بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ
وَ بِهِ نَسْتَعِينُ
اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ وَ الصَّلاَةُ وَ السَّلاَمُ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَ عَلَى آلِهِ وَ صَحْبِهِ اَجْمَعِينَ
( Eserin kırkbeş sene evvelki tab’ındaki ifade-i nâşir)
Ahmed Râmiz der:
1323 senesi zarfında idi ki; Şark’ın yalçın, sarp, âhenîn mâverâ-i şevâhik-ı cibalinde tulû ‘etmiş Said Nursi isminde nevâdir-i hilkatten mâdud bir ateşpâre-i zekânın İstanbul âfakında rü’yet edildiği haberi etrafa aksetmiş ve fıtraten mütecessis olan bazı kimseler o hârika-i fıtratı peyapey gördükçe, mâder-i hilkatin hazâin-i lâ-tefnâsındeki sehaveti bir türlü hazmedemeyenler, Şarkî Anadolu kıyafetinde, o şal ve şalvar altında, öyle bir kanun-u dehânın ihtifa edebileceğini bir türlü anlamıyarak, bir kısım adamlar ona, “mecnun” demişlerdi.
Said Nursî, filvâki ifrat-ı zekâ itibariyle hudud-u cünunda idi. Fakat, öyle bir cünun ki: “Onun ulvî ruh ve kemal-i aklına işarettir” diye bir zât şu mısralarında tercümân-ı zîşanı olmuştur:
Cünun başımda yanar, ateş-i maâlîdir,
Cünun başımda benim bir zekâ-i âlîdir.
Benim cünunuma rehber ziyâ-yı ulviyyet,
Benim cünunumu bekler azîm bir niyet...
Evet Said Nursî İstanbul’a, şûrezâr vilâyat-ı şarkiyenin maarifsizlikle öldürülmek istenilen Yıldız siyasetlerine istikamet vermek azmiyle gelmişti. Daha İstanbu’a gelmeden Van’dan, Bitlis’ten, Mardin’den defaatla nefyolmasından İstanbul’a gelmesiyle beraber Merhum Sultan Abdulhamit tarafından suret-i ciddiyede tarassud altına aldırıldı. Birkaç kere tevkif edildi. Nihayet bir gün geldi, Said Nursî’yi Üsküdar’a Toptaşı’na yolladılar. Çünkü, hapishanede îkaz edilecek kimseler bulunmak muhtemeldi. Tımarhaneden ikide bir çıkartılıyor; maaş, rütbe tebşîr ediliyor. Hazret-i Said: “Ben memleketinde mektep-medrese açtırmak üzere geldim başka bir dileğim yoktur. Bunu isterim, başka bir şey istemem” diyordu... Tâbir-i âharle Bediüzzaman iki şey istiyordu: Vilayat-ı şarkıyenin her tarafında dinî mektebler, medreseler açtırmak istiyor ve başka bir şey almamak istiyordu...
Arş-ı kanaat oldu behişt-i gına bize,
Biz etmeyiz zemin-i müdaraya ol emin.
Mansıbların, makamların en bülendidir,
Hizmet-i iman ile asayiş ve saadeti temin...
Şehzadebaşı'nda şematetle konferans verildiği gece, kemal-i mehabetle sahneye çıkıp irad ettiği nutk-u belig-i bîtarafane, Said'in ihata-i ilmiyesi kadar hamaset ve fedakârlıkta da ileri olduğunu teyid eder. Gerek o gece, gerek menhus 31 Mart'ta cihan-değer nasihatlarıyla ortaya atılan hoca-i dânâya; böyle tehlikeli bir anda vücud-u kıymetdarının sıyaneti, nefean lil-umum elzem olduğu halde ve ihtar edildiği zaman: "En büyük ders, doğruluk yolunda ölümünü istihkar dersi vermektir..."
"Yerinde ölmek için bu hayat lâzımdır"
fikrine karşı:
Aşinayız, bize bîganedir endişe-i mevt.
Adl ü Hak uğrunda nezreylemişiz cânımızı.
Ol bize âb-ı hayat, ateş-i seyyal-i memat.
mısraı ile mukabele ederdi.
Said-i hüşyarın safvet-i ruhunu, besalet ve şecaatini, fedakârlığındaki nihayetsizliğini anlamak ve ona bağlanmak için, lisan-ı hamasetinden bu mezkûr mısraını söylemek kifayet eder.
Bediüzzaman'a zurafadan biri bir gün irfanıyla mütenasib bir esvab iktisaı lüzumundan bahseder. Müşarün-ileyh de: "Siz Avusturya'ya güya boykot yapıyorsunuz. Hem onun yolladığı kalpakları giyiyorsunuz. Ben ise, bütün Avrupa'ya boykot yapıyorum, onun için yalnız memleketimin maddî ve manevî mamulâtını giyiyorum" buyurmuştur.
Elyevm, Said Nursî memleketine döndü. Karışmış İstanbul'un hava-i gıll ü gışından ve tezviratından ve bedraka-i efkâr olmak lâzım gelen gazetecilerin bazılarının bütün fenalıklara bâdî ve bütün felâketlerin müvellidi olduklarını görerek bu derece açık cinayetlere tahammül edemeyerek me'yus ve müteessir; vahşetzâr fakat munis, vefakâr ve nâmusperver olan dağlarına döndü. İsabet etti. Kimbilir belki en büyük icraatından biri de budur.
Naşiri
Ahmed Ramiz
(Rahmetullahi Aleyh)
Bu dersi indirmek için tıklayınız.