DERSLER / Alfabetik Derlemeler ve Dersler

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

وَ بِهِ نَسْتَعِينُ

اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ وَ الصَّلاَةُ وَ السَّلاَمُ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَ عَلَى آلِهِ وَ صَحْبِهِ اَجْمَعِينَ

Ehemmiyetli bir kaide-i Kur’aniye

“Bazan Kur’an, Cenab-ı Hakk’ın fiillerini tafsil ediyor. Sonra bir fezleke ile icmal eder. Tafsiliyle kanaat verir, icmal ile hıfzettirir, bağlar.” S:418

AZAMET

Bu tabir, Allah’ın sonsuz büyüklüğünü ifade eder. Allah’ın sonsuz büyüklüğünü de Allah’ın zâtından değil, bütün eserlerinden düşünülmesi bildirilir. Mesela Mesnevi 257’de Hz. Üstad şu ibareyi nakleder:

تَفَكَّرُوا فِى آلاَءِ اللّٰهِ وَ لاَ تَفَكَّرُوا فِى ذَاتِهِ فَاِنَّكُمْ لَنْ تَقْدِرُوا

Yani bu cümle, “Allah’ın eserlerini tefekkür ediniz, zatını tefekkür etmeyiniz. Buna hiçbir şekilde gücünüz yetmez” diyor.

Evet, Beşerin zihni ve fikri, Cenab-ı Hakk'ın azametine bir mikyas, kemalâtına bir mizan, evsafının muhakemesine bir vasıta bulmak vüs'atinde değildir; ancak cemi' masnuatından ve mecmu-u âsârından ve bütün ef'alinden tahassül ve tecelli eden bir vecihle bakılabilir.” İ:76

Azamet ve kibriya ve nihayetsizlik noktasında, ya gaflete veya masiyete veya maddiyata dalmak sebebiyle darlaşan akıllar, azametli mes'eleleri ihata edemediklerinden, bir gurur-u ilmî ile inkâra saparlar ve nefyederler. Evet o manen sıkışmış ve kurumuş akıllarına ve bozulmuş ve maneviyatta ölmüş olan kalblerine, çok geniş ve derin ve ihatalı olan imanî mes'eleleri sığıştıramadıklarından, kendilerini küfre ve dalalete atarlar, boğulurlar.” Ş:103

Allah’ın celal ve azametine karşı gereken itaat vazifesi:

Evet, Kayyum-u Bâki olan Mün'im-i Hakikî'nin dergâhına gidip el bağlayarak, yekûn nimetlerine şükür ve hamd edip ve istiane etmek ve celal ve azametine karşı rükû ile aczini izhar etmek ve kemal-i bîzevaline ve cemal-i bîmisaline karşı secde edip hayret ve muhabbet ve mahviyetini ilân etmek.S:43

azametine karşı bir rükû;  kemal ve cemaline karşı iki secde ifadesi manidardır. Zira kemal ve cemal iki sıfattır ve ebedi cennete kadar giden bütün iyilikleri ve mu’cizevî eserleri ihsan eden kemalî ve cemalî isimlerdir. Hem secde en ileri derecede hürmeti ifade eder. Hamdi Yazır Efendi şer’atın şu hükmünü nakleder:“Bunun için Allah’dan maadasına secde etmek şer’an küfürdür.” (E.T. 3l9)

Keza “Basar masnuatı görüp de, basiret Sânii görmezse çok garib ve pek çirkin düşer. Çünki o halde Sâniin manen,kalben görünmemesi, ya basiretin fıkdanındandır veya kalb gözünün kör olmasındandır veya pek dar olduğundan mes'eleyi azametiyle kavramadığındandır. Veya bir hızlan'dır. Ve illâ Sâniin inkârı, basarın şuhudunu inkârdan daha ziyade münkerdir.” Ms:211

“Hem tevhid sırrıyla,1 şecere-i hilkatın meyveleri olan zîhayatta bir şahsiyet-i İlahiye,2 bir ehadiyet-i Rabbaniye ve sıfât-ı seb'aca manevî bir sîma-i Rahmanî ve temerküz-ü esmaî ­ ve اِيَّاكَ نَعْبُدُ وَاِيَّاكَ نَسْتَعِينُ deki hitaba muhatab olan zâtın bir cilve-i taayyünü ve teşahhusu tezahür eder. Yoksa o şahsiyet, o ehadiyet, o sîma, o taayyünün cilvesi inbisat ederek kâinat nisbetinde genişlenir, dağılır, gizlenir. Ancak çok büyük ve ihatalı, kalbî gözlere görünür. Çünki azamet ve kibriya perde olur,3 herkesin kalbi göremez.” Ş:10

Sonsuz büyük manasında olan azameti anlayamama sebebleri şöyle beyan ediliyor:

Azamet ve kibriya ve nihayetsizlik noktasında, ya gaflete veya masiyete veya maddiyata dalmak sebebiyle darlaşan akıllar, azametli mes'eleleri ihata edemediklerinden, bir gurur-u ilmî ile inkâra saparlar ve nefyederler. Evet o manen sıkışmış ve kurumuş akıllarına ve bozulmuş ve maneviyatta ölmüş olan kalblerine, çok geniş ve derin ve ihatalı olan imanî mes'eleleri sığıştıramadıklarından, kendilerini küfre ve dalalete atarlar, boğulurlar.” Ş:103

Yani mezkûr sebeblerle anlayışı darlaşan akıl ve kalb, sonsuz büyüklüğü ihata edememekle beraber varlığını kabul etmek mecburiyetindedir. Evet, bir şeyin varlığını bilmek, mahiyetini bilmeyi zaruri kılmaz.

Halbuki “Risale-i Nur yüzer mizan ve müvazenelerle, bu hakikatı "iki kerre iki dört eder" derecesinde kat'î isbat etmiş. Meselâ; Cenab-ı Hakk'ın vücub-u vücudunu ve ezeliyetini ve ihatalı sıfatlarını azametleri için kabul edemeyen adam, ya hadsiz mevcudata, belki nihayetsiz zerrelere, o vücub-u vücudu ve ezeliyetini ve uluhiyet sıfatlarını vermekle küfrünü itikad edebilir. Veyahut ahmak Sofestaîler gibi, hem kendini, hem kâinatın vücudunu inkâr ve nefyetmekle akıldan istifa etmelidir. İşte bunun gibi bütün hakaik-i imaniye ve İslâmiye, kendilerinin şe'nlerini, muktezaları olan azamete istinad ederek, karşılarındaki küfrün dehşetli muhalatından ve vahşetli hurafatından ve zulmetli cehalatından kurtarıp kemal-i iz'an ve teslimiyetle selim kalblerde ve müstakim akıllarda yerleştirirler.4 Ş:104

SUAL: Niçin Cenab-ı Hakk'ın sıfât ve esmasının marifeti, enaniyete bağlıdır?

ELCEVAB: Çünki mutlak ve muhit bir şeyin hududu ve nihayeti olmadığı için, ona bir şekil verilmez ve üstüne bir suret ve bir taayyün vermek için hükmedilmez, mahiyeti ne olduğu anlaşılmaz. Meselâ: Zulmetsiz daimî bir ziya, bilinmez ve hissedilmez. Ne vakit hakikî veya vehmî bir karanlık ile bir hat çekilse, o vakit bilinir. İşte Cenab-ı Hakk'ın ilim ve kudret, Hakîm ve Rahîm gibi sıfât ve esması; muhit, hududsuz, şeriksiz olduğu için onlara hükmedilmez ve ne oldukları bilinmez ve hissolunmaz. Öyle ise hakikî nihayet ve hadleri olmadığından, farazî ve vehmî bir haddi çizmek lâzım geliyor. Onu da enaniyet yapar. Kendinde bir rububiyet-i mevhume, bir mâlikiyet, bir kudret, bir ilim tasavvur eder; bir had çizer. Onun ile muhit sıfatlara bir hadd-i mevhum vaz'eder. "Buraya kadar benim, ondan sonra onundur" diye bir taksimat yapar. Kendindeki ölçücükler ile, onların mahiyetini yavaş yavaş anlar. Meselâ: Daire-i mülkünde mevhum rububiyetiyle, daire-i mümkinatta Hâlıkının rububiyetini anlar ve zahir mâlikiyetiyle, Hâlıkının hakikî mâlikiyetini fehmeder ve "Bu haneye mâlik olduğum gibi, Hâlık da şu kâinatın mâlikidir." der ve cüz'î ilmiyle onun ilmini fehmeder ve kesbî san'atçığıyla o Sâni'-i Zülcelal'in ibda-i san'atını anlar.” S:536 

Yani sonsuz olan esma-i İlahiyeyi düşünebilmek için, insanın sonlu ve bilinen sıfatlarını kıyaslama aleti yapıp, Allah’ın sonsuz sıfatlarına bir derece intikal etmektir. Bu intikal tarzının  hakikat-ı hali ifade etmediğini de bilmek gerektir. Hz. Üstad şu izahı veriyor:

“Mi'raciyedeki maceralar, malûmumuz olan manalarla, o kudsî ve nezih hakikatları ifade edemiyor. Belki o muhavereler; birer ünvan-ı mülahazadır, birer mirsad-ı tefekkürdür ve ulvî ve derin hakaika birer işarettir ve imanın bir kısım hakaikına birer ihtardır ve kabil-i tabir olmayan bazı manalara birer kinayedir. Yoksa, malûmumuz olan manalar ile bir macera değil.” M:305

 

1 Yani bütün sebeb ve neticelerin, yalnız Allah’ın eserleri olduğu ve O’ndan başka hiçbir şeyin müessiriyeti olmadığı hakikatıyla

2   Muayyen sıfatlarla tasavvur edilen şahsiyet-i İlahiye yani sıfat-ı seb’aca manevî bir sima-î Rahmanî

3 Evet, ezan ve namaz gibi ekser şeair-i İslâmiyede kesretle اَللّٰهُ اَكْبَرُ ٭ اَللّٰهُ اَكْبَرُ ٭ اَللّٰهُ اَكْبَرُ ٭ اَللّٰهُ اَكْبَرُ azamet ve kibriyasını her vakit ilânı, hem اَلْعَظَمَةُ اِزَارِى وَ الْكِبْرِيَاءُ رِدَائِى hadîs-i kudsînin fermanı, hem "Cevşen-ül Kebir" münacatının seksenaltıncı ukdesinde:

يَا مَنْ لاَ مُلْكَ اِلاَّ مُلْكَهُ ٭ يَا مَنْ لاَ يُحْصِى الْعِبَادُ ثَنَائَهُ ٭ يَا مَنْ لاَ تَصِفُ الْخَلاَئِقُ جَلاَلَهُ

يَا مَنْ لاَ تَنَالُ اْلاَوْهَامُ كُنْهَهُ ٭ يَا مَنْ لاَ يُدْرِكُ اْلاَبْصَارُ كَمَالَهُ ٭ يَا مَنْ لاَ يَبْلُغُ اْلاَفْهَامُ صِفَاتَهُ

يَا مَنْ لاَ يَنَالُ اْلاَفْكَارُ كِبْرِيَائَهُ ٭ يَا مَنْ لاَ يُحْسِنُ اْلاِنْسَانُ نُعُوتَهُ ٭ يَا مَنْ لاَ يَرُدُّ الْعِبَادُ قَضَائَهُ

يَا مَنْ ظَهَرَ فِى كُلِّ شَىْءٍ آيَاتُهُ ٭ سُبْحَانَكَ يَا لاَ اِلهَ اِلاَّ اَنْتَ اْلاَمَانُ اْلاَمَانُ نَجِّنَا مِنَ النَّارِ

diye olan gayet ârifane münacat-ı Ahmediyenin (A.S.M.) beyanı gösteriyor ki; azamet ve kibriya lüzumlu bir perdedir.” Ş:104

4 Yani, aklın anlayışı sonlu olduğundan bizzarure sonsuzu ihata edemez fakat, sonsuzluğu kabul etmesi de,  aklın icabıdır.

Bu dersi indirmek İçin tıklayınız.

Yukarı Çık