bir hakikat-ı cazibedarın cezbiyle olduğunu hüşyar kalblere gösterir.7 ” S:679 

Evet, “Belki bütün mevcudatta lisan-ı hal ve lisan-ı kal ile edilen umum hamd ü senalar, o ezelî hüsne bakıyor, gidiyor. Belki Şems-i Tebrizî gibi bir kısım âşıkların nazarında bütün kâinatta bulunan umum incizablar, cezbeler, cazibeler, cazibedar hakikatlar; ezelî ve ebedî bir hakikat-ı cazibedara işaretlerdir. Ve ecramı ve mevcudatı mevlevî-misal pervane gibi raks u semaa kaldıran cezbedarane harekât ve deveran, o hakikat-ı cazibedarın cemal-i kudsîsinin hükümdarane tezahüratı karşısında âşıkane ve vazifedarane bir mukabeledir.”Ş:80

6- Fâsık insanların, aşk-ı hakikîyi bilemiyecekleri şöyle beyan ediliyor:

“Edebiyatta vardır üç meydan-ı cevelan; onlar içinde gezer, haricine çıkamaz:

Ya aşkla hüsündür, ya hamaset ve şehamet, ya tasvir-i hakikat. İşte yabani edebse hamaset noktasında hakperestliği etmez.

Belki zalim nev-i beşerin gaddarlıklarını alkışlamakla kuvvetperestlik hissini telkin eder. Hüsün ve aşk noktasında, aşk-ı hakikî bilmez.

Şehvet-engiz bir zevki nefislere de zerkeder. Tasvir-i hakikat maddesinde, kâinata san'at-ı İlahî suretinde bakmaz,

Bir sıbga-i Rahmanî suretinde göremez. Belki tabiat noktasında tutar, tasvir ediyor, hem ondan da çıkamaz..8 S:736 

7- Aşk-ı mecazînin aşk-ı hakikîyeye inkılabı meselesi:

Mahbublara olan aşk-ı mecazî aşk-ı hakikîye inkılab ettiği gibi, acaba ekser nâsda bulunan dünyaya karşı olan aşk-ı mecazî dahi bir aşk-ı hakikîye inkılab edebilir mi?

Elcevab: Evet. Dünyanın fâni yüzüne karşı olan aşk-ı mecazî, eğer o âşık, o yüzün üstündeki zeval ve fena çirkinliğini görüp ondan yüzünü çevirse, bâki bir mahbub arasa, dünyanın pek güzel ve âyine-i esma-i İlahiye ve mezraa-i âhiret olan iki diğer yüzüne bakmağa muvaffak olursa, o gayr-ı meşru mecazî aşk, o vakit, aşk-ı hakikîye inkılaba yüz tutar. Fakat bir şart ile ki, kendinin zâil ve hayatıyla bağlı kararsız dünyasını, haricî dünyaya iltibas etmemektir. Eğer ehl-i dalalet ve gaflet gibi kendini unutup âfâka dalıp, umumî dünyayı hususî dünyası zannedip ona âşık olsa, tabiat bataklığına düşer boğulur. Meğer ki hârika olarak bir dest-i inayet onu kurtarsın.9 M:10

Otuzbirinci âyetin işaretinin beyanında, يَسْتَحِبُّونَ الْحَيٰوةَ الدُّنْيَا  bahsinde denilmiş ki: Bu asrın bir hassası şudur ki; hayat-ı dünyeviyeyi, hayat-ı bâkiyeye bilerek tercih ettiriyor. Yani kırılacak bir cam parçasını, bâki elmaslara bildiği halde tercih etmek bir düstur hükmüne geçmiş. Ben bundan çok hayret ediyordum. Bugünlerde ihtar edildi ki:

Nasıl bir uzv-u insanî hastalansa, yaralansa sair a'za vazifelerini kısmen bırakıp onun imdadına koşar; öyle de, hırs-ı hayat ve hıfzı, zevk-i hayat ve aşkı taşıyan ve fıtrat-ı insaniyede dercedilen bir cihaz-ı insaniye, çok esbab ile yaralanmış, sair letaifi kendiyle meşgul edip sukut ettirmeye başlamış; vazife-i hakikiyelerini onlara unutturmağa çalışıyor.” K:104

Evet, Aşk, şiddetli bir muhabbettir; fâni mahbublara müteveccih olduğu vakit ya o aşk kendi sahibini daimî bir azab ve elemde bırakır veyahut o mecazî mahbub, o şiddetli muhabbetin fiatına değmediği için bâki bir mahbubu arattırır; aşk-ı mecazî, aşk-ı hakikîye inkılab eder.” M:33

8- Aşk-ı beka:

“İnsanın fıtratında bekaya karşı gayet şedid bir aşk var. Hattâ her sevdiği şeyde kuvve-i vâhime cihetiyle bir nevi beka tevehhüm eder, sonra sever. Ne vakit zevalini düşünse veya görse, derinden derine feryad eder. Bütün firaklardan gelen feryadlar, aşk-ı bekadan gelen ağlamaların tercümanlarıdır. Eğer tevehhüm-ü beka olmazsa muhabbet edemez. Hattâ denilebilir ki: Âlem-i bekanın ve ebedî Cennet'in bir sebeb-i vücudu, şu mahiyet-i insaniyedeki o şiddetli aşk-ı bekadan çıkan gayet kuvvetli arzu-yu beka ve beka için fıtrî umumî duadır ki, Bâki-i Zülcelal o şedid sarsılmaz fıtrî arzuyu, o tesirli kuvvetli umumî duayı kabul etmiştir ki, fâni insanlar için bâki bir âlemi halketmiş.10 L:15

Hz. Üstad diyor: Kalb, mir’at-ı Samed’dir. Kendinde taştan yapılan sanemleri kabul edemez. Şayet ederse, o taş ile kırılıp münkesir olacaktır.

İşte bundandır ki, mecazî âşıklar, ekseriya ma’şukunun zulmünü görüyor. Bunun sırrı ise, o ma’şuk güya fıtratıyla lâşuurî olarak yerinde olmayan ve haksız olan bir aşkı kabul etmeyerek, reddediyor, ona razı olamıyor. Çünkü âşıkın bâtın-ı kalbinde o şeyin iskân olunması lâyık ve münasib olmadığından, fıtraten reddediyor.” BMs:266

Görmüyor musun ki, mecazî aşklarda yüzde doksandokuzu, maşukundan şikayet eder. Çünki Samed âyinesi olan bâtın-ı kalb ile sanem-misal dünyevî mahbublara perestiş etmek, o mahbubların nazarında sakildir ve istiskal eder, reddeder. Zira fıtrat, fıtrî ve lâyık olmayan şeyi reddeder, atar. (Şehvanî sevmekler, bahsimizden hariçtir.) “ S:358

“Bir zaman ehl-i dünya beni herşeyden tecrid ettiklerinden, beş çeşit gurbetlere düşmüştüm. Sıkıntıdan gelen bir gaflet ile, Risale-i Nur'un teselli verici ve meded edici nurlarına bakmayarak, doğrudan doğruya kalbime baktım ve ruhumu aradım. Gördüm ki; gayet kuvvetli bir aşk-ı beka ve şedid bir muhabbet-i vücud ve büyük bir iştiyak-ı hayat ve hadsiz bir acz ve nihayetsiz bir fakr, bende hükmediyordu. Halbuki müdhiş bir fena, o bekayı söndürüyor. O haletimde, yanık bir şâirin dediği gibi dedim:

"Dil bekası, Hak fenası istedi mülk-ü tenim

Bir devasız derde düştüm, âh ki Lokman bîhaber."

Me'yusane başımı eğdim; birden  imdadıma geldi, حَسْبُنَا اللّٰهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ  "Beni dikkatle oku!" dedi. Ben de günde beşyüz defa okudum. Okudukça, yalnız ilmelyakîn ile değil, aynelyakîn ile çok kıymetdar envârından dokuz mertebe-i hasbiye bana inkişaf etti.11 L:253 

10- Aşk-ı bekanın mahiyet ve asıl hikmetini Hz. Üstad şöyle izah eder:

Bendeki aşk-ı beka, bendeki bekaya değil, belki sebebsiz ve bizzât mahbub olan kemal-i mutlak sahibi, Zât-ı Zülkemal'in ve Zülcemal'in bir isminin bir cilvesinin mahiyetimde bir gölgesi bulunduğundan, fıtratımda o Kâmil-i Mutlak'ın varlığına ve kemaline ve bekasına müteveccih olan muhabbet-i fıtriye, gaflet yüzünden yolunu şaşırmış, gölgeye yapışmış, âyinenin bekasına âşık olmuştu. حَسْبُنَا اللّٰهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ , perdeyi kaldırdı. Gördüm ve hissettim ve hakkalyakîn zevkettim ki; bekamın lezzet ve saadeti, aynen ve daha mükemmel bir tarzda Bâki-i Zülkemal'in bekasına ve benim Rabbim ve İlahım olduğuna imanımda ve iz'anımda ve ikanımda vardır. Çünki O’nun bekasıyla benim için lâyemut bir hakikat tahakkuk eder. Zira benim mahiyetim, hem bâki, hem sermedî bir ismin gölgesi olur, daha ölmez diye şuur-u imaniyle takarrur eder.” Ş:61

Yukarıda bahsi geçen: Kemal-i mutlak sahibi olan zatın “sebebsiz ve bizzât mahbub” olması, insanın fıtrat-ı asliyesi itibariyledir. Aynı yerde geçen gölgesi kelimesinden maksad, insan ruhunda bakinin tecellisinden gelen aşk-ı bekadır. Bâki-i Zülkemale kuvvetli iman ile, O’nun gölgesi olan insanın da O’nunla beka bulacağını anlatmaktır. Nitekim kitabta şöyle deniliyor:

“ebedî ve sermedî olan bir cemalin seyirci müştakı ve âyinedar âşıkı, elbette bâki kalıp ebede gidecektir.” S:126

“Madem cemal, kemal, rahmet bâkidirler ve sermedîdirler; elbette o cemal-i bâkinin âyine-i müştakı ve o kemal-i sermedînin dellâl-ı âşıkı ve o rahmet-i ebediyenin muhtac-ı müteşekkiri olan insan, bâki kalmak için, bir dâr-ı bekaya girecek ve o bâkilere refakat için ebede gidecek ve o ebedî cemal ve o sermedî kemal ve daimî rahmete, ebed-ül âbâdda refakat etmek gerektir, lâzımdır. Çünki ebedî bir cemal, fâni bir müştaka ve zâil bir dosta razı olmaz.” L:355

Evet, “hayat, Zât-ı Bâki-i Hayy-ı Kayyum'a baktıkça ve iman dahi hayata hayat ve ruh oldukça, hem beka bulur, hem bâki meyveler verir. Hem öyle yükseklenir ki, sermediyet cilvesini alır; daha ömrün kısa ve uzunluğuna bakmaz diye bu âyetten dersimi aldım ve niyet ve tasavvur ve hayalce bütün hayatların ve zîhayatların namına "Hasbünallahü ve ni'melvekil" dedim.” Ş:73

11- Risale-i Nur’un meşrebi aşk yerinde hikmettir:

Risale-i Nur, İsm-i A'zam cilvesiyle ve İsm-i Rahîm ve Hakîm'in tecellisiyle zuhur ettiğinden imtiyazlı hassası "Allahü Ekber"den iktibasen celal ve kibriya, "Bismillahirrahmanirrahîm"den istifazaten merhamet ve şefkat, وَ هُوَ الْعَزِيزُ الْحَكِيمُ den istifadeten hikmet ve intizamın esasları üzerine gidiyor. Onun ruhu ve hayatı onlardır. Sair meşreblerdeki aşk yerinde, Risale-i Nur'un meşrebinde müştakane şefkattir ve re'fetkârane muhabbettir. Nasılki Hazret-i İmam-ı Ali (R.A.) sarih bir surette Siracünnur'un tarih-i te'lifini ve tekemmül zamanını ve meşhur ismini تُقَادُ سِرَاجُ النُّورِ  fıkrasıyla haber vermiş. Öyle de بِنُورِ جَلاَلٍ بَازِخٍ وَ شَرَنْطَخٍ ilâ âhir.. fıkrasıyla da Siracünnur'un esaslarından haber veriyor. Çünki جَلاَلٍ بَازِخٍ  izzet, azamet ve celal ve kibriyadır. شَرَنْطَخٍ Süryanîce Rauf ve بَرْكُوتٍ Rahîm'dir. Demek Hazret-i İmam-ı Ali Radıyallahü Anh Siracünnur'u tarif ediyor. Hayatını ve nurunu, kibriya ve azamet ve re'fet ve rahîmiyetten alıyor diye mümtaz hâsiyetini beyan eder” Ş:734

12- Vahdet-ül Vücud meşrebinin bir sebebi:

Vahdet-ül Vücud meşrebine sebebiyet veren aşkın enva'ından en mühim sebeb, aşk-ı dünyadır. Mecazî olan aşk-ı dünya, aşk-ı hakikîye inkılab ettiği zaman, vahdet-i vücuda inkılab eder. Nasılki insandan şahsî bir mahbubu, muhabbet-i mecazî ile sever. Sonra zeval ve fenasını kalbine yerleştirmeyen bir âşık, mahbubuna aşk-ı hakikî ile bir beka kazandırmak için, Mabud ve Mahbub-u Hakikî'nin bir âyine-i cemalidir diye kendini teselli eder, bir hakikata yapışır.

Öyle de koca dünyayı ve kâinatı heyet-i mecmuasıyla mahbub ittihaz eden, sonra o muhabbet-i acibe, daimî zeval ve firak kamçılarıyla muhabbet-i hakikîye inkılab ettiği vakit, o çok büyük mahbubunu zeval ve firaktan kurtarmak için, vahdet-ül vücud meşrebine iltica eder.

Eğer gayet yüksek ve kuvvetli iman sahibi ise, Muhyiddin-i Arabî'nin emsali gibi zâtlara zevkli, nuranî, makbul bir mertebe olur. Yoksa vartalara düşmek, maddiyata girmek, esbabda boğulmak ihtimali var. Vahdet-i şuhud ise o zararsızdır. Ehl-i sahvın da, yüksek bir meşrebidir.” B:266

Muhteva:

1- Aşk hissinin bazı hususiyetleri

2- Aşk-ı kimyevî sırrı

3- Kâinattaki muhtelif câzibelerin menşei olan aşk-ı mukaddes hakikatı

4- Muzaaf muhabbet dahi aşktır.

5- Aşk-ı lahutî tabiri

6- Fâsık insanların, aşk-ı hakikîyi bilemiyecekleri

7- Aşk-ı mecazînin aşk-ı hakikîyeye inkılabı meselesi

8- Aşk-ı beka

9- Aşk-ı bekanın mahiyet ve asıl hikmeti

10- Risale-i Nurun meşrebi aşk yerinde hikmettir.

11- Vahdet-ül Vücud meşrebinin bir sebebi

(Bakınız: Muhabbet derlemesi)

 

1 Yani âyine-i Samed olan kalbin vazifesi Allaha müteveccih olmaktır. Fani dünyaya bağlı olan kalb, asıl vazifesinden geri kalır diye ehemmiyetli ikazdır.

2 Yalnız bu satır Mevlâna Câmî’nin kelâmıdır.

3 Biri söyle, yani marifetullah sohbetlerini yap, dünyevî laklakiyatı bırak.

4 Bütün kâinatın müşterek olduğu İlahî sevgiyi unutmak ve faniyata kalbi bağlamakla dünyevî hayata gömülmekten ikazdır. Evet, aşk-ı İlahiyeye erişemesek de tarafdarlıkla lüzumunu müdafaa etmek herkesin elinden gelebileceği unutulmamalı.

5 Yani Hikmet-i İlahiye, zerrat arasında mesalih-i kâinatı intac eden ve aşk-ı kimyevî tabir edilen şiddetli cazibelerle nizam-ı âlemi icra ediyor. Evet, aşk-ı kimyeviyeye de işaret eden bu gelen beyana dikkat gerek:

“Varlık âleminde “bir cehl-i mutlak içinde muhit bir şuurun tezahüratı görünüyor: Zerrelerden yıldızlara kadar herşeyin harekâtında nizamat-ı âleme ve mesalih-i hayata ve metalib-i hikmete muvafık bir tarzda hareket etmeleri ve şuurkârane vaziyetleri gibi.” S:664

6 Bu aşk-ı İlahiyenin, ruhun tekemmülatıyla kazanıldığı anlatıldı. Bu fitne asrında bu kemalatı kazanmak zor olduğundan en azından bu aşka bilirade sahib çıkmak gerektiğini anlatan Hz. Üstad diyor ki:

“Elbette böyle hadsiz ebedî ihsanata karşı; kâinat kadar bir kalbim olsa, o ihsana karşı muhabbetle dolmak iktiza eder ve doldurmak isterim. Ben bilfiil o muhabbeti etmezsem de bil’istidad, bil’iman, binniyye, bilkabul, bittakdir, bil’iştiyak, bil’iltizam, bil’irade suretinde ediyorum, diyecek ...” L:58

7 Yani İlahî aşk-ı mukaddes, kâinatta muhtelif câzibeler şeklinde tecelli ve tazahür ettiği ve şecere-i kâinatın meyvesi olan insan kalbinde, bozulmamış fıtrat-ı asliye cihetiyle bilkuvve ve bilistidad bulunduğu şöyle ifade ediliyor:

Evet, “bu küçük insanın küçücük kalbinde, kâinat kadar bir aşk yerleşir.” (L:57) ifadesi manidardır.

Hem “hayatının saadet içindeki kemali ise: Senin hayatının âyinesinde temessül eden Şems-i Ezelî'nin envârını hissedip sevmektir. Zîşuur olarak ona şevk göstermektir. Onun muhabbetiyle kendinden geçmektir. Kalbin göz bebeğinde aks-i nurunu yerleştirmektir. İşte bu sırdandır ki, seni a'lâ-yı illiyyîne çıkaran bir hadîs-i kudsînin meal-i şerifi olan: مَنْ نَه گُنْجَمْ دَرْ سَمٰوَات و زَمِينْ ٭ اَزْ عَجَبْ گُنْجَمْ بَقَلْبِ مُؤْمِنِينْ denilmiştir.” S:129

8 Zamanın bid’alarına ve sefahetlerine bulaşanların, aşk-ı hakikîyi bilmemiyeceğine ve kalbi muhabbetullaha teveccüh edememiyeceğine bakan bu ikaz, bilhassa bu zamanda dikkate alınmalıdır. Çünkü ciddi bir mü’minin kalbi, bir derecede Allah’a müteveccih olmalıdır.

Evet, “kemalât-ı insaniyenin en mühimmi ve en büyüğü, belki bilcümle kemalât-ı insaniyenin menbaı ve esası, iman-ı billahtan ve marifetullahtan neş’et eden muhabbetullah olduğu...” Ş:120 şeklindeki beyan bu meseleyi tenvir eder. En azından bu hakikat tamamen unutulmuş olmamalıdır. Onun için bu manadaki dersler nazara verilmelidir.

9 Aşk-ı mecazînin aşk-ı hakikîyeye inkılabı için yukarıda da bildirilen şu üç ehemmiyetli şartın olması gerekiyor:

1- dünyadan yüzünü çevirse,

2- bâki bir mahbub arasa,

3- Dünyanın âyine-i esma-i İlahiye ve mezraa-i âhiret olan iki diğer yüzüne bakmağa muvaffak olursa, mecazî aşk, aşk-ı hakikîye inkılaba yüz tutar.

Bu şartlara erişemeyince, 5. Dipnotda anlatılan bilirade sahib çıkmayı unutmamalı.

10 Bu parağrafta geçen “fıtrî umumî duadır” ifadesi, her insan fıtrat-ı asliyesi ile ebedilik ister demektir. Her sevdiğini de tevehhüm-ü beka ile yani, faniyi baki gösteren vehmin gafletli nazariyle sever. O mahbub zail olur veya eline geçmezse feryad eder diye, beşerin büyük ve külli ızdırablarından biri ihtar ve ikaz ediliyor.

11 Hz.Üstad, kendi şahsından bizlere sıkıntıdan gafletin gelebileceğini ve böyle durumlar Risale-i Nur’dan teselli aramaya ihtiyaç duyurduğundan, Nurlara müracaat etmek gerektiğini hatırlatıyor. Hem ehl-i dünyanın tazyiki ve her nevi musibetler, Allah’a şuurlu iltica ve o ilticanın manevi zevkıni hissettirmek ve ebedi filmlerini alıp âlem-i bekaya göndermek içindir ki, kader müdahale etmiyor. Meselâ Hz. Üstad diyor: “musibetler, dergâh-ı İlahîye sevk etmek için birer kader kamçısıdır. Her okuduğum bir kelime ve dua da ve münacat da şuurlu ve şiddetli oluyor. Resmî ve ruhsuz olmuyor.” B:284

Bu dersi indirmek için tıklayınız.

Yukarı Çık